Doç. Dr. Özgür Bolat - Eğitim Bilimci / Akademisyen / Parentwiser Kurucusu
Doç Dr. Özgür Bolat, çok yönlü bir akademisyen olarak, Türkiye’de eğitim alanına önemli katkılar sunuyor. Araştırmaları, seminerleri, programlarıyla fark yaratan işlere imza atan Bolat, üzerinde fazla durulmayan konulara getirdiği yeni yaklaşım ve çözüm önerileriyle dikkat çekiyor. Başarı, ödül, ceza, övgü mutluluk gibi birçok kavramın Türkiye toplumundaki anlamına, karşılığına ve şifrelerine odaklanan çalışmalarıyla öne çıkan Bolat’ın Doğan Kitap’tan yayınlanan yeni kitabı ise “Hepiniz: Nasıl Mutlu Olursunuz?”. 12. Yılın Eğitimde Başarı Ödülleri’nde Yılın Eğitimci Akademisyeni Ödülü’nü alan Bolat ile, yeni çıkan kitabı ve dünden bugüne çalışmaları üzerine konuştuk.
Sayın Bolat, öncelikle bize eğitim yaşamınızdan bahsedebilir misiniz?
Lisans eğitimimi Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladım. Ardından Türk Eğitim Vakfı ve Fulbright bursu ile Harvard Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde yüksek lisans yaptım. Daha sonra Cambridge Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde doktoramı tamamladım ve bu süreçte Massachusetts Institute of Technology’de bir yıl misafir doktora öğrencisi ve araştırmacı olarak bulundum. Bugün ise bilimsel çalışmalarım, kitaplarım, seminerlerim ve geliştirdiğim Parentwiser uygulaması ile ailelerin ve öğretmenlerin birey çocuk yetiştirmesine katkı sağlamaya çalışıyorum.
Size göre eğitim sistemimizin temel sorunları ve önerileriniz nelerdir?
Türkiye’de eğitim sisteminin sınav odaklılığı, ezbere dayalı yapısı, fırsat eşitsizliğinin artması ve öğretmenin statüsünün düşmesi hepimizin bildiği sorunlar. Ama ben daha büyük, daha köklü bir soruna dikkat çekmek istiyorum.
Asıl sorun şu: 2025 YKS’ye 2,6 milyon öğrenci girdi. Kontenjan 840 bin. Yani daha sınava girmeden öğrencilerin yüzde 67,2’si elenmiş durumda. Basit bir ifadeyle: 10 öğrenciden 7’si daha en başta dışarıda. Sadece 3’ü üniversiteye girebilir.
Peki “nitelikli” ve ilk tercihine girebilen öğrenciler? En prestijli bölümlere giren öğrenci sayısı, abartsak bile, 120 bin civarı. Bu da toplamın yaklaşık %4.6’sı.
İlk üç tercihine yerleşenlere bakalım: %12,77. Yani nitelikli üniversiteyi hedefleyen on binlerce genç aslında aynı dar boğaza sıkışmış durumda.
Bu tablo bize şunu söylüyor: Her öğrenciyi sadece üniversiteye hazırlayan bir sistem artık çalışmıyor.
Üniversiteye giren öğrencilerin bile çok azı kaliteli bir eğitim alabiliyor; geri kalan büyük çoğunluk ise sistemde yönünü bulmakta zorlanıyor. 15–29 yaş grubunda NEET oranı yani “ne eğitimde ne istihdamda olan gençlerin” oranı tam %26. Yani her dört gençten biri eğitimde değil, işte değil; doğrudan işsizler ordusuna katılıyor. Bu yüzden iki kritik adımı atmalıyız.
İlk olarak, mesele akademik başarı değil; hayata hazırlık. Öğrencileri tek bir kulvara, yani sınav kulvarına mahkûm etmek yerine, onları 21. yüzyılın gerekli becerileriyle donatmalıyız: problem çözme, eleştirel düşünme, esneklik, iletişim, üretkenlik, dijital okuryazarlık gibi. Çocuğu güçlü kılacak olan şey sınav değil; donanımı.
İkinci olarak da Türkiye’de artık “orta seviye eleman” açığı var. Muslukçu, boyacı, elektrikçi, kaynakçı, duvar ustası gibi alanlarda ciddi bir eksiklik var ve bugün iyi bir duvar ustası ya da boyacı, ortalama bir avukattan, doktordan veya mühendisten daha fazla kazanabiliyor. Türkiye de tıpkı Avrupa gibi oldu: Nitelikli “orta seviye iş gücü” hem çok az hem de çok değerli.
Bu yüzden akademik olarak zayıf çocukları zorla üniversiteye göndermeye çalışıp yeni bir işsizler ordusu yaratmak yerine, onlara gerçekten hayatta işlerine yarayacak bir meslek ve beceri seti kazandırmamız gerekiyor.
YILIN EĞİTİMCİ AKADEMİSYEN ÖDÜLÜ
12. Yılın Eğitimde Başarı Ödülleri’nde Yılın Eğitimci Akademisyen ödülünü aldınız. Bu ödülle ilgili düşünceleriniz nedir?
On yıl önce Beni Ödülle Cezalandırma kitabımı yazdım. O kitapta kendi araştırmalarım yoktu. Sonraki yıllarda ödül ve övgü üzerine onlarca bilimsel çalışma yürüttüm ve bu bulguların önemli bir kısmını Beni Övgüyle Utandırma kitabımda paylaştım.
Araştırmalarım gösteriyor ki ödül ve övgünün riskleri, özellikle bizim gibi hiyerarşik ve kontrol odaklı toplumlarda çok daha yüksek. Örneğin Hollanda’da ebeveynlerin yaklaşık yüzde 30’u kişi odaklı övgü kullanıyor (“çok zekisin” gibi). Benim Türkiye’de yaptığım araştırmalar ise bu oranın yüzde 60’a çıktığını gösterdi. Ve biliyoruz ki kişi odaklı övgü, çocuğun risk almaktan kaçınmasına, hata yapmaktan korkmasına ve performansa dayalı bir özdeğer geliştirmesine yol açıyor.
Bulgularım sadece bununla da sınırlı değil. Ebeveynlerine daha az saygı duyan çocukların, ebeveynleri tarafından daha çok övüldüğünü ve daha çok ödül aldığını keşfettim. Yani övgü ve ödül, çoğu zaman ilişki zayıfladığında devreye giren bir kontrol aracı hâline geliyor.
Benzer şekilde, övgü ve ödül kullanmayan ama öğrencileriyle sıcak bir ilişki kuran öğretmenlerin sınıf yönetiminde çok daha etkili olduğunu buldum. İlişki güçlendikçe kontrol ihtiyacı azalıyor.
Bir başka bulgu ise şu: Ebeveynler, özgüveni düşük çocuklarını daha çok övüyor. Bu da çocuğa istemeden şu mesajı veriyor: “Sen yapamıyorsun, o yüzden seni cesaretlendirmeye çalışıyorum.” Yani övgü, destek gibi görünse de çocuğun kendini daha yetersiz hissetmesine yol açabiliyor.
Bu ve benzeri birçok bulguyu literatüre kazandırdım. Bu ödül, yaptığım çalışmaların hem bilimsel hem de toplumsal karşılığının görüldüğünü gösterdi bana. Bu da beni gerçekten çok mutlu etti. Bu katkıları görünür kıldığı için artı eğitim Dergisi’ne de teşekkür ediyorum.
Beni Ödülle Cezalandırma kitabınızda ödül konusunu ele alıyorsunuz. Türkiye’de ödül nasıl değerlendiriliyor? Sizin yaklaşımınız nedir? Aldığınız bu ödül sakıncalı mı?
Ödülü dört kategoriye ayırmak gerekir. Çünkü her ödül aynı psikolojik etkiye sahip değil.
1. Koşul olarak sunulan ödül
“Ödevini yaparsan bilgisayarla oynarsın.”
“Yemeğini yersen tatlı yiyebilirsin.”
Benim asıl karşı olduğum bu koşuldur ve risklidir. Çünkü:
• İçinde tehdit barındırır: Yapmazsan alamazsın.
• Çocuğun iradesini kırar.
• Davranışın gerçek nedenini görmezden gelir.
• Çocuğu iç motivasyondan uzaklaştırır.
• Çocuk kontrol edildiğini hisseder.
Bu tür ödül, genelde kısa vadede motivasyon artırabilir ama uzun vadede motivasyona zarar verir. Örneğin, kitap okutur ve kitap okumayı sevdirmekte çok etkili olmaz.
2. Tanıma/Onurlandırma ödülü
Bu tür ödüller, topluma katkıyı görünür kılmayı amaçlar. Benim aldığım ödül bu kategoriye giriyor. “Çabanı görüyoruz, katkı sağlıyorsun” mesajı verir. Koşula bağlı değildir, kişiyi manipüle etmez.
3. Seçme aracı olarak ödül
Bu tür ödüller insanlara aslında bir seçim kolaylığı sağlar. Tıpkı bir restoranın Michelin yıldızı alması gibi. Kişi bilmediği bir ortamda karar verirken, ödül almış bir yeri seçerek daha rahat ve güvenli bir tercih yapar.
4. Nörobilimde kullanılan “ödül” kavramı
Nörobilimde “ödül”, lezzetli yemek gibi haz uyandıran uyaranları tanımlamak için kullanılan teknik bir kavramdır. Bu, davranışı şart koşan ödüllerden tamamen farklıdır ve onlarla karıştırılmamalıdır
Benim yaklaşımım net: Ödül, kısa vadede davranışı artırabilir; fakat uzun vadede çocuğun değerlerini, alışkanlıklarını ve içsel motivasyonunu çoğu zaman desteklemez. Çocuk yavaş yavaş şu mantığı geliştirir: “Bir şey yapıyorsam, karşılığında bir şey almalıyım.” Bu nedenle koşul olarak sunulan ödüle karşıyım. Ancak tanıma ve takdir amacı taşıyan, yani davranışı şartlandırmayan ödüller doğru kullanıldığında değerlidir.
ÖVÜLÜNCE UTANAN VAR MI?
Beni Övgüyle Utandırma kitabınızda ne anlatıyorsunuz? Övgü neden zararlı ve ne zaman zararlıdır?
Seminerlerde hep soruyorum: “Övülünce utanan var mı?” Salonun en az yüzde 30’u el kaldırıyor. O zaman ben sınıfta bir çocuğu övünce aslında onu motive etmiyorum, utandırıyorum.
Övgünün başka riskleri de vardır. Övgü çocuğun dikkatini kendi iç deneyiminden koparır, dışarıya çevirir. Çocuk işin kendisiyle değil, “Öğretmen/ailem beğenecek mi?” kaygısıyla ilgilenmeye başlar.
Ayrıca övgü ile büyüyen çocuk, övgüyü kaybetmemek için genelde riske girmez. Zor sorulara bulaşmaz, yeni şeyler denemez; çünkü hata yaparsa değer kaybedeceğini düşünür.
Diğer bir risk de şudur: “Sen sınıfın en zekisisin” denilen çocuk, o unvanı kaybetmemek için sürekli kaygı duyar. Övgü çocuğun omzuna görünmez bir yük bindirir: “Artık hep böyle olmak zorundayım.”
Ayrıca, çocuk “Ailem beni performansımdan dolayı seviyor” diye düşünebilir. Bu da koşulsuz kabulün zayıflamasına yol açar. Yani, mutsuzluğu artırır.
BOLAT’IN SON KİTABI DOĞAN KİTAP’TAN ÇIKTI
Son kitabınız “Hepiniz: Nasıl Mutlu Olursunuz?” Bu kitapta ne anlatıyorsunuz?
Mutluluğu bir termometreye benzetiyorum. Bir odanın içi soğuksa, amacımız termometrenin göstergesini yükseltmek olmamalı. Eğer hedef sadece bu olursa, termometreye saç kurutma makinesi tutarız ve dereceyi anında yükseltiriz. Oda hâlâ soğuktur ama termometre yüksek görünür. Bu yüzden mutluluğu hedef yaptıkça daha mutsuz oluyoruz. Doğrusu şu: Mutluluğu kovalamıyoruz ama mutluluğu artıran etkinlikleri tasarlıyoruz. “Bana ne iyi gelir?” ve “Beni ne besler?” sorularını yanıtlayarak. Örneğin, bize sohbet iyi geliyorsa, arkadaşlarımızla sohbet ediyoruz ve tamamen o ana odaklanıyoruz ve derinleşiyoruz. Mutluluk sonuç olarak ortaya çıkıyor.
Bilim da bu konuda net. Sonja Lyubomirsky’nin çalışmalarına göre mutluluğun yarısı düşüncelerimiz ve davranışlarımızla şekilleniyor. Yani mutluluk, elimizde. Ben bunu dört adımlı bir çerçeveyle anlatıyorum. İlk ikisi “mutlu olmak” ile ilgili; son ikisi “mutlu hissetmek” ile ilgili. İlk ikisinde mutluluk bir yaşam biçimi, son ikisinde bir duygu.
1. Değerlerini yaşa.
Kişi kendi değerlerini hatırladığında hem stres düşüyor hem mutluluk artıyor.
2. Anlam üret.
İnsanın Anlam Arayışı kitabında Viktor Frankl’ın gösterdiği gibi anlam bulan insan hem daha dayanıklı hem daha huzurlu.
3. Küçük pozitif anları artır.
Barbara Fredrickson’ın bulguları küçük pozitif duyguların bile psikolojik esnekliği artırdığını söylüyor. Büyük şeyler gerekmez.
4. Negatif duyguları yönet.
Bastırmak değil; fark etmek, adlandırmak ve yeniden çerçevelemek.
Sonuç basit ama güçlü: Mutluluk bir amaç değildir. Mutluluk, yaşam tarzımızın yan ürünüdür. Zaten bunu yıllarca önce Aristoteles söylemiş: Sadece değer ve anlam odaklı bir yaşam insana mutluluk getirir.
ÇOK SAYIDA OKUL PARENTWISER’I VELİLERİNE SUNUYOR
Parentwiser uygulamanız hangi ihtiyaçlardan doğdu? Uygulamayı kimler, nasıl kullanıyor?
Parentwiser, sahada yıllardır gördüğüm üç temel ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıktı:
1. Bilgi karmaşası: Ebeveynler çok fazla bilgiye maruz kalıyor ama hangisi bilimsel, hangisi değil karar vermekte zorlanıyor.
2. Süreklilik ihtiyacı: Tek seferlik seminerler ebeveynlik davranışını dönüştürmeye yetmiyor. Çünkü ebeveynlik, her gün yeniden karar vermeyi gerektiren dinamik bir süreç. Bu yüzden ebeveynin ihtiyacı olan şey, sadece bir kez dinlediği bilgi değil; elinin altında 7/24 ulaşabileceği, anında uygulayabileceği bir rehber.
3. Kişiselleştirme ihtiyacı: Her çocuk ve her aile farklı. Tek tip reçeteler işe yaramıyor. Çocuğa özgü tavsiyeler daha değerli oluyor.
Bu nedenle Parentwiser’ı bir dijital ebeveynlik okulu ve rehberi olarak tasarladık. Bugün pek çok okul Parentwiser’ı velilerine sunuyor. Çünkü okulda yaşanan problemlerin önemli bir kısmı evde başlıyor ve çözümün de ailede başlaması gerekiyor.
Uygulamada:
• Bilimsel araştırmalara dayalı kısa video ve metin dersler,
• Somut sorunlar için adım adım çözüm yolları,
• Ebeveynin kendini değerlendirebileceği ölçekler,
• Çocukla derin sohbeti destekleyen soru kartları yer alıyor.
En yoğun kullanıcılar, 2–18 yaş arası çocuğu olan ebeveynler. Ancak öğretmenler ve psikolojik danışmanlar da kendi eğitimlerinde Parentwiser’ı destek materyali olarak kullanıyor.
Amacımız çok net: Ebeveynleri bilgiyle, farkındalıkla ve uygulanabilir araçlarla güçlendirmek.
Çünkü iyi desteklenmiş bir ebeveyn, çocuğun hayatındaki en güçlü değişim aracıdır.
YASAL UYARI:
Yayınlanan köşe yazısı ve haberlerin tüm hakları ESM Yayıncılığa aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.