Logo

Eğitimde Değişen Roller: Ebeveyn’in Rolünü Kim Aldı?

Kategori: Alparslan Dartan
Çarşamba, 26 Kasım 2025 12:12 tarihinde oluşturuldu



Alpaslan Dartan - PDR Uzmanı / Eğitim Yöneticisi

alpaslan_dartanTürkiye’de eğitim sistemi son yıllarda yalnızca müfredat, sınav yapısı ve teknolojik araçlar açısından değil; ebeveyn, öğretmen ve öğrenci rollerinin yeniden tanımlandığı sosyo-kültürel bir dönüşüm sürecinden de geçiyor.
Yıllardır öğretmen bilgiyi aktaran otorite, öğrenci bilgiyi alan edilgen taraf, ebeveyn ise sürecin dış gözlemcisi konumundayken; bugün bu roller hem birbirine yaklaşmış hem de birbirinden uzaklaşmıştır. Beklentiler artmış, sınırlar belirsizleşmiş, sorumluluk dağılımı ise aynı anda hem genişlemiş hem de daralmıştır. Bugün üçlü yapı daha karşılıklı, etkileşimli ve beklentisi yüksek karmaşık bir ilişki ağına dönüşmüştür.
Dijitalleşme ve bilgiye sınırsız erişimin, aile yapısındaki değişimlerin (çalışan ebeveyn, az çocuklu aile, ebeveyn kaygısının artması), ekonomik rekabetin yükselmesi ve “başarı” beklentisinin erken yaşlara indirgenmesi, öğretmenliğin mesleki statü ve beklenti baskısı arasında sıkışması, Z kuşağı ve Alfa kuşağının öğrenme motivasyonu, dikkat süresi ve değerler dünyasının oldukça farklılaşması, pandemi sonrası “okulun işlevi” nin yeniden tartışılır hale gelmesi gibi faktörler bu dönüşümün arka planında yer alan nedenlerdir.

ROLLER VE SORUMLULUKLAR DEĞİŞİYOR MU?
Artık eğitimde temel soru çocuğun gelişim sorumluluğunu kim üstleniyor? Öğretmen mi, okul mu, aile mi, yoksa öğrencinin kendisi mi?”
Bu çerçevede rol değişiminin ilk ve en görünür alanı ebeveynliktir. Çünkü çocukla ilk teması kuran, fakat eğitimin merkezinden giderek uzaklaşan ya da kendiliğinden çekilen aktör çoğu zaman ebeveyndir. Ebeveynler giderek daha müdahil ama aynı zamanda daha kaygılı, öğretmenler daha çok beklentiye maruz ama daha az yetki sahibi, öğrenciler ise daha özgür görünse de başarı baskısını daha derinden hisseden bir pozisyona yerleşmiştir.

EBEVEYNİN ROLÜNÜ KİM KAPTI?
Bu yeni düzen, yalnızca rol değişimini değil; rol çatışmalarını, iletişim kırılmalarını, güven kaybı ve aidiyet zayıflaması gibi sorunları da beraberinde getiriyor. Kademeler arasında geçişlerde özellikle de ortaokuldan liseye geçerken çocuklardaki değişimi çoğu zaman ebeveynler fark etmezler. Çünkü ebeveynler artık bu dönemde ya ilgisiz ya da çaresizlik içerisindeler. Ve artık “ ”O” artık büyüdü kendi başına,” derler ama o “kendi başına kalmışlık” hissi, ne çocukta özgüvene ne ebeveynde huzura dönüşür. Ebeveynin ilgisizliği kendi seçimi değildir çoğu zaman; hayatın yükü, bitmeyen tempo, çocukla aynı dili konuşamamak… Çaresizliği ise birkaç yılda bir değişen ve bilmediği, içinde doğmadığı bir dünyanın kapısında kalmaktan kaynaklanıyor. Sınav sistemini anlamıyor, dijitalin dilini bilmiyor, duygusal mesafeyi, dengeyi nasıl kuracağını kestiremiyor.
Doğrusu yanlışı yok elbette ama bir zamanlar çocuğun davranışını aile belirlerdi; şimdi algoritmalar, akranlar, içerik üreticileri yönlendiriyor. Anne-babanın sesi artık kısık, velinin rolünü kimin kaptığı sorusuna tek bir cevap yok: biraz okul, biraz ekran, biraz akran. Ve bu üçü, çoğu zaman sevgiyle değil, etkiyle şekillendiriyor genci.

GENÇLERİN TANIĞI OLMAK
Gençler özgürleşiyor, evet. Kendi kararlarını veriyorlar, kendi alanlarını çiziyorlar. Ama o alan, dijital bağımlılıkla çevrili bir sanal özgürlük alanı. Kendini ifade ederken beğeni sayısına, kimliğini inşa ederken görünür olmaya muhtaç hale geliyorlar. Bağımsızlaşırken bağımlılaşmak değil midir bu? Kendi kararını verirken başkasının onayına ihtiyaç duymak. Kendine güvenmek isterken sürekli kıyaslanmak. Kendini bulmak isterken algoritmanın önüne düşmek.
Belki de ebeveynin yeni görevi çoğunlukla “eşlik eden” olmalı. Ne sürekli müdahale eden, ne de tamamen çekilen. Yalnızca yanında duran, ama gözünü kaçırmadan izleyen. Çünkü belki de gençler bir rehbere değil, bir tanığa ihtiyaç duyuyor olabilirler. Sevgiyle karışmış bir farkındalık hâli ve belki de bugünün en eksik kalan ebeveyn becerisi tam olarak budur ne dersiniz?

PEKİ, YA ÖĞRETMEN?
Bir sınıfa girersiniz… Tahtada konusunu anlatan bir öğretmen, karşısında sessizce not tutan öğrenciler. İlk bakışta düzenli, hatta verimli görünür bu tablo. Ama çoğu zaman o sessizliğin altında bir kopukluk yatar: Öğreten anlatır, dinleyen duyar ama birbirlerini anlamazlar. İşte “öğretmen merkezli eğitim”in en görünmez tıkanma noktası tam burada başlar.
Eskiden bilgiye ulaşmak öğretmenden geçerdi. Kitap azdı, kaynak sınırlıydı, o yüzden öğretmen bilgiyi taşıyan bir köprüydü. Bugün bilgi her yerde; videoda, podcast’te, internette. Öğretmen artık “bilginin tek sahibi” değil.
Ama sistemin kendisi hâlâ öyleymiş gibi davranıyor. Çoğu zaman sınıfta hâlâ monolog var; öğrencinin sorusu bile sorgulanabiliyor, çoğu zaman zaman kaybı sayılıyor. Bu yüzden sınıfta etkileşim olmadan öğretmenin sesi yankılandıkça öğrencinin merakı törpüleniyor.
Öğretmenin rolündeki bu dönüşüm, sınıfın merkezini de sessizce yer değiştirmeye zorlamaktadır. Çünkü öğretmenin bilgi aktarıcı olmaktan çıkması, öğrencinin de artık yalnızca bilgi alıcısı olamayacağı anlamına gelir. Öğretmenin bilgi otoriterliğinin zayıfladığı her durumda, öğrenmenin sorumluluğu öğrencinin omuzlarına biraz daha yaklaşır. Ancak bu sorumluluk her zaman bilinçle ya da donanımla olmuyor elbette. Ama bu yaşandıkça eğitimdeki öğrenci açısından kırılma alanı ortaya çıkar: Pasif tüketiciden aktif katılımcıya dönüşme zorunluluğu.
Bugünün gençliği, yalnızca bilgi değil, bağ da kurmak istiyor, bu gerekli de. Kendini duyan, anlamaya çalışan, birlikte düşünebilen bir öğretmen… Artık öğretmenlik, ders anlatmaktan çok anlam üretme sanatı’na dönüştü sanırım. Eğitim tıkanıyor çünkü hâlâ “anlatmak” öncelikli, “anlamak” ise ikincil konumda.
Öğrenci ise artık “ne öğrendiği”nden çok “neden öğrendiği”yle ilgileniyor. Burada gereklilikler ortaya çıkıyor. Sınav sistemi buna çok alan tanımıyor belki ama iyi öğretmenler, sistemin duvarına rağmen o küçük anlam alanlarını açabiliyorlar.
Bugün sınıflarda dikkat süresi kısaldı, öğrenme biçimleri çeşitlendi. Doğal olarak öğretim biçimleri de aynı kalmamalı. Gençler artık sadece dinleyerek değil, dokunarak, tartışarak, deneyimleyerek öğreniyor. Buna rağmen birçok okulda hâlâ “sessiz sınıf = başarılı sınıf” sanrısı yaşanıyor. Hâlbuki sessizlik bazen öğrenmenin değil, ilgisizliğin işaretidir. Ve öğretmen merkezli düzen, öğrencinin katılımını değil, uyumunu ödüllendirir.
Bugün öğretmenlik, bilginin kaynağı otoriterliğini yeniden tanımlama mesleği. Artık bilgiyle değil, ilişkiyle etki kurmak gerekiyor. Öğrenciye “söyleyen” değil, “soran”; “yöneten” değil, “katkı sunan” bir öğretmen figürü… Çünkü çağın öğrencisi sorgulamak istiyor, ama bu sorgulamanın cezalandırılmayacağı bir ortam arıyor. Oysa her iyi öğretmen bilir: Öğrenci kendini güvende hissettiğinde gerçekten öğrenmeye başlar.

PEKİ, ÖĞRENCİNİN YENİ KONUMU NEDİR?
Bir zamanlar öğrenci olmak, bir sürecin parçası olmaktı. Bugün ise bir ekosistemin kullanıcısı. Okul artık sadece bilgi üreten değil, bilgi tüketilen bir yer haline geldi. Bugünün öğrencisi çok şey biliyor, ama az şeyin anlamını düşünüyor. Bilgiyi hızla tüketiyor, ama içselleştirmeye zamanı ve sabrı yok. Bir videoda, bir gönderide, bir podcastta her şeyi bulabiliyor ama arasa kendini bulamıyor.
Bu kuşak, bilgiyi üretmeden bilmenin tuhaf konforuyla büyüyor. Oysa gerçek öğrenme, pasif alımla değil aktif katılımla başlar. Eğitim sisteminde en çok konuşulan kavram “katılım” ama en az uygulanan da o maalesef. Yalnızca el kaldırmak ya da proje sunmak değildir ki katılım, öğrencinin öğrenme sürecinde özne haline gelmesidir gerçekte. Yani “ben ne öğrenmek istiyorum?” sorusunu sorabilmesidir. “Ne öğreteceğiz?” sorusuna takılıp kalmadan.
Bugünün bilgi dünyasında en kıymetli beceri artık ezber değil, yorumlama. Bilgiye ulaşmak kolay, ama anlam kurmak zor. Bu yüzden “öğrenmeyi öğretmek” klişe bir slogan değil, bir zorunluluk haline gelmiştir. Kendi öğrenme tarzını tanıyan, bilgiyle bağ kurabilen, merakını sürdürebilen bir öğrenci profili…
Öğrenciyi tüketiciden üreticiye dönüştürmenin yolu ise sınav sistemini tamamen değiştirmekten geçmiyor, bazen küçük adımlar bile büyük dönüşüm yaratır: Öğrenciye fikrini sorma cesareti göstermek, not yerine sürece değer vermek, yanıt beklemek yerine soru üretmesini besleyebilmek... Çünkü öğrenciye güvenmek, onu “başarılı” yapmanın değil, “özgün” kılmanın ilk adımıdır.
Kanımca Türkiye’de eğitim ekosistemi bugün, “kimin ne bildiğinden” daha çok, “kimin hangi rolü üstlendiği ve nerede sorumluluk aldığı” sorusuyla sınanıyor. Ebeveynler, çocuğun her başarısında hak sahibi; her başarısızlığında sistemden şikâyetçi konumdadır, destekleyici rol ile kontrol edici rol arasında gidip gelmektedirler. Öğretmenler, hem akademik çıktı üretmek hem duygusal rehberlik yapmak hem de veli memnuniyeti sağlamak gibi çoklu baskılar altındadır. Öğrenciler, seçim hakkı olduğunu düşünmelerine rağmen, çoğu zaman kendi hayatlarının öznesi değil; beklentilerin nesnesi haline gelmektedir.
Bu tablo bize şunu gösteriyor ki; Bugünün temel ihtiyacı “daha çok içerik” değil; daha sağlıklı ilişki ve rol paylaşımıdır. Eğitimde başarı, yalnızca sınav sonuçlarıyla değil; ebeveyn-öğretmen-öğrenci üçgeninde kurulan güven, iletişim ve işbirliği düzeyiyle ölçülecektir. Okullar, artık sadece bilgi aktaran kurumlar değil; ebeveyn eğitimini, öğretmen destek sistemini ve öğrencinin duygusal dayanıklılığını birlikte inşa eden topluluk alanlarına dönüşmek zorundadır.
Sonuç olarak; Eğitimdeki asıl kriz “bilgi eksikliği” değil, rol belirsizliği ve sorumluluk dengesizliğidir.
Ebeveyn, okul, öğretmen ve öğrenci arasındaki sorumluluk dengesi zayıfladığında; eğitim yalnızca akademik değil, duygusal ve toplumsal olarak da işlev kaybına uğramaktadır. Bu nedenle çözüm, bireyleri suçlayan söylemlerden değil, rollerin yeniden tanımlandığı bir ortak eğitim kültüründen geçmektedir.
Peki, biz, eğitimdeki bu rol çatışmasını çözecek ortak zemini ne zaman kuracağız?

 

YASAL UYARI:

Yayınlanan köşe yazısı ve haberlerin tüm hakları ESM Yayıncılığa aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.