Alev Alatlı, kalemine sağlık, önyargı ithamlarına karşı enfes bir niteleme armağan etti dil heybemize; eğitimli beklenti.
Geçmiş deneyimlerimizden yola çıkarak birinin/birilerinin göstereceği performans ya da sergileyeceği tavır konusunda fikir sahibiysek, varsayımlar yürütebiliyorsak bu durum “önyargı” değil “eğitimli beklenti”dir, özetle.
“Dershane: Öğrencileri; bir üst okulun veya yükseköğretime giriş sınavlarına hazırlamak, istedikleri derslerde yetiştirmek ve bilgi düzeylerini yükseltmek amacıyla faaliyet gösteren özel öğretim kurumlarını, …”
Bu tanım, dershane sektörünün kendisini ifade etmek için kullandığı bir tanım değil. 2007’de, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının hazırlamış olduğu Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin “f” bendi aynen böyle. Dershanelere yukarıdaki görev ve sorumluluk kalemlerini yükleyen bir irade, bu denli nasıl evrilir de bugün kendini kadük ilan etme pahasına, dershanelerin kapısına kilit vuracak noktaya gelir? Kabul edilmesi gereken reel bir durum var. Ülkemizde dershane bir eğitim paydaşıdır. Dershanelerin ciddi bir kısmı, benim diyen birçok devlet okulundan ve özel okuldan çok daha iyi bir şekilde MEB müfredatlarını uygulamaktadır. Birçok dershane bugün, bakanlığın nihai sınav hedefi doğrultusunda yazılı sınavlar hazırlayıp öğrencilerine uygulamakta hatta bu sınavları online olarak gerçekleştirmenin yollarını aramaktadır. Yapılan çalışmaların bir kısmının örnek niyetine bizzat bakanlık bürokrasisine ulaştığını da belirtelim. Bakan Avcı’nın yapacağı en sonuç getirici işlerden biri, danışmanlarından “Dershanelerdeki farklı uygulamalar” konulu bir rapor istemektir.
Başbakanından bakanına yazık ki dershanelere bakış, henüz seksenlerden günümüze gelemedi. Dershaneler sadece soru çözme taktiklerinin kazandırıldığı test merkezleri olmaktan çıkalı çok oldu. Bu merkezlerde, bizzat okullarda görülen konular tekrar edilmekte, okul başarısını (ve dolayısıyla sistem olarak Milli Eğitim başarısını) artırıcı çalışmalar yapılmakta ve ulusal sınavlara hazırlıklar gerçekleştirilmektedir. Devletin, işin bir tarafından tutan bu eli ödüllendireceğine kesmeye çalışması da anlaşılması güç ayrı bir konudur. Sistem, bu verimli yapıyı kendisi için daha işlevsel hale getirip onu bir ortak olarak kullanacağına çökertmeyi tercih etmektedir.
Bakanlık, bu “son vuruşu” mevzuattaki –yukarıdakine benzer – kavramları ayıklamakla gerçekleştirecek. Ve bizzat Sayın Bakan’ın ifadesi “MEB sistemi içerisinde yasal olarak tanımlanmış dershane diye bir kurum olmayacak. Devam ederse biz tanımıyoruz. Bu piyasada MEB’in onaylamadığı, ruhsat vermediği ve denetlemediği kurumlara itibar edilmez.” Ne kadar iddialı ifadeler bunlar, değil mi? Sanırsınız ki bugüne kadar dershanelerin varlıklarını devam ettirebilmesinin nedeni MEB onayı, ruhsatı, denetlemesi. Bunun böyle olmadığı, bu ülkede eğitimle öyle ya da böyle ilgilenmiş herkesin malumu. Bu ülkede bir dershane gerçeği var, çünkü eğitim sistemimiz henüz fırsat eşitliği içinde yürüyebilecek bir ritme ulaşmış değil. Bırakın coğrafi ve ekonomik farklılıkları aynı semtteki okullarda bile eşit bir eğitim imkânı sunamıyoruz çocuklarımıza. Ulusal bir müfredat birliği oluşturma konusunda emekleme aşamasındayız hâlâ. Evet, bu ülkede bir dershane gerçeği var, çünkü dershaneler güçleri nispetinde fırsat eşitliğini de müfredat birliğini de temin eden kuruluşlar.
Dershanecilik dünyanın hemen her ülkesinde var. Bunu gündeme getirdiğiniz yetkililer “Ama o ülkelerdeki uygulamalar bizdeki gibi değil.” cevabını yetiştiriyor. Doğru, sistemleri oturmuş, büyük ölçüde fırsat eşitliğini sağlamış ülkelerdeki dershanecilik bizdeki gibi değil. Ancak çözülmemiş devasa eğitim sorunları olan ülkelerde de dershanecilik aynen ülkemizdeki gibi. Dershaneler, eğitim sorunlarını büyük ölçüde çözmüş ülkelerde küçük maddi sorunlarda, bizim gibi eğitimleri hâlâ sorunlu ülkelerde de yapısal anlamda çözüm ortağı olarak sistemde yer alıyor.
Konunun bir başka yönü de dershanelerin kapatılması söz konusu olduğunda kullanılan nobran dil. Yetkililerin konuşmalarına şahit olan ancak konuya hakim olmayan bir insan, kalpazanlardan, yan kesicilerden, katillerden, silah tüccarlarından, uyuşturucu tacirlerinden bahsediliyor sanır. Oysaki söz konusu olan devlet kapısında iş bulamamış, onuruyla evine ekmek götürmeye çalışan öğretmendir, birikimlerini bir araya getirerek yarattığı istihdamın sigortasını-vergisini onuruyla ödeyen girişimcidir (ki ekseriyeti yine öğretmendir). Şu son dönemlerde öğretmenlere dönük ne kadar rahat konuşulduğu da herhalde not edilmektedir bir yerlere. İnsan sormadan edemiyor. Bizzat devlet tarafından uygulanan bu kurumsal mobbingin kaynağı nedir? Suç ve ceza dengesini çoktan aşan, cezaya endeksli bu orantısız motivasyon ne zaman dinecektir?
Eğitimli beklenti
27 Nisan sürecinde sivil siyasetin, maruz kaldığı e-muhtıraya karşı ne şekilde bir yanıt verdiği hepimizin malumu. Daha önce ülkece geçtiğimiz bu tarz dönemlerden bilinçaltlarımıza yerleşmiş bir öğrenilmiş çaresizliğimiz vardı. Muhtıraya muhatap başbakan ya da bakan, kelimenin tam anlamıyla kulağının üstüne yatar ve ‘bunlar bizim de görüşlerimiz’ der otururdu köşesine. 2007’de ise muhtıranın hedefi olan hükümet kanadında, büyük ekseriyetiyle halkın da muhtırayı veren(ler)in de ezberini bozan bir tavır sergilendi. Bu dönemdeki en dikkate değer duruşlardan biri, dönemin Milli Eğitim Bakanı Sayın Hüseyin Çelik’e aitti. Sayın Bakan hiç öyle sağına soluna bakmadan bir adım öne çıktı ve “Evet, bu muhtıradaki ithamların çoğu bakanlığım bünyesindeki birimlere yöneliktir.” dedi. Ayrıca bu ithamları hükümsüzleştiren, yersizliğini muhtıra sahiplerine anlatan açıklamalar da yaptı. Ne yaptığını bilen insanların cüreti vardı bu açıklamaların satır aralarında. Ve ülkemizin demokrasi yolculuğu açısından da köşe taşı olma niteliği taşıyan bir duruş. Bugün, eğitim konusunda girişilen bunca orantısız uygulamanın arkasında eğitimsel motivasyonların olmadığı açıktır. En güçlü oldukları şu dönemde AK Parti kurmayları, 2007’deki açık sözlülüklerini bir kez daha sergileyip dershaneler konusunda aslında neden bu kadar orantısız bir motivasyon taşıdıklarını, bu konuyu neden totaliter rejimlerin anlayışı ile bu denli psikolojik harp unsuru olarak kullandıklarını çıkıp halka anlatmalıdır. Bu ülke, bu kadarını olsun hak etmektedir. Aksi halde, önümüzdeki yıllarda her seçim döneminde parti ileri gelenlerine eğitim konusu sorulacaktır. Farklı bir gelecek perspektifi ile bakacak olursak, diyelim ki yirmi yıl sonra AK Parti kadroları iktidara geldiğinde (bir süre de olsa iktidara başka partilerin gelmiş olduğu varsayımıyla) insanımız, en çok eğitim sistemimiz konusunda endişe duyacaktır. Bu endişeye de hiçbir AK Partili “önyargı” diyemez, zira bunun adı “eğitimli beklenti”dir.
A. SERDAR ŞEKER EĞITIMCI
YASAL UYARI:
Yayınlanan köşe yazısı ve haberlerin tüm hakları ESM Yayıncılığa aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.