Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Kayhan Karlı / YÖM Okulları Kurucusu

kayhan_karliEğitim, bu ülkenin geleceğini şekillendirecekse; daha çok konuşulmayı hak ediyor. Ancak ülke gündemindeki yerine baktığımızda, yeterince konuşulmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Ülkemizde Eğitim sadece müfredat değişikliği, sınav sistemi değişikliği, PISA sonuçları nedeniyle gündem olabiliyor. Yani güncel olan üzerinden konuşuluyor. Oysa eğitimi sadece güncel tarafıyla değil; derinlikli tarafıyla ele almak ve geniş kitlelerle daha geniş katılımlarla birlikte konuşmamız gerekiyor...
Velilerle yaptığımız çalışmalarda eğitim ile ilgili kalite talep etmek konusunda da sorun yaşandığını gözlemliyorum. Eğitimle ilgili meselelerin sadece öğretmenlerin üzerine yıkılmasını da haksızlık olarak görüyorum. Öğretmenler, anne babalar, öğrenciler, okul liderliği görevini üstlenen kişiler için; kısacası eğitimin tüm paydaşlarının eğitim adına bir şeyler yapması gerekiyor.

Talep yok!
Bugün şunu daha fazla söylemek gerekiyor ki; veliler kaliteli eğitimle ilgili talepte bulunmalı! Talep yaratmadığımız sürece bununla ilgili arzı oluşturamıyoruz. Dünyanın temel üretim paradigmasının içinde bu var, talep arttıkça arz artacak ve bu da kalitenin oluşmasını tetikleyecek. Arzı farklı kurumlar üretecek, rekabet olacak ve bu kurumlar daha iyisini yapmak isteyecek. Bu nedenle talebi yükseltmek zorundayız. Kamuoyunun, yani ortalama özel ya da devlet okulu velisi olması hiç fark etmez; her velinin kaliteli eğitim talebini yüksek sesle dile getirmesi gerekiyor.

Herkes, bu ülkenin tüm çocukları için kaliteli eğitim talep etmeli!
Eğitimin toplumun omurgası haline gelmesi için; karar vericilerden, politikacılardan, uygulayıcılardan talepkar olmak gerekiyor. Talepten kastımız, bireysel değil toplumsal talepler... Herkesin kendi çocuğu için özel bir şey istemesini kast etmiyorum. Herkes, bu ülkenin tüm çocukları için kaliteli eğitim talep etmeli!

Okulu veliler mi yönetiyor!
Veliler okulu yönetmiyor, eğitim yöneticileri beklentileri yönetemiyor. Mesele birinin diğerini yönetmesi de değil. Eğitimcilerin, hızla değişen hassas bir çağda en son riske atacağı şey olan çocuğunu emanet ettiği okuldaki süreçlere dair bilgi isteyen velilerle empati kurması gerekiyor. Anne baba olarak en temelde istediğimiz şey; çocuklarımızın güvenilir, ihtiyaçlarının karşılandığı bir yerde olması ve bununla ilgili bilgi akışının sağlanması. Tabii beklentiyi doğru yönetmek lazım. Eğitim yöneticilerinin, okulların, kurumların tutamayacakları sözler verebildiğini de duyuyoruz. Çocuklar onu yapacak, bunu da yapacak, şunu öğretiyoruz türevi vaatlerin karşılığının olmadığını biliyoruz. Elbette kentli nüfusun içinde daha bilinçli bir veli grubu da var. Siz o velilere tüm bunları yapacağınızı söyler ve beklenti oluşturursanız; veliler de bunları ister, bekler. Bunun karşılığında da veli bizi yönetiyor demek yanlış olur. Velinin sizi yönetmemesi için yalın ve erişilebilir hedefler oluşturarak, kararları paylaşmanız gerekir.
Son söz;
Eğitim kalitesi demek aslında bir toplumun ne olmak istediği ve nereye doğru evrilmek istediğinin bir göstergesidir. Bu nedenle toplumun tüm kademelerinde eğitim konuşulmalı ve talep oluşturacak algıyı geliştirmek için çalışmalıyız.

> Kayhan Karlı: Söylemek, istemek gerek!

Kayhan Karlı / YÖM Okulları Kurucusu

kayhan_karliEğitim, bu ülkenin geleceğini şekillendirecekse; daha çok konuşulmayı hak ediyor. Ancak ülke gündemindeki yerine baktığımızda, yeterince konuşulmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Ülkemizde Eğitim sadece müfredat değişikliği, sınav sistemi değişikliği, PISA sonuçları nedeniyle gündem olabiliyor. Yani güncel olan üzerinden konuşuluyor. Oysa eğitimi sadece güncel tarafıyla değil; derinlikli tarafıyla ele almak ve geniş kitlelerle daha geniş katılımlarla birlikte konuşmamız gerekiyor...
Velilerle yaptığımız çalışmalarda eğitim ile ilgili kalite talep etmek konusunda da sorun yaşandığını gözlemliyorum. Eğitimle ilgili meselelerin sadece öğretmenlerin üzerine yıkılmasını da haksızlık olarak görüyorum. Öğretmenler, anne babalar, öğrenciler, okul liderliği görevini üstlenen kişiler için; kısacası eğitimin tüm paydaşlarının eğitim adına bir şeyler yapması gerekiyor.

Talep yok!
Bugün şunu daha fazla söylemek gerekiyor ki; veliler kaliteli eğitimle ilgili talepte bulunmalı! Talep yaratmadığımız sürece bununla ilgili arzı oluşturamıyoruz. Dünyanın temel üretim paradigmasının içinde bu var, talep arttıkça arz artacak ve bu da kalitenin oluşmasını tetikleyecek. Arzı farklı kurumlar üretecek, rekabet olacak ve bu kurumlar daha iyisini yapmak isteyecek. Bu nedenle talebi yükseltmek zorundayız. Kamuoyunun, yani ortalama özel ya da devlet okulu velisi olması hiç fark etmez; her velinin kaliteli eğitim talebini yüksek sesle dile getirmesi gerekiyor.

Herkes, bu ülkenin tüm çocukları için kaliteli eğitim talep etmeli!
Eğitimin toplumun omurgası haline gelmesi için; karar vericilerden, politikacılardan, uygulayıcılardan talepkar olmak gerekiyor. Talepten kastımız, bireysel değil toplumsal talepler... Herkesin kendi çocuğu için özel bir şey istemesini kast etmiyorum. Herkes, bu ülkenin tüm çocukları için kaliteli eğitim talep etmeli!

Okulu veliler mi yönetiyor!
Veliler okulu yönetmiyor, eğitim yöneticileri beklentileri yönetemiyor. Mesele birinin diğerini yönetmesi de değil. Eğitimcilerin, hızla değişen hassas bir çağda en son riske atacağı şey olan çocuğunu emanet ettiği okuldaki süreçlere dair bilgi isteyen velilerle empati kurması gerekiyor. Anne baba olarak en temelde istediğimiz şey; çocuklarımızın güvenilir, ihtiyaçlarının karşılandığı bir yerde olması ve bununla ilgili bilgi akışının sağlanması. Tabii beklentiyi doğru yönetmek lazım. Eğitim yöneticilerinin, okulların, kurumların tutamayacakları sözler verebildiğini de duyuyoruz. Çocuklar onu yapacak, bunu da yapacak, şunu öğretiyoruz türevi vaatlerin karşılığının olmadığını biliyoruz. Elbette kentli nüfusun içinde daha bilinçli bir veli grubu da var. Siz o velilere tüm bunları yapacağınızı söyler ve beklenti oluşturursanız; veliler de bunları ister, bekler. Bunun karşılığında da veli bizi yönetiyor demek yanlış olur. Velinin sizi yönetmemesi için yalın ve erişilebilir hedefler oluşturarak, kararları paylaşmanız gerekir.
Son söz;
Eğitim kalitesi demek aslında bir toplumun ne olmak istediği ve nereye doğru evrilmek istediğinin bir göstergesidir. Bu nedenle toplumun tüm kademelerinde eğitim konuşulmalı ve talep oluşturacak algıyı geliştirmek için çalışmalıyız.

Son Güncelleme: Cuma, 31 May 2019 10:22

Gösterim: 1990

Kayhan Karlı - YÖM Okulları Kurucusu

kayhan_karliAslında özel okul kavramı hayatımızın içine son yıllarda yerleşmiş olan bir kavram olmamakla birlikte eğitim sisteminde olan arayışlar ve tartışmalar ile birlikte son yirmi yılda daha çok gündemimize yerleşti. Tarihsel anlamda özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana var olan özel okullar özellikle 1980 sonrasında liberalleşen ekonomide yeni yatırımcılar ve okullar ile hayatımızın tam da ortasına oturmuş durumda. Günümüzde artık hemen hemen her ilde ve büyük ilçelerimizde bir şekilde var olmaya başladı. Elbette bu hızlı gelişim ve çoğalma beraberinde çok ciddi problemleri getirdi. Bunların başında da bana göre özel okul algısının ne olduğu konusu yer alıyor.

Bana göre özel okul kavramının temel yanılsaması bu kavramın kendisinden gelmekte. Çünkü özel okulların tamamı aslında Devlet tarafından belirlenmiş ve kamuya ait okullardaki düzenlemeler ile yönetilmekte, denetlenmekte. Tüm öğretmen atamaları dahi devlet tarafından yapılmaktadır. Bu bakış açısından baktığımızda özel okulların kamuya ait okullar ile aralarında tek önemli farkın finansal açıdan bağımsız okullar olmasında yatıyor. Bu nedenle ben İngilizce dilinde kullanılan independent schools yani bağımsız okullar kavramının bizde finansal açıdan bağımsız okullar kavramıyla daha doğru açıklanabilir olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde özel okulların mevzuatlar çerçevesinde onaylarını almak kaydıyla program geliştirme ve uygulama haklarının olması ve bu mevzuatın kamu okulları için de geçerli olması göz önüne alındığında sadece finansal açıdan bağımsız okullar olduğu daha somutlaşıyor.

Öte yandan bugünlerde herkes tarafından sıklıkla konuşulan çok sayıda özel okulun finansal açıdan yönetilemez ve zor durumda oldukları gerçeğine baktığımızda da bu sektörün yapılandırılma ihtiyacı kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkıyor. Aynen diğer sektörlerde olduğu gibi eğitim sektöründe de son yıllarda rekabetin sadece nicelik ve fiziksel koşullar üzerinde yapılandırılmış olması, arz ve talep dengesizliği, hizmet sektörü olan eğitimde niteliğin göz ardı ediliyor olması, bugün içinde bulunduğumuz kriz ortamını doğurmuş görünüyor. İş ihtiyacı olan öğretmenin fazlalığı, öte yandan çocukları için kamu okullarından daha iyi eğitim alabilmesi amacıyla sınırlı kaynaklarla da olsa özel okul arayışına girmiş olan velinin çokluğu sektörde farklı yatırımcıların iştahlarını kabartmış gibi görünüyor. Bu durum da doğal olarak her köşe başında felsefesi, programı ve nitelikli insan kaynağı olmayan ama mevzuata uygun olan mekanlarda açılmış binlerce yeni özel okul ortaya çıkarıyor. Bu arz fazlalığı da niteliksel açıdan ayrışmadığı için talebi oluşturan velinin ücretler üzerinden tercihlere yönlenmesini getiriyor. Böyle rekabet eden bu kurumlarda tek maliyet düşürme kalemleri olan insan kaynağı maliyetlerini düşürüyor! Bu durum da pek çok mutsuz, tatmin olmayan çalışanlar oluşturduğu için bu kurumlarda müthiş bir çalışan değişim oranı, sirkülasyonu ortaya çıkarıyor. Kurumsal aidiyetler oluşmuyor, hem öğrenci hem de çalışanlar sürekli yer değiştiriyor ve sonuçta sürdürülebilir olmayan yapılar hızla yok olmaya doğru gidiyorlar. Özel okul çalışanlarının büyük çoğunluğu iş tatmini ve garantisi bulabildikleri sınırlı sayıda nitelikli yapılara yönleniyor ve hatta bu kurumlar kamu ile dahi rekabet edemiyorlar. Bu durum aslında içinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamında özellikle büyük şehirlerde yeni bir sosyal krize doğru yol almakta.

Sonuç olarak özel okul sektörümüz içinde bulunduğumuz dönemde aynen geçmiş dönemlerde bankacılık sektörümüzde yaşanmış olan krize benzer ağır bir krizin içinde görünüyor. Bu krizden çıkmak için benzer şekilde yapısal dönüşüm ve önemli bir konsolidasyon gerekli. Bu anlamda devletin yapacağı düzenlemelerin yanında özel okul kurucularının da ciddi kararlar alması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda sektörün geleceği açısından bazı önerilerimi sıralamak gerekirse, altını çizeceğim noktalar şu şekilde olacaktır;

• Kurumlar fiziksel mekanlar ile yarışmanın ötesinde bulundukları lokasyonlarda talebi şekillendirecek kurumsal felsefe ve programlarını belirlemeye başlamalı ve herkes için okul söylemi yerine okulların felsefelerini öne çıkarmaya başlamalılar.
• Özellikle büyük kentlerimizde arsa ve bina maliyetleri göz önüne alındığında çok büyük okulların kampüslerin yönetilemez maliyetleri yeniden gözden geçirilmelidir.
• Özellikle erken çocukluk ve ilkokul yıllarında daha küçük mahalle okulları yapılarına dönüş olmalıdır.
• Zor durumda olan özel okulların kendi aralarında oluşturacakları yeni yapılarla örneğin kooperatif, sosyal şirketler, vakıf ve dernekler vb. Yapılarda birleşmeleri hem hizmetin sürmesini hem de sektöre yeni bir pencere açılmasını sağlayacaktır.
• Özellikle insan kaynaklarının eğitimi ve özlük haklarının veli katılımıyla yeniden yapılandırılması zorunludur. Mutlu çalışanların olmadığı yerlerde mutlu çocuklar yetişmez...
• Devletin vereceği KDV istisnası, SGK istisnası vb desteklerin kaçınılmaz gerekliliği ortadadır.
• Kurumların hesap verebilirliklerini artırmak için STK temelli bir okul akreditasyon modeli yapılandırılmalıdır.
• Veli talebindeki niteliksel artışı sağlamak için okullarda ebeveyn yönetimi yerine ebeveyn katılımının yolları geliştirilmelidir.

Elbette bu önerilere başkaları da eklenebilir ancak önemli olan bu krizden çıkmak için özel kurumların bir an önce eyleme geçmesi ve ülkemizin eğitim yoluyla kalkınması yolunda öncü rol oynamayı istemesi gereklidir diye düşünüyorum.

> Özel okullar mı? Bağımsız okullar mı?

Kayhan Karlı - YÖM Okulları Kurucusu

kayhan_karliAslında özel okul kavramı hayatımızın içine son yıllarda yerleşmiş olan bir kavram olmamakla birlikte eğitim sisteminde olan arayışlar ve tartışmalar ile birlikte son yirmi yılda daha çok gündemimize yerleşti. Tarihsel anlamda özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana var olan özel okullar özellikle 1980 sonrasında liberalleşen ekonomide yeni yatırımcılar ve okullar ile hayatımızın tam da ortasına oturmuş durumda. Günümüzde artık hemen hemen her ilde ve büyük ilçelerimizde bir şekilde var olmaya başladı. Elbette bu hızlı gelişim ve çoğalma beraberinde çok ciddi problemleri getirdi. Bunların başında da bana göre özel okul algısının ne olduğu konusu yer alıyor.

Bana göre özel okul kavramının temel yanılsaması bu kavramın kendisinden gelmekte. Çünkü özel okulların tamamı aslında Devlet tarafından belirlenmiş ve kamuya ait okullardaki düzenlemeler ile yönetilmekte, denetlenmekte. Tüm öğretmen atamaları dahi devlet tarafından yapılmaktadır. Bu bakış açısından baktığımızda özel okulların kamuya ait okullar ile aralarında tek önemli farkın finansal açıdan bağımsız okullar olmasında yatıyor. Bu nedenle ben İngilizce dilinde kullanılan independent schools yani bağımsız okullar kavramının bizde finansal açıdan bağımsız okullar kavramıyla daha doğru açıklanabilir olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde özel okulların mevzuatlar çerçevesinde onaylarını almak kaydıyla program geliştirme ve uygulama haklarının olması ve bu mevzuatın kamu okulları için de geçerli olması göz önüne alındığında sadece finansal açıdan bağımsız okullar olduğu daha somutlaşıyor.

Öte yandan bugünlerde herkes tarafından sıklıkla konuşulan çok sayıda özel okulun finansal açıdan yönetilemez ve zor durumda oldukları gerçeğine baktığımızda da bu sektörün yapılandırılma ihtiyacı kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkıyor. Aynen diğer sektörlerde olduğu gibi eğitim sektöründe de son yıllarda rekabetin sadece nicelik ve fiziksel koşullar üzerinde yapılandırılmış olması, arz ve talep dengesizliği, hizmet sektörü olan eğitimde niteliğin göz ardı ediliyor olması, bugün içinde bulunduğumuz kriz ortamını doğurmuş görünüyor. İş ihtiyacı olan öğretmenin fazlalığı, öte yandan çocukları için kamu okullarından daha iyi eğitim alabilmesi amacıyla sınırlı kaynaklarla da olsa özel okul arayışına girmiş olan velinin çokluğu sektörde farklı yatırımcıların iştahlarını kabartmış gibi görünüyor. Bu durum da doğal olarak her köşe başında felsefesi, programı ve nitelikli insan kaynağı olmayan ama mevzuata uygun olan mekanlarda açılmış binlerce yeni özel okul ortaya çıkarıyor. Bu arz fazlalığı da niteliksel açıdan ayrışmadığı için talebi oluşturan velinin ücretler üzerinden tercihlere yönlenmesini getiriyor. Böyle rekabet eden bu kurumlarda tek maliyet düşürme kalemleri olan insan kaynağı maliyetlerini düşürüyor! Bu durum da pek çok mutsuz, tatmin olmayan çalışanlar oluşturduğu için bu kurumlarda müthiş bir çalışan değişim oranı, sirkülasyonu ortaya çıkarıyor. Kurumsal aidiyetler oluşmuyor, hem öğrenci hem de çalışanlar sürekli yer değiştiriyor ve sonuçta sürdürülebilir olmayan yapılar hızla yok olmaya doğru gidiyorlar. Özel okul çalışanlarının büyük çoğunluğu iş tatmini ve garantisi bulabildikleri sınırlı sayıda nitelikli yapılara yönleniyor ve hatta bu kurumlar kamu ile dahi rekabet edemiyorlar. Bu durum aslında içinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamında özellikle büyük şehirlerde yeni bir sosyal krize doğru yol almakta.

Sonuç olarak özel okul sektörümüz içinde bulunduğumuz dönemde aynen geçmiş dönemlerde bankacılık sektörümüzde yaşanmış olan krize benzer ağır bir krizin içinde görünüyor. Bu krizden çıkmak için benzer şekilde yapısal dönüşüm ve önemli bir konsolidasyon gerekli. Bu anlamda devletin yapacağı düzenlemelerin yanında özel okul kurucularının da ciddi kararlar alması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda sektörün geleceği açısından bazı önerilerimi sıralamak gerekirse, altını çizeceğim noktalar şu şekilde olacaktır;

• Kurumlar fiziksel mekanlar ile yarışmanın ötesinde bulundukları lokasyonlarda talebi şekillendirecek kurumsal felsefe ve programlarını belirlemeye başlamalı ve herkes için okul söylemi yerine okulların felsefelerini öne çıkarmaya başlamalılar.
• Özellikle büyük kentlerimizde arsa ve bina maliyetleri göz önüne alındığında çok büyük okulların kampüslerin yönetilemez maliyetleri yeniden gözden geçirilmelidir.
• Özellikle erken çocukluk ve ilkokul yıllarında daha küçük mahalle okulları yapılarına dönüş olmalıdır.
• Zor durumda olan özel okulların kendi aralarında oluşturacakları yeni yapılarla örneğin kooperatif, sosyal şirketler, vakıf ve dernekler vb. Yapılarda birleşmeleri hem hizmetin sürmesini hem de sektöre yeni bir pencere açılmasını sağlayacaktır.
• Özellikle insan kaynaklarının eğitimi ve özlük haklarının veli katılımıyla yeniden yapılandırılması zorunludur. Mutlu çalışanların olmadığı yerlerde mutlu çocuklar yetişmez...
• Devletin vereceği KDV istisnası, SGK istisnası vb desteklerin kaçınılmaz gerekliliği ortadadır.
• Kurumların hesap verebilirliklerini artırmak için STK temelli bir okul akreditasyon modeli yapılandırılmalıdır.
• Veli talebindeki niteliksel artışı sağlamak için okullarda ebeveyn yönetimi yerine ebeveyn katılımının yolları geliştirilmelidir.

Elbette bu önerilere başkaları da eklenebilir ancak önemli olan bu krizden çıkmak için özel kurumların bir an önce eyleme geçmesi ve ülkemizin eğitim yoluyla kalkınması yolunda öncü rol oynamayı istemesi gereklidir diye düşünüyorum.

Son Güncelleme: Pazar, 10 Şubat 2019 15:06

Gösterim: 1534

Kayhan Karlı / YÖM Kurucusu
kayhanOkul dönemi hızlı bir şekilde ilerliyor, Aralık ayına geldik bile. Bugünlerde veliler, eğitimciler arsında yine ödev tartışmaları başlama zamanı geldi artık! Son yıllarda neredeyse sürekli aynı dönemler de ödev yararlı mı? Yoksa zararlı mı? Tartışmasına tanık oluyoruz. Genellikle bu tartışmalar bilimsel temelden uzak ve duygusal zeminde yürüyor. Bazen çocukların yüküne üzülen yetişkinler onların tarafını tuttuklarını düşünerek ödeve karşı çıkıyorlar. Bazen de, iyi bir gelecek ve başarılı bir okul hayatının düzenli ödev ve tekrar yaparak oluşacağına inanan yetişkinler, çocukların gelecekleri için bu bedeli ödemeleri gerektiğine inanarak ödevin tarafını tutuyorlar...
Bu tartışmalarda bence önemli olan husus eğitimciler ve eğitimci olmayan diğerlerinin ödeve verdikleri anlam farklarının önemli bir çelişki yaratıyor olmasıdır. Hatta çoğu zaman eğitimciler de ödeve yükledikleri anlam konusunda hem fikir değiller veya diğer bir deyişle ortak amaçlar için ödev vermiyorlar. Aslında bu tartışmayı ödev kavramının genişliği ve herkes için ortak bir tarifi olmadığını kabul ederek başlatmak en doğru nokta olacaktır. Ödeve yüklenen anlam aslında ödevin tasarımını ve tüm uygulama sürecini belirlemelidir. Bu durumda da ödevin amacı ve uygulama bağlamı aslında yararlı ve/veya zararlı değerlendirmesini daha anlamlı kılabilir. Bu nedenle kamuoyunda bu popüler tartışmaların alıcısı/okuyucusu olsa da yararlı bir tartışma konusu olduğunu düşünmüyorum.
Ödev konusunda yapılan pek çok araştırma hem ülkemizde hem de dünyada mevcut. Bu araştırmalardan pek çoğunu incelediğimde yine aynı iki sonuç çıkıyor. Bazı araştırmalar yararlı bulurken bazıları yararsız buluyorlar! Öte yandan bazı yeni araştırmalar değişik koşullar altında ödevin başarılı olduğunu ortaya koyuyor. Kısacası bu araştırmaları bulgu ve yorumlar açısından detaylı okuma yaptığımızda karşımıza çıkan sonuç aslında
¨Ödev amaç ve uygulama bağlamı ile değerlendirilerek iyi planlandığında işe yarar hale geliyor...¨
şeklinde özetlenebilir.
Bir diğer önemli nokta da ödev konusunda yapılan araştırmalardan özellikle beyin konusunda fazla araştırma olmayan yıllarda yani iki binli yıllar öncesinde yapılanları fazlaca dikkate almamak gerektiğidir. Özellikle iki binli yıllardan itibaren beyin konusunda her gün yeni yeni bulgular ortaya çıkarken bu bulguların eğitim ve öğrenme hakkında doğru bildiğimiz yanlışlarımızı değiştirdiğini unutmamalıyız. Örneğin insan beyninin üst düzey düşünme becerilerini anne karnındaki altıncı aydan itibaren geliştirmeye başladığı ve en yüksek gelişimi 2-12 yaşlar arasında gösterdiğini, 14-15 yaşlarına geldiğinde ise anne karnında 6. Aydaki gelişim miktarına düştüğünü artık beyin araştırmaları sayesinde biliyoruz. Öyle ki bu bilgi bizim ödev konusunda bildiklerimizi yeniden yorumlamamızı zorunlu hale getiriyor...
Bu konuda düşüncelerimi şu şekilde sıralayabilirim;
1) İnsan beyni 14-15 yaşına kadar üst düzey düşünme becerilerini geliştirirken bu yaşlardan sonra çok az gelişiyor. Bu araştırmaların da bize gösterdiği gibi bu yaşlara kadar çocuklara beceri kazandırmalıyız. Dolayısıyla üst düzey düşünme becerileri kazandırmak demek bugün değerler diye ifade ettiğimiz pek çok tutum ve davranışın kabul çizgileri içinde motor becerilere dönüşmüş olması demektir. Ayrıca bireyin kişilik-karakter sahibi olmasını sağlar.
2) Ödev verme amacı öncelikle bilinmelidir. Pekiştireç olarak kullanılıyorsa bu konuda işe yarayabilmesi için öğrenene zamanında etkin işe yarayan ileribildirim verilmelidir. Sadece toplayarak kontrol etmek görev savma olur ve bu durum öğrenen açısından hiç bir işe yaramaz. Birinci maddede belirttiğim gibi ödev üst düzey düşünme becerilerini geliştirmek amacıyla veriliyorsa tek seferlik bir eylem olması yerine öğrenmeyi sürdürülebilir keyifli bir eylem haline getirmelidir. Bunun için sıklıkla birden fazla ödev vermek yerine bir ödevin üzerinde uzun süreli çalışmak daha yararlı olacaktır. Özetle ödevi pekiştireç olması amacından çıkartarak öğrenmenin sürdürülmesi yani öğrenme odaklı hale getirmek işe yarama ihtimalini yükseltecektir. Bu amaçla uygulanabilecek çeşitli yöntem ve teknikler var ancak bu yazının konusu değil başka bir yazıda paylaşacağım.
3) İkinci maddede anlattığımı 15 yaş öncesi öğrenenler için uygulamak geleneksel ödev algısını değiştireceği gibi öğrenme eğilimini ve talebini artıracaktır. On beş yaş üstü öğrenenlerde ise kişisel kararların verilmiş olması nedeniyle istediğiniz kadar ödev verebilirsiniz. Yüzlerce soru, sayfa ödeve olabilir fakat bir şartla bireyin kişiliğini zedelemeyecek bir iletişim yolu seçerek! Bu yaşlardan sonra bireyin ödevi faydaya dönüştürebilmesi için ödev onun içsel motivasyonunun sınırları içinde olursa işe yarar. Bu nedenle de lise döneminde ödevin işe yaradığını gösteren araştırmaları detaylı incelediğimde gördüğümüz öğrenenlerin kişisel amaçlarına uyumlu, gelişimlerine faydalı ve seçim yapmalarını sağlayan ödevler işe yarıyor...
4) Son söz olarak, ödevi işe yarar hale getirebilmek için yeniden kurgulamak gerekiyor.
a) Lise öncesinde ödevi beceri geliştirmeye yönelik olarak kullanmak amacıyla az sayıda ödevi çok defalar üzerinde çalışarak, sorumluluk, görev bilinci, başladığını bitirmek vb. becerilerini geliştirmek için kullanmalıyız.
b) Lise çağlarında miktarından daha çok içsel motivasyonu harekete geçirecek ödev tasarlamaya dikkat etmeliyiz. Böylelikle bireysel tercih ve karar verme süreçlerini tetiklersek istediğimiz kadar ödev verelim işe yarayacaktır..
Son söz olarak, ödevi bir tartışma konusu olmaktan çıkararak amacı ve uygulama bağlamını dikkate alan sürdürülebilir bir öğrenme aracı haline getirmek için çalışalım...
Kayhan Karlı / YÖM Kurucusu
@kayhankarli

> Ödev mi? Görev mi? Görev savma mı?

Kayhan Karlı / YÖM Kurucusu
kayhanOkul dönemi hızlı bir şekilde ilerliyor, Aralık ayına geldik bile. Bugünlerde veliler, eğitimciler arsında yine ödev tartışmaları başlama zamanı geldi artık! Son yıllarda neredeyse sürekli aynı dönemler de ödev yararlı mı? Yoksa zararlı mı? Tartışmasına tanık oluyoruz. Genellikle bu tartışmalar bilimsel temelden uzak ve duygusal zeminde yürüyor. Bazen çocukların yüküne üzülen yetişkinler onların tarafını tuttuklarını düşünerek ödeve karşı çıkıyorlar. Bazen de, iyi bir gelecek ve başarılı bir okul hayatının düzenli ödev ve tekrar yaparak oluşacağına inanan yetişkinler, çocukların gelecekleri için bu bedeli ödemeleri gerektiğine inanarak ödevin tarafını tutuyorlar...
Bu tartışmalarda bence önemli olan husus eğitimciler ve eğitimci olmayan diğerlerinin ödeve verdikleri anlam farklarının önemli bir çelişki yaratıyor olmasıdır. Hatta çoğu zaman eğitimciler de ödeve yükledikleri anlam konusunda hem fikir değiller veya diğer bir deyişle ortak amaçlar için ödev vermiyorlar. Aslında bu tartışmayı ödev kavramının genişliği ve herkes için ortak bir tarifi olmadığını kabul ederek başlatmak en doğru nokta olacaktır. Ödeve yüklenen anlam aslında ödevin tasarımını ve tüm uygulama sürecini belirlemelidir. Bu durumda da ödevin amacı ve uygulama bağlamı aslında yararlı ve/veya zararlı değerlendirmesini daha anlamlı kılabilir. Bu nedenle kamuoyunda bu popüler tartışmaların alıcısı/okuyucusu olsa da yararlı bir tartışma konusu olduğunu düşünmüyorum.
Ödev konusunda yapılan pek çok araştırma hem ülkemizde hem de dünyada mevcut. Bu araştırmalardan pek çoğunu incelediğimde yine aynı iki sonuç çıkıyor. Bazı araştırmalar yararlı bulurken bazıları yararsız buluyorlar! Öte yandan bazı yeni araştırmalar değişik koşullar altında ödevin başarılı olduğunu ortaya koyuyor. Kısacası bu araştırmaları bulgu ve yorumlar açısından detaylı okuma yaptığımızda karşımıza çıkan sonuç aslında
¨Ödev amaç ve uygulama bağlamı ile değerlendirilerek iyi planlandığında işe yarar hale geliyor...¨
şeklinde özetlenebilir.
Bir diğer önemli nokta da ödev konusunda yapılan araştırmalardan özellikle beyin konusunda fazla araştırma olmayan yıllarda yani iki binli yıllar öncesinde yapılanları fazlaca dikkate almamak gerektiğidir. Özellikle iki binli yıllardan itibaren beyin konusunda her gün yeni yeni bulgular ortaya çıkarken bu bulguların eğitim ve öğrenme hakkında doğru bildiğimiz yanlışlarımızı değiştirdiğini unutmamalıyız. Örneğin insan beyninin üst düzey düşünme becerilerini anne karnındaki altıncı aydan itibaren geliştirmeye başladığı ve en yüksek gelişimi 2-12 yaşlar arasında gösterdiğini, 14-15 yaşlarına geldiğinde ise anne karnında 6. Aydaki gelişim miktarına düştüğünü artık beyin araştırmaları sayesinde biliyoruz. Öyle ki bu bilgi bizim ödev konusunda bildiklerimizi yeniden yorumlamamızı zorunlu hale getiriyor...
Bu konuda düşüncelerimi şu şekilde sıralayabilirim;
1) İnsan beyni 14-15 yaşına kadar üst düzey düşünme becerilerini geliştirirken bu yaşlardan sonra çok az gelişiyor. Bu araştırmaların da bize gösterdiği gibi bu yaşlara kadar çocuklara beceri kazandırmalıyız. Dolayısıyla üst düzey düşünme becerileri kazandırmak demek bugün değerler diye ifade ettiğimiz pek çok tutum ve davranışın kabul çizgileri içinde motor becerilere dönüşmüş olması demektir. Ayrıca bireyin kişilik-karakter sahibi olmasını sağlar.
2) Ödev verme amacı öncelikle bilinmelidir. Pekiştireç olarak kullanılıyorsa bu konuda işe yarayabilmesi için öğrenene zamanında etkin işe yarayan ileribildirim verilmelidir. Sadece toplayarak kontrol etmek görev savma olur ve bu durum öğrenen açısından hiç bir işe yaramaz. Birinci maddede belirttiğim gibi ödev üst düzey düşünme becerilerini geliştirmek amacıyla veriliyorsa tek seferlik bir eylem olması yerine öğrenmeyi sürdürülebilir keyifli bir eylem haline getirmelidir. Bunun için sıklıkla birden fazla ödev vermek yerine bir ödevin üzerinde uzun süreli çalışmak daha yararlı olacaktır. Özetle ödevi pekiştireç olması amacından çıkartarak öğrenmenin sürdürülmesi yani öğrenme odaklı hale getirmek işe yarama ihtimalini yükseltecektir. Bu amaçla uygulanabilecek çeşitli yöntem ve teknikler var ancak bu yazının konusu değil başka bir yazıda paylaşacağım.
3) İkinci maddede anlattığımı 15 yaş öncesi öğrenenler için uygulamak geleneksel ödev algısını değiştireceği gibi öğrenme eğilimini ve talebini artıracaktır. On beş yaş üstü öğrenenlerde ise kişisel kararların verilmiş olması nedeniyle istediğiniz kadar ödev verebilirsiniz. Yüzlerce soru, sayfa ödeve olabilir fakat bir şartla bireyin kişiliğini zedelemeyecek bir iletişim yolu seçerek! Bu yaşlardan sonra bireyin ödevi faydaya dönüştürebilmesi için ödev onun içsel motivasyonunun sınırları içinde olursa işe yarar. Bu nedenle de lise döneminde ödevin işe yaradığını gösteren araştırmaları detaylı incelediğimde gördüğümüz öğrenenlerin kişisel amaçlarına uyumlu, gelişimlerine faydalı ve seçim yapmalarını sağlayan ödevler işe yarıyor...
4) Son söz olarak, ödevi işe yarar hale getirebilmek için yeniden kurgulamak gerekiyor.
a) Lise öncesinde ödevi beceri geliştirmeye yönelik olarak kullanmak amacıyla az sayıda ödevi çok defalar üzerinde çalışarak, sorumluluk, görev bilinci, başladığını bitirmek vb. becerilerini geliştirmek için kullanmalıyız.
b) Lise çağlarında miktarından daha çok içsel motivasyonu harekete geçirecek ödev tasarlamaya dikkat etmeliyiz. Böylelikle bireysel tercih ve karar verme süreçlerini tetiklersek istediğimiz kadar ödev verelim işe yarayacaktır..
Son söz olarak, ödevi bir tartışma konusu olmaktan çıkararak amacı ve uygulama bağlamını dikkate alan sürdürülebilir bir öğrenme aracı haline getirmek için çalışalım...
Kayhan Karlı / YÖM Kurucusu
@kayhankarli

Son Güncelleme: Pazartesi, 26 Aralık 2016 17:15

Gösterim: 10058

Kayhan Karlı - YÖM Okulları Kurucusu

kayhan_karliEğitim sistemi hakkında şu günlerde herkes 2023 vizyon belgesini konuşuyor. Bundan yaklaşık altı ay önce kadar eğitim sistemimiz hakkında bir küçük değerlendirme yazısı yazdığımı ve kapalı bir grupta paylaştığımı hatırladım. Bu belgenin kapsadığı ve kapsamadığı alanları konuşurken benim görüş ve önerilerimi de paylaşmak istedim.
Türkiye nüfusunun %16,9’u, 15-24 yaş arasında ve bu genç nüfusun %24’ü ne okuyor, ne de çalışıyor (TÜİK, 2016). Oysa bu gençler hem ülkenin geleceğini şekillendirecekler, hem de dünyanın… Oy verme yaşının da 18 olduğu göz önüne alındığında, bu oranların ne kadar önemli olduğu açıkça görülüyor. Özetle, bu gençler için acil bir eylem planı yapılmazsa, ülkemizin savrulmaya devam edeceğini söylemek abartılı olmayacaktır. Ülkemizde özellikle orta öğretim dönemi yani lise yılları tam anlamıyla boşa geçirilen yıllar haline geldi. Lise çağındaki çocuklara üniversiteye gitmek için lise diplomasının gereksiz olduğunu söylesek, büyük bir çoğunluğu liseye devam etmez. Bu dönemde okul talebi, veliler ve bir üst öğretime devam etmek isteyen gençlerden geliyor. Ancak yine de okul terk oranları ile açık liselere devam eden öğrencileri birlikte ele aldığımızda, okula olan talebin nasıl ortadan kalktığını görebiliriz. Eğitim sistemini ele alırken, gençlerin okul taleplerini artırmanın yolunu bulmanın öneminin, sınav sistemleriyle uğraşmaktan daha fazla olduğunun altını çizmek gerekir. Yapılan sınav sistemi değişiklikleri yoluyla gençlerin okula talebi oluşturulmaya çalışılıyor ancak bu durum yetişkinlerin gençleri tehdit etmesinden başka bir şey olmadığı için, gün geçtikçe gençlerde yetişkinlere karşı bir kızgınlık artarak büyüyor.

Gençler açısından bir diğer önemli nokta ise eğitim aldıktan sonra istihdam kapasitesinin artmamasıdır ki bu durum açıkça çaresizliklere yol açıyor. Özellikle alt ve orta gelir grubundaki anne-babalar, tarım toplumu ile bağları koptuğu ve şehirde yaşama tutunmaya çalıştıkları için, çocuklarının tek geleceğinin iyi eğitim olduğunu biliyor ve düşünüyorlar. Yine aynı grup için iyi eğitimin tarifi, iyi okulları kazandıran ve en sonunda istihdam yaratan okullar… Çünkü kendilerinden daha fazla ve daha iyi eğitim almazlarsa çocuklarının mevcut durumda kendilerinin yaptığı işleri dahi bulamayacağını açıkça görüyorlar. Diğer yandan teknolojinin hızlı gelişimi, sosyolojik olarak toplumları büyük bir hızla değiştiriyor. İnsan gücüne bağlı işler hızla yok olurken, bu işlerin pek çoğunu artık robotlar-programlı makineler yapıyor. Bir otomobil fabrikasında, bant sistemiyle seri üretim yapan her türlü üretim mekanında artık insan gücü yerine otomasyon ve robotlar devreye giriyor. Bu durum, eğitimin hem niteliğini, hem sürelerini, hem de yöntemlerini değişime zorluyor. Sınavlar üzerinden yapılan tartışma, güncel gündemi başka noktaya çevirerek esas sorunu göz ardı etmeye devam etmek demektir.

Beyin araştırmaları bize gösteriyor ki, 15 yaşından sonra gençlerin üst düzey düşünme becerilerinin gelişimi zirve yapmış oluyor. Bu nedenle de artık lise ve üniversite yıllarında bu gençlerin kişiliklerine saygı duymayı öğrenen yetişkinlerle ilişki kurmaya ihtiyaçları var. Bu dönemin en kritik gerçeği ise artık onlara öğretmeye çalışmanın çok fazla anlamı yok çünkü sadece içsel motivasyonla öğreniyorlar. İçsel motivasyon oluşturmanın üç temel gerekliliğinden ilki karar verme otonomisidir. Gençlerimize ne kadar karar verme otonomisi kazandırdığımız ve/veya okullarda bu durumun nasıl olduğunu düşününce, gençlerin okula olan taleplerinin kaybolmasını anlamak hiç de zor değil. TEOG ve üniversite seçme sınavlarında derece yapan, Tunceli vb. imkanları kısıtlı bölgelerden ve ailelerden gelen çocukların hepsinde bu içsel motivasyonu görebiliriz. Bu çocuklardan bazılarını özellikle basın röportajlarını okuduğumuzda, ebeveynlerinin onların içsel motivasyonunu geliştirecek şekilde davrandıklarını görmek şaşırtıcı gelmiyor.

Diğer yandan temel eğitim incelendiğinde, çağ nüfusunun kalabalıklağı yanında eğitimin kalitesini artırmak yerine sadece bir sınav sistemi üzerinden yapılan değişiklikler ve sistem tartışması yürütülüyor. Oysa ne bu tartışmalar, ne de tartışılanın kendisi eğitim sistemine hiçbir katkı sağlamayacaktır. Herkesin bildiği esas ve büyük sorun, okullarımız arasında nitelik farklarının uçurum haline gelmiş olduğudur. Her türlü sistem tartışmasının ötesinde, öncelikle okullarımız arasındaki nitelik farklarını en aza indirmeliyiz. 4+4+4 sistem değişikliği sonrası yaşanan temel sorunlardan biri ilkokulun kısalması ve erkene alınan okula başlama yaşı, çocukların olgunlaşma sürecini hızlanmaya zorluyor ki bu durum çocukların okuldan kopmasına neden oluyor. ERG ve TEGV’in birlikte hazırladığı 4+4+4 İzleme Raporu’nda, sistem değişikliği yaşanmadan önce (2011-2012 dönemi) 5. sınıfta okuyanlar ile yeni sistemde (2012-2013 dönemi) 5. sınıfta okuyan öğrenciler karşılaştırıldığında; akran zorbalığının % 30’a yakın artış gösterdiği, okulu bırakmayı düşünen öğrenci sayısının %5,6’dan %9,1’e yükseldiği sonuçlarıyla karşılaşıyoruz. Henüz hazır olmadan 5. sınıfı ortaokula dahil etmek hem ortaokulun niteliğini zorlamış hem de ilkokul için aceleci bir dayatma olmuştur. Beraberinde ortaokullarımızın kimliksizleşerek sadece liseye geçiş sınavları için bir okul türüne dönüşmüş ve pek çok il-ilçede yöneticiler yoluyla bu okullar dershaneler gibi çalışmaya zorlanmıştır. Bu durum veli kaygısıyla birleşince, bir kamuoyu baskısı haline gelmiştir. Oysa ortaokul yılları, çocukların gençlik yılları öncesinde sosyal ve duygusal becerilerini geliştirebilecekleri en önemli dönemdir. Bu dönemde geliştirilecek tutum ve beceriler, onların üst eğitim kurumlarındaki hem akademik başarıları hem de mesleki yönelim ve tercihlerini belirleyecektir. Bu nedenle bugün kimliksizleşmiş olan ortaokulların acilen program ve süreç yönetimi açısından ele alınması gerekmektedir.

Temel eğitim sisteminde bir diğer önemli alan, okul öncesi eğitimdir. Araştırmalar gösteriyor ki özellikle eleştirel düşünme, üst düzey düşünme becerilerinin en çok geliştiği 3-5 yaş dönemini çocuklar okulda geçirmeliler. Çocukların gerek akademik anlamda başarılı olması, gerekse sosyal-duygusal becerilerinin gelişmesi açısından okul öncesi eğitimin yadsınamaz bir önemi var. Prof. Dr. Mehmet Kaytaz’ın 2005 yılında AÇEV için hazırladığı okul öncesi eğitimde fayda maliyet analiziyle ilgili raporu bize bir kez daha gösteriyor ki, okul öncesi eğitimi alan çocuklarda sınıf tekrarı oranı düşüyor, bu çocukların üniversiteye devam etme ve yüksek maaşlı iş bulma oranları artıyor. Tüm bunlar hesaplandığında ise 1’e 7 kâr getiren bir yatırım ortaya çıkıyor! Yani okul öncesi alanına yapılan 1 TL’lik yatırım 7 TL olarak geri dönüyor. Okul öncesi eğitime yapılan yatırımın önemi bu kadar ortadayken, ülkemizde öğrenci başına yapılan harcamanın en düşük olduğu kademe okul öncesidir.

Okul öncesi eğitimde gelişmesi gereken alanlardan biri okullaşma oranlarıdır. Bu oranlara baktığımızda, ülkemizdeki durum hiç de iç açıcı değil. 2016-17 yılı verilerine göre, Türkiye genelinde okul öncesinde net okullaşma oranları 3-5 yaş için %36, 4-5 yaş için %46, 5 yaş için %59’dur. Okullaşma oranlarının düşük olmasının yanı sıra diğer bir sorun da okul öncesi eğitimin çoğunlukla öz bakım becerilerinin gelişimine yönelik bir alan olarak algılanması. Oysa ki bu dönemde beyindeki müthiş gelişimi de göz önünde bulundurarak, kaliteli bir okul öncesi eğitimde sosyal ve duygusal becerilerin gelişimine odaklanmak gerekir.

Özetlemek gerekirse, ne yapmalı sorusuna cevap olabilecek birkaç öneriyi şöyle sıralayabilirim:

1. Belediyeler ve yerel yönetimler aracılığıyla okul öncesi eğitim seferberliğine başlanmalı, bu kademedeki eğitimin sorumluluk ve koordinasyonunun yerel yönetimlere devredilmelidir.
2. Ülke genelinde sayıları bir milyona yaklaşan öğretmenlerimizin mesleki gelişimlerinin acil olarak sağlanması için ÖRAV | Öğretmen Akademisi Vakfı ve YÖM | Yenilikçi Öğrenme Merkezi vb. kurumlar oluşturulmalıdır.
3. Yerel farklılıklara göre gelişim ve izlemeyi sağlamak için, ülkeyi en az dört bölgeye ayırarak eğitim araştırma laboratuvarları oluşturmalı ve veri temelli uygulamalar geliştirmeliyiz.
4. Özellikle kentlileşen nüfusumuzun yeni dinamiklerini göz önünde bulundurarak, okulları sadece geleneksel anlamda okul olarak değerlendirmek yerine, bulunduğu mahallenin öğrenme merkezi haline getirecek şekilde yeniden yapılandırmak gerekir.
5. Okullarımızın bilişsel alanlara odaklanmasının yanı sıra, bireyin sosyal-duygusal gelişimi için de çalışması, bunu gözlem ve değerlendirme yoluyla velilerle paylaşması sağlanmalıdır. Okul binalarının, farklı amaçları gerçekleştirebilir ve geniş oyun alanları sağlar şekilde düşünülmesi gerekir.
6. Okullarda yöneticilik sorunu için acil bir yönetim ve liderlik akademisi oluşturulmalıdır. Bu yolla mevcut yöneticilerin gelişimi sağlanırken, yeni yetişeceklerin en az yüksek lisans düzeyinde bir eğitim alan kişilerden oluşması sağlanmalıdır.
7. Ortaokulun yapı ve sürecinin yeniden düzenlenmesi, geçiş döneminin çocuklar açısından verimli hale getirilmesi gerekir. Ortaokulun dört yıl olması mantıklıysa da +1 yılı ilkokul değil liseden almalıdır. Eğitim sistemi, okul öncesini de içine alacak şekilde, 1+5+4+3 şeklinde revize edilmelidir.
8. Lise eğitimi sıfırdan tasarlanmalıdır. Süre açısından 3 yıl son derece doğru olur ancak okul türleri açısından dikkatle ve az sayıda tür oluşturmak önemli olacaktır. Bu dönemdeki çocuklara neredeyse hiç karar aldırmayan mevcut yapı yerine, kademeli olarak ders programını öğrencinin oluşturabildiği seçme ve kredi modeli lise yıllarında daha uygun olacaktır. Örneğin öğrencilerin bir haftalık 36 saat ders programını yapılandırıp takip etmelerini dayatmak yerine, okulda bulundukları zamanı verimli kullanmak ve hatta okulun farklı mekanlarını kullanmak adına en azından 16 saatlik bölümünü kendi tercihlerine bırakabiliriz.
9. Lise yıllarında gençlere girişimcilik, sosyal girişimcilik ve liderlik gibi becerilerini geliştirecek bir ekosistem oluşturmak gerekir. Bu yolla yaratıcı fikirlerin erken yaşta istihdam yaratması sağlanabilir.
10. Herkes kod yazan olmayacak! Erken yaşlarda kodlama öğretmenin esas amacı olan algoritmik düşünme becerisini geliştirmeyi sadece kodlamayla değil farklı yollarla da geliştirelim. Eğilimi olan gençler ve çocuklar için dijital ekosistemi güçlendirerek yerel kod yazan sayılarımızı artıracak lise içinde atölyeler modeline geçiş yapmak gereklidir.
11. Özellikle ülkemizde eğitim hakkında velilerin talebi yok! Velilerin bilinçlenmesi için ulusal bir seferberlikle sadece sınavın değil esas olarak nitelikli okulların çocuklarımızın geleceğini değiştireceğini anlatarak talep etmeleri için motive edilmelidirler.
12. Arada kalmış genç işsizlerimize yol açarak sertifika programları yoluyla onları topluma hizmet noktasına taşımalıyız. Bu noktada okullarımızı öğrenme merkezleri haline getirmek işe yarayacaktır. Ayrıca atanamayan öğretmen adayları da bu projelerde değerlendirilebilir.
13. Aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, ortaokuldan başlayarak 21. yüzyıl becerilerini her okulun kendi modeli içinde kazandırması için bir inisiyatif verilmelidir.

> Eğitim Sistemi mi yoksa Sistemin Eğitimi mi?

Kayhan Karlı - YÖM Okulları Kurucusu

kayhan_karliEğitim sistemi hakkında şu günlerde herkes 2023 vizyon belgesini konuşuyor. Bundan yaklaşık altı ay önce kadar eğitim sistemimiz hakkında bir küçük değerlendirme yazısı yazdığımı ve kapalı bir grupta paylaştığımı hatırladım. Bu belgenin kapsadığı ve kapsamadığı alanları konuşurken benim görüş ve önerilerimi de paylaşmak istedim.
Türkiye nüfusunun %16,9’u, 15-24 yaş arasında ve bu genç nüfusun %24’ü ne okuyor, ne de çalışıyor (TÜİK, 2016). Oysa bu gençler hem ülkenin geleceğini şekillendirecekler, hem de dünyanın… Oy verme yaşının da 18 olduğu göz önüne alındığında, bu oranların ne kadar önemli olduğu açıkça görülüyor. Özetle, bu gençler için acil bir eylem planı yapılmazsa, ülkemizin savrulmaya devam edeceğini söylemek abartılı olmayacaktır. Ülkemizde özellikle orta öğretim dönemi yani lise yılları tam anlamıyla boşa geçirilen yıllar haline geldi. Lise çağındaki çocuklara üniversiteye gitmek için lise diplomasının gereksiz olduğunu söylesek, büyük bir çoğunluğu liseye devam etmez. Bu dönemde okul talebi, veliler ve bir üst öğretime devam etmek isteyen gençlerden geliyor. Ancak yine de okul terk oranları ile açık liselere devam eden öğrencileri birlikte ele aldığımızda, okula olan talebin nasıl ortadan kalktığını görebiliriz. Eğitim sistemini ele alırken, gençlerin okul taleplerini artırmanın yolunu bulmanın öneminin, sınav sistemleriyle uğraşmaktan daha fazla olduğunun altını çizmek gerekir. Yapılan sınav sistemi değişiklikleri yoluyla gençlerin okula talebi oluşturulmaya çalışılıyor ancak bu durum yetişkinlerin gençleri tehdit etmesinden başka bir şey olmadığı için, gün geçtikçe gençlerde yetişkinlere karşı bir kızgınlık artarak büyüyor.

Gençler açısından bir diğer önemli nokta ise eğitim aldıktan sonra istihdam kapasitesinin artmamasıdır ki bu durum açıkça çaresizliklere yol açıyor. Özellikle alt ve orta gelir grubundaki anne-babalar, tarım toplumu ile bağları koptuğu ve şehirde yaşama tutunmaya çalıştıkları için, çocuklarının tek geleceğinin iyi eğitim olduğunu biliyor ve düşünüyorlar. Yine aynı grup için iyi eğitimin tarifi, iyi okulları kazandıran ve en sonunda istihdam yaratan okullar… Çünkü kendilerinden daha fazla ve daha iyi eğitim almazlarsa çocuklarının mevcut durumda kendilerinin yaptığı işleri dahi bulamayacağını açıkça görüyorlar. Diğer yandan teknolojinin hızlı gelişimi, sosyolojik olarak toplumları büyük bir hızla değiştiriyor. İnsan gücüne bağlı işler hızla yok olurken, bu işlerin pek çoğunu artık robotlar-programlı makineler yapıyor. Bir otomobil fabrikasında, bant sistemiyle seri üretim yapan her türlü üretim mekanında artık insan gücü yerine otomasyon ve robotlar devreye giriyor. Bu durum, eğitimin hem niteliğini, hem sürelerini, hem de yöntemlerini değişime zorluyor. Sınavlar üzerinden yapılan tartışma, güncel gündemi başka noktaya çevirerek esas sorunu göz ardı etmeye devam etmek demektir.

Beyin araştırmaları bize gösteriyor ki, 15 yaşından sonra gençlerin üst düzey düşünme becerilerinin gelişimi zirve yapmış oluyor. Bu nedenle de artık lise ve üniversite yıllarında bu gençlerin kişiliklerine saygı duymayı öğrenen yetişkinlerle ilişki kurmaya ihtiyaçları var. Bu dönemin en kritik gerçeği ise artık onlara öğretmeye çalışmanın çok fazla anlamı yok çünkü sadece içsel motivasyonla öğreniyorlar. İçsel motivasyon oluşturmanın üç temel gerekliliğinden ilki karar verme otonomisidir. Gençlerimize ne kadar karar verme otonomisi kazandırdığımız ve/veya okullarda bu durumun nasıl olduğunu düşününce, gençlerin okula olan taleplerinin kaybolmasını anlamak hiç de zor değil. TEOG ve üniversite seçme sınavlarında derece yapan, Tunceli vb. imkanları kısıtlı bölgelerden ve ailelerden gelen çocukların hepsinde bu içsel motivasyonu görebiliriz. Bu çocuklardan bazılarını özellikle basın röportajlarını okuduğumuzda, ebeveynlerinin onların içsel motivasyonunu geliştirecek şekilde davrandıklarını görmek şaşırtıcı gelmiyor.

Diğer yandan temel eğitim incelendiğinde, çağ nüfusunun kalabalıklağı yanında eğitimin kalitesini artırmak yerine sadece bir sınav sistemi üzerinden yapılan değişiklikler ve sistem tartışması yürütülüyor. Oysa ne bu tartışmalar, ne de tartışılanın kendisi eğitim sistemine hiçbir katkı sağlamayacaktır. Herkesin bildiği esas ve büyük sorun, okullarımız arasında nitelik farklarının uçurum haline gelmiş olduğudur. Her türlü sistem tartışmasının ötesinde, öncelikle okullarımız arasındaki nitelik farklarını en aza indirmeliyiz. 4+4+4 sistem değişikliği sonrası yaşanan temel sorunlardan biri ilkokulun kısalması ve erkene alınan okula başlama yaşı, çocukların olgunlaşma sürecini hızlanmaya zorluyor ki bu durum çocukların okuldan kopmasına neden oluyor. ERG ve TEGV’in birlikte hazırladığı 4+4+4 İzleme Raporu’nda, sistem değişikliği yaşanmadan önce (2011-2012 dönemi) 5. sınıfta okuyanlar ile yeni sistemde (2012-2013 dönemi) 5. sınıfta okuyan öğrenciler karşılaştırıldığında; akran zorbalığının % 30’a yakın artış gösterdiği, okulu bırakmayı düşünen öğrenci sayısının %5,6’dan %9,1’e yükseldiği sonuçlarıyla karşılaşıyoruz. Henüz hazır olmadan 5. sınıfı ortaokula dahil etmek hem ortaokulun niteliğini zorlamış hem de ilkokul için aceleci bir dayatma olmuştur. Beraberinde ortaokullarımızın kimliksizleşerek sadece liseye geçiş sınavları için bir okul türüne dönüşmüş ve pek çok il-ilçede yöneticiler yoluyla bu okullar dershaneler gibi çalışmaya zorlanmıştır. Bu durum veli kaygısıyla birleşince, bir kamuoyu baskısı haline gelmiştir. Oysa ortaokul yılları, çocukların gençlik yılları öncesinde sosyal ve duygusal becerilerini geliştirebilecekleri en önemli dönemdir. Bu dönemde geliştirilecek tutum ve beceriler, onların üst eğitim kurumlarındaki hem akademik başarıları hem de mesleki yönelim ve tercihlerini belirleyecektir. Bu nedenle bugün kimliksizleşmiş olan ortaokulların acilen program ve süreç yönetimi açısından ele alınması gerekmektedir.

Temel eğitim sisteminde bir diğer önemli alan, okul öncesi eğitimdir. Araştırmalar gösteriyor ki özellikle eleştirel düşünme, üst düzey düşünme becerilerinin en çok geliştiği 3-5 yaş dönemini çocuklar okulda geçirmeliler. Çocukların gerek akademik anlamda başarılı olması, gerekse sosyal-duygusal becerilerinin gelişmesi açısından okul öncesi eğitimin yadsınamaz bir önemi var. Prof. Dr. Mehmet Kaytaz’ın 2005 yılında AÇEV için hazırladığı okul öncesi eğitimde fayda maliyet analiziyle ilgili raporu bize bir kez daha gösteriyor ki, okul öncesi eğitimi alan çocuklarda sınıf tekrarı oranı düşüyor, bu çocukların üniversiteye devam etme ve yüksek maaşlı iş bulma oranları artıyor. Tüm bunlar hesaplandığında ise 1’e 7 kâr getiren bir yatırım ortaya çıkıyor! Yani okul öncesi alanına yapılan 1 TL’lik yatırım 7 TL olarak geri dönüyor. Okul öncesi eğitime yapılan yatırımın önemi bu kadar ortadayken, ülkemizde öğrenci başına yapılan harcamanın en düşük olduğu kademe okul öncesidir.

Okul öncesi eğitimde gelişmesi gereken alanlardan biri okullaşma oranlarıdır. Bu oranlara baktığımızda, ülkemizdeki durum hiç de iç açıcı değil. 2016-17 yılı verilerine göre, Türkiye genelinde okul öncesinde net okullaşma oranları 3-5 yaş için %36, 4-5 yaş için %46, 5 yaş için %59’dur. Okullaşma oranlarının düşük olmasının yanı sıra diğer bir sorun da okul öncesi eğitimin çoğunlukla öz bakım becerilerinin gelişimine yönelik bir alan olarak algılanması. Oysa ki bu dönemde beyindeki müthiş gelişimi de göz önünde bulundurarak, kaliteli bir okul öncesi eğitimde sosyal ve duygusal becerilerin gelişimine odaklanmak gerekir.

Özetlemek gerekirse, ne yapmalı sorusuna cevap olabilecek birkaç öneriyi şöyle sıralayabilirim:

1. Belediyeler ve yerel yönetimler aracılığıyla okul öncesi eğitim seferberliğine başlanmalı, bu kademedeki eğitimin sorumluluk ve koordinasyonunun yerel yönetimlere devredilmelidir.
2. Ülke genelinde sayıları bir milyona yaklaşan öğretmenlerimizin mesleki gelişimlerinin acil olarak sağlanması için ÖRAV | Öğretmen Akademisi Vakfı ve YÖM | Yenilikçi Öğrenme Merkezi vb. kurumlar oluşturulmalıdır.
3. Yerel farklılıklara göre gelişim ve izlemeyi sağlamak için, ülkeyi en az dört bölgeye ayırarak eğitim araştırma laboratuvarları oluşturmalı ve veri temelli uygulamalar geliştirmeliyiz.
4. Özellikle kentlileşen nüfusumuzun yeni dinamiklerini göz önünde bulundurarak, okulları sadece geleneksel anlamda okul olarak değerlendirmek yerine, bulunduğu mahallenin öğrenme merkezi haline getirecek şekilde yeniden yapılandırmak gerekir.
5. Okullarımızın bilişsel alanlara odaklanmasının yanı sıra, bireyin sosyal-duygusal gelişimi için de çalışması, bunu gözlem ve değerlendirme yoluyla velilerle paylaşması sağlanmalıdır. Okul binalarının, farklı amaçları gerçekleştirebilir ve geniş oyun alanları sağlar şekilde düşünülmesi gerekir.
6. Okullarda yöneticilik sorunu için acil bir yönetim ve liderlik akademisi oluşturulmalıdır. Bu yolla mevcut yöneticilerin gelişimi sağlanırken, yeni yetişeceklerin en az yüksek lisans düzeyinde bir eğitim alan kişilerden oluşması sağlanmalıdır.
7. Ortaokulun yapı ve sürecinin yeniden düzenlenmesi, geçiş döneminin çocuklar açısından verimli hale getirilmesi gerekir. Ortaokulun dört yıl olması mantıklıysa da +1 yılı ilkokul değil liseden almalıdır. Eğitim sistemi, okul öncesini de içine alacak şekilde, 1+5+4+3 şeklinde revize edilmelidir.
8. Lise eğitimi sıfırdan tasarlanmalıdır. Süre açısından 3 yıl son derece doğru olur ancak okul türleri açısından dikkatle ve az sayıda tür oluşturmak önemli olacaktır. Bu dönemdeki çocuklara neredeyse hiç karar aldırmayan mevcut yapı yerine, kademeli olarak ders programını öğrencinin oluşturabildiği seçme ve kredi modeli lise yıllarında daha uygun olacaktır. Örneğin öğrencilerin bir haftalık 36 saat ders programını yapılandırıp takip etmelerini dayatmak yerine, okulda bulundukları zamanı verimli kullanmak ve hatta okulun farklı mekanlarını kullanmak adına en azından 16 saatlik bölümünü kendi tercihlerine bırakabiliriz.
9. Lise yıllarında gençlere girişimcilik, sosyal girişimcilik ve liderlik gibi becerilerini geliştirecek bir ekosistem oluşturmak gerekir. Bu yolla yaratıcı fikirlerin erken yaşta istihdam yaratması sağlanabilir.
10. Herkes kod yazan olmayacak! Erken yaşlarda kodlama öğretmenin esas amacı olan algoritmik düşünme becerisini geliştirmeyi sadece kodlamayla değil farklı yollarla da geliştirelim. Eğilimi olan gençler ve çocuklar için dijital ekosistemi güçlendirerek yerel kod yazan sayılarımızı artıracak lise içinde atölyeler modeline geçiş yapmak gereklidir.
11. Özellikle ülkemizde eğitim hakkında velilerin talebi yok! Velilerin bilinçlenmesi için ulusal bir seferberlikle sadece sınavın değil esas olarak nitelikli okulların çocuklarımızın geleceğini değiştireceğini anlatarak talep etmeleri için motive edilmelidirler.
12. Arada kalmış genç işsizlerimize yol açarak sertifika programları yoluyla onları topluma hizmet noktasına taşımalıyız. Bu noktada okullarımızı öğrenme merkezleri haline getirmek işe yarayacaktır. Ayrıca atanamayan öğretmen adayları da bu projelerde değerlendirilebilir.
13. Aşağıdaki resimde görüldüğü gibi, ortaokuldan başlayarak 21. yüzyıl becerilerini her okulun kendi modeli içinde kazandırması için bir inisiyatif verilmelidir.

Son Güncelleme: Salı, 04 Aralık 2018 15:44

Gösterim: 1627

Kayhan Karlı / YÖM Kurucusu

kayhanSonunda uzun ve hiç unutulmayacak bir yaz tatilinin bitmesiyle okullar açılıyor. Öğrenciler, öğretmenler ve aileler yeniden rutinlerine dönüyorlar… Bazı aileler çocuklarının TEOG, YGS, LYS vb. Sınavlara okulun yeterince hazırlamadığı kaygısıyla çocukları için kurslar ve özel hocalar aradılar, arıyorlar. Bazı okullar çocukları bu sınavlara hazırlamak için tatilden erken çağırdılar ve okullarda yeni yıl için hazırlıklar ve tartışmalar yapmak yerine soru çözmeye başladılar üstelik bununla da övünmeye devam ettiler. Geçtiğimiz yıl yapılan sınavlarda öğrencilerinin ne kadar başarılı olduğunu boy boy reklamlarla paylaştılar ve bu sayede yeni öğrenciler bulduklarına inandılar… Kaç tane özel okul veya MEB eğitimcilerini yeni dönemde öğrenme kalitesini artırmak için yeni mesleki çalışmalar yaptılar. Seminer dönemi diye adlandırılan fakat etkisi ve değeri kimse tarafından önemsenmeyen bu dönemde yine sadece bir kaç kurumun farkındalığı dışında yeni bir durum yoktu. Kısacası bu yılın sonunda eğitim sistemimizin okullarından geçtiğimiz yıldan daha farklı sonuçlar elde etme ihtimalimiz SIFIR…

Öğrenmiyoruz!

Özellikle son yaşadığımız darbe girişimi sonrasında öğrenmiş olmamız gereken bir kaç konudan birisi ¨Eğitim yoluyla bir toplumun nasıl dönüştürülebileceği ¨ olması gerekiyor. Oysa eğitimin gücü ve önemi bu kadar açıklıkla yeniden ortaya çıkmış olmasına ragmen sistemin paydaşlarının birlikte tartışma ve geliştirme kültürü yerine onların yerine, bunlar gelsin demekten başka bir çalışması görünmüyor.
Sistem içinde yıllarca sistemin paydaşları bir güven iklimi yaratmak yerine kuşku ve güvensizlik iklimi oluşturmanın bedelini ödüyoruz. Okullar arasında uygulama standartlarını yakalamak yerine okullar arası uçurumlar oluştururarak bunların mezunlarının kalitesini de sadece tek tip ölçme yaparak merkezi sınavlarla belirlemeyi genel kabul haline getirdik. Bu sırada bu şekilde yapılan merkezi sınavların da en güvenli ve torpil işlemeyen sınavlar olduğuna inandık. Oysa bugünlerde öğreniyoruz ki yıllardır bu en güvenilir dediğimiz, askeri okul sınavları dahi güvenilmezmiş… Sadece tek tip ölçme aracının değerlendirmesi yoluyla verilen kararların yapılan değerlendirmelerin hayati hatalar yapmış olması kaçınılmaz bir gerçek ama biz şimdi farkettik. O halde bu yıl en azından çocuklarımızın hayatını belirleyecek olan kararları verirken çoklu değerlendirme araçları kullanmayı ve yeni bir güven ekosistemi oluşturmayı deneyebilecekmiyiz?

Müfredat değil ekosistem öğretir!

Müfredat ne olursa olsun öğreneni değiştiren öğretmenlerin oluşturduğu öğrenme ekosistemidir. Aynı müfredata sahip olduğunu düşündüğümüz bu okullardan bu kadar farklı bireylerin yetişmesinin nedeni de bu değil midir? O halde bu yıl içerikten daha çok o içeriğe maruz kalmış öğrenenlerin elde ettikleri becerilere odaklanabilecekmiyiz? Örneğin beceri gelişimi ve ölçümünü yapabilmek için deneysel de olsa uygulamalar yapmak nasıl olurdu?

Özetle bu yıl da eğitim sistemimizin geçtiğimiz yıllardan farklı sonuçlar üretmesini beklemiyorum çünkü yaşadıklarımızdan öğrenmeyi bilmiyoruz. Öte yandan sistemimiz içinde yer alan muhteşem eğitimciler sayesinde yine istisnai fark yaratan öğrenenlerimiz olacak, fark yaratan okullarımız olacak ve elbette fark yaratmak yolunda ilerleyen az sayıda da olsa özel ve resmi okul ekosistemleri olacak. Yeni yılın herkes için öğrenme dolu geçmesini dilerim…

> Müfredat değil ekosistem

Kayhan Karlı / YÖM Kurucusu

kayhanSonunda uzun ve hiç unutulmayacak bir yaz tatilinin bitmesiyle okullar açılıyor. Öğrenciler, öğretmenler ve aileler yeniden rutinlerine dönüyorlar… Bazı aileler çocuklarının TEOG, YGS, LYS vb. Sınavlara okulun yeterince hazırlamadığı kaygısıyla çocukları için kurslar ve özel hocalar aradılar, arıyorlar. Bazı okullar çocukları bu sınavlara hazırlamak için tatilden erken çağırdılar ve okullarda yeni yıl için hazırlıklar ve tartışmalar yapmak yerine soru çözmeye başladılar üstelik bununla da övünmeye devam ettiler. Geçtiğimiz yıl yapılan sınavlarda öğrencilerinin ne kadar başarılı olduğunu boy boy reklamlarla paylaştılar ve bu sayede yeni öğrenciler bulduklarına inandılar… Kaç tane özel okul veya MEB eğitimcilerini yeni dönemde öğrenme kalitesini artırmak için yeni mesleki çalışmalar yaptılar. Seminer dönemi diye adlandırılan fakat etkisi ve değeri kimse tarafından önemsenmeyen bu dönemde yine sadece bir kaç kurumun farkındalığı dışında yeni bir durum yoktu. Kısacası bu yılın sonunda eğitim sistemimizin okullarından geçtiğimiz yıldan daha farklı sonuçlar elde etme ihtimalimiz SIFIR…

Öğrenmiyoruz!

Özellikle son yaşadığımız darbe girişimi sonrasında öğrenmiş olmamız gereken bir kaç konudan birisi ¨Eğitim yoluyla bir toplumun nasıl dönüştürülebileceği ¨ olması gerekiyor. Oysa eğitimin gücü ve önemi bu kadar açıklıkla yeniden ortaya çıkmış olmasına ragmen sistemin paydaşlarının birlikte tartışma ve geliştirme kültürü yerine onların yerine, bunlar gelsin demekten başka bir çalışması görünmüyor.
Sistem içinde yıllarca sistemin paydaşları bir güven iklimi yaratmak yerine kuşku ve güvensizlik iklimi oluşturmanın bedelini ödüyoruz. Okullar arasında uygulama standartlarını yakalamak yerine okullar arası uçurumlar oluştururarak bunların mezunlarının kalitesini de sadece tek tip ölçme yaparak merkezi sınavlarla belirlemeyi genel kabul haline getirdik. Bu sırada bu şekilde yapılan merkezi sınavların da en güvenli ve torpil işlemeyen sınavlar olduğuna inandık. Oysa bugünlerde öğreniyoruz ki yıllardır bu en güvenilir dediğimiz, askeri okul sınavları dahi güvenilmezmiş… Sadece tek tip ölçme aracının değerlendirmesi yoluyla verilen kararların yapılan değerlendirmelerin hayati hatalar yapmış olması kaçınılmaz bir gerçek ama biz şimdi farkettik. O halde bu yıl en azından çocuklarımızın hayatını belirleyecek olan kararları verirken çoklu değerlendirme araçları kullanmayı ve yeni bir güven ekosistemi oluşturmayı deneyebilecekmiyiz?

Müfredat değil ekosistem öğretir!

Müfredat ne olursa olsun öğreneni değiştiren öğretmenlerin oluşturduğu öğrenme ekosistemidir. Aynı müfredata sahip olduğunu düşündüğümüz bu okullardan bu kadar farklı bireylerin yetişmesinin nedeni de bu değil midir? O halde bu yıl içerikten daha çok o içeriğe maruz kalmış öğrenenlerin elde ettikleri becerilere odaklanabilecekmiyiz? Örneğin beceri gelişimi ve ölçümünü yapabilmek için deneysel de olsa uygulamalar yapmak nasıl olurdu?

Özetle bu yıl da eğitim sistemimizin geçtiğimiz yıllardan farklı sonuçlar üretmesini beklemiyorum çünkü yaşadıklarımızdan öğrenmeyi bilmiyoruz. Öte yandan sistemimiz içinde yer alan muhteşem eğitimciler sayesinde yine istisnai fark yaratan öğrenenlerimiz olacak, fark yaratan okullarımız olacak ve elbette fark yaratmak yolunda ilerleyen az sayıda da olsa özel ve resmi okul ekosistemleri olacak. Yeni yılın herkes için öğrenme dolu geçmesini dilerim…

Son Güncelleme: Perşembe, 22 Eylül 2016 11:08

Gösterim: 3305

Diğer Makaleler...

  1. Eğitim gerekli midir?
  2. Dünya´yı güzellik kurtaracak!
  3. İlk söz: Eğitim Gerekli midir?
  4. Odaklanmış öğrenenler oluşturmak için…