Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı

Okulun taşıdığı anlam, ifade ettiği değer tanımından çok daha büyüktür. 

alpaslan dartanArtı Eğitimin Temmuz sayısında yer alan “okulların açılmasını hem isterim hem istemem” başlıklı yazıma Ağustos sayısında da biraz devam etmek istiyorum. Ulusal basında bir gazetemizin eğitim editörü olan bir arkadaşım bu yazıyla ilgili düşüncelerini paylaşırken Türkiye’de eğitim gören öğrenci sayısını yanlışlıkla 14 milyon olarak yazdığımı oysa yaklaşık 18 milyon öğrencimiz bulunduğunu hatırlatarak beni uyarmıştı. Evet, sehven yapılmış bir yazım hatası idi ama dile getirmek istediğim eğitime olan ilginin neden bu denli büyük olduğunu idi. Evet, bir milyonu aşkın öğretmen ve 18 milyona yakın öğrenci sayısıyla büyük bir aileden söz ediyoruz. Sadece öğrencilerin anne ve babalarını bu sayıya dâhil etsek toplumun en az ¾’ ü eğitim ile ilgili doğrudan ilgili görünüyor. Doğal olarak okulların açılıp açılmaması meselesi hepimizin ilgi odağı olmuş ve alınacak kararlar da merkezimize oturmuştur.
Eğitim öyle bir kavram ki yüzyıllar boyu insanlar üzerinde fikir yürütmüş ve yürütmeye devam ediyor. Eğitimin nasıl olması gerektiği üzerine ünlü filozoflar, eğitim bilimciler, sosyal bilimciler, memuru, işçisi, bürokratı, sporcusu, sanatçısı yani halkın bizatihi kendisinin her zaman söyleyecek bir sözü olmuştur. Yani bizler için hayatın kendisi olmuştur eğitim, şimdi birileri çıkmış fikri olan da olmayan da eğitim ile ilgili konuşuyor diyor. Okullar açılsın diyenler için de bu böyle, korku ve kaygıları nedeniyle ertelensin diyenler için de kullanılıyor bu söz. Elbette insani ve medeni sınırlar içerisinde herkes konuşacak ve fikrini söyleyecek. Size, bana ya da bir başkasına nerede durmamız gerektiği, nerede oturmamız gerektiği ya da ne söyleyip ne söyleyemeyeceğimiz bile dikte edilir hale geldik.
Lise ve üniversite hayatını 1980’li yıllara sığdıranlardanım. Bu dönem politik ve a-politik yaşam biçimlerinin ve çatışmalarının dayatıldığı yıllardı. Üniversitede okurken iyi birkaç insanın-akademisyenin etkisi ile kendime ve mesleğime yönelik pozitif bir tutum geliştirebildim. Bu nedenle görüşünüz ne olursa olsun bu görüşünüzü dile getirme özgürlüğüne sahip olmanızın size tanınan bir ayrıcalık olmadığını hayatın, bir birey olmanın ve demokrasinin doğal bir sonucu olduğunu biliyorum.
Bugün okulların açılması ile ilgili hemen herkesin bir fikri var ve her konuşan kendi adına öznel ve kişisel görüşlerini ifade ediyor. Okulların açılması gerekir diyenler ile açılmasın diyenlerin arasında son zamanlardaki fikir ayrılığı neredeyse toplumsal bir ayrışmaya dönüşüverdi.

Mahalle baskısı
Mahalle baskısı da burada devreye girmeye başladı. Anne-babalar, öğrenciler, devlette çalışan ya da özelde çalışan öğretmenler, dernekler, sendikalar, otorite gördüğümüz bilim kurulu üyeleri, sağlık bakanı, milli eğitim bakanı, özel okul sahipleri yani hemen hemen herkes kendi temsil ettiği grubun çıkarına uygun olanı savunur hale geldi ve toplumsal yarar ve fayda göz ardı edilir oldu. Siz de hangi mahallede iseniz mahallenizin çıkarına uyanı savunur olmaya başlıyorsunuz. Toplumun tüm renklerine, aynı toplumda farklı düşüncelere sahip olsak da ortak değerlerimiz ve çıkarlarımız için birlikte hareket etmeyi başarabilmeliyiz.
Sağlık, eğitim ve ulaşım gibi üç temel konuda devletlerin halkına sunduğu olanakların eşit ve adaletli dağıtımı önemlidir, bu da bir bütünsellik içerisinde ele alınabilirse başarabilir. Okullar ve eğitimin geleceği ile ilgili alınacak her karar küçük bir grubu ilgilendirmiyor, doğrudan ya da dolaylı tüm ülke insanını ilgilendiriyor. Olaya sadece özel okullar ayakta kalsın diye okulların açılması isteniyor savı da bü düşüncelerden biri. Sayıca fazla olmak sayıca az olanın hak ve hürriyetini yok saymak onlar adına konuşmak veya yarattıkları katma değeri görmezden gelmek anlamına gelmiyor elbette. Adında Milli kelimesi geçen Milli Eğitim Bakanlığın da diğer tüm paydaşların da görmesi ve bilmesi gereken hizmet edilen 18 milyona yakın öğrencinin ve 1 milyon civarındaki öğretmenin nerede okuduklarına ve çalıştıklarına bakılmaksızın sunulan hizmetin niteliğinin ve kalitesinin artırılması uğraşısı olmalıdır.
Toplumun bir kesimince devlette çalışan öğretmen ve eğitim gören öğrenci ile özel sektörde eğitim gören ve çalışan öğrenci ve öğretmenler arasında yaratılan suni ayrımlar ve mevcut sorunları özel okulların mevcudiyeti ile ilişkilendirmeler okulların açılıp açılmaması tartışmaları ile gündemi daha da bir meşgul etmeye başladı.

Hepimize iyi gelecek olan nedir?
Bugün kime sorsanız uzaktan eğitimin örgün eğitimin yerini tutmadığını, öğrenci ile öğretmen arasında güçlü bir bağ kurulamadığını ve iletişimin zayıfladığını, uzaktan eğitim için herkesin eşit olanaklara/imkânlara sahip olmadığını, okuldan ayrı kalınan zamanda her sınıf düzeyinde müfredatın tümüyle verilemediğini, okul öncesi ve küçük yaş gruplarında eğitimin daha zor yapılabildiğini söyleyecektir. Aynı zamanda özel okullarda uzaktan eğitimin daha verimli olduğunu, özel okulların daha hazırlıklı göründüğünü, ama sınava hazırlık gruplarında MEB’in EBA destek programı ile öne çıktığını da söyleyecektir.
Peki, tüm bunlara rağmen okulların açılması konusunda neden daha çok ortak bir fikre sahip değiliz? Elbette temel endişe Covid19 salgınının halen devam ediyor olması, yaşanan belirsizlikler ve okullarda alınacak önlemlerin hem yetersiz kalabileceği hem de öğrenci ve öğretmenlerin alınacak önlemlere ne ölçüde riayet edeceklerinin bilinmemesidir.
Okulların açılmaması durumunda ise çocuklarımızın eğitim ve öğretim olanaklarından geri kalmaları, bu yıl gerçekleştirilen LGS ve YKS sınavlarında karşımıza çıkan tablolar öğrencilerin sınava hazırlanma süreçlerinin yeterli olamayacağı, okul öncesi ve ilkokul çocuklarının hem bilişsel gelişimlerinin hem de sosyalleşme ve akran ilişkilerini geliştirebilmelerinin güçleşeceği gibi kaygılarımızın varlığı olacaktır.
Her alanda normalleşme adımları ile hızla yeni bir normal hayata adım atarken, çocuklarımızın geleceğinin sağlık mı? eğitim mi? ikileminden kurtarılması gerekiyor. Okulların açılması ya da bir süre daha kapalı kalması konusunda doğru, akılcı ve bilimin ışığında bir çözüm bulunamazsa korkarım ki eğitimden daha fazlasını kaybeden bir gençlikle karşı karşıya kalacağız.
Dünyada, özel istisnaları bir kenarda bırakırsak gelecek nesillerin, ekonomilerin, sivil insiyatiflerin, sosyal ve ekonomik anlamda gelişmesinin en önemli aracı eğitimdir. Bireylerin kendilerini geleceğe taşıyacak hedeflerine ulaştıracak bir araç olarak gördükleri eğitim sisteminin geleceği kişilerin bireysel ve keyfi kararlarına bırakılamayacak kadar önemlidir.

Okulun taşıdığı anlam, ifade ettiği değer tanımından çok daha büyüktür.
Hal böyleyken pandemi nedeniyle ev ile iş arasına sıkıştırılmış yetişkinlerden oluşan bir toplum ile ev ile sokak arasına sıkıştırılmış 4-18 yaş arası sayısı da oldukça çok genç/öğrenci kesimi bugün olmasa da gelecekte sosyal patlamaların odağında hedef bir kitle haline dönüşebilir. Okul, her ne kadar akademik öğrenmelerin asıl hedef olarak konduğu bir yaşamsal alan olsa da taşıdığı anlam ifade ettiği değer çok daha büyüktür.
İleride yapılandırılmış bir okul yaşamından uzakta, doğal halinden yapay hale evrilmiş bir evrene sıkıştırılmış eğitim ile sosyal ilişkilerinden koparılmış yalnızlığa itilmiş, a-sosyal bir gençlikten fazlasını göremeyiz. Bugünün tartışmalarında hedeflenen okul öncesinden üniversiteye, uzaktan eğitimle ya da sertifika programlarıyla baş başa bırakacağımız gençliğin sorununa nasıl çözüm bulunacağı olmalıdır.
Son zamanlarda okulların açılması ve 4-18 yaş grubunun bulaş olma özellikleri ile ilgili bilgiler, gençlerle yapılan araştırmalarla ve mevcut durum analizi içeren çalışmalarıyla hızla artmaya başladı. Burada amaç özellikle veriye dayalı bilgiler ile alınacak kararlara yol gösterici olabilmektir. Bakanlık da salgın nedeniyle okullarda alınması gerekli tedbirleri içeren kılavuzlar yayımlamakta, üniversiteler kendi çözümlerini üretmeye çalışmaktadırlar.
Bu çerçevede tüm paydaşlar okula dönmek konusunda istekli olsalar da endişelidirler. Bu endişelerin temelinde okullar açıldığında pandemi sürecinin nasıl kontrol altına alınacağı konusundaki kaygılardır. Bu kaygıyı yaşayan büyük çoğunluk haksız değildir. Ama her gün açıklama yapan bilim insanlarının yanında periyodik bilgilendirmeler yapması gereken bakanlığın suskunluğu sürecin yönetilmesini bana göre zorlaştırmaktadır.
Okulların açılması yönünde hazırlıklar yapan resmi-özel tüm eğitim kurumlarının, öğrencilerin, veli ve öğretmenlerin beklentisi “gerekli her koşula göre hazırlıklarımız var” cümlesinden daha fazlasıdır ve Milli Eğitim Bakanımızın da teşkilatın buna gücü vardır. Ancak bilgi eksikliğinin ve belirsizliklerin olduğu bir yerde kaygı artar. Toplumun beklentisi eğitim kurumlarının açılmasına yönelik bilgilendirici ve tatmin edici açıklamalar yapılmasıdır. “Bakanlık da bilmiyor gelişmelere bakıyor” sokaktaki benim sizin cümleleriniz olabilir ama bakanlığın olamaz.
Okula dönüş tüm dünyada istenen ama içerisinde pek çok belirsizliği de barındıran bir durumdur. Buna rağmen hepimize iyi gelecek olanın A-B-C-D-E senaryolarının da açıklandığı, tartışıldığı daha şeffaf bir iletişimin tercih edildiği bir okula dönüş senaryosunun güçlü bir şekilde konuşulduğu ortamdır. Zaman daralıyor, okulların açılmasına az bir zaman kaldı. Vatandaşlarımız bakanlığımızdan daha somut ve gerçekçi açıklamalar bekliyor.

 

 

> MAHALLE BASKISI!

Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı

Okulun taşıdığı anlam, ifade ettiği değer tanımından çok daha büyüktür. 

alpaslan dartanArtı Eğitimin Temmuz sayısında yer alan “okulların açılmasını hem isterim hem istemem” başlıklı yazıma Ağustos sayısında da biraz devam etmek istiyorum. Ulusal basında bir gazetemizin eğitim editörü olan bir arkadaşım bu yazıyla ilgili düşüncelerini paylaşırken Türkiye’de eğitim gören öğrenci sayısını yanlışlıkla 14 milyon olarak yazdığımı oysa yaklaşık 18 milyon öğrencimiz bulunduğunu hatırlatarak beni uyarmıştı. Evet, sehven yapılmış bir yazım hatası idi ama dile getirmek istediğim eğitime olan ilginin neden bu denli büyük olduğunu idi. Evet, bir milyonu aşkın öğretmen ve 18 milyona yakın öğrenci sayısıyla büyük bir aileden söz ediyoruz. Sadece öğrencilerin anne ve babalarını bu sayıya dâhil etsek toplumun en az ¾’ ü eğitim ile ilgili doğrudan ilgili görünüyor. Doğal olarak okulların açılıp açılmaması meselesi hepimizin ilgi odağı olmuş ve alınacak kararlar da merkezimize oturmuştur.
Eğitim öyle bir kavram ki yüzyıllar boyu insanlar üzerinde fikir yürütmüş ve yürütmeye devam ediyor. Eğitimin nasıl olması gerektiği üzerine ünlü filozoflar, eğitim bilimciler, sosyal bilimciler, memuru, işçisi, bürokratı, sporcusu, sanatçısı yani halkın bizatihi kendisinin her zaman söyleyecek bir sözü olmuştur. Yani bizler için hayatın kendisi olmuştur eğitim, şimdi birileri çıkmış fikri olan da olmayan da eğitim ile ilgili konuşuyor diyor. Okullar açılsın diyenler için de bu böyle, korku ve kaygıları nedeniyle ertelensin diyenler için de kullanılıyor bu söz. Elbette insani ve medeni sınırlar içerisinde herkes konuşacak ve fikrini söyleyecek. Size, bana ya da bir başkasına nerede durmamız gerektiği, nerede oturmamız gerektiği ya da ne söyleyip ne söyleyemeyeceğimiz bile dikte edilir hale geldik.
Lise ve üniversite hayatını 1980’li yıllara sığdıranlardanım. Bu dönem politik ve a-politik yaşam biçimlerinin ve çatışmalarının dayatıldığı yıllardı. Üniversitede okurken iyi birkaç insanın-akademisyenin etkisi ile kendime ve mesleğime yönelik pozitif bir tutum geliştirebildim. Bu nedenle görüşünüz ne olursa olsun bu görüşünüzü dile getirme özgürlüğüne sahip olmanızın size tanınan bir ayrıcalık olmadığını hayatın, bir birey olmanın ve demokrasinin doğal bir sonucu olduğunu biliyorum.
Bugün okulların açılması ile ilgili hemen herkesin bir fikri var ve her konuşan kendi adına öznel ve kişisel görüşlerini ifade ediyor. Okulların açılması gerekir diyenler ile açılmasın diyenlerin arasında son zamanlardaki fikir ayrılığı neredeyse toplumsal bir ayrışmaya dönüşüverdi.

Mahalle baskısı
Mahalle baskısı da burada devreye girmeye başladı. Anne-babalar, öğrenciler, devlette çalışan ya da özelde çalışan öğretmenler, dernekler, sendikalar, otorite gördüğümüz bilim kurulu üyeleri, sağlık bakanı, milli eğitim bakanı, özel okul sahipleri yani hemen hemen herkes kendi temsil ettiği grubun çıkarına uygun olanı savunur hale geldi ve toplumsal yarar ve fayda göz ardı edilir oldu. Siz de hangi mahallede iseniz mahallenizin çıkarına uyanı savunur olmaya başlıyorsunuz. Toplumun tüm renklerine, aynı toplumda farklı düşüncelere sahip olsak da ortak değerlerimiz ve çıkarlarımız için birlikte hareket etmeyi başarabilmeliyiz.
Sağlık, eğitim ve ulaşım gibi üç temel konuda devletlerin halkına sunduğu olanakların eşit ve adaletli dağıtımı önemlidir, bu da bir bütünsellik içerisinde ele alınabilirse başarabilir. Okullar ve eğitimin geleceği ile ilgili alınacak her karar küçük bir grubu ilgilendirmiyor, doğrudan ya da dolaylı tüm ülke insanını ilgilendiriyor. Olaya sadece özel okullar ayakta kalsın diye okulların açılması isteniyor savı da bü düşüncelerden biri. Sayıca fazla olmak sayıca az olanın hak ve hürriyetini yok saymak onlar adına konuşmak veya yarattıkları katma değeri görmezden gelmek anlamına gelmiyor elbette. Adında Milli kelimesi geçen Milli Eğitim Bakanlığın da diğer tüm paydaşların da görmesi ve bilmesi gereken hizmet edilen 18 milyona yakın öğrencinin ve 1 milyon civarındaki öğretmenin nerede okuduklarına ve çalıştıklarına bakılmaksızın sunulan hizmetin niteliğinin ve kalitesinin artırılması uğraşısı olmalıdır.
Toplumun bir kesimince devlette çalışan öğretmen ve eğitim gören öğrenci ile özel sektörde eğitim gören ve çalışan öğrenci ve öğretmenler arasında yaratılan suni ayrımlar ve mevcut sorunları özel okulların mevcudiyeti ile ilişkilendirmeler okulların açılıp açılmaması tartışmaları ile gündemi daha da bir meşgul etmeye başladı.

Hepimize iyi gelecek olan nedir?
Bugün kime sorsanız uzaktan eğitimin örgün eğitimin yerini tutmadığını, öğrenci ile öğretmen arasında güçlü bir bağ kurulamadığını ve iletişimin zayıfladığını, uzaktan eğitim için herkesin eşit olanaklara/imkânlara sahip olmadığını, okuldan ayrı kalınan zamanda her sınıf düzeyinde müfredatın tümüyle verilemediğini, okul öncesi ve küçük yaş gruplarında eğitimin daha zor yapılabildiğini söyleyecektir. Aynı zamanda özel okullarda uzaktan eğitimin daha verimli olduğunu, özel okulların daha hazırlıklı göründüğünü, ama sınava hazırlık gruplarında MEB’in EBA destek programı ile öne çıktığını da söyleyecektir.
Peki, tüm bunlara rağmen okulların açılması konusunda neden daha çok ortak bir fikre sahip değiliz? Elbette temel endişe Covid19 salgınının halen devam ediyor olması, yaşanan belirsizlikler ve okullarda alınacak önlemlerin hem yetersiz kalabileceği hem de öğrenci ve öğretmenlerin alınacak önlemlere ne ölçüde riayet edeceklerinin bilinmemesidir.
Okulların açılmaması durumunda ise çocuklarımızın eğitim ve öğretim olanaklarından geri kalmaları, bu yıl gerçekleştirilen LGS ve YKS sınavlarında karşımıza çıkan tablolar öğrencilerin sınava hazırlanma süreçlerinin yeterli olamayacağı, okul öncesi ve ilkokul çocuklarının hem bilişsel gelişimlerinin hem de sosyalleşme ve akran ilişkilerini geliştirebilmelerinin güçleşeceği gibi kaygılarımızın varlığı olacaktır.
Her alanda normalleşme adımları ile hızla yeni bir normal hayata adım atarken, çocuklarımızın geleceğinin sağlık mı? eğitim mi? ikileminden kurtarılması gerekiyor. Okulların açılması ya da bir süre daha kapalı kalması konusunda doğru, akılcı ve bilimin ışığında bir çözüm bulunamazsa korkarım ki eğitimden daha fazlasını kaybeden bir gençlikle karşı karşıya kalacağız.
Dünyada, özel istisnaları bir kenarda bırakırsak gelecek nesillerin, ekonomilerin, sivil insiyatiflerin, sosyal ve ekonomik anlamda gelişmesinin en önemli aracı eğitimdir. Bireylerin kendilerini geleceğe taşıyacak hedeflerine ulaştıracak bir araç olarak gördükleri eğitim sisteminin geleceği kişilerin bireysel ve keyfi kararlarına bırakılamayacak kadar önemlidir.

Okulun taşıdığı anlam, ifade ettiği değer tanımından çok daha büyüktür.
Hal böyleyken pandemi nedeniyle ev ile iş arasına sıkıştırılmış yetişkinlerden oluşan bir toplum ile ev ile sokak arasına sıkıştırılmış 4-18 yaş arası sayısı da oldukça çok genç/öğrenci kesimi bugün olmasa da gelecekte sosyal patlamaların odağında hedef bir kitle haline dönüşebilir. Okul, her ne kadar akademik öğrenmelerin asıl hedef olarak konduğu bir yaşamsal alan olsa da taşıdığı anlam ifade ettiği değer çok daha büyüktür.
İleride yapılandırılmış bir okul yaşamından uzakta, doğal halinden yapay hale evrilmiş bir evrene sıkıştırılmış eğitim ile sosyal ilişkilerinden koparılmış yalnızlığa itilmiş, a-sosyal bir gençlikten fazlasını göremeyiz. Bugünün tartışmalarında hedeflenen okul öncesinden üniversiteye, uzaktan eğitimle ya da sertifika programlarıyla baş başa bırakacağımız gençliğin sorununa nasıl çözüm bulunacağı olmalıdır.
Son zamanlarda okulların açılması ve 4-18 yaş grubunun bulaş olma özellikleri ile ilgili bilgiler, gençlerle yapılan araştırmalarla ve mevcut durum analizi içeren çalışmalarıyla hızla artmaya başladı. Burada amaç özellikle veriye dayalı bilgiler ile alınacak kararlara yol gösterici olabilmektir. Bakanlık da salgın nedeniyle okullarda alınması gerekli tedbirleri içeren kılavuzlar yayımlamakta, üniversiteler kendi çözümlerini üretmeye çalışmaktadırlar.
Bu çerçevede tüm paydaşlar okula dönmek konusunda istekli olsalar da endişelidirler. Bu endişelerin temelinde okullar açıldığında pandemi sürecinin nasıl kontrol altına alınacağı konusundaki kaygılardır. Bu kaygıyı yaşayan büyük çoğunluk haksız değildir. Ama her gün açıklama yapan bilim insanlarının yanında periyodik bilgilendirmeler yapması gereken bakanlığın suskunluğu sürecin yönetilmesini bana göre zorlaştırmaktadır.
Okulların açılması yönünde hazırlıklar yapan resmi-özel tüm eğitim kurumlarının, öğrencilerin, veli ve öğretmenlerin beklentisi “gerekli her koşula göre hazırlıklarımız var” cümlesinden daha fazlasıdır ve Milli Eğitim Bakanımızın da teşkilatın buna gücü vardır. Ancak bilgi eksikliğinin ve belirsizliklerin olduğu bir yerde kaygı artar. Toplumun beklentisi eğitim kurumlarının açılmasına yönelik bilgilendirici ve tatmin edici açıklamalar yapılmasıdır. “Bakanlık da bilmiyor gelişmelere bakıyor” sokaktaki benim sizin cümleleriniz olabilir ama bakanlığın olamaz.
Okula dönüş tüm dünyada istenen ama içerisinde pek çok belirsizliği de barındıran bir durumdur. Buna rağmen hepimize iyi gelecek olanın A-B-C-D-E senaryolarının da açıklandığı, tartışıldığı daha şeffaf bir iletişimin tercih edildiği bir okula dönüş senaryosunun güçlü bir şekilde konuşulduğu ortamdır. Zaman daralıyor, okulların açılmasına az bir zaman kaldı. Vatandaşlarımız bakanlığımızdan daha somut ve gerçekçi açıklamalar bekliyor.

 

 

Son Güncelleme: Cumartesi, 29 Ağustos 2020 13:16

Gösterim: 2599

Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı  

alpaslan_dartanÜnlü yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ''Üç Maymun'' isimli filmiyle 61'inci Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü aldığında yaptığı teşekkür konuşmasında, ''Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum'' demişti. 

Ülkesini tutkuyla sevenlerin oluşturduğu bir toplulukta insanların tutkuyla bağlı oldukları değerleri korumaya yaşatmaya çalışması anlaşılır bir şeydir. Bir toplumu bir arada tutan sıkı bağların ve toplumsal değerlerin içerisinde aile ilişkileri, aile yapısı ve eğitim ve ekonomik değerleri sayabiliriz.

Özellikle ülkemizde bu değerlerin temsilcisi gördüğümüz kadınların toplumu ayakta tutan rollerinin önemini yeteri kadar kavrayıp kavrayamadığımız değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur. 

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Kadın Kimliğinin Biçimlendirilmesi isimli 2010 yılında gerçekleştirilen ve dergipark’ta yayımlanan bilimsel bir araştırmada “Türümüzün atalarının toprağa yerleşmeye başlaması ile kadın ilk ve -bugüne değin kalıcı- yenilgisini almıştı; artık toplumsal olarak “ne-kim olduğu” erkek iktidarı tarafından nitelenir durumdaydı ifadeleri yer alıyor. Toprağa yerleşilmesiyle birlikte erkeğin üremedeki rolü de anlaşılmaya başlanmıştı; mülkiyet anlayışının ortaya çıkması ile de erkeğin, kendi mülkü olarak benimsediği yaşam alanını kendisine ve kendisinden olacak ve eşinden doğacak ancak yine kendisi gibi erkek çocuğa mal etmesi, kadını ikincilleştiren Ataerkil toplumsal yapıları doğurdu. 

Edindiği mülkü, kendisinden olan erkek çocuğa aktarmak kaygısı taşıyan erkek ve gücünü kendi gücünden almak üzere ortaya koyduğu erkek egemen toplumsal yapı, erkeğin soyunu garanti altına almak için kadını yeniden tanımlamak ve onun üremesini ya da cinselliğini, dolayısı ile de bedenini bir güdüm altına almaya yani kontrol etmeye yöneldi. Bu da her ne kadar yönetim ilişkileri değişse bile “Ataerkillik” üzerine inşa edilmiş sonraki ve ardılı her toplumda, o toplumu örgütleyen tüm sistemlerde kadınlığın, erkeklik tarafından inşasına neden oldu. 

Bu inşanın en önemli aracı olarak da dinler ortaya çıktı; toplumsal yapı içerisinde de bu dinler artık, erkek egemenliğini meşrulaştırmanın en etkili araçları konumuna geldiler. Ataerkil ailenin doğudan batıya hemen her coğrafyada yayılması ve özellikle Roma, Yunanistan, Mısır, Hindistan, Çin ve Arap coğrafyaları gibi dünyayı oldukça etkileyen bölgelerde güçlü hale gelmesi ile kadın, erkekler tarafından erkeklere has kılınan toplumsal alandan koparılarak, erkeğinin neslini sürdürüp sürdürmediği kolayca kontrol edilebilecek olan “hane/ev”e itildi. 

Kadınların “hane/ev”e itilmişlikleri yeni değil elbette ama zihinlerde hapsoluşlarının farkına varmaları ve özgürlük arayışlarıyla devam eden mücadele süreçleri yerleşik düzende olduğu gibi çok eskilere dayanmıyor. Yüz, yüzelli yıl öncesine dayanan ufak çaplı hareketlerle başlayan ama günümüze gelindiğinde de tatmin etmese de bir harekete dönüşmüş mücadeleden söz etmek mümkün. Kadın hakları için ayrımcılığın ya da cinsiyet eşitsizliğinin olmadığı bir dünya düzeni oluşana kadar da sürecek bir mücadele. Kadınların var oluş mücadeleleri aynı zamanda onların kayboluşu anlamına da gelmiş yüzyıllardır. Baskıcı ve otoriter yaklaşımlarla sindirilmeye çalışılmış olmak kadınlar için hep bir isyan ve hep bir boyun eğme arasında gidiş geliş olmuş. Çünkü isyan etmek reddedilmeyi de dışlanmayı da yok sayılmayı da göze almak demek olmuş bu ülkede ve bunu hiç bir kadın okumuşu da okumamışı da göze alamamış. 

İstatistiklerle Kadın, 2019

alpaslan_dartan











 



Türkiye, kadın erkek eşitliğinin nüfus olarak sağlandığı bir ülke. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; 2019 yılında, kadın nüfus 41 milyon 433 bin 861 kişi, erkek nüfus 41 milyon 721 bin 136 kişi olmuş. Diğer bir ifadeyle; toplam nüfusun %49,8'ini kadınlar, %50,2'sini ise erkekler oluşturuyor.
 

Cinsiyete ve yaş grubuna göre nüfus oranı (%), 2019

alpaslan_dartan

 

 




Cinsiyete göre seçilmiş göstergeler, 2018

 

Kadınlar tüm eğitim düzeylerinde erkeklerden daha düşük ücret alıyor

Kazanç Yapısı Araştırması, 2018 sonuçlarına göre; cinsiyete dayalı ücret farkı toplamda ve tüm eğitim düzeylerinde erkek ücretinin lehine gerçekleşmiş. Bu fark, en fazla %28,8 ile meslek lisesi mezunu erkekler ve kadınlar arasında görülürken en az fark %14,3 ile lise mezunu erkekler ve kadınlar arasında olmuş. 

Cinsiyet ve eğitim durumuna göre yıllık ortalama düzenli brüt ücret, 2018

alpaslan_dartan

 











Kadın milletvekili oranı %17,3 oldu

Türkiye Büyük Millet Meclisi verilerine göre; 2019 yılında 589 milletvekili içerisinde kadın milletvekili sayısın 102, erkek milletvekili sayısı ise 487 . Meclise giren kadın milletvekili oranı, 2007 yılında %9,1 iken bu oran 2019 yılında %17,3 olmuş.
 

Her on kişiden dokuzu kadınlara karşı önyargılı

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) yayınladığı yeni bir araştırmaya göre insanların yüzde doksanı kadınlara karşı önyargılı. UNDP’nin ilk “cinsiyete dayalı sosyal norm endeksi” olma özelliğini taşıyan çalışma, dünya nüfusunun yüzde 80’inden fazlasını barındıran 75 ülkenin verilerinin analizleriyle hazırlanmış. Erkeklerin yüzde 91'i ve kadınları yüzde 86'sı, siyaset, ekonomi, eğitim, şiddet veya üreme hakları konularında kadınlara yönelik bir önyargıya sahipler. Çalışmaya göre erkek ve kadınların yarısından fazlası çalışma hayatından erkeklerin daha iyi liderler olduğuna inanıyor. 

T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 2019 – 2023 Stratejik Planı 2023 Eğitim Vizyonu ışığında hazırlanan 2019-2023 Stratejik Planında, Türk Millî Eğitim Sistemi’nin nicelik ve erişimle ilgili sorunlarının yanında özellikle nitelik devrimini gerçekleştirmek konusunda bir kararlılıktan söz edilmiştir. BU çerçevede Millî Eğitim Bakanlığı Çalışanlarının Eğitim Düzeyi ve Cinsiyet Bilgilerine Göre Dağılımına bakıldığında tüm Milli Eğitim Teşkilatının toplam 24 biriminde 490.026 erkek, 532.450 kadın ve toplamda da 1.022.476 kişi çalıştığını görüyoruz. 

Kadın çalışanların ağırlıkta olduğu bir bakanlıkta 3 bakan yardımcısına bağlı görev alanları ile beraber 17 genel müdürlük bulunuyor. Bunların yanında direkt bakana bağlı genel müdürlükler de sayıldığında toplam 24 farklı birim bulunuyor. Bakanlığın web sayfasında Teşkilat Şeması içerisinde Bakana bağlı 24 birimin yöneticileri (Daire Başkanı, Genel Müdür ya da Başkan) içerisinde sadece bir kadın genel müdür var. O da Burcu EYİSOY DALKIRAN hanımefendi, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Genel Müdürü olarak görev yapıyor. Diğer tüm yöneticiler erkeklerden oluşmuş. Üst düzey yöneticilerinin hepsinin erkek olduğu bir bakanlıkta 2023 Eğitim Vizyonunun niteliksel devrimi gerçekleştirilebilir mi? 

Sivil Toplum Kuruluşları (STK)

Toplumsal bir vaka olarak karşımızda duran cinsiyet temelli yaklaşımlar ile ilgili ülkemizde çok ciddi çalışmalar yürüten pek çok Sivil Toplum Kuruluşu bulunuyor. Özellikle eğitim süreçleri açısından çalışmalarını yoğunlaştıran iki önemli kurumdan AÇEV ve Eğitim Reformu Girişimi (ERG)’den de kısaca söz etmek yerinde olacaktır. 

Anne Çocuk Eğitim Vakfı  (AÇEV) ekibi 25 yıldır, erken yaştaki her çocuğun güvende, sağlıklı, mutlu ve öğreniyor olması için çalışan ülkenin dört bir yanındaki ihtiyaç sahibi çocuklar, anne babalar ve genç kadınlar için bilimsel temelli eğitim programları geliştirip uyguluyorlar. Eğitim programları ve saha çalışmalarının yanı sıra, toplumsal farkındalığı artırmak, bilinç ve destek oluşturmak üzere farkındalık ve savunu faaliyetleri olan AÇEV, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri çerçevesinde de özellikle vurgu yapılan, erken çocukluk döneminde nitelikli eğitim, gelecek nesillerin yetiştirilmesinde ailelerin rolü, toplumsal cinsiyet eşitliği ve yaşam boyu öğrenme konularına tüm faaliyetlerinin odağında yer veriyor. 

Yeni Bir Fikir Üretim Merkezi sloganıyla hareket eden Eğitim Reformu Girişimi (ERG), çocuğun ve toplumun gelişimi için eğitimde yapısal dönüşüme nitelikli veri, yapıcı diyalog ve farklı görüşlerden ortak akıl oluşturarak katkı yapan bağımsız ve kar amacı gütmeyen bir girişim. Yapısal dönüşümün ana unsurları, eğitimde karar süreçlerinin veriye dayalı olması, paydaşların katılımıyla gerçekleşmesi, her çocuğun kaliteli eğitime erişiminin güvence altına alınması temelli çalışmalar yürütüyor. Eğitim sistemimizin iyileştirilmesine ve karar süreçlerinin veriye dayalı olmasına katkıda bulunmak için nitelikli veri kaynağı olmaya, eğitim politikalarının iyileştirilmesi için yapıcı görüşler sunmaya öneriler geliştirmeye ve her yıl eğitim alanındaki gelişmeleri izleyerek “Eğitim İzleme Raporları” yayımlayan önemli bir kuruluş.

Anlatması bir güne değil bir ömüre sığmayacak bir emekten ve güçten söz ediyoruz. Kadınlarla ilgili kültürümüze yer etmiş o kadar çok atasözü ve deyim bulunuyor ki tüm yaşadıklarımızı ve sevgimizi anlatmak bu nedenle o kadar da zor değil. Ama yaşatmak ve hayata geçirmek de o kadar kolay değil .

 

Kaynaklar.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/233412

https://www.ntv.com.tr/dunya/her-on-kisiden-dokuzu-kadinlara-karsi-onyargili,KZo5c043B0G3COGrp-jraw

http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33732

https://www.acev.org/

https://www.egitimreformugirisimi.org/

 

> Kadınların “hane/ev”e itilmişlikleri ve varoluş mücadeleleri

Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı  

alpaslan_dartanÜnlü yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ''Üç Maymun'' isimli filmiyle 61'inci Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü aldığında yaptığı teşekkür konuşmasında, ''Bu ödülü, tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum'' demişti. 

Ülkesini tutkuyla sevenlerin oluşturduğu bir toplulukta insanların tutkuyla bağlı oldukları değerleri korumaya yaşatmaya çalışması anlaşılır bir şeydir. Bir toplumu bir arada tutan sıkı bağların ve toplumsal değerlerin içerisinde aile ilişkileri, aile yapısı ve eğitim ve ekonomik değerleri sayabiliriz.

Özellikle ülkemizde bu değerlerin temsilcisi gördüğümüz kadınların toplumu ayakta tutan rollerinin önemini yeteri kadar kavrayıp kavrayamadığımız değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur. 

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Kadın Kimliğinin Biçimlendirilmesi isimli 2010 yılında gerçekleştirilen ve dergipark’ta yayımlanan bilimsel bir araştırmada “Türümüzün atalarının toprağa yerleşmeye başlaması ile kadın ilk ve -bugüne değin kalıcı- yenilgisini almıştı; artık toplumsal olarak “ne-kim olduğu” erkek iktidarı tarafından nitelenir durumdaydı ifadeleri yer alıyor. Toprağa yerleşilmesiyle birlikte erkeğin üremedeki rolü de anlaşılmaya başlanmıştı; mülkiyet anlayışının ortaya çıkması ile de erkeğin, kendi mülkü olarak benimsediği yaşam alanını kendisine ve kendisinden olacak ve eşinden doğacak ancak yine kendisi gibi erkek çocuğa mal etmesi, kadını ikincilleştiren Ataerkil toplumsal yapıları doğurdu. 

Edindiği mülkü, kendisinden olan erkek çocuğa aktarmak kaygısı taşıyan erkek ve gücünü kendi gücünden almak üzere ortaya koyduğu erkek egemen toplumsal yapı, erkeğin soyunu garanti altına almak için kadını yeniden tanımlamak ve onun üremesini ya da cinselliğini, dolayısı ile de bedenini bir güdüm altına almaya yani kontrol etmeye yöneldi. Bu da her ne kadar yönetim ilişkileri değişse bile “Ataerkillik” üzerine inşa edilmiş sonraki ve ardılı her toplumda, o toplumu örgütleyen tüm sistemlerde kadınlığın, erkeklik tarafından inşasına neden oldu. 

Bu inşanın en önemli aracı olarak da dinler ortaya çıktı; toplumsal yapı içerisinde de bu dinler artık, erkek egemenliğini meşrulaştırmanın en etkili araçları konumuna geldiler. Ataerkil ailenin doğudan batıya hemen her coğrafyada yayılması ve özellikle Roma, Yunanistan, Mısır, Hindistan, Çin ve Arap coğrafyaları gibi dünyayı oldukça etkileyen bölgelerde güçlü hale gelmesi ile kadın, erkekler tarafından erkeklere has kılınan toplumsal alandan koparılarak, erkeğinin neslini sürdürüp sürdürmediği kolayca kontrol edilebilecek olan “hane/ev”e itildi. 

Kadınların “hane/ev”e itilmişlikleri yeni değil elbette ama zihinlerde hapsoluşlarının farkına varmaları ve özgürlük arayışlarıyla devam eden mücadele süreçleri yerleşik düzende olduğu gibi çok eskilere dayanmıyor. Yüz, yüzelli yıl öncesine dayanan ufak çaplı hareketlerle başlayan ama günümüze gelindiğinde de tatmin etmese de bir harekete dönüşmüş mücadeleden söz etmek mümkün. Kadın hakları için ayrımcılığın ya da cinsiyet eşitsizliğinin olmadığı bir dünya düzeni oluşana kadar da sürecek bir mücadele. Kadınların var oluş mücadeleleri aynı zamanda onların kayboluşu anlamına da gelmiş yüzyıllardır. Baskıcı ve otoriter yaklaşımlarla sindirilmeye çalışılmış olmak kadınlar için hep bir isyan ve hep bir boyun eğme arasında gidiş geliş olmuş. Çünkü isyan etmek reddedilmeyi de dışlanmayı da yok sayılmayı da göze almak demek olmuş bu ülkede ve bunu hiç bir kadın okumuşu da okumamışı da göze alamamış. 

İstatistiklerle Kadın, 2019

alpaslan_dartan











 



Türkiye, kadın erkek eşitliğinin nüfus olarak sağlandığı bir ülke. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; 2019 yılında, kadın nüfus 41 milyon 433 bin 861 kişi, erkek nüfus 41 milyon 721 bin 136 kişi olmuş. Diğer bir ifadeyle; toplam nüfusun %49,8'ini kadınlar, %50,2'sini ise erkekler oluşturuyor.
 

Cinsiyete ve yaş grubuna göre nüfus oranı (%), 2019

alpaslan_dartan

 

 




Cinsiyete göre seçilmiş göstergeler, 2018

 

Kadınlar tüm eğitim düzeylerinde erkeklerden daha düşük ücret alıyor

Kazanç Yapısı Araştırması, 2018 sonuçlarına göre; cinsiyete dayalı ücret farkı toplamda ve tüm eğitim düzeylerinde erkek ücretinin lehine gerçekleşmiş. Bu fark, en fazla %28,8 ile meslek lisesi mezunu erkekler ve kadınlar arasında görülürken en az fark %14,3 ile lise mezunu erkekler ve kadınlar arasında olmuş. 

Cinsiyet ve eğitim durumuna göre yıllık ortalama düzenli brüt ücret, 2018

alpaslan_dartan

 











Kadın milletvekili oranı %17,3 oldu

Türkiye Büyük Millet Meclisi verilerine göre; 2019 yılında 589 milletvekili içerisinde kadın milletvekili sayısın 102, erkek milletvekili sayısı ise 487 . Meclise giren kadın milletvekili oranı, 2007 yılında %9,1 iken bu oran 2019 yılında %17,3 olmuş.
 

Her on kişiden dokuzu kadınlara karşı önyargılı

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) yayınladığı yeni bir araştırmaya göre insanların yüzde doksanı kadınlara karşı önyargılı. UNDP’nin ilk “cinsiyete dayalı sosyal norm endeksi” olma özelliğini taşıyan çalışma, dünya nüfusunun yüzde 80’inden fazlasını barındıran 75 ülkenin verilerinin analizleriyle hazırlanmış. Erkeklerin yüzde 91'i ve kadınları yüzde 86'sı, siyaset, ekonomi, eğitim, şiddet veya üreme hakları konularında kadınlara yönelik bir önyargıya sahipler. Çalışmaya göre erkek ve kadınların yarısından fazlası çalışma hayatından erkeklerin daha iyi liderler olduğuna inanıyor. 

T.C. Millî Eğitim Bakanlığı 2019 – 2023 Stratejik Planı 2023 Eğitim Vizyonu ışığında hazırlanan 2019-2023 Stratejik Planında, Türk Millî Eğitim Sistemi’nin nicelik ve erişimle ilgili sorunlarının yanında özellikle nitelik devrimini gerçekleştirmek konusunda bir kararlılıktan söz edilmiştir. BU çerçevede Millî Eğitim Bakanlığı Çalışanlarının Eğitim Düzeyi ve Cinsiyet Bilgilerine Göre Dağılımına bakıldığında tüm Milli Eğitim Teşkilatının toplam 24 biriminde 490.026 erkek, 532.450 kadın ve toplamda da 1.022.476 kişi çalıştığını görüyoruz. 

Kadın çalışanların ağırlıkta olduğu bir bakanlıkta 3 bakan yardımcısına bağlı görev alanları ile beraber 17 genel müdürlük bulunuyor. Bunların yanında direkt bakana bağlı genel müdürlükler de sayıldığında toplam 24 farklı birim bulunuyor. Bakanlığın web sayfasında Teşkilat Şeması içerisinde Bakana bağlı 24 birimin yöneticileri (Daire Başkanı, Genel Müdür ya da Başkan) içerisinde sadece bir kadın genel müdür var. O da Burcu EYİSOY DALKIRAN hanımefendi, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Genel Müdürü olarak görev yapıyor. Diğer tüm yöneticiler erkeklerden oluşmuş. Üst düzey yöneticilerinin hepsinin erkek olduğu bir bakanlıkta 2023 Eğitim Vizyonunun niteliksel devrimi gerçekleştirilebilir mi? 

Sivil Toplum Kuruluşları (STK)

Toplumsal bir vaka olarak karşımızda duran cinsiyet temelli yaklaşımlar ile ilgili ülkemizde çok ciddi çalışmalar yürüten pek çok Sivil Toplum Kuruluşu bulunuyor. Özellikle eğitim süreçleri açısından çalışmalarını yoğunlaştıran iki önemli kurumdan AÇEV ve Eğitim Reformu Girişimi (ERG)’den de kısaca söz etmek yerinde olacaktır. 

Anne Çocuk Eğitim Vakfı  (AÇEV) ekibi 25 yıldır, erken yaştaki her çocuğun güvende, sağlıklı, mutlu ve öğreniyor olması için çalışan ülkenin dört bir yanındaki ihtiyaç sahibi çocuklar, anne babalar ve genç kadınlar için bilimsel temelli eğitim programları geliştirip uyguluyorlar. Eğitim programları ve saha çalışmalarının yanı sıra, toplumsal farkındalığı artırmak, bilinç ve destek oluşturmak üzere farkındalık ve savunu faaliyetleri olan AÇEV, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri çerçevesinde de özellikle vurgu yapılan, erken çocukluk döneminde nitelikli eğitim, gelecek nesillerin yetiştirilmesinde ailelerin rolü, toplumsal cinsiyet eşitliği ve yaşam boyu öğrenme konularına tüm faaliyetlerinin odağında yer veriyor. 

Yeni Bir Fikir Üretim Merkezi sloganıyla hareket eden Eğitim Reformu Girişimi (ERG), çocuğun ve toplumun gelişimi için eğitimde yapısal dönüşüme nitelikli veri, yapıcı diyalog ve farklı görüşlerden ortak akıl oluşturarak katkı yapan bağımsız ve kar amacı gütmeyen bir girişim. Yapısal dönüşümün ana unsurları, eğitimde karar süreçlerinin veriye dayalı olması, paydaşların katılımıyla gerçekleşmesi, her çocuğun kaliteli eğitime erişiminin güvence altına alınması temelli çalışmalar yürütüyor. Eğitim sistemimizin iyileştirilmesine ve karar süreçlerinin veriye dayalı olmasına katkıda bulunmak için nitelikli veri kaynağı olmaya, eğitim politikalarının iyileştirilmesi için yapıcı görüşler sunmaya öneriler geliştirmeye ve her yıl eğitim alanındaki gelişmeleri izleyerek “Eğitim İzleme Raporları” yayımlayan önemli bir kuruluş.

Anlatması bir güne değil bir ömüre sığmayacak bir emekten ve güçten söz ediyoruz. Kadınlarla ilgili kültürümüze yer etmiş o kadar çok atasözü ve deyim bulunuyor ki tüm yaşadıklarımızı ve sevgimizi anlatmak bu nedenle o kadar da zor değil. Ama yaşatmak ve hayata geçirmek de o kadar kolay değil .

 

Kaynaklar.

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/233412

https://www.ntv.com.tr/dunya/her-on-kisiden-dokuzu-kadinlara-karsi-onyargili,KZo5c043B0G3COGrp-jraw

http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33732

https://www.acev.org/

https://www.egitimreformugirisimi.org/

 

Son Güncelleme: Cumartesi, 21 Mart 2020 13:58

Gösterim: 1581

Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı

alpaslan_dartanTürkiye’de 18 milyonu aşkın öğrenci ve 1 milyon 70 bin civarında öğretmen hazırlıklarını tamamlayarak heyecanla okullar açılsın diye tüm hazırlıklarını yaptılar ve 2019-2020 Eğitim Öğretim yılı 9 Eylül Pazartesi günü yapılan törenlerle başladı. Resmi, özel tüm okullarda öğretmenler aslında Ağustos ayı boyunca hizmet içi eğitimler alarak yeni eğitim öğretim yılına hazırlanmışlardı, sınav sürecinde olan 8. Sınıf öğrencileri ile 11 ve 12. Sınıfta okuyan Üniversite adayı öğrenciler de kurslara bu dönemde başladılar. Okul öncesi öğrencileri, ilkokul 1. Sınıf, ortaokul 5 ve Liseye yeni başlayacak öğrencilerin uyum etkinlikleri de 5-6 Eylül tarihinde gerçekleştirildi.

Eğitim sektörü öğrenci, veli, öğretmen dâhil yan unsurlarıyla yaklaşık 50 milyon insanımızı doğrudan ya da dolaylı olarak etkiliyor, bu nedenle okulların açılışı büyük bir kitleyi sosyal, kültürel ve ekonomik yönden olmak üzere farklı açılardan etkiliyor.

Bu hareketliliğin yaşandığı bugünlerde eğitim dünyasında çocuk ve gençlerin eğitimini ilgilendiren çok önemli değişimler yaşanıyor. Özellikle 23 Ekim 2018 tarihinde Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk tarafından açıklanan “Eğitimde 2023 Vizyonu” çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığınca gerçekleştirilen değişiklikler, uygulamalar ve yenilikçi yaklaşımlar, son yıllarda eğitim alanında en çok konuşulan konuların başında geldi.

2023 vizyonunun ana çerçevesi ile ilgili olarak Artı Eğitim Dergisinin Aralık 2018 sayısında “2023 Vizyonunun Parlayan Yıldızı “Öğretmen” ler olacağına ilişkin bir yazı yazmış ve Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın öğretmenlere yönelik kullandığı “Öğrenciler Öğretmenden Öğrendikleri Kadar Öğretmen İçin Öğrenirler” sözünü hatırlatmıştım.

Vizyon belgesinde açıklandığı gibi önemli hedeflerden birisi de öğretmen ve okul yöneticilerinin mesleki gelişimlerini desteklenmesi amacıyla üniversitelerle ve STK’larla eğitim işbirlikleri hayata geçirilmesi idi. Bu yaz hizmet içi eğitim döneminin 2023 Eğitim Vizyon belgesinin öğretmen eğitimlerine ilişkin beklentilerine cevap verdiğini söylemek mümkün. Özellikle resmi kurum öğretmen ve yöneticilerinin bu eğitimlerden yararlandırıldığını gördük. Eğitimlerin sınıfın içerisine ve okul iklimine yansımalarını görmek özellikle de süreci izleme ve değerlendirme açısından ise zamana ihtiyaç var,

Türkiye’deki eğitim sisteminin girdi ve çıktıları üzerinde düşünce üreten, üretilen düşünce ışığında bilimsel araştırmalara dayalı veriler üreten ulusal ya da uluslararası pek çok önemli resmi ya da sivil toplum kuruluşu bulunuyor. OECD’nin eğitim verilerine kaynak sağlayan öğrencilere yönelik gerçekleştirdiği PISA TIMMS sınavları gibi ya da öğretmen ve yöneticilere yönelik uyguladığı Uluslararası Öğretme ve Öğrenme Anketlerinin (TALIS) yanında ulusal düzeyde MEB ile birlikte Eğitim Reformu Girişimi (ERG), TEDMEM, AÇEV, Eğitim Sendikaları gibi önemli kurumlar bulunuyor.

Haliyle bu kurumların yaptıkları araştırmalarda elde edilen verilerin Millî Eğitimin yeniden yapılandırılmasında rol oynadığını görüyoruz. OECD’nin PISA 2015 kapsamında yaptığı öğrenci refahı araştırmasında Türk öğrencilerin 35 OECD ülkesindeki yaşıtları arasında en mutsuzları olduğuna ilişkin sonucu önemlidir. Yine OECD’nin 3. sünü gerçekleştirdiği 48 ülkenin katıldığı “Uluslararası Öğretme ve Öğrenme Anketinde” (TALIS) öğretmen ve yöneticilerimizin sınıf içi etkinlikler, disiplin süreçleri ve öğrenciler ile olan ilişkisel tutumlarında diğer ülkelerin sonuçlarına göre arka sıralarda olması yine önemli bir veridir. ERG’nin eğitim izleme raporlarında yer verdiği sınıf içerisindeki öğrenci- öğretmen iletişimsizliği de öğretmenlerimizin mezun olurken ve iş başında sürekli eğitimden geçirilerek yenilenmelerinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Okul Olmak
Yaşam boyu süren tüm öğrenme süreçlerinin ve eğitimlerinin resmi boyutu bildiğimiz gibi eğitim kurumlarında, yani okullarda gerçekleşiyor. Çocuklar ve gençler fiziksel, duygusal ve bilişsel olarak büyüyüp gelişirlerken öğrenme süreçlerinin formal olanını okullarda tamamlıyorlar. Doğal olarak bireyler çağın beklentilerine cevap verebilme, araştıran, sorgulayan ve özgüven duygusu gelişmiş bireyler olma yetilerini de öncelikle eğitim ve okul sayesinde gerçekleştirebiliyorlar. Okul, çocuğun ve gencin edindiği deneyimleri geliştirmesine fırsat tanıyan bir alan olarak görülürken bu süreçlere aile ve çevreden edindikleri informal eğitimleri de eklediğimizde bütünsel bir gelişim sağlandığını görüyoruz.

Okulu okul yapan, kapsayan ve çevreleyen kendi fiziksel alanı iken (okul binası, bahçesi, sınıfları vs) bu fiziksel alanı canlı, işler ve işlevsel kılan da öğrencilerin ve öğretmenlerin varlığıdır. İşte öğretmenlerle öğrenciler arasındaki bu ilişki, bu bağ insanlığı, sistemleri ve kültürleri dünden bugüne, bugünden geleceğe taşımaktadır. Eğitim sistemindeki kaliteli eğitim sorununun bir ayağında öğrenci ve öğretmen ilişkisi üzerinden yaşanan iletişim ve bağ kurma sorunu gelmektedir. Eğitimcilerin eğitimi bu nedenle hayati derecede önemlidir.

Heyecan ve Motivasyon
Yeni eğitim ve öğretim yılına umutla ve heyecanla başlanırken eğitimin paydaşları olan öğrenci, öğretmen, veli ve okul/sistem den beklentiler de az değil. Bu beklentiler asgari düzeyde de olsa sağlanabilir olmalı ki hem açıklanan vizyon belgesindeki hedeflere ulaşmak daha da kolaylaşsın hem de sistemin önemli bir parçası olan öğretmen eğitimlerinin bir yansımasına ulaşılabilsin. 

Okullarımız bu çerçevede, eğitim ortamını öğrenci ve öğretmen için uygun hale getirmeli, çevresini öğrenci yararına kullanmalı, programları, etkinlikleri zenginleştirmeli, öğretmenini hizmet içi eğitimlerle beslemeli, öğrencisini desteklemeli, veli okul işbirliğini önemsemeli, sınırlarını ve sorumluluklarını bilerek paydaşları ile iletişim kurmalı, güven ortamını geliştirmeli, sosyal ve kültürel faaliyetlerle artı değer katmalı, güvenli okul olmayı başarmalıdırlar. 

Velilerimiz çocuklarını bütün yönleri ile iyi tanımalı, her çocuğun her okulda yapamayacağını bilerek çocuğa uygun tercihlerde bulunmalı, yasaklarla değil sınırlamalarla ve kurallarla yola çıkmalı, okula yeni başlayan çocuğu için sabırlı ve anlayışlı olmalı, ergenlik döneminin zor olduğunu bilmeli, anlamalı ve çocuğuna yakın olmalı, çocuğunu başkalarıyla asla ve asla kıyaslamamalı, başarının da başarısızlığın da göreceli olduğunu unutmamalı ve beklentilerini çocuğunun yetenekleriyle örtüştürmelidirler.

Öğrencilerimiz ise kendilerini geliştirmeleri ve aşmaları, edindikleri bilgileri günlük hayatta kullanmaları, hedeflerini belirlemeleri, kendi geleceği için söz sahibi olabilmeli, zamanlarını verimli kullanmaları, plan ve programlı olmayı başarabilmeleri, yardım istemekten çekinmemeli, aile, okul, öğretmen ve yakın çevrenin kendisi için destek olduğunu bilmeli, sınav odaklı ve ezberci olmaktan uzaklaşmalı ve başkaları için değil kendileri için öğrenmeleri gerektiğini unutmalalılar.

Öğretmen yeterlilikleri açısından bakıldığında da öğretmenlerimizin, alan bilgileri güncel olmalı, sürekli kendilerini yenilemeleri, bilgisini su gibi aktaracak beceriye sahip olmaları, iletişim becerilerinin güçlü ve kişilik özelliği açısından özgüvenlerinin tam olması, kendisinin ve öğrencilerinin motivasyonunu hep yüksek tutması, öğrenilmiş çaresizlik yaşamaması ve yaşatmaması, çalıştığı yaş grubunun gelişim evrelerini bilmeli ona uygun davranması, çocukların dilinden anlaması ve onları görmesi ve duyması gerektiğini düşünüyorum.

Psikolojik Faktörler
Eğitimde öğrencilerin başarılarını etkileyen en önemli faktörlerden birisi öğretmendir. Öğretmenin önemi ve kalitesi kalkınma çabasındaki ülkemizde uzun yıllardır üzerinde durulan önemli bir konu olmuştur. Öğretmenlik kendine has bazı kişilik nitelikleri gerektirir çünkü; sınıfta, sadece öğretmenle öğrenci arasında bilgiye dayalı bir etkileşim değil, öğrenciyle iyi iletişim kurabilme, öğrencinin büyüyüp gelişmesinde ve doğru kararlar verebilmesinde rehberlik edebilme ile uyum yapabilme yeteneğine sahip bireylerin yetişmesini sağlayıcı sosyal ve kültürel bir etkileşim de mevcuttur.

Bu nedenle öğretmenin kişiliği, karakteri olaylara bakış açısı değerleri, ilişkisel tutumları, ön yargıları, sorun çözme becerileri, hayata bakış açıları, kaygı düzeyleri gelecek beklentileri aile yapıları geçmiş deneyimleri tecrübe ya da acemilikleri, iletişim becerileri, hemen hemen kimliğinin bütün yansımaları sınıf ortamında öğrencilerine ve sınıf dışında iletişimde bulunduğu tüm paydaşlarına yansımaktadır.

Bireyin iletişim tarzının gelişiminde, yakın cevredesindeki bireylerin mesajları, aile içindeki iletişim ve öğretmen-öğrenci iletişimi önem kazanmaktadır. Pek çok araştırma da öğretmenin sınıf içi iletişim davranışlarının öğrencilerin davranışları ve başarıları üzerinde etkili olduğu ve öğrencinin dikkatinin daha çok öğretmenden kaynaklanan faktörlerden etkilendiğini göstermektedir. Buna göre;

·         Öğrencilerin yaramaz, haylaz, ders çalışmaz, ödev ve sorumluluk bilinçlerinin olmadığı ya da bir kısmının davranış ve tutum bozukluğu olduğuna ilişkin öğretmenler olarak kalıplaşmış ezber düşüncelerimiz olmamalı. 

·         Sınıf içi iletişimin interaktif olması önemlidir. Öğrencilerin kendi öğrenmeleri adına daha çok konuşmaları aktif olmaları sınıf içi aktif rol almaya teşvik etmeli öğretmenler olarak az konuşan ama çok konuşturan olmalıyız. 

·         İletişimde taraflardan biri güçlendikçe diğeri güç kaybediyorsa mutsuzluk ve çatışma yaşanıyor. Güç ve güçlü kavramı sınıf ortamında öğrenci öğretmen iletişimini zayıflatır. 

·         Dinleme becerisi önemlidir. Öğretmenler olarak daha çok anlaşılmaya değil anlamaya dinlemeye çalışmalıyız. 

·         Değerli olduğumuzu ve önemsendiğimizi hepimiz duymak isteriz. Bu konuda yeterince kendimize de başaklarına da cömert davranmıyoruz. Sınıf ortamında öğretmen olarak bizden iyi şeyler duymaya ihtiyacı olan öğrencilerimize bunu gösterelim. 

·         Her yaş ve her sınıf seviyesinde yıllık, aylık, haftalık ve günlük planlarımızı mükemmel yapıyor kazanım bazlı faaliyetler üretiyoruz. Bunu sınıf ortamında öğrenci başarısına dönüştürebilmeliyiz. 

·         Akran öğrenmelerinin önemi üzerine pek çok bilimsel makale okunabilir, beynin öğrenme süreçleri bakımından akran öğrenmeleri beyni daha çok aktive ediyor. Öğrencilerimize akran öğrenmeleri fırsatı vermeliyiz.

  • Öğrencinize; öğrenmesi için, anlaması için, anladığını fark etmesi için, anladığını anlatması için fırsat verin.

·         Nedense okul ortamında hep öğretime odaklandık ya eğitim. Bazen bir dersimizin on dakikasını bazen tamamını öğretime değil de eğitime ayırabiliriz bir sakınca yok bence. Hiçbir şey için geç değil, her yaşta her şey mümkün. 

·         Arada bir değil çoğu zaman iyi yaptığımız şeyler için motive edici cümleleri yakınlarımızdan, çevremizden, akranlarımızdan ya da yöneticilerimizden duyamıyoruz. Ama duymaya ihtiyacımız var, öğrencilerimizin de.

·         Kendimizi koruma duygusu, yanlış anlaşılırız kaygı ve korkusu ile duvarlar örebiliyor, söylemek istediklerimiz değil de söylenmesi gerekenleri söylüyor olabiliriz. Zaman zaman su gibi, lastik gibi esneyen olabilmeyi de başarabilmeliyiz öğretmen ve insan olarak. Hayatın köşeli çizgileri olmadığını da unutmayalım.

Sınavların başarı ölçütünün belirleyicisi olmadığı, ezberden uzak, öğrenmeye, anlamaya ve değişime endeksli bir eğitim sistemi gençlerimizi geleceğe hazırlayacaktır. Yeter ki sisteme müdahaleler akılcı ve evrensel değerlere uygun olsun. Tüm öğrencilere, velilere ve eğitime gönül veren tüm paydaşlara başarılar dilerim.                         

 

Kaynakça

http://www.turkpdrdergisi.com/index.php/pdr/article/view/354/288

https://tedmem.org/yayin/talis-2018-sonuclari-turkiye-uzerine-degerlendirmeler

Prof. Dr. Ziya Selçuk, 40 Dakikayı Yönetmek., Seminer Notu

> Alpaslan Dartan: Eğitim yılı başlarken öğretmenlerimiz

Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı

alpaslan_dartanTürkiye’de 18 milyonu aşkın öğrenci ve 1 milyon 70 bin civarında öğretmen hazırlıklarını tamamlayarak heyecanla okullar açılsın diye tüm hazırlıklarını yaptılar ve 2019-2020 Eğitim Öğretim yılı 9 Eylül Pazartesi günü yapılan törenlerle başladı. Resmi, özel tüm okullarda öğretmenler aslında Ağustos ayı boyunca hizmet içi eğitimler alarak yeni eğitim öğretim yılına hazırlanmışlardı, sınav sürecinde olan 8. Sınıf öğrencileri ile 11 ve 12. Sınıfta okuyan Üniversite adayı öğrenciler de kurslara bu dönemde başladılar. Okul öncesi öğrencileri, ilkokul 1. Sınıf, ortaokul 5 ve Liseye yeni başlayacak öğrencilerin uyum etkinlikleri de 5-6 Eylül tarihinde gerçekleştirildi.

Eğitim sektörü öğrenci, veli, öğretmen dâhil yan unsurlarıyla yaklaşık 50 milyon insanımızı doğrudan ya da dolaylı olarak etkiliyor, bu nedenle okulların açılışı büyük bir kitleyi sosyal, kültürel ve ekonomik yönden olmak üzere farklı açılardan etkiliyor.

Bu hareketliliğin yaşandığı bugünlerde eğitim dünyasında çocuk ve gençlerin eğitimini ilgilendiren çok önemli değişimler yaşanıyor. Özellikle 23 Ekim 2018 tarihinde Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk tarafından açıklanan “Eğitimde 2023 Vizyonu” çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığınca gerçekleştirilen değişiklikler, uygulamalar ve yenilikçi yaklaşımlar, son yıllarda eğitim alanında en çok konuşulan konuların başında geldi.

2023 vizyonunun ana çerçevesi ile ilgili olarak Artı Eğitim Dergisinin Aralık 2018 sayısında “2023 Vizyonunun Parlayan Yıldızı “Öğretmen” ler olacağına ilişkin bir yazı yazmış ve Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın öğretmenlere yönelik kullandığı “Öğrenciler Öğretmenden Öğrendikleri Kadar Öğretmen İçin Öğrenirler” sözünü hatırlatmıştım.

Vizyon belgesinde açıklandığı gibi önemli hedeflerden birisi de öğretmen ve okul yöneticilerinin mesleki gelişimlerini desteklenmesi amacıyla üniversitelerle ve STK’larla eğitim işbirlikleri hayata geçirilmesi idi. Bu yaz hizmet içi eğitim döneminin 2023 Eğitim Vizyon belgesinin öğretmen eğitimlerine ilişkin beklentilerine cevap verdiğini söylemek mümkün. Özellikle resmi kurum öğretmen ve yöneticilerinin bu eğitimlerden yararlandırıldığını gördük. Eğitimlerin sınıfın içerisine ve okul iklimine yansımalarını görmek özellikle de süreci izleme ve değerlendirme açısından ise zamana ihtiyaç var,

Türkiye’deki eğitim sisteminin girdi ve çıktıları üzerinde düşünce üreten, üretilen düşünce ışığında bilimsel araştırmalara dayalı veriler üreten ulusal ya da uluslararası pek çok önemli resmi ya da sivil toplum kuruluşu bulunuyor. OECD’nin eğitim verilerine kaynak sağlayan öğrencilere yönelik gerçekleştirdiği PISA TIMMS sınavları gibi ya da öğretmen ve yöneticilere yönelik uyguladığı Uluslararası Öğretme ve Öğrenme Anketlerinin (TALIS) yanında ulusal düzeyde MEB ile birlikte Eğitim Reformu Girişimi (ERG), TEDMEM, AÇEV, Eğitim Sendikaları gibi önemli kurumlar bulunuyor.

Haliyle bu kurumların yaptıkları araştırmalarda elde edilen verilerin Millî Eğitimin yeniden yapılandırılmasında rol oynadığını görüyoruz. OECD’nin PISA 2015 kapsamında yaptığı öğrenci refahı araştırmasında Türk öğrencilerin 35 OECD ülkesindeki yaşıtları arasında en mutsuzları olduğuna ilişkin sonucu önemlidir. Yine OECD’nin 3. sünü gerçekleştirdiği 48 ülkenin katıldığı “Uluslararası Öğretme ve Öğrenme Anketinde” (TALIS) öğretmen ve yöneticilerimizin sınıf içi etkinlikler, disiplin süreçleri ve öğrenciler ile olan ilişkisel tutumlarında diğer ülkelerin sonuçlarına göre arka sıralarda olması yine önemli bir veridir. ERG’nin eğitim izleme raporlarında yer verdiği sınıf içerisindeki öğrenci- öğretmen iletişimsizliği de öğretmenlerimizin mezun olurken ve iş başında sürekli eğitimden geçirilerek yenilenmelerinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Okul Olmak
Yaşam boyu süren tüm öğrenme süreçlerinin ve eğitimlerinin resmi boyutu bildiğimiz gibi eğitim kurumlarında, yani okullarda gerçekleşiyor. Çocuklar ve gençler fiziksel, duygusal ve bilişsel olarak büyüyüp gelişirlerken öğrenme süreçlerinin formal olanını okullarda tamamlıyorlar. Doğal olarak bireyler çağın beklentilerine cevap verebilme, araştıran, sorgulayan ve özgüven duygusu gelişmiş bireyler olma yetilerini de öncelikle eğitim ve okul sayesinde gerçekleştirebiliyorlar. Okul, çocuğun ve gencin edindiği deneyimleri geliştirmesine fırsat tanıyan bir alan olarak görülürken bu süreçlere aile ve çevreden edindikleri informal eğitimleri de eklediğimizde bütünsel bir gelişim sağlandığını görüyoruz.

Okulu okul yapan, kapsayan ve çevreleyen kendi fiziksel alanı iken (okul binası, bahçesi, sınıfları vs) bu fiziksel alanı canlı, işler ve işlevsel kılan da öğrencilerin ve öğretmenlerin varlığıdır. İşte öğretmenlerle öğrenciler arasındaki bu ilişki, bu bağ insanlığı, sistemleri ve kültürleri dünden bugüne, bugünden geleceğe taşımaktadır. Eğitim sistemindeki kaliteli eğitim sorununun bir ayağında öğrenci ve öğretmen ilişkisi üzerinden yaşanan iletişim ve bağ kurma sorunu gelmektedir. Eğitimcilerin eğitimi bu nedenle hayati derecede önemlidir.

Heyecan ve Motivasyon
Yeni eğitim ve öğretim yılına umutla ve heyecanla başlanırken eğitimin paydaşları olan öğrenci, öğretmen, veli ve okul/sistem den beklentiler de az değil. Bu beklentiler asgari düzeyde de olsa sağlanabilir olmalı ki hem açıklanan vizyon belgesindeki hedeflere ulaşmak daha da kolaylaşsın hem de sistemin önemli bir parçası olan öğretmen eğitimlerinin bir yansımasına ulaşılabilsin. 

Okullarımız bu çerçevede, eğitim ortamını öğrenci ve öğretmen için uygun hale getirmeli, çevresini öğrenci yararına kullanmalı, programları, etkinlikleri zenginleştirmeli, öğretmenini hizmet içi eğitimlerle beslemeli, öğrencisini desteklemeli, veli okul işbirliğini önemsemeli, sınırlarını ve sorumluluklarını bilerek paydaşları ile iletişim kurmalı, güven ortamını geliştirmeli, sosyal ve kültürel faaliyetlerle artı değer katmalı, güvenli okul olmayı başarmalıdırlar. 

Velilerimiz çocuklarını bütün yönleri ile iyi tanımalı, her çocuğun her okulda yapamayacağını bilerek çocuğa uygun tercihlerde bulunmalı, yasaklarla değil sınırlamalarla ve kurallarla yola çıkmalı, okula yeni başlayan çocuğu için sabırlı ve anlayışlı olmalı, ergenlik döneminin zor olduğunu bilmeli, anlamalı ve çocuğuna yakın olmalı, çocuğunu başkalarıyla asla ve asla kıyaslamamalı, başarının da başarısızlığın da göreceli olduğunu unutmamalı ve beklentilerini çocuğunun yetenekleriyle örtüştürmelidirler.

Öğrencilerimiz ise kendilerini geliştirmeleri ve aşmaları, edindikleri bilgileri günlük hayatta kullanmaları, hedeflerini belirlemeleri, kendi geleceği için söz sahibi olabilmeli, zamanlarını verimli kullanmaları, plan ve programlı olmayı başarabilmeleri, yardım istemekten çekinmemeli, aile, okul, öğretmen ve yakın çevrenin kendisi için destek olduğunu bilmeli, sınav odaklı ve ezberci olmaktan uzaklaşmalı ve başkaları için değil kendileri için öğrenmeleri gerektiğini unutmalalılar.

Öğretmen yeterlilikleri açısından bakıldığında da öğretmenlerimizin, alan bilgileri güncel olmalı, sürekli kendilerini yenilemeleri, bilgisini su gibi aktaracak beceriye sahip olmaları, iletişim becerilerinin güçlü ve kişilik özelliği açısından özgüvenlerinin tam olması, kendisinin ve öğrencilerinin motivasyonunu hep yüksek tutması, öğrenilmiş çaresizlik yaşamaması ve yaşatmaması, çalıştığı yaş grubunun gelişim evrelerini bilmeli ona uygun davranması, çocukların dilinden anlaması ve onları görmesi ve duyması gerektiğini düşünüyorum.

Psikolojik Faktörler
Eğitimde öğrencilerin başarılarını etkileyen en önemli faktörlerden birisi öğretmendir. Öğretmenin önemi ve kalitesi kalkınma çabasındaki ülkemizde uzun yıllardır üzerinde durulan önemli bir konu olmuştur. Öğretmenlik kendine has bazı kişilik nitelikleri gerektirir çünkü; sınıfta, sadece öğretmenle öğrenci arasında bilgiye dayalı bir etkileşim değil, öğrenciyle iyi iletişim kurabilme, öğrencinin büyüyüp gelişmesinde ve doğru kararlar verebilmesinde rehberlik edebilme ile uyum yapabilme yeteneğine sahip bireylerin yetişmesini sağlayıcı sosyal ve kültürel bir etkileşim de mevcuttur.

Bu nedenle öğretmenin kişiliği, karakteri olaylara bakış açısı değerleri, ilişkisel tutumları, ön yargıları, sorun çözme becerileri, hayata bakış açıları, kaygı düzeyleri gelecek beklentileri aile yapıları geçmiş deneyimleri tecrübe ya da acemilikleri, iletişim becerileri, hemen hemen kimliğinin bütün yansımaları sınıf ortamında öğrencilerine ve sınıf dışında iletişimde bulunduğu tüm paydaşlarına yansımaktadır.

Bireyin iletişim tarzının gelişiminde, yakın cevredesindeki bireylerin mesajları, aile içindeki iletişim ve öğretmen-öğrenci iletişimi önem kazanmaktadır. Pek çok araştırma da öğretmenin sınıf içi iletişim davranışlarının öğrencilerin davranışları ve başarıları üzerinde etkili olduğu ve öğrencinin dikkatinin daha çok öğretmenden kaynaklanan faktörlerden etkilendiğini göstermektedir. Buna göre;

·         Öğrencilerin yaramaz, haylaz, ders çalışmaz, ödev ve sorumluluk bilinçlerinin olmadığı ya da bir kısmının davranış ve tutum bozukluğu olduğuna ilişkin öğretmenler olarak kalıplaşmış ezber düşüncelerimiz olmamalı. 

·         Sınıf içi iletişimin interaktif olması önemlidir. Öğrencilerin kendi öğrenmeleri adına daha çok konuşmaları aktif olmaları sınıf içi aktif rol almaya teşvik etmeli öğretmenler olarak az konuşan ama çok konuşturan olmalıyız. 

·         İletişimde taraflardan biri güçlendikçe diğeri güç kaybediyorsa mutsuzluk ve çatışma yaşanıyor. Güç ve güçlü kavramı sınıf ortamında öğrenci öğretmen iletişimini zayıflatır. 

·         Dinleme becerisi önemlidir. Öğretmenler olarak daha çok anlaşılmaya değil anlamaya dinlemeye çalışmalıyız. 

·         Değerli olduğumuzu ve önemsendiğimizi hepimiz duymak isteriz. Bu konuda yeterince kendimize de başaklarına da cömert davranmıyoruz. Sınıf ortamında öğretmen olarak bizden iyi şeyler duymaya ihtiyacı olan öğrencilerimize bunu gösterelim. 

·         Her yaş ve her sınıf seviyesinde yıllık, aylık, haftalık ve günlük planlarımızı mükemmel yapıyor kazanım bazlı faaliyetler üretiyoruz. Bunu sınıf ortamında öğrenci başarısına dönüştürebilmeliyiz. 

·         Akran öğrenmelerinin önemi üzerine pek çok bilimsel makale okunabilir, beynin öğrenme süreçleri bakımından akran öğrenmeleri beyni daha çok aktive ediyor. Öğrencilerimize akran öğrenmeleri fırsatı vermeliyiz.

  • Öğrencinize; öğrenmesi için, anlaması için, anladığını fark etmesi için, anladığını anlatması için fırsat verin.

·         Nedense okul ortamında hep öğretime odaklandık ya eğitim. Bazen bir dersimizin on dakikasını bazen tamamını öğretime değil de eğitime ayırabiliriz bir sakınca yok bence. Hiçbir şey için geç değil, her yaşta her şey mümkün. 

·         Arada bir değil çoğu zaman iyi yaptığımız şeyler için motive edici cümleleri yakınlarımızdan, çevremizden, akranlarımızdan ya da yöneticilerimizden duyamıyoruz. Ama duymaya ihtiyacımız var, öğrencilerimizin de.

·         Kendimizi koruma duygusu, yanlış anlaşılırız kaygı ve korkusu ile duvarlar örebiliyor, söylemek istediklerimiz değil de söylenmesi gerekenleri söylüyor olabiliriz. Zaman zaman su gibi, lastik gibi esneyen olabilmeyi de başarabilmeliyiz öğretmen ve insan olarak. Hayatın köşeli çizgileri olmadığını da unutmayalım.

Sınavların başarı ölçütünün belirleyicisi olmadığı, ezberden uzak, öğrenmeye, anlamaya ve değişime endeksli bir eğitim sistemi gençlerimizi geleceğe hazırlayacaktır. Yeter ki sisteme müdahaleler akılcı ve evrensel değerlere uygun olsun. Tüm öğrencilere, velilere ve eğitime gönül veren tüm paydaşlara başarılar dilerim.                         

 

Kaynakça

http://www.turkpdrdergisi.com/index.php/pdr/article/view/354/288

https://tedmem.org/yayin/talis-2018-sonuclari-turkiye-uzerine-degerlendirmeler

Prof. Dr. Ziya Selçuk, 40 Dakikayı Yönetmek., Seminer Notu

Son Güncelleme: Salı, 24 Eylül 2019 15:26

Gösterim: 1115

Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı 

alpaslan_dartanBugün üniversiteye öğrenci yerleştirme sistemine göre adayların yaptıkları tercih sıralamaları taşıdıkları anlam bakımından oldukça önemlidir. Bir yükseköğretim programı için yapılan tercih aynı zamanda öncelikli bir meslek tercihi­dir. Meslek tercihi ise bireyin gelecekteki hayatını büyük ölçüde etkileyecek kararlardan birisidir. İlgiler ve yetenekler göz önünde tutulmadan yapılan tercihler, adayları hesaplamadıkları programlarda okumaya ve dolayısıyla ilerde onları yeniden bir tercih yapmaya zorlayabilir. Bu bakımdan ne olursa olsun bir yükseköğretim programına girmek amacıyla veya üzerinde hiç düşünmeden gelişigüzel yapılmış tercihler ya bireyin birkaç yılının kaybına sebep oluyor ya da hayat boyu bir meslekten beklediği doyumu büyük ölçüde azaltıyor. Bu nedenle "meslek tercihi" bireyin meslekler arasında beğenisine uygun olanların olmayanlardan ayırımı anlamını taşır ve ilk sıralarda tercih edilen meslekler de en çok istenen arzulanan meslekler arasında sayılır.
Öğretmenlik mesleğinin en çok önemsendiği ve çokça tercih edildiği ülkelerin başında Finlandiya geliyor. Öyle ki zaman zaman kültür gezileri gibi hem eğitim sistemleri üzerinde hem de öğretmen yetiştirme politikaları için ülkemizden ve dünyanın farklı ülkelerinden Finlandiya’ya geziler düzenlenmektedir. Finlandiya’da popüler bir çalışma alanı olarak yüksek yeterlikler gerektiren öğretmenlik, bütün kademelerde yüksek lisans düzeyinde öğrenim zorunlu olduğu, eğitim ortamlarında teori ve pratik bütünlüğün sağlandığı, statüsü oldukça yüksek bir meslek alanı olarak görülmektedir.
Genel ya da mesleki ortaöğretimi bitirip üniversite giriş sınavında başarılı olan öğrenciler öğretmen olmak için üniversitelere başvurduğunda; yazılı giriş sınavı, yetenek testi, bireysel mülakat ve grup tartışmasının gözlenmesi aşamalarını içeren özel bir seçme sistemine tabi tutuluyorlar. Toplamda ise müracaat edenlerin ancak %10 ‘u öğretmen yetiştirme programına kabul ediliyor. 
Ülkemizde ise sosyo-kültürel yapısı ile siyasi ve ekonomik göstergeleri nedeniyle siyaset özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma gibi temel ihtiyaçların giderilmesinde etkili olmuştur. Bu da eğitimin milli bir mesele ve siyaset üstü olarak ele alınmasını zorlaştırmıştır.
Ülkemizde Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne öğretmen yetiştirme politikalarımız hem sosyolojik hem de ekonomik süreçlerimizle yakından ilişkili olmuştur. Kendine özgü nitelikleri olan “Öğretmen Okulları”, “Köy Enstitüleri”, “Eğitim Enstitüleri” ve “Yüksek Öğretmen Okulları” gibi öğretmen yetiştiren okullardan bugünün “Eğitim Fakültelerine” ya da “Fen-Edebiyat Fakültelerine” doğru bir değişim olmuştur. Bu değişimin olumlu olmadığı, öğretmen yetiştirme serüvenimizin bir türlü ulusal kimliğimize, kültürümüze, gelenek ve göreneklerimize uygun günün, hatta geleceğin dünyasını kurgulamaya yönelik beklentileri karşılayamadığını söyleyebiliriz.
1980’lerden beri öğretmen yetiştiren kurumlar teorik bilgiye dayalı ve uygulamadan kopuk bir biçimde varlığını sürdürüyor. Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk yakın bir geçmişteki söyleşisinde fakültelerde uygulanan eğitim programının % 85’inin teorik bilgiye ortalama %15 e yakınının da uygulamaya dönük ve sahadaki süreçlerle ilgili olduğunu söylemiştir. Eğitim Enstitüleri döneminde uygulamaya dönük eğitimin % 55-60 civarında olduğu düşünülürse öğretmenlerimizin öğretmenliği yaşantısal temelli değil kuramsal temelli öğrendiklerini görürüz.

ÖĞRETMEN ÖZELLİKLERİ
Bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin en önemli göstergelerinden birisi eğitim sitemidir. Eğitim sisteminin en önemli öğesi de öğretmen ve öğretmen nitelikleridir. Öğretmenin niteliğinin artırılması ve kalitenin yükseltilmesi için yapılan çalışmalar uzun bir süreci kapsamaktadır ve dünyadaki gelişmelerden de bağımsız değildir. Öğretmen adayının seçimi, mezuniyet öncesi müfredat programları ve mezuniyet sonrası işe giriş şartları çeşitlilik göstermiştir. Özellikle öğretmen adayının seçimi, üzerinde en çok tartışılan konulardan birisidir, öğretmenlik kendine has bazı kişilik özellikleri gerektirir. Sınıfta, sadece öğretmenle öğrenci arasında bilgiye dayalı bir etkileşim değil, öğrenciyle iyi iletişim kurabilme, öğrencinin büyüyüp gelişmesinde ve doğru kararlar verebilmesinde rehberlik edebilme ile uyum yapabilme yeteneğine sahip bireylerin yetişmesini sağlayıcı sosyal ve kültürel bir etkileşim de mevcuttur, öğretmen adaylarının da bu niteliklere sahip olmaları çok önemlidir.
Binlerce öğretmeni sınıf içerisinde gözlemleme, izleme şansı yakalamış olan Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın 2023 Vizyonunu hedefleri içerisinde yer alan “Öğretmen Yetiştirme” konusu ağırlıkla mezun ve sahada çalışan öğretmenlerimizin niteliğinin artırılması yönünde ortaya koyduğu iradesinin eksik ve yetersiz olduğunu düşünüyorum. Oysaki öğretmen yetiştiren kurumların aday seçiminden, eğitim ve öğretim programlarına, staj olanaklarından Lisansüstü eğitim görmelerine, özlük haklarından elde ettikleri gelire kadar sistem temelli olan bir dizi bütünsel çalışmaya ihtiyaç vardır. Hızlı karar alma alışkanlığı ister istemez veriye dayalı sistematik düzenlemeler yapılmasına engel olmaktadır. Bu çerçevede özellikle öğretmen yetiştirme politikalarının yeniden yapılandırılması çok önemlidir.
American Psychological Association (APA) tarafından hazırlanan “Öğretmenler İçin 20 Temel Psikoloji İlkesi” başlıklı çalışması iletişim temelinde olumlu öğretmen ve öğrenci ilişkisinin sınıf ortamına, öğrenme süreçlerine ve bütünsel bir başarıya etkisini gösteren Psikolojik Faktörlere yer veren ve TEDMEM tarafından Türkçeye çevrilen önemli bir çalışma. Psikoloji ilkelerinin temel kaynağı öğretmenlerin iletişim becerilerinin öğrenciler üzerindeki etki alanını tarif etmesidir. Bu çalışmada; öğrencilerin bilişsel gelişimleri ve öğrenmeleri genel gelişim evreleri ile sınırlı olmadığı, öğrenmelerin mutlak bir bağlama dayandığı, öğrencilerin yaratıcılıklarının geliştirilebilir olduğu, öğrencilerin başarmak için dışsal yerine içsel motivasyona sahip olduklarında öğrenmekten zevk aldıklarını ve daha iyi performans gösterdiklerini, kişilerarası ilişkiler ve iletişimin, hem öğretme-öğrenme süreci hem de öğrencilerin sosyal-duygusal gelişimleri için önemli olduğunun altı çiziliyor. 

ÖĞRETMENLİK ALGISI ÜZERİNE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BAZI ARAŞTIRMALAR

Milli Eğitim Bakanlığı 1962 yılında, "Öğrencilerin Meslek Gruplarına Bağladıkları Değerler" isimli araştırmada Genel Lise, Öğretmen Okulu, Ti­caret Lisesi, Kız Sanat Okulları ve Erkek Sanat Okullarında okuyan 1629 öğrenciye bir anket uygulamıştır. Anket sonuçlarına göre serbest melekler % 44.4 ile birinci derecedeki prestijli meslek olarak gösterilirken %23.2 derecede prestijli meslek olarak da Öğretmenlik mesleği öne plana çıkmıştır.

Farklı yıllarda Necati Eğitim Enstitüsü ve Öğretmen Okulunda öğretmen adaylarına ve öğretmenlerine "iyi öğretmen özellikleri" adlı bir anket uygulanarak, çoktan aza puan sayısına göre iyi bir öğretmende bulunması gerekli nitelikler belirlenmeye çalışmıştır. Necati Eğitim Enstitüsü ve Öğretmen Okulunda 1956-1957 öğretim yılında 220 öğretmen adayı bu ankette, "güler yüzlü olma" yi birinci sırada, "meslek ahlâkı ve kişiliği olması" nı ikinci sırada yerleştirmiştir. Yine bu okulda 1957-1958 öğretim yılında 380 öğretmen adayına çoktan aza puan sayısına göre uygulanılan ankette öğretmenlerde "giyim ve davranışları normal ol­malı" birinci sırada, "ruhen ve bedenen sağlam olmalı" ya dördüncü sırada yer verilmiştir.

Vatandaşların öğretmenler hakkındaki görüş ve düşüncelerini anla­mak amacıyla yine Kocaçınar (1966), tarafından 1455 öğrenci velisine "öğretmenler hakkında görüş ve düşünceleriniz nedir?" şeklinde geniş çaplı bir anket uygulanmıştır. Bu anketin "öğretmenin kişiliği ve davranışları" ile ilgili bölümünde 12 ayrı kişilik özelliği veliler tarafından belirlenmiştir. Bun­ların içerisinde "sağlık durumu bozuk öğretmenlerin sayıca fazlalığı" ve "mesleklerini sevmediklerini söz ve davranışlarıyla belirten öğretmenlerin bulunduğu" bilgisi yer almaktadır.
Yapılan araştırmalar öğretmenliğin Türk toplumunda saygı duyulan bir meslek olduğunu, ancak kişilerin bir meslek seçimiyle karşı karşıya kaldıkları zaman öğretmenlik mesleğini öncelikle tercih etmediklerini or­taya koymaktadır. Karagözoğlu’nun (1987), yaptığı bir araştırmada 1986 Öğrenci Yerleştirme Sınavı sonunda 4 yıllık öğretmenlik formasyonu veren programları kazanan 9704 öğrencinin ancak % 12,7’sinin öğretmenlik mesleğini ilk üç tercihi arasında yer verdiği görülmüştür. Buna karşılık adayların % 70'i öğretmenliğe 7-18. tercihleri arasında yer ver­mişlerdir. İki yıllık öğretmenlik programlarını tercih edip kazanan toplam 8270 öğrencinin ise ancak % 5,4’ü öğretmenlik mesleğine ilk üç tercih arasında yer verirken % 71.7'si bu mesleğe 13-24. tercih sıralarında yer vermiştir. Aynı araştırmada 1982 ve 1986 Öğrenci Yerleştirme Sınavlarında iki ve dört yıllık öğretmenlik formasyonu veren bir yükseköğretim programını kazanan toplam 31367 adaydan hiç birisinin orta öğretim başarı puanı 100 üzerinden 80 ve yukarısı yani "pekiyi" derecede olmadığı görülmüştür, diğer bir ifadeyle öğretmenlik mesleğini tercih eden öğretmen adaylarının Liselerin üst başarı grubundan olmadıkları anlaşılmıştır.
Türkiye bağlamında yapılan çalışmalar göz önüne alındığında, sosyolojik açıdan öğretmenlik mesleğini ve öğretmenlerin toplumdaki yerini belirlemeyi amaçlayan ve Özpolat (2002) tarafından gerçekleştirilen çalışma önemli bulgular sunmaktadır. Bu çalışma kapsamında Zonguldak ilinde yaşayan 549 öğretmen, 628 öğrenci ve 550 velinin öğretmenlik mesleği ile ilgili görüşlerine başvurulmuştur. Öğretmenlerin kendi meslekleri ile ilgili görüşlerine yer verilmiş olması bakımından önemli görülen bu çalışmanın öne çıkan sonuçlara bakıldığında; Velilerin %81,7’si öğretmenlik mesleğini “çok” önemli bulduğunu belirtmiştir. Buna rağmen, “Öğretmenlere ne kadar değer veriyorsunuz?” sorusuna “çok” cevabı verenlerin oranı % 50,8’de kalmıştır. Öğretmenlerin %83,9’u, toplumsal statülerinin gittikçe düştüğünü belirtmiştir. Öğretmenler arasında “Sizce devlet öğretmene ne kadar değer veriyor?” sorusuna “çok” cevabı verenlerin oranı sadece %2,2’dir.
2014 yılında TEDMEM tarafından yapılan “Öğretmen Gözüyle Öğretmenlik Mesleği” konulu araştırmada da geçmiş yıllarda yapılan çalışmalarda olduğu gibi öğretmenlik algısının toplumda her şeye rağmen yine de olumlu olduğu ama bir meslek seçimi aşamasına gelindiğinde öncelikli olarak tercih edilmediğini bizlere gösteriyor. Örneğin Öğretmenlerin çoğunluğu; öğretmenliği gurur duyulacak, saygın, keyif verici, ideal bir meslek olarak nitelemektedirler. Yine öğretmenlerin %62,5’i, toplumun öğretmenleri bazen eğitimli çocuk bakıcısı gibi gördüğünü düşünmektedir. İlçe ve köylerde görev yapan öğretmenlerin iş doyumları, il merkezinde görev yapan öğretmenlerinkinden daha yüksektir. Ayrıca öğretmenliğin devlet güvenceli bir iş olması ve toplumda saygın bir yerinin olması, mesleği seçme sebeplerinin başında geldiği bulgular arasında yer verilmiştir.
Öğretmen adaylarının öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumlarına seçiminden, öğretmenlerin mesleki bağlılıklarının nasıl geliştirileceği ile ilgili hususlar gibi pek çok konuya farklı paydaşların görüşleriyle şekillenen Ulusal Öğretmen Stratejisi Belgesi’nde yer verilmiştir. “öğretmenlerin mesleki ve kurumsal bağlılığının iyileştirilmesi ve sürdürülebilir kılınması” ve “öğretmenlik mesleğinin algı ve statüsünün güçlendirilmesi” bu belgede önemli bir yer tutmaktadır. Bu belgenin içeriğinin ivedilikle hayata geçirilmesi gerekmektedir. Eğitimin ekonomik gelişmeler kadar önemli bir alan olduğunu idrak etmeli ve hızlı olmalıyız. Hızlı olacak kadar deneyim ve yetişmiş insan gücümüzün olduğuna inanıyorum.
Bilelim ki toplumsal yara gibi bu kapı hep açık ama kapatılmayı bekliyor. 

alpaslan_dartan"Öğrenme ortamlarının hızla değiştiği bir zaman diliminde öğretmenlerden beklenen tutum ve davranışların da durağan olması beklenemez. Bu niteliklerin içerisinde en önemli faktör dijitalleşen dünyaya düzenine rağmen eğitim ve öğretim faaliyetlerinin etkileşim ve psikolojiye dayalı ve insan insana bir iletişimin gerekliliğinin [“Psikolojik Faktörlerin”] güçlenerek öne çıkmasıdır."

Kaynakça:

 

 

> Dünden Bugüne Öğretmen Yetiştirme ve Toplumsal Algı

Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı 

alpaslan_dartanBugün üniversiteye öğrenci yerleştirme sistemine göre adayların yaptıkları tercih sıralamaları taşıdıkları anlam bakımından oldukça önemlidir. Bir yükseköğretim programı için yapılan tercih aynı zamanda öncelikli bir meslek tercihi­dir. Meslek tercihi ise bireyin gelecekteki hayatını büyük ölçüde etkileyecek kararlardan birisidir. İlgiler ve yetenekler göz önünde tutulmadan yapılan tercihler, adayları hesaplamadıkları programlarda okumaya ve dolayısıyla ilerde onları yeniden bir tercih yapmaya zorlayabilir. Bu bakımdan ne olursa olsun bir yükseköğretim programına girmek amacıyla veya üzerinde hiç düşünmeden gelişigüzel yapılmış tercihler ya bireyin birkaç yılının kaybına sebep oluyor ya da hayat boyu bir meslekten beklediği doyumu büyük ölçüde azaltıyor. Bu nedenle "meslek tercihi" bireyin meslekler arasında beğenisine uygun olanların olmayanlardan ayırımı anlamını taşır ve ilk sıralarda tercih edilen meslekler de en çok istenen arzulanan meslekler arasında sayılır.
Öğretmenlik mesleğinin en çok önemsendiği ve çokça tercih edildiği ülkelerin başında Finlandiya geliyor. Öyle ki zaman zaman kültür gezileri gibi hem eğitim sistemleri üzerinde hem de öğretmen yetiştirme politikaları için ülkemizden ve dünyanın farklı ülkelerinden Finlandiya’ya geziler düzenlenmektedir. Finlandiya’da popüler bir çalışma alanı olarak yüksek yeterlikler gerektiren öğretmenlik, bütün kademelerde yüksek lisans düzeyinde öğrenim zorunlu olduğu, eğitim ortamlarında teori ve pratik bütünlüğün sağlandığı, statüsü oldukça yüksek bir meslek alanı olarak görülmektedir.
Genel ya da mesleki ortaöğretimi bitirip üniversite giriş sınavında başarılı olan öğrenciler öğretmen olmak için üniversitelere başvurduğunda; yazılı giriş sınavı, yetenek testi, bireysel mülakat ve grup tartışmasının gözlenmesi aşamalarını içeren özel bir seçme sistemine tabi tutuluyorlar. Toplamda ise müracaat edenlerin ancak %10 ‘u öğretmen yetiştirme programına kabul ediliyor. 
Ülkemizde ise sosyo-kültürel yapısı ile siyasi ve ekonomik göstergeleri nedeniyle siyaset özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma gibi temel ihtiyaçların giderilmesinde etkili olmuştur. Bu da eğitimin milli bir mesele ve siyaset üstü olarak ele alınmasını zorlaştırmıştır.
Ülkemizde Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne öğretmen yetiştirme politikalarımız hem sosyolojik hem de ekonomik süreçlerimizle yakından ilişkili olmuştur. Kendine özgü nitelikleri olan “Öğretmen Okulları”, “Köy Enstitüleri”, “Eğitim Enstitüleri” ve “Yüksek Öğretmen Okulları” gibi öğretmen yetiştiren okullardan bugünün “Eğitim Fakültelerine” ya da “Fen-Edebiyat Fakültelerine” doğru bir değişim olmuştur. Bu değişimin olumlu olmadığı, öğretmen yetiştirme serüvenimizin bir türlü ulusal kimliğimize, kültürümüze, gelenek ve göreneklerimize uygun günün, hatta geleceğin dünyasını kurgulamaya yönelik beklentileri karşılayamadığını söyleyebiliriz.
1980’lerden beri öğretmen yetiştiren kurumlar teorik bilgiye dayalı ve uygulamadan kopuk bir biçimde varlığını sürdürüyor. Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk yakın bir geçmişteki söyleşisinde fakültelerde uygulanan eğitim programının % 85’inin teorik bilgiye ortalama %15 e yakınının da uygulamaya dönük ve sahadaki süreçlerle ilgili olduğunu söylemiştir. Eğitim Enstitüleri döneminde uygulamaya dönük eğitimin % 55-60 civarında olduğu düşünülürse öğretmenlerimizin öğretmenliği yaşantısal temelli değil kuramsal temelli öğrendiklerini görürüz.

ÖĞRETMEN ÖZELLİKLERİ
Bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin en önemli göstergelerinden birisi eğitim sitemidir. Eğitim sisteminin en önemli öğesi de öğretmen ve öğretmen nitelikleridir. Öğretmenin niteliğinin artırılması ve kalitenin yükseltilmesi için yapılan çalışmalar uzun bir süreci kapsamaktadır ve dünyadaki gelişmelerden de bağımsız değildir. Öğretmen adayının seçimi, mezuniyet öncesi müfredat programları ve mezuniyet sonrası işe giriş şartları çeşitlilik göstermiştir. Özellikle öğretmen adayının seçimi, üzerinde en çok tartışılan konulardan birisidir, öğretmenlik kendine has bazı kişilik özellikleri gerektirir. Sınıfta, sadece öğretmenle öğrenci arasında bilgiye dayalı bir etkileşim değil, öğrenciyle iyi iletişim kurabilme, öğrencinin büyüyüp gelişmesinde ve doğru kararlar verebilmesinde rehberlik edebilme ile uyum yapabilme yeteneğine sahip bireylerin yetişmesini sağlayıcı sosyal ve kültürel bir etkileşim de mevcuttur, öğretmen adaylarının da bu niteliklere sahip olmaları çok önemlidir.
Binlerce öğretmeni sınıf içerisinde gözlemleme, izleme şansı yakalamış olan Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın 2023 Vizyonunu hedefleri içerisinde yer alan “Öğretmen Yetiştirme” konusu ağırlıkla mezun ve sahada çalışan öğretmenlerimizin niteliğinin artırılması yönünde ortaya koyduğu iradesinin eksik ve yetersiz olduğunu düşünüyorum. Oysaki öğretmen yetiştiren kurumların aday seçiminden, eğitim ve öğretim programlarına, staj olanaklarından Lisansüstü eğitim görmelerine, özlük haklarından elde ettikleri gelire kadar sistem temelli olan bir dizi bütünsel çalışmaya ihtiyaç vardır. Hızlı karar alma alışkanlığı ister istemez veriye dayalı sistematik düzenlemeler yapılmasına engel olmaktadır. Bu çerçevede özellikle öğretmen yetiştirme politikalarının yeniden yapılandırılması çok önemlidir.
American Psychological Association (APA) tarafından hazırlanan “Öğretmenler İçin 20 Temel Psikoloji İlkesi” başlıklı çalışması iletişim temelinde olumlu öğretmen ve öğrenci ilişkisinin sınıf ortamına, öğrenme süreçlerine ve bütünsel bir başarıya etkisini gösteren Psikolojik Faktörlere yer veren ve TEDMEM tarafından Türkçeye çevrilen önemli bir çalışma. Psikoloji ilkelerinin temel kaynağı öğretmenlerin iletişim becerilerinin öğrenciler üzerindeki etki alanını tarif etmesidir. Bu çalışmada; öğrencilerin bilişsel gelişimleri ve öğrenmeleri genel gelişim evreleri ile sınırlı olmadığı, öğrenmelerin mutlak bir bağlama dayandığı, öğrencilerin yaratıcılıklarının geliştirilebilir olduğu, öğrencilerin başarmak için dışsal yerine içsel motivasyona sahip olduklarında öğrenmekten zevk aldıklarını ve daha iyi performans gösterdiklerini, kişilerarası ilişkiler ve iletişimin, hem öğretme-öğrenme süreci hem de öğrencilerin sosyal-duygusal gelişimleri için önemli olduğunun altı çiziliyor. 

ÖĞRETMENLİK ALGISI ÜZERİNE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE BAZI ARAŞTIRMALAR

Milli Eğitim Bakanlığı 1962 yılında, "Öğrencilerin Meslek Gruplarına Bağladıkları Değerler" isimli araştırmada Genel Lise, Öğretmen Okulu, Ti­caret Lisesi, Kız Sanat Okulları ve Erkek Sanat Okullarında okuyan 1629 öğrenciye bir anket uygulamıştır. Anket sonuçlarına göre serbest melekler % 44.4 ile birinci derecedeki prestijli meslek olarak gösterilirken %23.2 derecede prestijli meslek olarak da Öğretmenlik mesleği öne plana çıkmıştır.

Farklı yıllarda Necati Eğitim Enstitüsü ve Öğretmen Okulunda öğretmen adaylarına ve öğretmenlerine "iyi öğretmen özellikleri" adlı bir anket uygulanarak, çoktan aza puan sayısına göre iyi bir öğretmende bulunması gerekli nitelikler belirlenmeye çalışmıştır. Necati Eğitim Enstitüsü ve Öğretmen Okulunda 1956-1957 öğretim yılında 220 öğretmen adayı bu ankette, "güler yüzlü olma" yi birinci sırada, "meslek ahlâkı ve kişiliği olması" nı ikinci sırada yerleştirmiştir. Yine bu okulda 1957-1958 öğretim yılında 380 öğretmen adayına çoktan aza puan sayısına göre uygulanılan ankette öğretmenlerde "giyim ve davranışları normal ol­malı" birinci sırada, "ruhen ve bedenen sağlam olmalı" ya dördüncü sırada yer verilmiştir.

Vatandaşların öğretmenler hakkındaki görüş ve düşüncelerini anla­mak amacıyla yine Kocaçınar (1966), tarafından 1455 öğrenci velisine "öğretmenler hakkında görüş ve düşünceleriniz nedir?" şeklinde geniş çaplı bir anket uygulanmıştır. Bu anketin "öğretmenin kişiliği ve davranışları" ile ilgili bölümünde 12 ayrı kişilik özelliği veliler tarafından belirlenmiştir. Bun­ların içerisinde "sağlık durumu bozuk öğretmenlerin sayıca fazlalığı" ve "mesleklerini sevmediklerini söz ve davranışlarıyla belirten öğretmenlerin bulunduğu" bilgisi yer almaktadır.
Yapılan araştırmalar öğretmenliğin Türk toplumunda saygı duyulan bir meslek olduğunu, ancak kişilerin bir meslek seçimiyle karşı karşıya kaldıkları zaman öğretmenlik mesleğini öncelikle tercih etmediklerini or­taya koymaktadır. Karagözoğlu’nun (1987), yaptığı bir araştırmada 1986 Öğrenci Yerleştirme Sınavı sonunda 4 yıllık öğretmenlik formasyonu veren programları kazanan 9704 öğrencinin ancak % 12,7’sinin öğretmenlik mesleğini ilk üç tercihi arasında yer verdiği görülmüştür. Buna karşılık adayların % 70'i öğretmenliğe 7-18. tercihleri arasında yer ver­mişlerdir. İki yıllık öğretmenlik programlarını tercih edip kazanan toplam 8270 öğrencinin ise ancak % 5,4’ü öğretmenlik mesleğine ilk üç tercih arasında yer verirken % 71.7'si bu mesleğe 13-24. tercih sıralarında yer vermiştir. Aynı araştırmada 1982 ve 1986 Öğrenci Yerleştirme Sınavlarında iki ve dört yıllık öğretmenlik formasyonu veren bir yükseköğretim programını kazanan toplam 31367 adaydan hiç birisinin orta öğretim başarı puanı 100 üzerinden 80 ve yukarısı yani "pekiyi" derecede olmadığı görülmüştür, diğer bir ifadeyle öğretmenlik mesleğini tercih eden öğretmen adaylarının Liselerin üst başarı grubundan olmadıkları anlaşılmıştır.
Türkiye bağlamında yapılan çalışmalar göz önüne alındığında, sosyolojik açıdan öğretmenlik mesleğini ve öğretmenlerin toplumdaki yerini belirlemeyi amaçlayan ve Özpolat (2002) tarafından gerçekleştirilen çalışma önemli bulgular sunmaktadır. Bu çalışma kapsamında Zonguldak ilinde yaşayan 549 öğretmen, 628 öğrenci ve 550 velinin öğretmenlik mesleği ile ilgili görüşlerine başvurulmuştur. Öğretmenlerin kendi meslekleri ile ilgili görüşlerine yer verilmiş olması bakımından önemli görülen bu çalışmanın öne çıkan sonuçlara bakıldığında; Velilerin %81,7’si öğretmenlik mesleğini “çok” önemli bulduğunu belirtmiştir. Buna rağmen, “Öğretmenlere ne kadar değer veriyorsunuz?” sorusuna “çok” cevabı verenlerin oranı % 50,8’de kalmıştır. Öğretmenlerin %83,9’u, toplumsal statülerinin gittikçe düştüğünü belirtmiştir. Öğretmenler arasında “Sizce devlet öğretmene ne kadar değer veriyor?” sorusuna “çok” cevabı verenlerin oranı sadece %2,2’dir.
2014 yılında TEDMEM tarafından yapılan “Öğretmen Gözüyle Öğretmenlik Mesleği” konulu araştırmada da geçmiş yıllarda yapılan çalışmalarda olduğu gibi öğretmenlik algısının toplumda her şeye rağmen yine de olumlu olduğu ama bir meslek seçimi aşamasına gelindiğinde öncelikli olarak tercih edilmediğini bizlere gösteriyor. Örneğin Öğretmenlerin çoğunluğu; öğretmenliği gurur duyulacak, saygın, keyif verici, ideal bir meslek olarak nitelemektedirler. Yine öğretmenlerin %62,5’i, toplumun öğretmenleri bazen eğitimli çocuk bakıcısı gibi gördüğünü düşünmektedir. İlçe ve köylerde görev yapan öğretmenlerin iş doyumları, il merkezinde görev yapan öğretmenlerinkinden daha yüksektir. Ayrıca öğretmenliğin devlet güvenceli bir iş olması ve toplumda saygın bir yerinin olması, mesleği seçme sebeplerinin başında geldiği bulgular arasında yer verilmiştir.
Öğretmen adaylarının öğretmen yetiştiren yükseköğretim kurumlarına seçiminden, öğretmenlerin mesleki bağlılıklarının nasıl geliştirileceği ile ilgili hususlar gibi pek çok konuya farklı paydaşların görüşleriyle şekillenen Ulusal Öğretmen Stratejisi Belgesi’nde yer verilmiştir. “öğretmenlerin mesleki ve kurumsal bağlılığının iyileştirilmesi ve sürdürülebilir kılınması” ve “öğretmenlik mesleğinin algı ve statüsünün güçlendirilmesi” bu belgede önemli bir yer tutmaktadır. Bu belgenin içeriğinin ivedilikle hayata geçirilmesi gerekmektedir. Eğitimin ekonomik gelişmeler kadar önemli bir alan olduğunu idrak etmeli ve hızlı olmalıyız. Hızlı olacak kadar deneyim ve yetişmiş insan gücümüzün olduğuna inanıyorum.
Bilelim ki toplumsal yara gibi bu kapı hep açık ama kapatılmayı bekliyor. 

alpaslan_dartan"Öğrenme ortamlarının hızla değiştiği bir zaman diliminde öğretmenlerden beklenen tutum ve davranışların da durağan olması beklenemez. Bu niteliklerin içerisinde en önemli faktör dijitalleşen dünyaya düzenine rağmen eğitim ve öğretim faaliyetlerinin etkileşim ve psikolojiye dayalı ve insan insana bir iletişimin gerekliliğinin [“Psikolojik Faktörlerin”] güçlenerek öne çıkmasıdır."

Kaynakça:

 

 

Son Güncelleme: Çarşamba, 25 Aralık 2019 10:00

Gösterim: 2794

Alpaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017) 

alpaslan_dartanMilli Eğitim Bakanlığının 2017-2018 Örgün Eğitim İstatistikleri raporunda Türk Millî Eğitim Sisteminin Yapısı hakkında 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile belirlenmiş "Örgün Eğitim" ve "Yaygın Eğitim" olmak üzere iki ana bölümden oluşmaktadır demektedir. Örgün Eğitimi ise; belirli yaş grubundaki ve aynı seviyedeki bireylere, amaca göre hazırlanmış programlarla, okul çatısı altında (okul öncesi, ilkokul, ortaokul, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumları) düzenli olarak yapılan eğitim olarak tanımlamaktadır.

Örgün eğitimin ilk basamağı olan okulöncesi eğitim ile ilgili olarak yine bu raporun ilgili bölümlerinde kısa alıntılarla tanım ve sınıflandırmalara yer verilmiştir. Örneğin; Okul öncesi eğitim; isteğe bağlı olarak zorunlu ilköğretim çağına gelmemiş, 3 yaş (36 ayını dolduran, 2014 yılının 1. ve 9. ayları arasında doğan çocuklar), 4 yaş ve 5 yaş (66 aydan küçük olan çocuklar) grubundaki çocukların eğitimini kapsadığına yer verilirken, Okul öncesi eğitimin amacının da çocukların bedensel, zihinsel, duygusal gelişimini ve iyi alışkanlıklar kazanmasını, onların ilköğretime hazırlanmasını, koşulları elverişsiz çevrelerden gelen çocuklar için ortak bir yetişme ortamı sağlanmasını, Türkçenin doğru ve güzel konuşulmasını sağlamak olduğu aktarılmıştır. 

Anaokulu ve ilköğretim yılları çocukların hemen hemen her yönde hızla geliştiği değiştiği ve şekillendiği bir dönem olduğundan bu süreçte öğrencilerimizin kazandıkları bilgi ve beceri birikimler sadece lise ve üniversite yıllarına temel oluşturmakla kalmaz tüm yaşam kalitesini ve standartlarını da belirler. Bilgi, beceri, davranış ve alışkanlık boyutundaki pek çok temel kazanım da bu yıllarda edinilir. 

Okul öncesi eğitim kurumları, bedensel, psikomotor, sosyal-duygusal, zihin ve dil gelişimlerinin büyük ölçüde tamamlandığı, kişiliğin şekillendiği bir dönemdir. Uygun fiziksel ve sosyal çevre koşullarında ve sağlıklı etkileşim ortamında yetişen çocukların, daha hızlı ve başarılı bir gelişim gösterdikleri biliniyor. Geleceğin dünyasında bilginin tek başına yeterli olmadığını, bunun yanında uygun kavramların, becerilerin ve tutumların da geliştirilmesi gerektiğini  biliyoruz.

Bir Problemimiz Var 

Milli Eğitim Bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk eğitimin içerisinden gelen bir akademisyen ve önemli bir uzman. Göreve geldikten kısa bir süre sonra ortaya koyduğu 2023 Eğitim Vizyonu’nda dile getirdiği pek çok başlık içerisinde Erken Çocukluk Eğitimine de önemli bir yer vermiştir. Yıllar yılı dile getirilen ama yetersiz fiziki alt yapı ve öğretmen açığı gibi her seferinde farklı gerekçeler dillendirilerek yerine getirilemeyen ve önemsenmeyen bir okul öncesi eğitiminin zorunlu eğitim kapsamına alınmasına ilişkin bir problemimiz var.

Yıllar içerisindeki sınav sonuçlarına endeksli başarı beklentileri, sürekli revize edilen ve değiştirilen ortaöğretime ve üniversiteye geçiş sistemleri ve bu sistemlerin siyasi ya da bireysel faktörlerin etkisiyle yap-boz oyununa dönüştürülmesi gibi öncelikli olarak ele alınması gereken okul öncesi eğitimde de okullaşma oranının yükseltilmesi hep ağır aksak ilerliyor.

Türkiye’nin eğitim sisteminin temellinde yani her eğitim kademesinin kendine özgü sorunları bulunuyor. Eğitimin bütünleşik yapısını ve birbirini destekleyen özeliklerini geliştirmek ve K12 sistemi içerisinde sorunsuz kotarabilmek kolay olmuyor zaman ve emek gerekiyor.

Okul öncesi eğitimin zorunlu hale getirilecek olması, okullar arası geçiş, sınavlar, okullar arası farkların azaltılacağı gibi hedefler oldukça önemli. Eğitim Vizyonunda bir alt başlık olarak yer alan 2023 Erken Çocukluk vizyonu içerisinde,

  • Erken Çocukluk Eğitim Hizmetinin Yaygınlaştırılması,
  • Erken Çocukluk Eğitim Hizmetlerine Yönelik Bütünleşik Bir Sistem Oluşturulması,
  • Şartları Elverişsiz Gruplarda Eğitimin Niteliği̇ Artırılması

gibi üç alt stratejinin geliştirileceğinden söz edilmiştir. Bu çerçevede ivedilikle ele alınması gereken sorun, erken çocukluk eğitiminin geliştirilmesinin önündeki engellerin kaldırılması olmalıdır.

Okul Öncesi Eğitimi Neden Önemli?

Çünkü; Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) ‘nun verilerine baktığınızda Türkiye nüfusunun %28,3’ünü çocuk da ondan. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; 2017 yılsonu itibariyle Türkiye nüfusu 80 milyon 810 bin 525 iken, bunun 22 milyon 883 bin 288'ini çocuk nüfus oluşturdu. Birleşmiş Milletler tanımına göre; 0-17 yaş grubunu içeren çocuk nüfus, 1970 yılında toplam nüfusun %48,5'ini oluştururken, bu oran 1990 yılında %41,8 ve 2017 yılında %28,3 oldu. Nüfus projeksiyonlarına göre ise, çocuk nüfus oranının 2040 yılında %23,3, 2060 yılında %20,4 ve 2080 yılında %19 olacağı öngörülüyor. Yani genç nüfusumuzun oranın yıllar içerisinde düşeceği anlaşılıyor. Dünyada ise nüfusun 2017 yılında %30,2'sini çocuklar oluştururken, Türkiye %28,3 ile 167 ülke arasında en fazla çocuk nüfusa sahip 97'nci ülke olarak yer alıyor.


Çocuk nüfusun toplam nüfus içindeki oranı, 1935-2080

alpaslan_dartan













http://www.tuik.gov.tr/hb/375/kapak/27596_img_1_375_18.04.20181242868525.jpg" >
           Kaynak: TÜİK, Genel Nüfus Sayımları, 1935-1990
                         TÜİK, Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi, 2008-2017
                         TÜİK, Nüfus Projeksiyonları, 2018-2080

Yetersiz okul öncesi eğitiminin ve buna bağlı olarak çocukların okula hazır olmamalarının etkileri, ortaokul ve lise öğrencilerinin performansına da yansımaktadır. Yapılan araştırmalar özellikle PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) araştırmalarında okul öncesi eğitimi almış olan çocukların bu eğitimi almamış olanlara göre, lisede öğrenme becerilerinde 2 yıl daha önde oldukları saptanmıştır. Bu nedenle de Türkiye'nin günümüzün bilgi toplumunda rekabet edeceği insan gücü açasından okul öncesi eğitimi son derece büyük bir önem içermektedir.

Türkiye’de okul öncesi eğitime katılım son 10 yılda büyük oranda artış göstermesine rağmen, okullaşma oranları hem Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ortalamasının hem de geçtiğimiz yıllarda MEB tarafından belirlenen hedeflerin altında yer almaktadır. 2004-2005 yılında %10’un biraz üzerinde olan 3-5 yaş net okul öncesi okullaşma oranı, 2016-2017 yılında, %35,2’ye ulaşmış olmakla beraber Milli Eğitim Bakanlığı 2014-2019 Stratejik Planı’nda bu oranların artırılması hedeflenmiştir.

 

Milli Eğitim Bakanlığını 2018-2019 eğitim istatistiklerine göre

Okul öncesi eğitim kurumlarının okul türlerine göre okul, öğrenci, öğretmen ve derslik sayısı

 

                             
 

[2017/'18 öğretim yılı - The educational year 2017/'18]

           
       

 

 

 

               

Okul Türü                                                                                             Type of school

Okul/   Kurum/ Sınıf              

 

Öğrenci sayısı                                                                                                                                            

 

Öğretmen sayısı                                                              

 

Derslik              

   

 

Toplam                        

Erkek                                                                                  

Kadın                                                    

 

Toplam  

Erkek                                                                                  

Kadın                                                    

 

   
                             

Okul öncesi eğitim (Resmi+Özel)                                                                                                          

31 246

 

1.501 088

782 646

718 442

 

84 257

4 585

79 672

 

78 852

   
                             
 

Anaokulları toplamı (Resmi+Özel)                                                        

10 073

  

647 685

338 467

309 218

  

45 135

2 439

42 696

  

44 587

   
                             
 

Anasınıfları toplamı (Resmi+Özel)                                            

21 173

 

853 403

444 179

409 224

 

39 122

2 146

36 976

 

34 265

   
                             

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

Erken çocukluk dönemi olarak tanımlanan bu dönemdeki fiziksel, bilişsel, duygusal ve sosyal gelişim kişinin ileriki yıllardaki gelişimi için temel teşkil eder. Bu dönemdeki tecrübeler ve müdahaleler çocuğun fiziksel ve zihinsel sağlığı, davranışsal, sosyo duygusal becerilerinin gelişmesine etki ettiği kadar; çocukların içinde bulundukları sosyoekonomik durum ve risklerden kaynaklanan eşitsizliklerin engellenmesine ve fırsat eşitliği yaratılmasına da yardımcı olur. Bu çerçevede 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığının Türkiye’de Çocukların Durumu başlıklı raporunda yer verdiği sorunların yanında yapılan araştırma ve değerlendirmeler çerçevesinde Türkiye'nin çocuk hakları karnesi pek parlak değil. 2016 yılında gazeteci Umay Aktaş’ın haberleştirdiği “Sayılarla Türkiye'de Çocuk” araştırmasında Her üç çocuktan birinin yoksul; 2014’te Türkiye’de 40 bin "çocuğa taciz davası" açılması; 900 bin çocuk işçi varlığı ve sadece 2015'te, 31 bin 337 kız çocuğu evlendirilmiş olması yaşanan sıkıntılara örnektir.

Her çocuk hayata eşit başlamayı hak eder. Erken Çocukluk Eğitimi bu nedenlerle önemlidir.

 

Kaynakça:

> Sayılarla Türkiye’de Çocuk ve Okul Öncesi Eğitim

Alpaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017) 

alpaslan_dartanMilli Eğitim Bakanlığının 2017-2018 Örgün Eğitim İstatistikleri raporunda Türk Millî Eğitim Sisteminin Yapısı hakkında 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ile belirlenmiş "Örgün Eğitim" ve "Yaygın Eğitim" olmak üzere iki ana bölümden oluşmaktadır demektedir. Örgün Eğitimi ise; belirli yaş grubundaki ve aynı seviyedeki bireylere, amaca göre hazırlanmış programlarla, okul çatısı altında (okul öncesi, ilkokul, ortaokul, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumları) düzenli olarak yapılan eğitim olarak tanımlamaktadır.

Örgün eğitimin ilk basamağı olan okulöncesi eğitim ile ilgili olarak yine bu raporun ilgili bölümlerinde kısa alıntılarla tanım ve sınıflandırmalara yer verilmiştir. Örneğin; Okul öncesi eğitim; isteğe bağlı olarak zorunlu ilköğretim çağına gelmemiş, 3 yaş (36 ayını dolduran, 2014 yılının 1. ve 9. ayları arasında doğan çocuklar), 4 yaş ve 5 yaş (66 aydan küçük olan çocuklar) grubundaki çocukların eğitimini kapsadığına yer verilirken, Okul öncesi eğitimin amacının da çocukların bedensel, zihinsel, duygusal gelişimini ve iyi alışkanlıklar kazanmasını, onların ilköğretime hazırlanmasını, koşulları elverişsiz çevrelerden gelen çocuklar için ortak bir yetişme ortamı sağlanmasını, Türkçenin doğru ve güzel konuşulmasını sağlamak olduğu aktarılmıştır. 

Anaokulu ve ilköğretim yılları çocukların hemen hemen her yönde hızla geliştiği değiştiği ve şekillendiği bir dönem olduğundan bu süreçte öğrencilerimizin kazandıkları bilgi ve beceri birikimler sadece lise ve üniversite yıllarına temel oluşturmakla kalmaz tüm yaşam kalitesini ve standartlarını da belirler. Bilgi, beceri, davranış ve alışkanlık boyutundaki pek çok temel kazanım da bu yıllarda edinilir. 

Okul öncesi eğitim kurumları, bedensel, psikomotor, sosyal-duygusal, zihin ve dil gelişimlerinin büyük ölçüde tamamlandığı, kişiliğin şekillendiği bir dönemdir. Uygun fiziksel ve sosyal çevre koşullarında ve sağlıklı etkileşim ortamında yetişen çocukların, daha hızlı ve başarılı bir gelişim gösterdikleri biliniyor. Geleceğin dünyasında bilginin tek başına yeterli olmadığını, bunun yanında uygun kavramların, becerilerin ve tutumların da geliştirilmesi gerektiğini  biliyoruz.

Bir Problemimiz Var 

Milli Eğitim Bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk eğitimin içerisinden gelen bir akademisyen ve önemli bir uzman. Göreve geldikten kısa bir süre sonra ortaya koyduğu 2023 Eğitim Vizyonu’nda dile getirdiği pek çok başlık içerisinde Erken Çocukluk Eğitimine de önemli bir yer vermiştir. Yıllar yılı dile getirilen ama yetersiz fiziki alt yapı ve öğretmen açığı gibi her seferinde farklı gerekçeler dillendirilerek yerine getirilemeyen ve önemsenmeyen bir okul öncesi eğitiminin zorunlu eğitim kapsamına alınmasına ilişkin bir problemimiz var.

Yıllar içerisindeki sınav sonuçlarına endeksli başarı beklentileri, sürekli revize edilen ve değiştirilen ortaöğretime ve üniversiteye geçiş sistemleri ve bu sistemlerin siyasi ya da bireysel faktörlerin etkisiyle yap-boz oyununa dönüştürülmesi gibi öncelikli olarak ele alınması gereken okul öncesi eğitimde de okullaşma oranının yükseltilmesi hep ağır aksak ilerliyor.

Türkiye’nin eğitim sisteminin temellinde yani her eğitim kademesinin kendine özgü sorunları bulunuyor. Eğitimin bütünleşik yapısını ve birbirini destekleyen özeliklerini geliştirmek ve K12 sistemi içerisinde sorunsuz kotarabilmek kolay olmuyor zaman ve emek gerekiyor.

Okul öncesi eğitimin zorunlu hale getirilecek olması, okullar arası geçiş, sınavlar, okullar arası farkların azaltılacağı gibi hedefler oldukça önemli. Eğitim Vizyonunda bir alt başlık olarak yer alan 2023 Erken Çocukluk vizyonu içerisinde,

  • Erken Çocukluk Eğitim Hizmetinin Yaygınlaştırılması,
  • Erken Çocukluk Eğitim Hizmetlerine Yönelik Bütünleşik Bir Sistem Oluşturulması,
  • Şartları Elverişsiz Gruplarda Eğitimin Niteliği̇ Artırılması

gibi üç alt stratejinin geliştirileceğinden söz edilmiştir. Bu çerçevede ivedilikle ele alınması gereken sorun, erken çocukluk eğitiminin geliştirilmesinin önündeki engellerin kaldırılması olmalıdır.

Okul Öncesi Eğitimi Neden Önemli?

Çünkü; Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) ‘nun verilerine baktığınızda Türkiye nüfusunun %28,3’ünü çocuk da ondan. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre; 2017 yılsonu itibariyle Türkiye nüfusu 80 milyon 810 bin 525 iken, bunun 22 milyon 883 bin 288'ini çocuk nüfus oluşturdu. Birleşmiş Milletler tanımına göre; 0-17 yaş grubunu içeren çocuk nüfus, 1970 yılında toplam nüfusun %48,5'ini oluştururken, bu oran 1990 yılında %41,8 ve 2017 yılında %28,3 oldu. Nüfus projeksiyonlarına göre ise, çocuk nüfus oranının 2040 yılında %23,3, 2060 yılında %20,4 ve 2080 yılında %19 olacağı öngörülüyor. Yani genç nüfusumuzun oranın yıllar içerisinde düşeceği anlaşılıyor. Dünyada ise nüfusun 2017 yılında %30,2'sini çocuklar oluştururken, Türkiye %28,3 ile 167 ülke arasında en fazla çocuk nüfusa sahip 97'nci ülke olarak yer alıyor.


Çocuk nüfusun toplam nüfus içindeki oranı, 1935-2080

alpaslan_dartan













http://www.tuik.gov.tr/hb/375/kapak/27596_img_1_375_18.04.20181242868525.jpg" >
           Kaynak: TÜİK, Genel Nüfus Sayımları, 1935-1990
                         TÜİK, Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi, 2008-2017
                         TÜİK, Nüfus Projeksiyonları, 2018-2080

Yetersiz okul öncesi eğitiminin ve buna bağlı olarak çocukların okula hazır olmamalarının etkileri, ortaokul ve lise öğrencilerinin performansına da yansımaktadır. Yapılan araştırmalar özellikle PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) araştırmalarında okul öncesi eğitimi almış olan çocukların bu eğitimi almamış olanlara göre, lisede öğrenme becerilerinde 2 yıl daha önde oldukları saptanmıştır. Bu nedenle de Türkiye'nin günümüzün bilgi toplumunda rekabet edeceği insan gücü açasından okul öncesi eğitimi son derece büyük bir önem içermektedir.

Türkiye’de okul öncesi eğitime katılım son 10 yılda büyük oranda artış göstermesine rağmen, okullaşma oranları hem Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ortalamasının hem de geçtiğimiz yıllarda MEB tarafından belirlenen hedeflerin altında yer almaktadır. 2004-2005 yılında %10’un biraz üzerinde olan 3-5 yaş net okul öncesi okullaşma oranı, 2016-2017 yılında, %35,2’ye ulaşmış olmakla beraber Milli Eğitim Bakanlığı 2014-2019 Stratejik Planı’nda bu oranların artırılması hedeflenmiştir.

 

Milli Eğitim Bakanlığını 2018-2019 eğitim istatistiklerine göre

Okul öncesi eğitim kurumlarının okul türlerine göre okul, öğrenci, öğretmen ve derslik sayısı

 

                             
 

[2017/'18 öğretim yılı - The educational year 2017/'18]

           
       

 

 

 

               

Okul Türü                                                                                             Type of school

Okul/   Kurum/ Sınıf              

 

Öğrenci sayısı                                                                                                                                            

 

Öğretmen sayısı                                                              

 

Derslik              

   

 

Toplam                        

Erkek                                                                                  

Kadın                                                    

 

Toplam  

Erkek                                                                                  

Kadın                                                    

 

   
                             

Okul öncesi eğitim (Resmi+Özel)                                                                                                          

31 246

 

1.501 088

782 646

718 442

 

84 257

4 585

79 672

 

78 852

   
                             
 

Anaokulları toplamı (Resmi+Özel)                                                        

10 073

  

647 685

338 467

309 218

  

45 135

2 439

42 696

  

44 587

   
                             
 

Anasınıfları toplamı (Resmi+Özel)                                            

21 173

 

853 403

444 179

409 224

 

39 122

2 146

36 976

 

34 265

   
                             

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

Erken çocukluk dönemi olarak tanımlanan bu dönemdeki fiziksel, bilişsel, duygusal ve sosyal gelişim kişinin ileriki yıllardaki gelişimi için temel teşkil eder. Bu dönemdeki tecrübeler ve müdahaleler çocuğun fiziksel ve zihinsel sağlığı, davranışsal, sosyo duygusal becerilerinin gelişmesine etki ettiği kadar; çocukların içinde bulundukları sosyoekonomik durum ve risklerden kaynaklanan eşitsizliklerin engellenmesine ve fırsat eşitliği yaratılmasına da yardımcı olur. Bu çerçevede 2011 yılında Milli Eğitim Bakanlığının Türkiye’de Çocukların Durumu başlıklı raporunda yer verdiği sorunların yanında yapılan araştırma ve değerlendirmeler çerçevesinde Türkiye'nin çocuk hakları karnesi pek parlak değil. 2016 yılında gazeteci Umay Aktaş’ın haberleştirdiği “Sayılarla Türkiye'de Çocuk” araştırmasında Her üç çocuktan birinin yoksul; 2014’te Türkiye’de 40 bin "çocuğa taciz davası" açılması; 900 bin çocuk işçi varlığı ve sadece 2015'te, 31 bin 337 kız çocuğu evlendirilmiş olması yaşanan sıkıntılara örnektir.

Her çocuk hayata eşit başlamayı hak eder. Erken Çocukluk Eğitimi bu nedenlerle önemlidir.

 

Kaynakça:

Son Güncelleme: Perşembe, 25 Temmuz 2019 12:42

Gösterim: 2234


Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.