banner

2016 yılını değerlendirmesek...




Prof. Dr. Ziya Selçuk

ziya_selcukBugüne kadar yaptığım eğitim değerlendirmeleri o yıl içindeki eğitim politika ve uygulamalarına yönelik görüşlerimi içermişti. Pratiğin içinden gelen biri olarak, yıl çinde olup bitenleri yorumlayarak yazmak oldukça normal geldi bana. Bu yıl bir değişiklik yapıp mevcut duruma başka bir açıdan bakayım istiyorum. Böyle bir ihtiyacı hissetmeme, yapageldiğimiz eğitim değerlendirmelerinin doğurduğu patinaj duygusu yol açtı. Zira popüler ve güncel olanın ortaya çıkardığı zehirlenme, aynı konuları, aynı zeminde biteviye tartışmamıza yol açıyor. Sanki çok yoğun bir sisin içinde yön duygusunu kaybetmiş gibiyiz. “Durun Kalabalıklar” diyebilecek bir kollektif zekanın bağırma zamanı sanki. Çözümleri hep dışarda arıyoruz. Kendi eğitim anlayışımızı doğurmak yerine “sperm bankasından tüp eğitim” doğurtmaya çalışıyoruz. Zihinsel alet olarak ithal edilen şey, ithal edilen şey değildir; başkalaşır. Zihninizde bir tranformasyon modeliniz varsa elbet. Model kurmak için içe dönmek gerekiyor. Herkes kendi içine dönmek ve kendini düzeltmektense sistemi düzeltmeye çalışıyor. Bu da ya kendi eğitim deneyimimizden ya da çocuğumuzun eğitim yolculuğundan hareketle önerilerde bulunarak yapılıyor. Kullandığımız dil öylesine kirli, kelimeler öylesine esir alınmış ki eleştirel düşünmekten bahsedenler bile dönme dolap tadında düşünebiliyor. Kolay değil. Derdimiz belki birkaç yüzyıllık bir dert.
Farkındalık kitabında Osho, ıstırabın kökenlerini anlatırken şöyle diyor: “Sefalet bir bilinçsizlik halidir. Sefil durumdayız çünkü ne yaptığımızın, ne düşündüğümüzün, ne hissettiğimizin farkında değiliz; bu yüzden her an kendimizle çatışma halindeyiz. Eylem bir yönde giderken, düşünce diğerinde gider, duygularsa bambaşka bir yere. Sürekli bölünüyoruz ve giderek daha çok parçalara ayrılıyoruz. Sefalet budur; bütünlüğümüzü, birlikteliğimizi yitiriyoruz. Tamamıyla merkezsiz kalıyoruz”.
Ülkemdeki tartışmaların ekseriyeti bende yukarıda bahsedilen hali çağrıştırıyor. Özellikle eğitim tartışmaları. Hiçbirimiz sanki gerçeğin peşinde değiliz; ikna olmanın peşindeyiz. Yeter ki taraftarı olduğumuz takım kazanmış görünsün. Gerçekten ortada bir merkez yok; hiza taşımız yok. Popülerleştirilmiş güncel kavramlar hazır gıda gibi paketler halinde dilimize, düşüncemize yerleşiyor. 1950’de başlayan eğitim dilinin devşirilmesi işlemi çoktan tamamlanmış görünüyor. 1939’da bir komisyon marifetiyle MEB yayını olarak yayımlanan Umumi Tedris Usulü adlı kitapta şöyle bir paragraf var: İhsaslarla alınan intibaların şiddeti tedrisatta nazarı dikkate alınmalıdır. Ruhiyat gösteriyor ki bu intibaların şiddeti meselesi çocuğun tasavvur enmuzecile münasebettedir. Basari tipte olanlarda basira intibalarının şiddeti, sem’i tipte samiadan gelen intibaların şiddeti, keza hareki tipte hareket ihsaslarına taallük eden intibaların şiddeti mevzubahistir. Öğretmen çocuğun hangi tipten olduğunu bilmelidir”. Yani bizim ikibinli yıllarda öne çıkardığımız görsel, işitsel ve kinestetik öğrencilerden bahsediliyor. Lakin dile ne kadar yabancıyız! Bugünlerde filozof John Dewey’in 1929 baskı School and Society (Okul ve Toplum) kitabının orjinal İngilizce tam nüshasını okuyorum. Bugün kullanılmayan tek bir kelime içermiyor kitap. Bu da başka bir yara. Düşüncenin merkezi olan dil sahici olamayınca düşünce gölgeleşiyor. Gerçekten merkezsiz kaldık. Uygulamaya sokulan eğitim uygulamalarının sağlamasını yapabileceğimiz bir ana fikrimiz yok. İnsan yetiştirmeyle uğraşan eğitim kurumlarımız var. İnsan yetiştiren insanları yetiştiren eğitim fakültelerimiz var. “Yetiştirmek fiilinin kendisi sorunlu bir defa; insan yetiştirilmez, yetişir. Her neyse! Hiçbir eğitim fakültesinin “bizim insan anlayışımız şudur; ontolojik ve epistemolojik olarak şu bağlamdan yola çıkıyoruz, bilim ekolümüz ve öğretmen yetiştirmede ideolojik tercihimiz bu” biçiminde kimliğini tanıtıcı kendine özgü bir ifadesi yok. İnsanın yetişmesiyle ilgilendikleri halde hiçbir öğretmene böyle bir farkındalık yolu aç(a)mıyoruz. İnsan görüşü olmayan insan yetiştiriciler... bitki yetiştirir gibi. Google’ın önceki başkan yardımcısı olan, Carnegie Mellon’ın dekanlarından A. Moore’ın deyişiyle “İnsanlık tarihinin en büyük varoluşsal tehdidi yaşadığı çağımızda”, insan kavramını parçalıyoruz. Psikoloji kitaplarına göre insan, “biyo-psiko-sosyal bir varlıktır”. Oysa insan aynı zamanda manevi-spritüel yönü olan bir varlıktır. İnsanın bu yönünü ihmal eden bir anlayışın bütüncül bir insan tasviri ortaya koyması mümkün olabilir mi? İnsanı parçalamak çağdaş eğitim sisteminin ana misyonu haline gelmiş durumda. Öyle ki; içgüdü, duyum, duygu ve düşünce alanları insanın ana terbiye temelleridir. Bugünkü eğitim hemen hemen tümüyle sadece düşünce/bilişsel/akademik alan(ın)a basıyor. Ancak piyanonun başka tuşları da var. Son derece profesyonelce hazırlanan, teknik olarak güçlü, derinlikli yorumlara yol açar nitelikte veriler sunan PISA araştırması da piyanonun sadece belli tuşlarına basan çalışmalardan biri. Bu araştırmada eğitimin ölçülebilir boyutlarının çok dar bir aralığına vurgu yapılıyor. Sadece düşünce alanının anlama, problem çözme, eleştirel düşünme gibi ön/sol beynin çok sınırlı bir kısmına dönük sorgulamalar yapılıyor. Resmiyette okuma becerileri, fen okuryazarlığı ve matematik okuryazarlığından söz ediliyor. Ancak pazarlamada, ülkelerin eğitim sistemleri karşılaştırılıyor; dünyanın en iyi eğitim sistemleri ilan ediliyor. OECD, kậr amacı güden çok uluslu şirketlerle işbirliği kuruyor ve bazı ülkelerin eğitim sistemlerini sözde düzeltme çalışmalarına destek veriyor. Yani eğitimin ticarileşmesine ve piyasalaşmasına ön açıyor. Ne var bunda denilebilir. Tam da burada bir şeyler var. OECD üstüne vazife olmadığı halde ülkelerin eğitim sistemlerinin standartlaştırlmasına hizmet ediyor. Batı medeniyetinin tüm ülkelerdeki kültürleri, (giyecekleri, yiyecekleri, müziği, eşyaları) standartlaştırma merakı eğitimde de sürüyor. George Ritzer’in “Toplumun McDonadlaştırılması” kitabında ifade edilene benzer şekilde eğitimin/insanın MCDonalds’laştırması denilebilecek bu mekanizmalar yüzünden yerel kültürler yok oluyor. Eğitim sistemlerinin tüm ülkelerde standartlaştırılması farklı kültürlerin yaratıcı potansiyeline yönelik bir tehdittir. Her ülke kendine özgü insan yetiştirme sistemiyle dünyaya açılmalıdır. Dijital kapitalist uygarlığın yok edici etkisinin, eğitimi de çürütmeye başlatması çok üzücü. IMF’nin araçsal pratikleriyle davranan OECD, onlarca alan varken sadece üç alt alanla bir öğrencinin gelişimi hakkında karar veriyor ve ülkeleri manipule ediyor. Sınavlarda başarılı olan ülke, öğretmen ve öğrencilerde sahte bir tamamlanmışlık duygusu uyandırılıyor. OECD’nin üç yılda bir yaydığı PISA rüzgarından kitleler etkileniyor ve PISAdan bahsetmek zorunlulukmuş gibi hissettiriliyor. Ameliyat sonrası nekahet dönemi gibi kısa süre spot ışıklar eğitimin üzerine yöneliyor. Paylaş ki fotoğraf kararsın kabilinden, herkes PISA sonuçlarını paylaşarak problemin esasını gözden kaçırıyor. Basit birkaç soru bile tezgahın aydınlanmasına yol açabilir:
- PISA sıralamasında neden ilk on sırada G8 ülkelerinden sadece biri var? Onların eğitim sistemi kötü mü?
- Matematikte 40. sırada yer alan, belki de dünyanın en iyi eğitim sistemlerinden birine sahip olan İsrail’in eğitim sistemi yetersiz mi?
- Bir önceki PISA’da matematikte 52. olan Malezya’nın ihracatındaki yüksek teknoloji oranının şaşırtıcı şekilde %44 olması nasıl açıklanabilir. (Türkiye’ninki %2)
- Hep ilk sıralarda yer alan Finlandiya matematikte ilk on sırada olmadığı için eğitim sistemi kötüleşti mi?
- 2015 Küresel İnovasyon Endeksi’nin ilk on sırasında neden PISA sıralamasındaki ilk on ülkenin sekizi neden yok?
- 2015 Küresel Yaratıcılık Endeksi ilk on sırada neden PISA sıralamasındaki ilk on ülkenin yedisi niçin yok?

Bu sorulardan yüzlercesi mevcut. 72 ülkenin kültürü, ekonomisi, doğal kaynakları, tarihinde sömürgecilik yapıp yapmadığı, milli geliri, öğrenci başına yaptığı harcama ve daha yüzlerce parametre dikkate alınmadan, sanki girdileri ve araştırma değişkenleri eşitmiş gibi karşılaştırılması ne garip. Lisansta verilen Araştırma Teknikleri dersinde bir öğrencim istatistiksel olarak değişkenleri kontrol etmeden, düzeltme formulü uygulamadan bu ülkeleri karşılaştırsa o dersten kalırdı. PISA araştırmasında yapılan bu. Üç alt müfredat alanıyla eğitim kalitesi imajı oluşturuluyor. PISA’da yüksek not almakla ekonomik gelişme arasında doğrusal ilişki kurularak algı yönetimi yapılıyor. Matematik okuryazarlığı alanında ilk on sırada yer alan ülkelerin %70’inde anasınıfından itibaren katı sınav sistemlerinin olduğu, pop yıldızı gibi meşhur sınav çalıştırıcılarının bulunduğu, PISA hazırlık sektörünün doğduğu bir ortam mevcut. Arap tayıyla sütçü beygirinin yarıştırılması gibi birşey bu. Bu yarışın sonunda ortaya çıkan sonuçlara şaşıran insanlara çok şaşırıyorum. Çünkü çok güzel şaşırıyormuş gibi yapıyorlar. Ya da hipnoz altındalar.
PISA araştırmasındaki istatistikleri göstererek insanları ikna etmek çok ta büyüleyici değil. Nobel Ödüllü D. Kahneman Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabında İstatistikleri Bir Neden Olarak Görme Hatası’ndan bahsediyor: “Olay, durum ve olgular karşısında neden aramak ve belirlemek üzere hazırlanmış bir düşünme stratejisi çoğu zaman bize iyi hizmet ediyor. Zira doğal süreçler nedenlere bağlıdır ve bu nedenleri belirlemek birçok durum karşısında nasıl bir tepki vermemiz gerektiğini belirlemeye yardımcı oluyor. Buna rağmen, bazı zamanlarda esiri olduğumuz nedensel önyargılar bizi yolumuzdan saptırabilir çünkü her şeye bir neden, özellikle de kasti bir neden bulma eğilimindeyiz – işin belirleyicisi şans veya istatistiki kirlilik olduğu zamanlarda bile.” Kahneman’ın satırlarında ifade edilen hata bugün, eğitim, tıp, siyaset ve benzeri alanlarda binlerce kez karşımıza çıkıyor. Ortaya çıkan hemen her araştırma bulgusunun genellikle zıttı da olabildiğinden önyargılarımıza göre okumalar yapabiliyoruz.

Diğer yandan, kullandığı istatistiksel yaklaşım bakımından ciddi eleştirilere maruz kalmasına rağmen, PISA araştırması son derece profesyonelce hazırlanan, içerdiği değişkenler itibarıyla oldukça derinlikli analiz fırsatları veren, kesinlikle kapsamı çerçevesinde yararlanılması gereken bir çalışma. Bu çalışmayı küçümseyerek veya yok sayarak rasyonel bir zemin kurmak mümkün görünmüyor. PISA’nın olumsuzluklarını sıralayarak eğitim sistemimizi olumlulaştırabilir miyiz? Eğitim sisteminin kötü olduğunu kanıtlamak için PISA sonuçlarına gerek mi var? TEOG, YGS-LYS, KPSS, ÖABT vd. bakmak da yeterli olabilir. Devletimizin en yüksek kademesinden bu alarm veriliyor zaten. Meslek lisesi öğrencilerinin yüksek oranda olması, ortaöğretimdeki değişiklikler gibi gerekçelerden dolayı düşük sonuçlar alındı demek, tekil neden-sonuç fetişizmine götürür. Ya da bu okullarda okuyan öğrencilerin feda edilebileceğini peşine kabul etmeye… Ortaöğretimde değişiklik yapılmadan da, meslek lisesi öğrencilerinin oranı düşükken de durumumuz çok benzerdi. Almamız gereken dersler var ve PISA kısmi alanlarda çok işlevsel bir araç. Ancak bizim öğretimsel başarı paradigmamızla PISA’daki yeterlik paradigması arasındaki farklılığa dikkat etmek şart. Örneğin okuma becerileri, bizim müfredatta paragraf anlamaya dönük doğrusal beceri listesi şeklinde düzenleniyor. PISA araştırmasında ise bizim müfredatta olmayan şekilde, metne ilişkin alt kavram hiyerarşisi, okurun metne yaklaşımı, metnin kullanım amacı, bilgi organizasyonu, kişisel yorum ve benzeri bir çok ağsı katman yer alıyor. Okuma becerileri açısından böyle bir konsept farklılığı varken, yapılan ülkeler arası karşılaştırma gerçekten makul değil. Türkiye’de hemen bununla ilgili teorik çalışmaların hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu bizim eksiğimiz. PISA sonuçlarını reddetmek veya alakasız gerekçeler söylemek yerine analitik araştırmalar yapmak durumundayız. Zira arkasında yatan politik amaç dikkate alınmadan bakıldığında, PISA spesifik konularda teknik fırsatlar içeriyor. Ne’liğini bilerek PISA konusunda gerçekçi bir master planlama yapmakta yarar var. Ancak projeler yığınına yeni projeler ekleyerek böyle bir planlama yapılamaz. Hizası ve merkezi olmayan bir sisteme “ne güzelmiş” deyip habire yeni projeler ekliyoruz. Lazım mı, güzel mi diye sormuyoruz. Küçük Prens’in yazarı St. Euxpery kitabı ilk yazdığında bin sayfaymış. Sonra çıkara çıkara yüz sayfaya düşürmüş. Neden böyle yaptığı sorulduğunda “Eklenecek şey kalmadığında değil de, çıkarılacak şey kalmadığında mükemmel olur bir eser” demiş.
Sonuç olarak, obezleşmiş olan eğitim sistemini acilen felsefesinden başlayarak yeniden tasarlamamız lazım. Hayatı pratiğin ve teorinin içinde geçmiş biri olarak uygulamalar düzeyinde yapılan eleştiri ve katkıların bu dönemde sözde tartışmalar dışında bir yararı olmadığına inanıyorum. Yine inanıyorum ki, eğitimin yeniden inşası bir grubun, hizbin değil, Türkiye’nin birikimi değerlendirilerek sağlanabilir. Milli mutabakat olmadan ortak bir hayal ve hayat sahnemiz olamaz. Kısa vadede elde edilen kậrcıkların uzun vadede bir sistem kurmaya yetmeyeceği anlaşılır. Yapısı gereği çok sınırlı olan PISA gibi çalışmalar üzerinden de bir sistem kurulamaz. Sadece karaciğere bakarak check-up yapılamaz. Öncelikle bütünsel insan görüşümüzü net olarak ortaya koymalıyız. Bu görüşü TEDMEM tarafından ortaya konulan Ulusal Eğitim Programı (2015-2022) benzeri katılımcı bir planla somutlaştırmalıyız. Yukarıda bahsettiğim 1939 tarihli Umumi Tedris Usulü kitabında sadeleştirilmiş haliyle şöyle bir not var: “Öğretimin eğitimsel gayesinden sadece düşünsel yeteneklerin gelişmesi anlaşılmamalıdır. Duygu ve irade terbiyesinin buna eklenmesi gerekir. Çocuklara sadece eğlenceli cazip konular verilmemeli. Hayat ehemmiyetsiz, ağır ve eğlencesiz işler de ister. Öğretimin yükselten ve asalet veren insani görevi, hissi ve iradi gelişimle ilgilidir. Sadece entelektüalist bir bakış açısı yetmez. Öğretimin nihai gayesi fazilettir.” 1930’ larda vakıf olduğumuz bir bütünlüğü bugün tümüyle kaybetmiş olmamız şaşırtıcı değil. Çünkü para ve yarar eksenli pragmatist OECD bakış açısına iman ettik ve vaizlerini alkışlamakla meşgulüz. Düşünüp tartışalım denildiğinde “ne yani siz ekonominin gelişmesine karşı mısınız?“ türünden “itikadi” sorularla karşılaşıyoruz. Filin kuyruğunu tartışarak eğitim meselesini bütünsel olarak tartışmış olmayız. Hatta tartışmasak, önce düşünsek, hissetsek, duyumsasak...

YASAL UYARI:

Yayınlanan köşe yazısı ve haberlerin tüm hakları ESM Yayıncılığa aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.



Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.