Logo

Eşek ve Fil

Kategori: Gündem
Salı, 20 Ağustos 2013 08:33 tarihinde oluşturuldu



Nasrettin Hoca’ya atfedilen ancak çok da yaygın olarak bilinmeyen bir hikâye vardır:

Hoca, fıkra bu ya, bir sınır kasabasında yaşamaktadır. Ve uzun yıllar her sabah eşeğiyle sınırı geçip komşu ülkeye gitmekte, akşamları da aynı şekilde geri dönmektedir. Bölgenin sınır sorumlusu (diyelim ki sınır kadısı) Hoca’yı sürekli takip etmekte, açık aramakta ancak bir suç unsuru bulamamaktadır. Hoca’nın bir çeşit kaçakçılık yaptığına emindir ama defalarca yapılan aramalarda bir şey çıkmamıştır. “Acaba casusluk mu yapıyor!” düşüncesiyle komşu ülkede konuştuğu görüştüğü kişiler araştırılır, ama bundan da sonuç çıkmaz.

Derken bir gün Hoca emekli olur, artık sınırı ticareti yapmaz. Sınır kadısı Hoca’yı davet eder makamına. “Hocam” der “Senin kaçakçılık yaptığını biliyorum. Ama yaptığım bütün baskınlarda temiz çıktın. Casus olmadığını da anladım. Artık bu saatten sonra söz, senin hakkında işlem yapmayacağım. Ama çok da merak ediyorum. Gel neyin kaçakçılığını yaptığını söyle.”

Hoca gülerek, “Eşek!” der. “Eşek kaçakçılığı yapıyordum. Her gün buradan genç eşekleri götürüp oradan aynı renk yaşlılarını getiriyordum. Ama siz muayenelerinizde üzerindekileri karıştırmaktan eşeğin kendisine bakmayı akıl edemiyordunuz.”

***

Yaşam boyu karşımıza çıkan müfredatlar, öğretim sistemleri, öğretmenler, seminerler, sertifikalar ve daha bir dünya eğitsel argümanı değerlendirerek ne şekilde eğitildiğimize karar vermeye çalışırsak yanılma olasılığımız oldukça yüksek olur. Bu argümanlar önemsiz değildir elbette, ancak bütün başarı (hadi başarı demeyelim, eğitilmişlik kalitesi olsun) bu dışsal etkilerden beklenirse yanılgı sürpriz olmaz.

İlk insandan günümüze en büyük öğretim sistemi, en bilge öğretmen, en pedagojik müfredat, yaşamın kendisi olmuştur. Çağlar boyu, insanoğlu kendisi için gerekli (ve yeterli, şu devirde hiçbir şeyi yeterli görmüyor olmakla çelişse de) bütün idmanı Alev Alatlı’nın ifadesiyle “yaşayakalırken” yapmakta idi. Bize kadar. Ama sınır kadısının her defasında eşeği fark etmemesi gibi bizler de yaşamın eğitmenliği konusunu hep es geçerek gözlerimiz dışarıda, yeni sistemler, öğretmenler, müfredatlar arayıp duruyoruz. Hukukta var olan “doğal yargıç” ilkesini yaşam bize dayatıyor oysa ki; “Doğal öğretmen.”

***

Ülkemizde, nicedir eğitim gündemimize yeni bir gelişmenin eklenmediği gün yaşanmıyor. Her gün, bir öncekinin üzerine yeni tartışmalar ekleyecek ya da var olanları harlayacak yeni tartışma maddeleri getirip boca ediyor önümüze. Konu, hele ki eğitim olunca bu kadar kaygan bir zemin, bu kadar oynak bir yapı ve bu denli med cezir eğilimli oluş hayra alamet değil.

Ayrıntılarına zamanla bu köşede girilebilecek bütün bu irili ufaklı tartışmalara fikir boyutlu değil paradigma boyutlu çözümler üretmek zorundayız. “Ulusal eğitim paradigmamız şudur!” deyip bu şemsiyenin altında sorunlarımıza çareler aramak durumundayız. Tabi bunun da bir ön koşulu var; fikir ile paradigmayı birbirinden ayırmak, ayırabilmek.

Hoca Nasrettin’in hikâyesinden esinlenerek ilk paradigmamızı not edebiliriz mesela; eğitim hayatımızda (mikro ve makro planda) yapacağımız bütün icraatlar “doğal” olmalı. Yaşamın seyrini değiştirerek baş dönmesi yaşatmamalı. Tümden yanlış olmayan uygulamalar için yok etme değil, onarma yöntemleri benimsenmeli.

Hasılı, eğitim eskilerin ifadesiyle “suhulet” mesleğidir, züccaciye dükkanına girmiş fil edasıyla hiç davranmamalı…

A. Serdar ŞEKER

Eğitimci

Eğitimtercihi

YASAL UYARI:

Yayınlanan köşe yazısı ve haberlerin tüm hakları ESM Yayıncılığa aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.