Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.
Neriman Öztürk / Okan Üniversitesi Eğitim Yönetimi Doktora Öğrencisi / Eğitim Uzmanı
“Uluslararası Öğrenci Değerlerndirme Programı” (Programme for Inernational Student Assessment) PISA, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından 3 yılda bir 15 yaş grubunda yer alan öğrencilerin başarılarını sınayan bir sınavdır. Şu anda sınav 3 yılda bir 80 ülkede uygulanmaktadır. Yaklaşık 2 saatlik bir sürede öğrenciler fen, matematik ve okuma sorularını cevaplamakta ve bir öğrenci anketini yanıtlamaktadırlar.
2015 yılında ise akademik başarıyı ölçmenin yanı sıra well-being (iyioluş) göstergeleri de değerlendirmeye dahil edilmiş, öğrencilerin öznel iyi oluşlarını akademik başarıları ile birlikte analiz edilmiştir. Sonuçlar ise oldukça çarpıcı ve vahim. 2015 PISA sonuçlarına göre Türkiye 72 ülke arasında öğrencilerin öznel iyi oluş göstergeli bakımından son sırada yer aldı.
2018 yılında ise 79 ülke arasında yine son sırada yer aldı.
Peki iyi oluş nedir? Mutlulukla bir ilişkisi var mıdır? Nasıl ölçülmektedir? Akademik başarı ile ilişkisi nedir ve nasıl geliştirilebilir? Bu soruların yanıtlarını bulmak üzere hem iyi oluş literatürünü hem de mutluluk üzerine yapılan bilimsel çalışmalara göz attım. Okulların iyi oluş geliştirme stratejileri ve yol haritalarını inceledim ve aslında biraz göz ardı edilmiş, beki de yeterince önemsenmemiş bir konu olan eğitimde iyi oluş konusunu masaya yatırmaya karar verdim.
İYİ OLUŞ (WELL-BEING) NEDİR?
Öncelikle iyi oluş (well- being) kavramı ile mutluluk kavramlarının birbirinden farklı olduğunu belirtmekte yarar var. İyi oluş, tek bir alanda tek bir gösterge ile doğru şekilde ölçülemeyen karmaşık, çok boyutlu bir yapıdır.Mutluluk, daha kısa vadeli ve mantıksal olarak sürdürülemeyen bir durumu ifade ederken, iyi oluş, daha dayanıklı ve istikrarlı bir kavramdır. Mutluluk, çevreye ve koşullara bağımlı ve tepkiselken, iyi oluş tepkisel değildir, başarıya ve iyi işleve neden olmaktadır.
İyioluşun temelleri son on yılda ortaya çıkan “Pozitif Psikoloji” alanındaki çalışmalarla atılmıştır.“Pozitif psikoloji” kavramı ilk kez 1950’lerde Abraham Maslow tarafından kullanılmıştır. Antik Yunanda Aristotales iki tür iyi oluştan bahsetmektedir. İlki kısa süreli hedonikiyi oluş, diğeri ise uzun süreli eudaimonic iyi oluştur. Günümüze geldiğimizde Martin Selingman’ın iyi oluş modeli karşımıza çıkmaktadır. Selingman, üç yaşam şekli tanımlamıştır: Tatmin edici yaşam (hedonik yaşamla benzer), engaged yaşam (akışta olma) ve anlamlı yaşam (Aristo’nun tanımladığı uzun süreli iyi oluşa benzer). Selingman kısaca PERMA olarak ifade edilen iyi oluş modelinde iyi oluşun şu boyutlarını tanımlamıştır: P (Positive Emotion: Olumlu duygular); E (Engagement: etkileşim); R (Relationship: İlişki); M (Meaning: Anlam) ve A (Accomplishment: Başarı)
İyi oluşu ölçmeye yönelik OECD’nin “How’s Life?” (Hayat Nasıl Gidiyor) çerçevesi2 başlık altında 11 iyi oluş boyutu tanımlamaktadır.Bunlardan ilki “Yaşam Kalitesi” diğeri ise “Maddi Koşullar” dır. “Yaşam Kalitesi” başlığı altında sağlık durumu, iş-yaşam dengesi, eğitim ve beceriler, sosyal bağlantılar, sivil katılım ve yönetişim, çevresel kalite, kişisel güvenlik ve öznel iyi oluş yer alırken, “Maddi Koşullar” başlığı altında gelir ve servet, işler ve kazançlar ve barınma yer almaktadır. Bu çerçeve yetişkin yaşamına odaklanmaktadır. Sonuçlar içerisinde dikkat çeken konulardan biri “başkalarına güven” boyutunda Türkiye’nin en alt sırada yer almasıdır.
2020 yılında yayımlanan Dünya Mutluluk Raporu’na baktığımızda Türkiye’nin 153 ülke arasında 93. sırada yer aldığını görüyoruz. Mutluluk göstergeleri ise GSYH, yenidoğan yaşama oranı, sosyal destek, yaşam seçimleri yapma özgürlüğü, cömertlik, yolsuzluk algısı, olumlu duygular, olumsuz duygulardır.
Ergenlerin, iyi oluşlarını tanımlamada, yetişkinlerinkiyle çakışmayan farklı boyutlar vardır. Örneğin 2015 yılında 14 ve 15 yaşındaki büyük bir örneklem grubuna iyi bir yaşamın onlar için ne anlama geldiği sorulduğunda , en yaygın kullanılan beş terim "arkadaşlar", "aile", "zorbalık", "ebeveynler" ve "okul” olmuştur (The Children's Society, 2015).
Bu noktada “öğrenci iyi oluşu” kavramını tanımlamak yerinde olur. Öğrenci iyi oluşu, kendisi, ilişkileri ve okul deneyimine dair sürdürülebilir bir pozitif ruh hali, tutum ve dayanıklılığı içermektedir. Öğrenci iyi oluşu, öğrencilerin mutlu ve doyurucu bir yaşam sürmek için ihtiyaç duydukları psikolojik, bilişsel, sosyal ve fiziksel işlerlik ve becerileri ifade etmektedir.Tanımda dikkat çekici olan, iyi oluşun, mutluluk gibi bir “olma” halinden ziyade, işlerlik ve beceriler olarak tanımlanmasıdır. Bu da bize iyi olşun öğrenilebilir ve öğretilebilir bir beceri seti olduğunu söylüyor.
Peki bu beceri seti neleri kapsamaktadır? Öncelikle öğrencilere iyi oluşun ne olduğu ve ne olmadığına dair bir farkındalık eğitiminin verilmesi yararlı olabilir. İyi oluş durumunun genel olarak ilişkilendirildiği faktörler incelendiğinde (çok paraya sahip olma, iyi bir ilişkiye sahip olma, iyi bir iş, mükemmel bir bedene sahip, lüks eşyaya sahip olma gibi) bunların sandığımız oranda iyi oluşumuzu belirlemediği bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur. Bunun nedenlerine baktığımızda ise ilk olarak “Hedonik Uyum” faktörü karşımıza çıkmaktadır. Hedonik uyum, istediğimiz bir şeye sahip olduktan kısa bir süre sonra ilk andaki kadar bizi mutlu etmemesini ifade etmektedir. Bir diğer faktör “gerçekçi olmayan referans noktaları”dır. Kendimizi sürekli başkalarıyla kıyaslamamız, bu sosyal kıyaslama çoğunlukla gerçekçi olmayan temellere dayanmaktadır. Son olarak “etki yanılgısı” faktöründen bahsetmek yararlı olabilir. Buna göre araştırmacılar, katılımcılardan öncelikle çok arzu ettikleri bir şey olduğunda ne kadar mutlu olacaklarına veya korktukları, istemedikleri bir durumla karşılaştıklarında ne kadar kötü hissedeceklerine dair öngörülerini puanlamalarını istemişlerdir. Araştırma sonucunda ise katılımcıların ne sandıkları kadar “mutlu” ne de sandıkları kadar “mutsuz” olmadıklarını, etki faktörünün abartılan bir faktör olduğunu ortaya koymuşlardır.
Peki iyi oluşumuza etki eden gerçek faktörler bunlar değilse, iyi oluşumuzu ne belirler? Berkeley Üniversitesi bünyesinde yer alan Greater Good Science Center’da yıllardır iyi oluş çalışmaları yürütülmektedir. Yapılan bilimsel araştırmalar neticesinde iyi oluşumuzu belirleyen temel bileşenlerin özgecilik, farklılıkları kabul etme, merhamet, empati, bağışlama, şükran duygusu, sosyal bağlantılar, yaşam amacına ve anlamına sahip olma ve bilinçli farkındalık (mindfullness) olduğunu bulmuşlardır. Uzmanlar, iyi oluşumuzu geliştirmek için sosyal kıyaslamalardan uzak durmak, zihnin yanlış şeyler isteyebileceğinin farkında olmak, meditasyon yapmak, şükran günlüğü tutmak, anıntadını çıkarmayı öğrenmek, iyimser düşünmeyi öğrenmek ve eşyadan çok deneyime yatırım yapmamızı öneriyorlar. Okullarda yıllardır çok sağlıklı bir şekilde yürütülemeyen “Değerler Eğitimi” nin yerini belki de “İyi oluş Eğitimi” almalı ve öğrencilerin yaşam boyu sürdürebilecekleri alışkanlıkların temelleri atılmalıdır.
PISA sonuçlarına geri dönelim. 2015 yılında ilk kez ölçülen Öğrenci İyi Oluşu, 4 temel boyut çerçevesinde ele alınmıştır:
* Öğrenci iyi oluşunun sosyal boyutu, sosyal yaşamlarının kalitesi ile ilgilidir. Öğrencilerin aileleri, akranları ve öğretmenleri ile olan ilişkilerini ve öğrencilerin okul içi ve dışındaki sosyal yaşamları hakkındaki duygularını içerir. PISA 2015'te, öğrencilerin sosyal refahının ana ölçüsü, okula kendilerinin bildirdiği aidiyet duygusudur. Öğrencilerin okuldaki sosyal ilişkilerinin kalitesi, öğrencilerin kendi bildirdikleri zorbalığa maruz kalmaları ve öğretmenlerin adalet anlayışları aracılığıyla da ölçülür.
* Öğrenci iyi oluşununbilişsel boyutu, öğrencilerin yaşam boyu öğrenenler, etkili çalışanlar ve bağlı vatandaşlar olarak günümüz toplumuna tam olarak katılmaları için ihtiyaç duydukları bilişsel temelleri ifade eder. Öğrencilerin, problemleri tek başına veya başkalarıyla işbirliği içinde çözmek için akademik bilgiyi kullanma yeterliliğini ve eleştirel düşünme ve çeşitli bakış açılarından fikirlerle yüzleşebilme gibi üst düzey muhakeme becerilerini içerir.
* Öğrenci iyi oluşunun fiziksel boyutu, öğrencilerin sağlığı ve sağlıklı bir yaşam tarzının benimsenmesi ile ilgilidir. PISA, öğrencilerin sağlık durumunu bu şekilde ölçmez. Ancak öğrencilerin ne kadar fiziksel aktivite ve düzenli beslenme alışkanlıklarına dair sorular içerir.
* Psikolojik boyut, öğrencilerin yaşamlarıyla ilgili değerlendirmelerini ve görüşlerini, okulla olan ilişkilerini ve gelecekleri için sahip oldukları hedef ve istekleri içeren psikolojik iyi oluşu ifade etmektedir.
PISA 2018’de ölçülen öğrenci iyi oluş boyutları ise şunlardır:
* Öğrencilerin yaşamlarına ilişkin genel değerlendirmesini ifade eden yaşam doyumu, öğrencilerin yaşamlarındaki anlam ve amaç;
* Öğrencilerin duyguları: öğrencilerin öznel iyi oluşlarını ortaya koymaktadır. Öznel iyi oluş, “insanların yaşamları hakkında yaptıkları olumlu ve olumsuz tüm değerlendirmeler ve insanların deneyimlerine duyuşsal tepkileri dahil olmak üzere iyi zihinsel durumlar” olarak tanımlanmaktadır.
* Öz yeterlik: bireylerin, özellikle zorlu koşullarla karşılaştıklarında, belirli faaliyetlerde bulunma ve belirli görevleri yerine getirme yeteneklerine ne ölçüde inandıkları anlamına gelir. Madalyonun öteki yüzü olan başarısızlık korkusu ie öz- yeterlik ile birlikte analiz edilmektedir.
* Büyüme zihniyeti, bir kişinin yeteneğinin ve zekasının zaman içinde gelişebileceği inancıdır. Büyüme zihniyeti, geleneksel bir refah boyutu olan kişisel gelişim (yani sürekli kendini geliştirme hissi) ile yakından ilgilidir.
Öğrenci iyi oluşu ile ilgili değerlendirmelerde üzerinde durulması geeken bir diğer önemli konu, önemli olan şeyin öğrencilerin şu andaki iyi oluşuna dikkat etmektir. Genellikle çocukluk ve gençlik dönemi geleceğe hazırlık olarak görülmektedir. Bu da tüm zamanlarını dersler ve sosyal faaliyetlerle doldurmak anlamına gelebilmektedir. Oysa ki unutulmamalıdır ki çocukluk ve ergenlik, kendi içlerinde yaşanacak ve zevk alınacak önemli aşamalardır.Öte yandan ise öğrenci iyi oluşunun sürdürülebilirliği, şu anda ve gelecekte iyi işlev görmek için gerekli olan akademik, bilişsel olmayan ve işle ilgili becerileri edinmeye yatırım yapılmasını gerektirir.Becerilerin geliştirilmesi diğer temel sosyal etkinlikler ve boş zaman etkinlikleri ile iyi dengelenmişse ve bu tür bir gelişme destekleyici ve şefkatli bir ortamda gerçekleşirse, şu anda "iyi olmak" ile geleceğe "hazır olmak"arasında seçim yapmak gerekli değildir.
İYİ OLUŞ NEDEN ÖNEMLİDİR?
- Öğrenme ve performans üzerinde doğrudan etkisi vardır.
- Zorluklarla başa çıkmada fiziksel ve zihinsel dayanıklılık sağlar.
- İyi oluş startejilerini yaşamının ileriki dönemlerinde kullanabilir.
- Stresi yönetmemize yardımcı olur.
ÖĞRENCİ İYİ OLUŞUNU ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Öğrencilerin iyi oluşlarında fak yaratan başlıca unsurlar öğretmenler, ebeveynler ve okullardır. PISA sonuçlarına göreöğrencilerin okula aidiyet hissetmelerinin önündeki en büyük engel öğretmenleriyle olumusuz ilişki algılarıdır.Daha mutlu öğrenciler, öğretmenleriyle olumlu ilişkiler bildirmişlerdir. "Mutlu" okullardaki öğrenciler (öğrencilerin yaşam doyumunun ülke ortalamasının üzerinde olduğu okullar) öğretmenlerinden "mutsuz" okullardaki öğrencilere göre daha yüksek düzeyde öğretmen desteği algıladıklarını ifade etmişlerdir. Bu önemli. Gençler güçlü sosyal bağlar ararlar ve başkalarının kabulüne, ilgisine ve desteğine değer verirler.
Çoğu öğretmen, öğrencileriyle olumlu ilişkiler kurmayı önemsiyor; ancak bazı öğretmenler zor öğrenciler ve sınıf ortamlarıyla başa çıkmak için yeterince hazırlıklı olmayabilir. Mesleki gelişimde sınıf ve ilişki yönetimine daha güçlü bir odaklanma, öğretmenlere öğrencileriyle bağlantı kurmaları için daha iyi araçlar sağlayabilir.Öğretmenlerin, öğrencilerin güçlü ve zayıf yönlerini iyi bir şekilde anlamalarına ve bu zayıflıkları hafifletmek için neler yapabileceklerine dair farkındalık geliştirmelerine nasıl yardımcı olacaklarını bilmeleri gerekir.
Değerlendirmelerin tasarımı da önemlidir. Daha kolay hedeflerle başlayan ve giderek zorlaşan daha sık değerlendirmeler, öğrencilerin önemli bir değerlendirmeye girmeden önce düşük riskli testlerde becerilerini gösterme fırsatları gibi, öğrencilerin kontrol duygusunu geliştirmelerine de yardımcı olabilir.
Öğrencilerin, ebeveynlerinin kendileriyle ve okul yaşamlarıyla ne kadar ilgilendiklerine ilişkin algıları, eğitime yönelik kendi tutumları ve çalışma motivasyonları ile de ilgilidir. Bu ilişkiler özellikle düşük performans gösteren öğrenciler arasında güçlüdür ve çoğu okul faktörünün ve PISA tarafından ölçülen diğer faktörlerin etkisinden daha güçlüdür.
Hem öğretmenlerin hem de ebeveynlerin, öğrencilerin motivasyonunu aşırı bir başarısızlık korkusu yaratmadan öğrenmeye ve başarmaya teşvik etmenin yollarını bulmaları gerekir. Sonuç olarak, öğrencilerin iyioluşunu artırmanın açık bir yolu, okulların tüm ebeveynleri çocuklarının okul hayatına daha fazla dahil olmaya teşvik etmeleridir. Ebeveynler ve öğretmenler güvene dayalı ilişkiler kurarlarsa, okullar, öğrencilerinin bilişsel ve sosyo-duygusal eğitiminde değerli ortaklar olarak ebeveynlere güvenebilirler. Planlanmış telefon veya video görüşmeleri gibi esnek iletişim kanalları açabilirler.
Öğrencilerin iyi oluşunu etkileyen bir diğer faktör internette geçirilen zamandır. OECD ülkelerinde çoğu öğrenci "İnternetin bilgi edinmek için harika bir kaynak" (% 88) ve "İnternette sosyal ağlara sahip olmanın çok yararlı" (% 84) olduğu konusunda hemfikir. Veriler aynı zamanda çoğu öğrencinin çeşitli dijital cihazları ve interneti kullanmaktan zevk aldığını, ancak bazı öğrencilerin aşırı internet kullanımının riski faktörü oluşturduğunu göstermektedir. Ortalama olarak, öğrencilerin% 26'sı hafta sonları internette günde altı saatten fazla zaman geçirdiklerini ve% 16'sı hafta içi benzer bir süreyi geçirdiklerini bildirmiştir. Katılımcı ülkelerin çoğunda, aşırı internet kullanımı - günde altı saatten fazla - öğrencilerin yaşam doyumu ve okuldaki katılımı ile olumsuz bir ilişkiye sahiptir. Siber zorbalığın artmasıyla birlikte internet, bir öğrenme aracı olduğu kadar taciz kaynağı da olabilir.
OKULLAR İÇİN İYİ OLUŞU GELİŞTİRME STRATEJİLERİ
* Okullarda iyi oluş programları aracılığıyla öğrencilere bilimsel araştırma bulguları ile desteklenerek, iyi oluşu belirleyen temel faktörlerle ilgili eğitim programlarının başlatılması;
* Olumlu bir disiplin iklimini yaratılması;
* Okulda rekabet-işbirliği dengesinin kurulması;
* İyi oluş ölçeklerinin uygulanarak öğrencilerin iyi oluşlarının akademik başarıları gibi yakından takip edilmesi;
* Stres eğitiminin verilmesi, stresin biyolojik bir olgu olarak anlatılması ve bir zayıflık olarak görülmemesi; * Molalar vermenin öneminin anlatılması;
* İyi bir uyku için nelerin gerekli olduğunun öğretilmesi;
* Gevşemenin ve rahatlamanın bir lüks olarak görülmemesi, nefes tekniklerinin öğretilmesi;
* Zevk için egzersiz yapmanın öneminin anlatılması;
* Sadece keyif almak için okumanın teşvik edilmesi;
* İçedönüklüğün dışadönüklük gibi doğal olduğunu iki kişiliğin de eşit değerde olduğunun benimsetilmesi;
* Aynı anda pek çok görevi birlikte yapmaya çalışmann olumsuz sonuçlarının anlatılması;
* İyi oluşumuzun uyku, doğru bir beslenme şekli ve fiziksel egzersizle kontrol edilebilir olduğunu öğretmek;
* Başarısızlıkları öğrenme fırsatları olarak görmeyi öğretmek;
* Başarısızlıkla başa çıkma mekanizmaları geliştirmeleri için dışsal ödüle bağımlı olmayan esnek ve bağımsız öğrenenler olmalarını öğretmek;
* Aşırı koruyucu ebeveynlere karşı stratejiler geliştirmek;
* Öğrencilerin notlardan ziyade, iyi öğrenme alışkanlıkları, azim ve cesaret gösterdikleri için övüldüğü bir okul iklimi yaratmak ;
* Öğrencileri kendi çalışmaları için sorumlu tutmak, çalıntı veya eksik bırakılmış çalışmalar için hesap sormak;
* Bilinçli farkındalık (mindfullness) eğitimi vermek;
* Zorbalık karşıtı stratejiler ve eylem planları hazırlamak;
* Sınıf ve okul etkinlikleri ile ilgili öğrencilere söz hakkı vermek;
* Okul alanlarını öğrenme hedefleriyle uyumlu hale getirmek;
KAYNAKLAR
1.Dr. Martin E. P. Seligman Öğrenilmiş İyimserlik, Eksi Yayınevi, 2020.
2.Good Childhood Report, https://www.childrenssociety.org.uk/good-childhood
3.PISA 2015 Student Wellbeing Report, http://www.oecd.org/education/pisa-2015-results-volume-iii-9789264273856-en.htm
4.What School Life Means For Students Lifes, http://www.oecd.org/education/pisa-2018-results-volume-iii-acd78851-en.htm, 2018.
5.2020 World Happiness Report, https://worldhappiness.report/ed/2020/
6.“How is Life? 2020 Measuring Wel-being, http://www.oecd.org/statistics/how-s-life-23089679.htm
7.Laurie Santos, Yale University “The Science of Well- Being” course, https://www.coursera.org/learn/the-science-of-well-being
8.Keys to Wellbeing, https://greatergood.berkeley.edu/key
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Neriman Öztürk / Okan Üniversitesi Eğitim Yönetimi Doktora Öğrencisi / Eğitim Uzmanı
“Uluslararası Öğrenci Değerlerndirme Programı” (Programme for Inernational Student Assessment) PISA, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) tarafından 3 yılda bir 15 yaş grubunda yer alan öğrencilerin başarılarını sınayan bir sınavdır. Şu anda sınav 3 yılda bir 80 ülkede uygulanmaktadır. Yaklaşık 2 saatlik bir sürede öğrenciler fen, matematik ve okuma sorularını cevaplamakta ve bir öğrenci anketini yanıtlamaktadırlar.
2015 yılında ise akademik başarıyı ölçmenin yanı sıra well-being (iyioluş) göstergeleri de değerlendirmeye dahil edilmiş, öğrencilerin öznel iyi oluşlarını akademik başarıları ile birlikte analiz edilmiştir. Sonuçlar ise oldukça çarpıcı ve vahim. 2015 PISA sonuçlarına göre Türkiye 72 ülke arasında öğrencilerin öznel iyi oluş göstergeli bakımından son sırada yer aldı.
2018 yılında ise 79 ülke arasında yine son sırada yer aldı.
Peki iyi oluş nedir? Mutlulukla bir ilişkisi var mıdır? Nasıl ölçülmektedir? Akademik başarı ile ilişkisi nedir ve nasıl geliştirilebilir? Bu soruların yanıtlarını bulmak üzere hem iyi oluş literatürünü hem de mutluluk üzerine yapılan bilimsel çalışmalara göz attım. Okulların iyi oluş geliştirme stratejileri ve yol haritalarını inceledim ve aslında biraz göz ardı edilmiş, beki de yeterince önemsenmemiş bir konu olan eğitimde iyi oluş konusunu masaya yatırmaya karar verdim.
İYİ OLUŞ (WELL-BEING) NEDİR?
Öncelikle iyi oluş (well- being) kavramı ile mutluluk kavramlarının birbirinden farklı olduğunu belirtmekte yarar var. İyi oluş, tek bir alanda tek bir gösterge ile doğru şekilde ölçülemeyen karmaşık, çok boyutlu bir yapıdır.Mutluluk, daha kısa vadeli ve mantıksal olarak sürdürülemeyen bir durumu ifade ederken, iyi oluş, daha dayanıklı ve istikrarlı bir kavramdır. Mutluluk, çevreye ve koşullara bağımlı ve tepkiselken, iyi oluş tepkisel değildir, başarıya ve iyi işleve neden olmaktadır.
İyioluşun temelleri son on yılda ortaya çıkan “Pozitif Psikoloji” alanındaki çalışmalarla atılmıştır.“Pozitif psikoloji” kavramı ilk kez 1950’lerde Abraham Maslow tarafından kullanılmıştır. Antik Yunanda Aristotales iki tür iyi oluştan bahsetmektedir. İlki kısa süreli hedonikiyi oluş, diğeri ise uzun süreli eudaimonic iyi oluştur. Günümüze geldiğimizde Martin Selingman’ın iyi oluş modeli karşımıza çıkmaktadır. Selingman, üç yaşam şekli tanımlamıştır: Tatmin edici yaşam (hedonik yaşamla benzer), engaged yaşam (akışta olma) ve anlamlı yaşam (Aristo’nun tanımladığı uzun süreli iyi oluşa benzer). Selingman kısaca PERMA olarak ifade edilen iyi oluş modelinde iyi oluşun şu boyutlarını tanımlamıştır: P (Positive Emotion: Olumlu duygular); E (Engagement: etkileşim); R (Relationship: İlişki); M (Meaning: Anlam) ve A (Accomplishment: Başarı)
İyi oluşu ölçmeye yönelik OECD’nin “How’s Life?” (Hayat Nasıl Gidiyor) çerçevesi2 başlık altında 11 iyi oluş boyutu tanımlamaktadır.Bunlardan ilki “Yaşam Kalitesi” diğeri ise “Maddi Koşullar” dır. “Yaşam Kalitesi” başlığı altında sağlık durumu, iş-yaşam dengesi, eğitim ve beceriler, sosyal bağlantılar, sivil katılım ve yönetişim, çevresel kalite, kişisel güvenlik ve öznel iyi oluş yer alırken, “Maddi Koşullar” başlığı altında gelir ve servet, işler ve kazançlar ve barınma yer almaktadır. Bu çerçeve yetişkin yaşamına odaklanmaktadır. Sonuçlar içerisinde dikkat çeken konulardan biri “başkalarına güven” boyutunda Türkiye’nin en alt sırada yer almasıdır.
2020 yılında yayımlanan Dünya Mutluluk Raporu’na baktığımızda Türkiye’nin 153 ülke arasında 93. sırada yer aldığını görüyoruz. Mutluluk göstergeleri ise GSYH, yenidoğan yaşama oranı, sosyal destek, yaşam seçimleri yapma özgürlüğü, cömertlik, yolsuzluk algısı, olumlu duygular, olumsuz duygulardır.
Ergenlerin, iyi oluşlarını tanımlamada, yetişkinlerinkiyle çakışmayan farklı boyutlar vardır. Örneğin 2015 yılında 14 ve 15 yaşındaki büyük bir örneklem grubuna iyi bir yaşamın onlar için ne anlama geldiği sorulduğunda , en yaygın kullanılan beş terim "arkadaşlar", "aile", "zorbalık", "ebeveynler" ve "okul” olmuştur (The Children's Society, 2015).
Bu noktada “öğrenci iyi oluşu” kavramını tanımlamak yerinde olur. Öğrenci iyi oluşu, kendisi, ilişkileri ve okul deneyimine dair sürdürülebilir bir pozitif ruh hali, tutum ve dayanıklılığı içermektedir. Öğrenci iyi oluşu, öğrencilerin mutlu ve doyurucu bir yaşam sürmek için ihtiyaç duydukları psikolojik, bilişsel, sosyal ve fiziksel işlerlik ve becerileri ifade etmektedir.Tanımda dikkat çekici olan, iyi oluşun, mutluluk gibi bir “olma” halinden ziyade, işlerlik ve beceriler olarak tanımlanmasıdır. Bu da bize iyi olşun öğrenilebilir ve öğretilebilir bir beceri seti olduğunu söylüyor.
Peki bu beceri seti neleri kapsamaktadır? Öncelikle öğrencilere iyi oluşun ne olduğu ve ne olmadığına dair bir farkındalık eğitiminin verilmesi yararlı olabilir. İyi oluş durumunun genel olarak ilişkilendirildiği faktörler incelendiğinde (çok paraya sahip olma, iyi bir ilişkiye sahip olma, iyi bir iş, mükemmel bir bedene sahip, lüks eşyaya sahip olma gibi) bunların sandığımız oranda iyi oluşumuzu belirlemediği bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur. Bunun nedenlerine baktığımızda ise ilk olarak “Hedonik Uyum” faktörü karşımıza çıkmaktadır. Hedonik uyum, istediğimiz bir şeye sahip olduktan kısa bir süre sonra ilk andaki kadar bizi mutlu etmemesini ifade etmektedir. Bir diğer faktör “gerçekçi olmayan referans noktaları”dır. Kendimizi sürekli başkalarıyla kıyaslamamız, bu sosyal kıyaslama çoğunlukla gerçekçi olmayan temellere dayanmaktadır. Son olarak “etki yanılgısı” faktöründen bahsetmek yararlı olabilir. Buna göre araştırmacılar, katılımcılardan öncelikle çok arzu ettikleri bir şey olduğunda ne kadar mutlu olacaklarına veya korktukları, istemedikleri bir durumla karşılaştıklarında ne kadar kötü hissedeceklerine dair öngörülerini puanlamalarını istemişlerdir. Araştırma sonucunda ise katılımcıların ne sandıkları kadar “mutlu” ne de sandıkları kadar “mutsuz” olmadıklarını, etki faktörünün abartılan bir faktör olduğunu ortaya koymuşlardır.
Peki iyi oluşumuza etki eden gerçek faktörler bunlar değilse, iyi oluşumuzu ne belirler? Berkeley Üniversitesi bünyesinde yer alan Greater Good Science Center’da yıllardır iyi oluş çalışmaları yürütülmektedir. Yapılan bilimsel araştırmalar neticesinde iyi oluşumuzu belirleyen temel bileşenlerin özgecilik, farklılıkları kabul etme, merhamet, empati, bağışlama, şükran duygusu, sosyal bağlantılar, yaşam amacına ve anlamına sahip olma ve bilinçli farkındalık (mindfullness) olduğunu bulmuşlardır. Uzmanlar, iyi oluşumuzu geliştirmek için sosyal kıyaslamalardan uzak durmak, zihnin yanlış şeyler isteyebileceğinin farkında olmak, meditasyon yapmak, şükran günlüğü tutmak, anıntadını çıkarmayı öğrenmek, iyimser düşünmeyi öğrenmek ve eşyadan çok deneyime yatırım yapmamızı öneriyorlar. Okullarda yıllardır çok sağlıklı bir şekilde yürütülemeyen “Değerler Eğitimi” nin yerini belki de “İyi oluş Eğitimi” almalı ve öğrencilerin yaşam boyu sürdürebilecekleri alışkanlıkların temelleri atılmalıdır.
PISA sonuçlarına geri dönelim. 2015 yılında ilk kez ölçülen Öğrenci İyi Oluşu, 4 temel boyut çerçevesinde ele alınmıştır:
* Öğrenci iyi oluşunun sosyal boyutu, sosyal yaşamlarının kalitesi ile ilgilidir. Öğrencilerin aileleri, akranları ve öğretmenleri ile olan ilişkilerini ve öğrencilerin okul içi ve dışındaki sosyal yaşamları hakkındaki duygularını içerir. PISA 2015'te, öğrencilerin sosyal refahının ana ölçüsü, okula kendilerinin bildirdiği aidiyet duygusudur. Öğrencilerin okuldaki sosyal ilişkilerinin kalitesi, öğrencilerin kendi bildirdikleri zorbalığa maruz kalmaları ve öğretmenlerin adalet anlayışları aracılığıyla da ölçülür.
* Öğrenci iyi oluşununbilişsel boyutu, öğrencilerin yaşam boyu öğrenenler, etkili çalışanlar ve bağlı vatandaşlar olarak günümüz toplumuna tam olarak katılmaları için ihtiyaç duydukları bilişsel temelleri ifade eder. Öğrencilerin, problemleri tek başına veya başkalarıyla işbirliği içinde çözmek için akademik bilgiyi kullanma yeterliliğini ve eleştirel düşünme ve çeşitli bakış açılarından fikirlerle yüzleşebilme gibi üst düzey muhakeme becerilerini içerir.
* Öğrenci iyi oluşunun fiziksel boyutu, öğrencilerin sağlığı ve sağlıklı bir yaşam tarzının benimsenmesi ile ilgilidir. PISA, öğrencilerin sağlık durumunu bu şekilde ölçmez. Ancak öğrencilerin ne kadar fiziksel aktivite ve düzenli beslenme alışkanlıklarına dair sorular içerir.
* Psikolojik boyut, öğrencilerin yaşamlarıyla ilgili değerlendirmelerini ve görüşlerini, okulla olan ilişkilerini ve gelecekleri için sahip oldukları hedef ve istekleri içeren psikolojik iyi oluşu ifade etmektedir.
PISA 2018’de ölçülen öğrenci iyi oluş boyutları ise şunlardır:
* Öğrencilerin yaşamlarına ilişkin genel değerlendirmesini ifade eden yaşam doyumu, öğrencilerin yaşamlarındaki anlam ve amaç;
* Öğrencilerin duyguları: öğrencilerin öznel iyi oluşlarını ortaya koymaktadır. Öznel iyi oluş, “insanların yaşamları hakkında yaptıkları olumlu ve olumsuz tüm değerlendirmeler ve insanların deneyimlerine duyuşsal tepkileri dahil olmak üzere iyi zihinsel durumlar” olarak tanımlanmaktadır.
* Öz yeterlik: bireylerin, özellikle zorlu koşullarla karşılaştıklarında, belirli faaliyetlerde bulunma ve belirli görevleri yerine getirme yeteneklerine ne ölçüde inandıkları anlamına gelir. Madalyonun öteki yüzü olan başarısızlık korkusu ie öz- yeterlik ile birlikte analiz edilmektedir.
* Büyüme zihniyeti, bir kişinin yeteneğinin ve zekasının zaman içinde gelişebileceği inancıdır. Büyüme zihniyeti, geleneksel bir refah boyutu olan kişisel gelişim (yani sürekli kendini geliştirme hissi) ile yakından ilgilidir.
Öğrenci iyi oluşu ile ilgili değerlendirmelerde üzerinde durulması geeken bir diğer önemli konu, önemli olan şeyin öğrencilerin şu andaki iyi oluşuna dikkat etmektir. Genellikle çocukluk ve gençlik dönemi geleceğe hazırlık olarak görülmektedir. Bu da tüm zamanlarını dersler ve sosyal faaliyetlerle doldurmak anlamına gelebilmektedir. Oysa ki unutulmamalıdır ki çocukluk ve ergenlik, kendi içlerinde yaşanacak ve zevk alınacak önemli aşamalardır.Öte yandan ise öğrenci iyi oluşunun sürdürülebilirliği, şu anda ve gelecekte iyi işlev görmek için gerekli olan akademik, bilişsel olmayan ve işle ilgili becerileri edinmeye yatırım yapılmasını gerektirir.Becerilerin geliştirilmesi diğer temel sosyal etkinlikler ve boş zaman etkinlikleri ile iyi dengelenmişse ve bu tür bir gelişme destekleyici ve şefkatli bir ortamda gerçekleşirse, şu anda "iyi olmak" ile geleceğe "hazır olmak"arasında seçim yapmak gerekli değildir.
İYİ OLUŞ NEDEN ÖNEMLİDİR?
- Öğrenme ve performans üzerinde doğrudan etkisi vardır.
- Zorluklarla başa çıkmada fiziksel ve zihinsel dayanıklılık sağlar.
- İyi oluş startejilerini yaşamının ileriki dönemlerinde kullanabilir.
- Stresi yönetmemize yardımcı olur.
ÖĞRENCİ İYİ OLUŞUNU ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Öğrencilerin iyi oluşlarında fak yaratan başlıca unsurlar öğretmenler, ebeveynler ve okullardır. PISA sonuçlarına göreöğrencilerin okula aidiyet hissetmelerinin önündeki en büyük engel öğretmenleriyle olumusuz ilişki algılarıdır.Daha mutlu öğrenciler, öğretmenleriyle olumlu ilişkiler bildirmişlerdir. "Mutlu" okullardaki öğrenciler (öğrencilerin yaşam doyumunun ülke ortalamasının üzerinde olduğu okullar) öğretmenlerinden "mutsuz" okullardaki öğrencilere göre daha yüksek düzeyde öğretmen desteği algıladıklarını ifade etmişlerdir. Bu önemli. Gençler güçlü sosyal bağlar ararlar ve başkalarının kabulüne, ilgisine ve desteğine değer verirler.
Çoğu öğretmen, öğrencileriyle olumlu ilişkiler kurmayı önemsiyor; ancak bazı öğretmenler zor öğrenciler ve sınıf ortamlarıyla başa çıkmak için yeterince hazırlıklı olmayabilir. Mesleki gelişimde sınıf ve ilişki yönetimine daha güçlü bir odaklanma, öğretmenlere öğrencileriyle bağlantı kurmaları için daha iyi araçlar sağlayabilir.Öğretmenlerin, öğrencilerin güçlü ve zayıf yönlerini iyi bir şekilde anlamalarına ve bu zayıflıkları hafifletmek için neler yapabileceklerine dair farkındalık geliştirmelerine nasıl yardımcı olacaklarını bilmeleri gerekir.
Değerlendirmelerin tasarımı da önemlidir. Daha kolay hedeflerle başlayan ve giderek zorlaşan daha sık değerlendirmeler, öğrencilerin önemli bir değerlendirmeye girmeden önce düşük riskli testlerde becerilerini gösterme fırsatları gibi, öğrencilerin kontrol duygusunu geliştirmelerine de yardımcı olabilir.
Öğrencilerin, ebeveynlerinin kendileriyle ve okul yaşamlarıyla ne kadar ilgilendiklerine ilişkin algıları, eğitime yönelik kendi tutumları ve çalışma motivasyonları ile de ilgilidir. Bu ilişkiler özellikle düşük performans gösteren öğrenciler arasında güçlüdür ve çoğu okul faktörünün ve PISA tarafından ölçülen diğer faktörlerin etkisinden daha güçlüdür.
Hem öğretmenlerin hem de ebeveynlerin, öğrencilerin motivasyonunu aşırı bir başarısızlık korkusu yaratmadan öğrenmeye ve başarmaya teşvik etmenin yollarını bulmaları gerekir. Sonuç olarak, öğrencilerin iyioluşunu artırmanın açık bir yolu, okulların tüm ebeveynleri çocuklarının okul hayatına daha fazla dahil olmaya teşvik etmeleridir. Ebeveynler ve öğretmenler güvene dayalı ilişkiler kurarlarsa, okullar, öğrencilerinin bilişsel ve sosyo-duygusal eğitiminde değerli ortaklar olarak ebeveynlere güvenebilirler. Planlanmış telefon veya video görüşmeleri gibi esnek iletişim kanalları açabilirler.
Öğrencilerin iyi oluşunu etkileyen bir diğer faktör internette geçirilen zamandır. OECD ülkelerinde çoğu öğrenci "İnternetin bilgi edinmek için harika bir kaynak" (% 88) ve "İnternette sosyal ağlara sahip olmanın çok yararlı" (% 84) olduğu konusunda hemfikir. Veriler aynı zamanda çoğu öğrencinin çeşitli dijital cihazları ve interneti kullanmaktan zevk aldığını, ancak bazı öğrencilerin aşırı internet kullanımının riski faktörü oluşturduğunu göstermektedir. Ortalama olarak, öğrencilerin% 26'sı hafta sonları internette günde altı saatten fazla zaman geçirdiklerini ve% 16'sı hafta içi benzer bir süreyi geçirdiklerini bildirmiştir. Katılımcı ülkelerin çoğunda, aşırı internet kullanımı - günde altı saatten fazla - öğrencilerin yaşam doyumu ve okuldaki katılımı ile olumsuz bir ilişkiye sahiptir. Siber zorbalığın artmasıyla birlikte internet, bir öğrenme aracı olduğu kadar taciz kaynağı da olabilir.
OKULLAR İÇİN İYİ OLUŞU GELİŞTİRME STRATEJİLERİ
* Okullarda iyi oluş programları aracılığıyla öğrencilere bilimsel araştırma bulguları ile desteklenerek, iyi oluşu belirleyen temel faktörlerle ilgili eğitim programlarının başlatılması;
* Olumlu bir disiplin iklimini yaratılması;
* Okulda rekabet-işbirliği dengesinin kurulması;
* İyi oluş ölçeklerinin uygulanarak öğrencilerin iyi oluşlarının akademik başarıları gibi yakından takip edilmesi;
* Stres eğitiminin verilmesi, stresin biyolojik bir olgu olarak anlatılması ve bir zayıflık olarak görülmemesi; * Molalar vermenin öneminin anlatılması;
* İyi bir uyku için nelerin gerekli olduğunun öğretilmesi;
* Gevşemenin ve rahatlamanın bir lüks olarak görülmemesi, nefes tekniklerinin öğretilmesi;
* Zevk için egzersiz yapmanın öneminin anlatılması;
* Sadece keyif almak için okumanın teşvik edilmesi;
* İçedönüklüğün dışadönüklük gibi doğal olduğunu iki kişiliğin de eşit değerde olduğunun benimsetilmesi;
* Aynı anda pek çok görevi birlikte yapmaya çalışmann olumsuz sonuçlarının anlatılması;
* İyi oluşumuzun uyku, doğru bir beslenme şekli ve fiziksel egzersizle kontrol edilebilir olduğunu öğretmek;
* Başarısızlıkları öğrenme fırsatları olarak görmeyi öğretmek;
* Başarısızlıkla başa çıkma mekanizmaları geliştirmeleri için dışsal ödüle bağımlı olmayan esnek ve bağımsız öğrenenler olmalarını öğretmek;
* Aşırı koruyucu ebeveynlere karşı stratejiler geliştirmek;
* Öğrencilerin notlardan ziyade, iyi öğrenme alışkanlıkları, azim ve cesaret gösterdikleri için övüldüğü bir okul iklimi yaratmak ;
* Öğrencileri kendi çalışmaları için sorumlu tutmak, çalıntı veya eksik bırakılmış çalışmalar için hesap sormak;
* Bilinçli farkındalık (mindfullness) eğitimi vermek;
* Zorbalık karşıtı stratejiler ve eylem planları hazırlamak;
* Sınıf ve okul etkinlikleri ile ilgili öğrencilere söz hakkı vermek;
* Okul alanlarını öğrenme hedefleriyle uyumlu hale getirmek;
KAYNAKLAR
1.Dr. Martin E. P. Seligman Öğrenilmiş İyimserlik, Eksi Yayınevi, 2020.
2.Good Childhood Report, https://www.childrenssociety.org.uk/good-childhood
3.PISA 2015 Student Wellbeing Report, http://www.oecd.org/education/pisa-2015-results-volume-iii-9789264273856-en.htm
4.What School Life Means For Students Lifes, http://www.oecd.org/education/pisa-2018-results-volume-iii-acd78851-en.htm, 2018.
5.2020 World Happiness Report, https://worldhappiness.report/ed/2020/
6.“How is Life? 2020 Measuring Wel-being, http://www.oecd.org/statistics/how-s-life-23089679.htm
7.Laurie Santos, Yale University “The Science of Well- Being” course, https://www.coursera.org/learn/the-science-of-well-being
8.Keys to Wellbeing, https://greatergood.berkeley.edu/key
Son Güncelleme: Cumartesi, 20 Mart 2021 13:47
Gösterim: 5802
Prof. Dr. Cem Balçıkanlı / Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Yabancı Diller Eğitimi Bölümü, İngiliz Dili Eğitimi ABD
Öz-değerlendirme bizi geçmiş ve bugünkü deneyimlerden sonraki performansımızı hazırlamaya yönlendirir.
Auliq Buz
“Bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına oturdu…” diye bilgisayarın tuşlarına tam basıyordum ki birden aklıma şu soru geldi:
“Ne zamandan beri bilgisayarın başında değilim ki?”
Dolayısıyla bilgisayarın başına oturma ifadesine biraz yabancılaştım ve bana bu yabancılaşmayı sağlatan süreci düşündüm. Eminim ki hepimiz hangi bilinmez süreçten bahsettiğimi biliyoruz. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs (COVID-19) diye bilinen enfeksiyonun hayatımızı yeniden şekillendirdiği ve şekillendirmeye de devam edeceğinden şüphemizin olmadığı o süreç. Bilinmezliğin içinden geçtiğimiz bu süreçte, vaka sayıları başta İspanya, İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere ve Türkiye olmak üzere Avrupa’da hızla artıyor. Bu artış da dünyanın neredeyse tamamında toplumsal kaygıları ve endişeleri artırıyor dahası yaşamın akışı ve ritmi değiştiriyor. Salgını kontrol altına almak için esnek çalışma, evden çalışma, dönüşümlü çalışma gibi uygulamalar hayata geçiriliyor ve bu uygulamaların hepsi bizlerin dünyayı algılama biçimini derinden etkiliyor. Diğer pek çok alanda olduğu gibi eğitim dünyası da bu uygulamaların kendi üzerinde yarattığı etkiyle mücadele ediyor. Zira insan-insan ilişkisinin bulunabildiği yerlerin kapatılmasıyla okullar ve üniversiteler de eğitim-öğretim faaliyetlerini çevrimiçi kaynaklar yoluyla sürdürmeye çalışıyor. UNESCO’nun (2020) verilerine dayalı olarak okulların küresel olarak kapatılmasıyla birlikte, 191 ülkede 1, 5 milyardan fazla öğrenci, diğer bir deyişle dünya öğrenci nüfusunun %87’sinin bu eğitim kesintisinden etkilendiği biliniyor (UNESCO, 2020). Diğer bir deyişle, dünya çapında 10 öğrenciden en az 9’unun sınıf öğreniminin kesintiye uğradığı tahmin ediliyor. Ülkemizde de 16 Mart 2020 tarihinden beri kapalı olan okulların eğitim öğretim faaliyetleri uzaktan eğitim teknolojisi aracılığıyla devam ediyor. Vakaların azalma gösterdiği dönemde aşamalı olarak okulların açılması denense de tekrar artış gösteren vaka sayıları nedeniyle öğrencilerin eğitimlerini uzaktan eğitim teknolojisiyle yürütülmesine karar verildi. Bu yazının yazıldığı an itibariyle bu süreç hala böyle devam ediyor. Bu devam eden sürecin başlangıcından itibaren yaşamak zorunda kaldıklarımız da hala pek çok açıdan değerlendirmeye muhtaçtır.
Yıllar önce okuyup çok keyif aldığım kitaplardan biri olan Ölümsüzlük ve Pilgrim isimli romanda yazar Timothy Findley, 1900’lerin başında Pilgrim adlı bir sanat tarihçisiyle Zürih’in en ünlü doktorlarından biri olan Carl Gustav Jung’u bir araya getiriyor. Romanda bu iki kahramının sohbeti arasında Pilgrim’in aslında yaşadıklarıyla ilgili değerlendirmeleri tamamen farklı bir şekilde yaptığı anlaşılıyor. Ancak romanın en ilginç boyutlarından biri; Jung’un kendi alanına ait olan pek çok kavramı ve boyutu yeniden yorumlaması ve kendini daha nesnel bir şekilde değerlendirmeye başlamasıdır. Bu terapiler sayesinde sadece hasta olan Pilgrim değil aynı zamanda alanın en önemli doktorlarından olan Jung da kendisini yeniden değerlendiriyor ve olaylara farklı açılardan bakmaya başlıyor. Ben de 2020 yılının eğitim anlamında kısa bir değerlendirmesini yaparken yukarıda özetlediğim müthiş romanda olduğu gibi olaylara pek çok açıdan yaklaşarak sadece öğrencileri değil eğitimcileri de ele alacağım.
2020 yılında eğitimi yeniden dönüştürebildik mi?
Mart ayından itibaren yaşadığımız sürece ilişkin pek çok bilimsel araştırma, özellikle İnternette sayısız blog yazısı, az sayıdaki eğitim dergisinde hem bilimsel veriler hem de kişisel fikirlerle yoğrulmuş makale üretildi. Ayrıca başta televizyon programları olmak üzere pek çok sosyal medya platformunda da COVID 19 diye bilinen virüsün eğitim dünyasına etkisi tartışıldı. Peki bu ürünlerin hepsi bize temel olarak ne söylüyor? Bunların hepsini birkaç başlık altında toplamak mümkün. İlk sıraya elbette eğitimdeki eşitsizliği koyabiliriz. Dünyanın her ülkesinde yaşanan gerçekliği ülke olarak biz de yaşadık. Ne yazık ki eğitimin çevrimiçi kaynaklarla sürdürülmesinin zorunlu hale gelmesinden sonra tüm öğrencilerin bu kaynaklara erişiminde aynı seviyede bir başarı sağlanamadı. Ayrıca, öğrenmenin tanımı üzerinde yapılan tüm tartışmalarda eksik kalan boyut olan duygusal ve sosyal gelişimin ne kadar önemli olduğu bir kere daha görüldü. Ortaya çıktığı ilk dönemlerden beri varlığı ve işlevi tartışılan okulların sadece bilgi aktarmak değil aynı zamanda öğrencilerin duygusal ve sosyal gelişimlerini desteklemesi gereken bir yer olduğu anlaşıldı. Beyinde bulunan iki bölgeden hippokampus ve amigdalanın birbirlerine yakın yerde bulunması da aslında duyguların desteklenmeden öğrenmenin gerçekleşemeyeceğini bize bir kez daha gösterdi. Diğer bir nokta ise uzaktan eğitim tartışmasıdır. Her ne kadar 1980’li yıllarda tanıştığımızı sandığımız uzaktan eğitim faaliyetleri aslında 1930’li yıllarda ünlü spor bilimci Selim Sırrı Tarcan tarafından başlatıldı. “Radiyo ile Ders” başlığıyla haftada iki gün Almanca, Fransızca ve Cimnastik eğitiminin verildiği dönemlerden içinde bulunduğumuz sürece nasıl geldik? Ülke olarak uzaktan eğitim, acil uzaktan eğitim, uzaktan öğretim vb. kavramların sıklıkla tartışıldığı bu dönemin en önemli kazanımlarından biri eğitimi dönüştürmek için yaptığımız planlardan daha önemli olan direkt bu ve benzeri konuların teorik ve pratik olarak anlaşılmasını sağlamak olmalıydı. Bu sürecin bize gösterdiği bir diğer boyut ise elbette öğretmenlerdir. Salgın döneminin yükselen yıldızı olan öğretmenlerin çok fazla aşina olmadıkları bir dünyada ellerinden gelenin fazlasını yaparak öğrencilerin öğrenme süreçlerine katkı sunmaya çalıştıkları herkes tarafından net bir şekilde idrak edildi. Sınırlı kaynaklarına rağmen bilgisayar ekranın karşısında masadan kendisine yazı tahtası hazırlayan veya öğrencileri kavramları daha net bir şekilde içselleştirebilsin diye bol miktarda nesne kullanan öğretmenlerimiz de mesleklerinin gereğini fazlasıyla yapmaya çalıştılar ve hala da çalışıyorlar. Bu anlamdaki önemli kazanımlardan biri de hepimizin bildiğine inandığımız cümlede yatıyor.
“Teknoloji öğretmenlerin yerini alamaz. Ama teknolojiyi kullanan öğretmenler kullanmayanların yerini alacak.”
Çünkü öğretmen niteliklerinin bir boyutunu da teknoloji kullanımı oluşturuyor. Ancak her ne kadar teknolojik yeterlikler önemli olsa da bu teknolojik yeterlik kadar önemli olan bir diğer boyut da öğretmenlerin öğrencileriyle kurduğu duygusal ilişkidir. Bu ilişkinin ne kadar önemli olduğu içinden geçtiğimiz günlerde bir kez daha görüldü. Ayrıca bu dönemde tüm zamanlarını evde çocuklarıyla geçirmek durumunda kalan anne babaların öğretmenlerin ne kadar önemli bir role sahip olduklarını anladıklarını da gördük.
Son söz
2020 yılındaki eğitim durumunu analiz ettiğim bu kısa değerlendirme yazısının başında belirttiğim romanda olduğu gibi eğitimciler olarak değişimi doğru bir şekilde yönetmenin önemi kadar bizim de bu süreçten ne tür kazanımlar elde ettiğimizi net bir şekilde düşünmemiz gerekmektedir. Son yıllarda üzerinde durulan bir kavram olan direnç (resillence) COVID 19 sürecinin başından beri tüm insanların sahip olmaları gereken en önemli özellik olarak karşımıza çıkıyor. Ama eğitimciler başta olmak üzere anne babaların da bu kavramı içselleştirmelerinin önemi bu yıldaki en önemli hususlardan biri oldu. Çünkü öyle gözüküyor ki dijital dönüşümü doğru yönetemeyen kurum, öğretmen, veli ve öğrenci -şairin dediği gibi- hayatın büyük dolaşımına karışamayacak ve kaybolacak.
Yararlanılan Kaynak
UNESCO. (2020). School closures caused by Coronavirus (Covid-19). 08 Eylül 2020 tarihinde https://en.unesco.org/covid19/educationresponse adresinden erişilmiştir.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Prof. Dr. Cem Balçıkanlı / Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Yabancı Diller Eğitimi Bölümü, İngiliz Dili Eğitimi ABD
Öz-değerlendirme bizi geçmiş ve bugünkü deneyimlerden sonraki performansımızı hazırlamaya yönlendirir.
Auliq Buz
“Bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına oturdu…” diye bilgisayarın tuşlarına tam basıyordum ki birden aklıma şu soru geldi:
“Ne zamandan beri bilgisayarın başında değilim ki?”
Dolayısıyla bilgisayarın başına oturma ifadesine biraz yabancılaştım ve bana bu yabancılaşmayı sağlatan süreci düşündüm. Eminim ki hepimiz hangi bilinmez süreçten bahsettiğimi biliyoruz. Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan ve sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs (COVID-19) diye bilinen enfeksiyonun hayatımızı yeniden şekillendirdiği ve şekillendirmeye de devam edeceğinden şüphemizin olmadığı o süreç. Bilinmezliğin içinden geçtiğimiz bu süreçte, vaka sayıları başta İspanya, İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere ve Türkiye olmak üzere Avrupa’da hızla artıyor. Bu artış da dünyanın neredeyse tamamında toplumsal kaygıları ve endişeleri artırıyor dahası yaşamın akışı ve ritmi değiştiriyor. Salgını kontrol altına almak için esnek çalışma, evden çalışma, dönüşümlü çalışma gibi uygulamalar hayata geçiriliyor ve bu uygulamaların hepsi bizlerin dünyayı algılama biçimini derinden etkiliyor. Diğer pek çok alanda olduğu gibi eğitim dünyası da bu uygulamaların kendi üzerinde yarattığı etkiyle mücadele ediyor. Zira insan-insan ilişkisinin bulunabildiği yerlerin kapatılmasıyla okullar ve üniversiteler de eğitim-öğretim faaliyetlerini çevrimiçi kaynaklar yoluyla sürdürmeye çalışıyor. UNESCO’nun (2020) verilerine dayalı olarak okulların küresel olarak kapatılmasıyla birlikte, 191 ülkede 1, 5 milyardan fazla öğrenci, diğer bir deyişle dünya öğrenci nüfusunun %87’sinin bu eğitim kesintisinden etkilendiği biliniyor (UNESCO, 2020). Diğer bir deyişle, dünya çapında 10 öğrenciden en az 9’unun sınıf öğreniminin kesintiye uğradığı tahmin ediliyor. Ülkemizde de 16 Mart 2020 tarihinden beri kapalı olan okulların eğitim öğretim faaliyetleri uzaktan eğitim teknolojisi aracılığıyla devam ediyor. Vakaların azalma gösterdiği dönemde aşamalı olarak okulların açılması denense de tekrar artış gösteren vaka sayıları nedeniyle öğrencilerin eğitimlerini uzaktan eğitim teknolojisiyle yürütülmesine karar verildi. Bu yazının yazıldığı an itibariyle bu süreç hala böyle devam ediyor. Bu devam eden sürecin başlangıcından itibaren yaşamak zorunda kaldıklarımız da hala pek çok açıdan değerlendirmeye muhtaçtır.
Yıllar önce okuyup çok keyif aldığım kitaplardan biri olan Ölümsüzlük ve Pilgrim isimli romanda yazar Timothy Findley, 1900’lerin başında Pilgrim adlı bir sanat tarihçisiyle Zürih’in en ünlü doktorlarından biri olan Carl Gustav Jung’u bir araya getiriyor. Romanda bu iki kahramının sohbeti arasında Pilgrim’in aslında yaşadıklarıyla ilgili değerlendirmeleri tamamen farklı bir şekilde yaptığı anlaşılıyor. Ancak romanın en ilginç boyutlarından biri; Jung’un kendi alanına ait olan pek çok kavramı ve boyutu yeniden yorumlaması ve kendini daha nesnel bir şekilde değerlendirmeye başlamasıdır. Bu terapiler sayesinde sadece hasta olan Pilgrim değil aynı zamanda alanın en önemli doktorlarından olan Jung da kendisini yeniden değerlendiriyor ve olaylara farklı açılardan bakmaya başlıyor. Ben de 2020 yılının eğitim anlamında kısa bir değerlendirmesini yaparken yukarıda özetlediğim müthiş romanda olduğu gibi olaylara pek çok açıdan yaklaşarak sadece öğrencileri değil eğitimcileri de ele alacağım.
2020 yılında eğitimi yeniden dönüştürebildik mi?
Mart ayından itibaren yaşadığımız sürece ilişkin pek çok bilimsel araştırma, özellikle İnternette sayısız blog yazısı, az sayıdaki eğitim dergisinde hem bilimsel veriler hem de kişisel fikirlerle yoğrulmuş makale üretildi. Ayrıca başta televizyon programları olmak üzere pek çok sosyal medya platformunda da COVID 19 diye bilinen virüsün eğitim dünyasına etkisi tartışıldı. Peki bu ürünlerin hepsi bize temel olarak ne söylüyor? Bunların hepsini birkaç başlık altında toplamak mümkün. İlk sıraya elbette eğitimdeki eşitsizliği koyabiliriz. Dünyanın her ülkesinde yaşanan gerçekliği ülke olarak biz de yaşadık. Ne yazık ki eğitimin çevrimiçi kaynaklarla sürdürülmesinin zorunlu hale gelmesinden sonra tüm öğrencilerin bu kaynaklara erişiminde aynı seviyede bir başarı sağlanamadı. Ayrıca, öğrenmenin tanımı üzerinde yapılan tüm tartışmalarda eksik kalan boyut olan duygusal ve sosyal gelişimin ne kadar önemli olduğu bir kere daha görüldü. Ortaya çıktığı ilk dönemlerden beri varlığı ve işlevi tartışılan okulların sadece bilgi aktarmak değil aynı zamanda öğrencilerin duygusal ve sosyal gelişimlerini desteklemesi gereken bir yer olduğu anlaşıldı. Beyinde bulunan iki bölgeden hippokampus ve amigdalanın birbirlerine yakın yerde bulunması da aslında duyguların desteklenmeden öğrenmenin gerçekleşemeyeceğini bize bir kez daha gösterdi. Diğer bir nokta ise uzaktan eğitim tartışmasıdır. Her ne kadar 1980’li yıllarda tanıştığımızı sandığımız uzaktan eğitim faaliyetleri aslında 1930’li yıllarda ünlü spor bilimci Selim Sırrı Tarcan tarafından başlatıldı. “Radiyo ile Ders” başlığıyla haftada iki gün Almanca, Fransızca ve Cimnastik eğitiminin verildiği dönemlerden içinde bulunduğumuz sürece nasıl geldik? Ülke olarak uzaktan eğitim, acil uzaktan eğitim, uzaktan öğretim vb. kavramların sıklıkla tartışıldığı bu dönemin en önemli kazanımlarından biri eğitimi dönüştürmek için yaptığımız planlardan daha önemli olan direkt bu ve benzeri konuların teorik ve pratik olarak anlaşılmasını sağlamak olmalıydı. Bu sürecin bize gösterdiği bir diğer boyut ise elbette öğretmenlerdir. Salgın döneminin yükselen yıldızı olan öğretmenlerin çok fazla aşina olmadıkları bir dünyada ellerinden gelenin fazlasını yaparak öğrencilerin öğrenme süreçlerine katkı sunmaya çalıştıkları herkes tarafından net bir şekilde idrak edildi. Sınırlı kaynaklarına rağmen bilgisayar ekranın karşısında masadan kendisine yazı tahtası hazırlayan veya öğrencileri kavramları daha net bir şekilde içselleştirebilsin diye bol miktarda nesne kullanan öğretmenlerimiz de mesleklerinin gereğini fazlasıyla yapmaya çalıştılar ve hala da çalışıyorlar. Bu anlamdaki önemli kazanımlardan biri de hepimizin bildiğine inandığımız cümlede yatıyor.
“Teknoloji öğretmenlerin yerini alamaz. Ama teknolojiyi kullanan öğretmenler kullanmayanların yerini alacak.”
Çünkü öğretmen niteliklerinin bir boyutunu da teknoloji kullanımı oluşturuyor. Ancak her ne kadar teknolojik yeterlikler önemli olsa da bu teknolojik yeterlik kadar önemli olan bir diğer boyut da öğretmenlerin öğrencileriyle kurduğu duygusal ilişkidir. Bu ilişkinin ne kadar önemli olduğu içinden geçtiğimiz günlerde bir kez daha görüldü. Ayrıca bu dönemde tüm zamanlarını evde çocuklarıyla geçirmek durumunda kalan anne babaların öğretmenlerin ne kadar önemli bir role sahip olduklarını anladıklarını da gördük.
Son söz
2020 yılındaki eğitim durumunu analiz ettiğim bu kısa değerlendirme yazısının başında belirttiğim romanda olduğu gibi eğitimciler olarak değişimi doğru bir şekilde yönetmenin önemi kadar bizim de bu süreçten ne tür kazanımlar elde ettiğimizi net bir şekilde düşünmemiz gerekmektedir. Son yıllarda üzerinde durulan bir kavram olan direnç (resillence) COVID 19 sürecinin başından beri tüm insanların sahip olmaları gereken en önemli özellik olarak karşımıza çıkıyor. Ama eğitimciler başta olmak üzere anne babaların da bu kavramı içselleştirmelerinin önemi bu yıldaki en önemli hususlardan biri oldu. Çünkü öyle gözüküyor ki dijital dönüşümü doğru yönetemeyen kurum, öğretmen, veli ve öğrenci -şairin dediği gibi- hayatın büyük dolaşımına karışamayacak ve kaybolacak.
Yararlanılan Kaynak
UNESCO. (2020). School closures caused by Coronavirus (Covid-19). 08 Eylül 2020 tarihinde https://en.unesco.org/covid19/educationresponse adresinden erişilmiştir.
Son Güncelleme: Salı, 19 Ocak 2021 15:09
Gösterim: 6921
Doç.Dr. Coşkun KÜÇÜKTEPE
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi
Öğretmenlerin uzaktan eğitimle imtihanı mı?
Öğretmenlerin uzaktan eğitimi imtihanı mı?
Dünya, tarihin en önemli küresel sorunlarından birini yaşıyor. İnsanlık bu çapta bir pandemiyi en son, yaklaşık yüz yıl önce İspanyol Gribi ile yaşamıştı. Şu an hayatta olan insanlar, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, böylesine korkutucu ve tehlikeli bir deneyimi ilk defa yaşıyorlar. Malum, Covid-19 salgını bütün dünyayı alarma geçirdi, normal hayatın işleyişi her alanda önemli ölçüde kesintiye uğradı. Ülkeler, sosyal ve ekonomik alanlarda son yüzyılda hiç görülmemiş ya da nadiren başvurulmuş uygulamalar ve önlemlerle, pandeminin olumsuz etkilerini azaltmaya ya da yok etmeye çalışıyorlar. Günlük yaşamda ki bazı rutinler ötelenerek, değiştirilerek ya da ortadan kaldırılarak, insanların sağlığı korunmaya çalışılıyor. Bu önlemler ve uygulamalar insanların iş ve sosyal yaşamlarında birçok zorunlu kısıtlamalarla birlikte köklü değişimleri de içeriyor. En temel insan haklarından biri olan seyahat özgürlüğü sınırlandırılıyor, sosyal ilişkilerin ve iletişimin en temel kurallarını “sosyal mesafe” kavramı belirliyor.
Birçok insanın evi artık aynı zamanda işyeri de olmaya başlıyor. İnsan yaşamının normalleri değişiyor, artık “yeni normal” kavramından bahsediliyor. İnsan sağlığını korumaya yönelik önlemler ve uygulamalar başta ekonomi olmak üzere hukuk, sağlık, eğitim, spor, sanat gibi bütün toplumsal alanlarda ciddi değişimleri, dönüşümleri ya da yeni uygulamaları beraberinde getiriyor. Bu kapsamda birçok ülke üretim ve istihdamı korumaya yönelik yeni önlemler ve uygulamalarla küresel salgının ekonomideki olumsuz etkilerini azaltmaya çalışırken, insanların toplu olarak bir arada bulunmasının söz konusu olduğu spor karşılaşmaları, mahkemelerde dava duruşmaları, sanatsal etkinlikler ertelendi ya da ertelenemeyecek olanlar iptal edildi. Eğitimde ise;. nisan ayından bu yana 193 ülke yüz yüz eğitime ara vererek okullarını kapattı. UNESCO’nun verilerine göre dünya genelinde 1 milyar 724 milyondan fazla öğrenci bu süreçten etkilendi. Bu ani gelişen pandemi durumuna hazırlıksız yakalanan ülkeler, acilen aldıkları önlemlerle eğitimde ortaya çıkan bu durumun, yıkıcı etkileri hafifletilmeye çalıştılar. İşte tam da bu noktada tüm dünyada uzaktan eğitim uygulamaları zorunlu olarak daha önce hiç kullanılmadığı ölçülerde kullanılmaya başlandı. Şüphesiz ki, uzaktan eğitim, bu süreçte eğitim paydaşlarının üzerinde en çok konuştuğu kavram oldu. Başta öğretmenler ve eğitim yöneticileri olmak üzere, bilim insanları, ebeveynler ve öğrenciler tarafından uzaktan eğitimle ilgili çok söz söylendi. Herkes bu “yeni” uygulama ile ilgili kendi perspektifinden değerlendirmeler yaptı. Uzaktan eğitimde kullanılan araç ve yolları etkili ve verimli bulanlar olduğu gibi, verimsiz ve etkisiz bulanlar oldu. Eğitimin geleceği geldi, diyenler olduğu gibi, eğitimin geleceği uzaktan eğitime indirgenemez, diye karşı çıkanlar da oldu. Öğretmenlerin uzaktan eğitimdeki bazı uygulamalarını bilişim teknolojilerinin ruhuna aykırı ve ilkel bulup eleştirenler olduğu gibi, söz konusu uygulamaları yaratıcı bularak öğretmenleri destekleyenler de oldu.
Peki uzaktan eğitim nedir?
Uzaktan Eğitim, öğrenci ve öğretmenin (ya da eğiticinin) yüz yüze olmadığı, zamanın imkanları çerçevesinde, çeşitli teknolojik araç ve yöntemler kullanılarak gerçekleştirilen, zaman ve mekândan kaynaklı bazı sınırlamaları ortadan kaldırarak, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesini sağlayan bir eğitim yaklaşımıdır. Bu ifadeden anlaşılacağı gibi, uzaktan eğitim yaklaşımı, zamandan ve mekândan bağımsız bir eğitim ortamı sunarken, fırsat eşitsizliğini de, bir düzeyde ortadan kaldırarak daha esnek ve dinamik bir eğitim olanağı sağlayabilmektedir. Uzaktan eğitimin çeşitli model ve uygulamaları, yüz yüze eğitime ara verilmesiyle birlikte öğrencilerin okula gitmeden, eğitimlerine devam etmeleri sağlamak amacıyla bu süreçte bir tercih olmaktan öte, zorunluluktan yoğun bir şekilde kullanılmaya ve konuşulmaya başlandı. Uzaktan eğitimin, bu denli çok konuşulması yeni olsa da, aslında kavram yeni değildir. İlk olarak 1700’lü yılların başlarında Boston Gazetesi’nde ”Steno Dersleri”nin uzaktan verilmesiyle ortaya çıkmış, 1800’lü yılların ortalarına doğru da İngiltere’de, mektupla uzaktan eğitim uygulamaları kullanılmaya başlanmıştır. Dünyada da mektupla uzaktan öğretim uygulamaları ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya başta olmak üzere bir çok ülkede gelişerek yaygınlaşmış, hatta 1800’lü yılların son çeyreğinde mektupla öğretim yapan üniversiteler, enstitüler ve çeşitli merkezler kurulmuştur. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra radyonun yaygınlaşmasıyla beraber, mektubun yanı sıra uzaktan eğitim aracı olarak radyoda kullanılmaya başlanmış, çeşitli üniversiteler radyo istasyonları kurarak uzaktan eğitim yapmaya başlamışlardır. 1960’lı yılların sonunda, ağırlıkla mektup olmak üzere radyonun da kullanıldığı uzaktan eğitim araçlarına televizyonda eklenerek, bütün dünyada hızla yaygınlaşmıştır. 1990 yılların başlarından itibaren uzaktan eğitimde televizyonun yanı sıra internet ve web teknolojileri de kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde ise; bilişim teknolojilerinin sağladığı imkanlarla daha da gelişen uzaktan eğitim araç ve yolları, öğrencilere ses, video, grafik, iki ve üç boyutlu animasyonlar ile yapay zekanın da etkin bir şekilde kullanılmasıyla anında geri bildirim sağlayarak, kişiye özel öğretim olanakları sunmaktadır. Bilişim teknolojileriyle zenginleştirilmiş materyaller içeren bir uzaktan eğitim ortamı, öğrenciye daha etkili, verimli ve zevkli öğrenme yaşantıları sağlamaktadır. Uzaktan eğitimin tarihi gelişim sürecini kısaca irdelediğimiz de görüyoruz ki, uzaktan eğitim kavramı yeni ortaya çıkmış bir kavram değildir. Yaklaşık 300 yıl önce ortaya çıkmış ve zamanın teknolojik koşul ve imkanları ölçüsünde gelişerek her geçen gün yeni uygulama, araç ve yöntemleri de bünyesine katarak günümüze gelmiş ve bu serüvenini geleceğe de aktaracak şekilde devam ettirmektedir. Uzaktan eğitim her dönem teknoloji ile doğru orantılı gelişmiş ve aslında eğitimde günün teknolojilerinin kullanılmasıyla şekillenmiştir. Peki günümüzde, yoğun bir şekilde kullanılan uzaktan eğitim uygulamaları, gelecekte yüz yüze eğitimin yerini alabilir mi? Eğitim ve öğretim faaliyetleri bütünüyle uzaktan eğitim teknolojileriyle gerçekleştirilebilir mi? Uzaktan eğitim teknolojileri öğretmenlik mesleğini ortadan kaldırabilir mi? Dünyanın en zeki insanlarından biri kabul edilen, fizikçi ve fütürist Prof. Dr. Michio Kaku yakın gelecekte teknolojinin eğitimde çok daha yoğun ve farklı özellikleriyle kullanılacağını söylüyor. Ona göre, gelecekte bilgiye ulaşmak daha kolay olacak. Ders kitapları ve tabletler ortadan kalkacak, Google gözlükleri gibi kontak lensler öğrencinin bir göz kırpmasıyla bilgiye ulaşmasını sağlayacak. Ezber ortadan kalkacak, öğrencilerin dersi kaçırdım bahanesi kalmayacak, öğrenci istediği zamanda ve yerde bilgiye ulaşabilecek. Bu söylemlerden anlıyoruz ki; gelecekte uzaktan eğitim uygulama ve teknolojileri eğitimde çok daha fazla kullanılacak hatta robot öğretmenler olacak. Peki okullar ve yüz yüze eğitim ortam ve uygulamaları ortadan kalkacak mı? Prof. Kaku bütün bu teknolojilerin okulun ve öğretmenlerin yerini alamayacağını söylüyor. Evet gelecekte de okullar ve öğretmenler olacak, yapı, rol ve görevleri değişse de hiçbir uzaktan eğitim teknolojisi bunların yerini alamayacak. İnsanoğlu her zaman gerçek öğretmenlerin rehberliğine ve mentorluğuna ihtiyaç duyacak. Öğrencilerin sosyal beceriler kazanacakları okullar ve sınıflar her zaman olacak. Zaten uzaktan eğitim uygulamalarının tarihsel süreci de bu söylemleri desteklemekte; uzaktan eğitimin yüz yüze eğitimin bir alternatifi değil; yüz yüze eğitimin verimini ve kalitesini arttıracak destekleyici bir uygulama olduğunu göstermektedir. Aksi olsaydı, zaten şimdiye kadar yüz yüze eğitim uygulamalarının yok olması beklenirdi. Unutulmamalıdır ki, eğitimde teknoloji, öğrenciye istenilen nitelikleri kazandırabilmek için bir araçtır, amaç olamaz. Araçla amacı yer değiştirdiğimizde; eğitimin zeminini gerçeklikten uzaklaştırmış ve sığlaştırmış, okulun ve öğretmenin anlam ve önemini küçümsemiş oluruz. Böyle olunca da, uzaktan eğitim teknolojilerini, öğretmenin yerine geçen ve onu sınayan araçlar gibi algılar; “öğretmenlerin uzaktan eğitimle imtihanı” başlıklı yazılar yazarak, söyleşiler yaparak, uzaktan eğitim teknolojilerini kullanmaktaki eksikleri üzerinde konuşabiliriz. Ama bu durum, uzaktan eğitim teknolojilerinin öğrenme süreçlerindeki etkililik ve verimliliğini yükseltmez, öğretmene alternatif olabileceğini göstermez. Halbuki, bu süreci değerlendirmede, öğretmenlerin uzaktan eğitim teknolojilerini kullanmadaki eksiklerini ortaya koymak ne kadar önemli ise; uzaktan eğitimin yetersiz ve eksik kaldığı noktaları da ortaya koymak o kadar önemlidir. Yani “öğretmenlerin uzaktan eğitimle imtihanı”, demek yerine “Öğretmenlerin uzaktan eğitimi imtihanı” demek, eğitimin ruhuna daha uygun bir söylemdir. Her şeye rağmen; pandemi sürecinde zorunlu olarak uygulanan uzaktan eğitim, tüm eğitim paydaşlarına yeni bilgi ve farkındalıklar kazandırırken, eğitime ilişkin yeni sonuçlar çıkarmalarını da sağladı. Bu süreç;
Okulların; bilişim alt yapılarını güçlendirmeleri gerekliliğini;
- Uzaktan eğitimin bundan sonraki süreçte, yüz yüze eğitim başladıktan sonra da öğrencilerin eksik ve yanlışlarının tamamlamada, öğrendiklerini pekiştirme ve farklı alanlara transfer etmelerini sağlamak amacıyla daha etkin kullanılması gerektiğini ortaya koydu.
- Öğrencilerin sosyo-duygusal gelişimleri açısından okulların ne kadar önemli olduğunun tekrar algılanmasını sağladı.
Öğretmenler açısından; teknolojiyi kullanma becerilerindeki eksikleri gidermeleri, yeni teknolojileri kullanma becerileri geliştirmeleri gerektiğini;
- Bilgiye erişimin bu kadar kolay olduğu bir dünyada, öğrenciye rehberlik yapmanın sürekli öğrenme ve kendini geliştirmelerine bağlı olduğunu, tekrar hatırlamalarını sağladı.
- Koşullar ne olursa olsun, öğretmenlerin bir yemek masasını, bir mutfak dolabını bile uzaktan eğitimde bir araç olarak kullanarak, her koşulda bir cana dokunmayı başarabilecek yaratıcılıkta olduğunu, bir kez daha gösterdi.
Öğrencilerin; bazen çok keyifli bulmasalar da okulun sosyalleşme ve iletişim açısından ne kadar önemli olduğunu;
- Bilgiye ulaşmak için okul ve öğretmenlerin dışında da çok farklı araç ve yolların olduğunu, bilgiye ulaşmanın geçmişe göre artık çok daha kolay olduğunu fark etmelerini,
- Bilişim teknolojilerinin oyun ve eğlencenin dışında eğitsel amaçla da, etkin bir şekilde kullanabileceklerini görmelerini sağladı.
- Ayrıca öğrenciler, öğrenmede senkron ve asenkron uzaktan eğitim uygulamalarını, planlı bir şekilde takip etmenin uzaktan eğitimde verimliliği arttırdığını yaşayarak öğrendiler.
Ebeveynlerin; okulun, çocuklarına sadece bilgi sunan bir yer olmanın çok ötesinde anlamlar taşıdığının farkına varmalarını sağladı.
- Çocuklarıyla kaliteli zaman geçirmenin ne kadar önemli olduğunu,
- Geçmişte okulu ve öğretmenleri eleştirirken, bazı noktalarda haksızlık yapmış olabileceklerini,
- Okul ve öğretmenlerden beklentilerini tekrar gözden geçirmeleri gerektiğini,
- Dijital ebeveyn olmanın uzaktan eğitim açısından ne kadar önemli olduğunu görmelerini,
- Çocuklarının ilgi ve gizil yeteneklerini fark etmelerini sağladı.
Sonuç olarak; yeterli teknolojik alt yapıya sahip olunsa bile; uzaktan eğitimin bazı yaş gruplarında, seviyelerde ve derslerde yetersiz kaldığını, yüz yüze eğitimin uzaktan eğitimden çok daha etkili ve verimli olduğunu; uzaktan eğitimde, teknolojinin çok şey olduğunu, ama her şey olmadığını, bütün eğitim paydaşların gördüğü, yaşadığı, hissettiği bir dönemi yaşıyoruz.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Doç.Dr. Coşkun KÜÇÜKTEPE
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa, Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi
Öğretmenlerin uzaktan eğitimle imtihanı mı?
Öğretmenlerin uzaktan eğitimi imtihanı mı?
Dünya, tarihin en önemli küresel sorunlarından birini yaşıyor. İnsanlık bu çapta bir pandemiyi en son, yaklaşık yüz yıl önce İspanyol Gribi ile yaşamıştı. Şu an hayatta olan insanlar, hangi yaşta olurlarsa olsunlar, böylesine korkutucu ve tehlikeli bir deneyimi ilk defa yaşıyorlar. Malum, Covid-19 salgını bütün dünyayı alarma geçirdi, normal hayatın işleyişi her alanda önemli ölçüde kesintiye uğradı. Ülkeler, sosyal ve ekonomik alanlarda son yüzyılda hiç görülmemiş ya da nadiren başvurulmuş uygulamalar ve önlemlerle, pandeminin olumsuz etkilerini azaltmaya ya da yok etmeye çalışıyorlar. Günlük yaşamda ki bazı rutinler ötelenerek, değiştirilerek ya da ortadan kaldırılarak, insanların sağlığı korunmaya çalışılıyor. Bu önlemler ve uygulamalar insanların iş ve sosyal yaşamlarında birçok zorunlu kısıtlamalarla birlikte köklü değişimleri de içeriyor. En temel insan haklarından biri olan seyahat özgürlüğü sınırlandırılıyor, sosyal ilişkilerin ve iletişimin en temel kurallarını “sosyal mesafe” kavramı belirliyor.
Birçok insanın evi artık aynı zamanda işyeri de olmaya başlıyor. İnsan yaşamının normalleri değişiyor, artık “yeni normal” kavramından bahsediliyor. İnsan sağlığını korumaya yönelik önlemler ve uygulamalar başta ekonomi olmak üzere hukuk, sağlık, eğitim, spor, sanat gibi bütün toplumsal alanlarda ciddi değişimleri, dönüşümleri ya da yeni uygulamaları beraberinde getiriyor. Bu kapsamda birçok ülke üretim ve istihdamı korumaya yönelik yeni önlemler ve uygulamalarla küresel salgının ekonomideki olumsuz etkilerini azaltmaya çalışırken, insanların toplu olarak bir arada bulunmasının söz konusu olduğu spor karşılaşmaları, mahkemelerde dava duruşmaları, sanatsal etkinlikler ertelendi ya da ertelenemeyecek olanlar iptal edildi. Eğitimde ise;. nisan ayından bu yana 193 ülke yüz yüz eğitime ara vererek okullarını kapattı. UNESCO’nun verilerine göre dünya genelinde 1 milyar 724 milyondan fazla öğrenci bu süreçten etkilendi. Bu ani gelişen pandemi durumuna hazırlıksız yakalanan ülkeler, acilen aldıkları önlemlerle eğitimde ortaya çıkan bu durumun, yıkıcı etkileri hafifletilmeye çalıştılar. İşte tam da bu noktada tüm dünyada uzaktan eğitim uygulamaları zorunlu olarak daha önce hiç kullanılmadığı ölçülerde kullanılmaya başlandı. Şüphesiz ki, uzaktan eğitim, bu süreçte eğitim paydaşlarının üzerinde en çok konuştuğu kavram oldu. Başta öğretmenler ve eğitim yöneticileri olmak üzere, bilim insanları, ebeveynler ve öğrenciler tarafından uzaktan eğitimle ilgili çok söz söylendi. Herkes bu “yeni” uygulama ile ilgili kendi perspektifinden değerlendirmeler yaptı. Uzaktan eğitimde kullanılan araç ve yolları etkili ve verimli bulanlar olduğu gibi, verimsiz ve etkisiz bulanlar oldu. Eğitimin geleceği geldi, diyenler olduğu gibi, eğitimin geleceği uzaktan eğitime indirgenemez, diye karşı çıkanlar da oldu. Öğretmenlerin uzaktan eğitimdeki bazı uygulamalarını bilişim teknolojilerinin ruhuna aykırı ve ilkel bulup eleştirenler olduğu gibi, söz konusu uygulamaları yaratıcı bularak öğretmenleri destekleyenler de oldu.
Peki uzaktan eğitim nedir?
Uzaktan Eğitim, öğrenci ve öğretmenin (ya da eğiticinin) yüz yüze olmadığı, zamanın imkanları çerçevesinde, çeşitli teknolojik araç ve yöntemler kullanılarak gerçekleştirilen, zaman ve mekândan kaynaklı bazı sınırlamaları ortadan kaldırarak, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yürütülmesini sağlayan bir eğitim yaklaşımıdır. Bu ifadeden anlaşılacağı gibi, uzaktan eğitim yaklaşımı, zamandan ve mekândan bağımsız bir eğitim ortamı sunarken, fırsat eşitsizliğini de, bir düzeyde ortadan kaldırarak daha esnek ve dinamik bir eğitim olanağı sağlayabilmektedir. Uzaktan eğitimin çeşitli model ve uygulamaları, yüz yüze eğitime ara verilmesiyle birlikte öğrencilerin okula gitmeden, eğitimlerine devam etmeleri sağlamak amacıyla bu süreçte bir tercih olmaktan öte, zorunluluktan yoğun bir şekilde kullanılmaya ve konuşulmaya başlandı. Uzaktan eğitimin, bu denli çok konuşulması yeni olsa da, aslında kavram yeni değildir. İlk olarak 1700’lü yılların başlarında Boston Gazetesi’nde ”Steno Dersleri”nin uzaktan verilmesiyle ortaya çıkmış, 1800’lü yılların ortalarına doğru da İngiltere’de, mektupla uzaktan eğitim uygulamaları kullanılmaya başlanmıştır. Dünyada da mektupla uzaktan öğretim uygulamaları ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya başta olmak üzere bir çok ülkede gelişerek yaygınlaşmış, hatta 1800’lü yılların son çeyreğinde mektupla öğretim yapan üniversiteler, enstitüler ve çeşitli merkezler kurulmuştur. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra radyonun yaygınlaşmasıyla beraber, mektubun yanı sıra uzaktan eğitim aracı olarak radyoda kullanılmaya başlanmış, çeşitli üniversiteler radyo istasyonları kurarak uzaktan eğitim yapmaya başlamışlardır. 1960’lı yılların sonunda, ağırlıkla mektup olmak üzere radyonun da kullanıldığı uzaktan eğitim araçlarına televizyonda eklenerek, bütün dünyada hızla yaygınlaşmıştır. 1990 yılların başlarından itibaren uzaktan eğitimde televizyonun yanı sıra internet ve web teknolojileri de kullanılmaya başlanmıştır. Günümüzde ise; bilişim teknolojilerinin sağladığı imkanlarla daha da gelişen uzaktan eğitim araç ve yolları, öğrencilere ses, video, grafik, iki ve üç boyutlu animasyonlar ile yapay zekanın da etkin bir şekilde kullanılmasıyla anında geri bildirim sağlayarak, kişiye özel öğretim olanakları sunmaktadır. Bilişim teknolojileriyle zenginleştirilmiş materyaller içeren bir uzaktan eğitim ortamı, öğrenciye daha etkili, verimli ve zevkli öğrenme yaşantıları sağlamaktadır. Uzaktan eğitimin tarihi gelişim sürecini kısaca irdelediğimiz de görüyoruz ki, uzaktan eğitim kavramı yeni ortaya çıkmış bir kavram değildir. Yaklaşık 300 yıl önce ortaya çıkmış ve zamanın teknolojik koşul ve imkanları ölçüsünde gelişerek her geçen gün yeni uygulama, araç ve yöntemleri de bünyesine katarak günümüze gelmiş ve bu serüvenini geleceğe de aktaracak şekilde devam ettirmektedir. Uzaktan eğitim her dönem teknoloji ile doğru orantılı gelişmiş ve aslında eğitimde günün teknolojilerinin kullanılmasıyla şekillenmiştir. Peki günümüzde, yoğun bir şekilde kullanılan uzaktan eğitim uygulamaları, gelecekte yüz yüze eğitimin yerini alabilir mi? Eğitim ve öğretim faaliyetleri bütünüyle uzaktan eğitim teknolojileriyle gerçekleştirilebilir mi? Uzaktan eğitim teknolojileri öğretmenlik mesleğini ortadan kaldırabilir mi? Dünyanın en zeki insanlarından biri kabul edilen, fizikçi ve fütürist Prof. Dr. Michio Kaku yakın gelecekte teknolojinin eğitimde çok daha yoğun ve farklı özellikleriyle kullanılacağını söylüyor. Ona göre, gelecekte bilgiye ulaşmak daha kolay olacak. Ders kitapları ve tabletler ortadan kalkacak, Google gözlükleri gibi kontak lensler öğrencinin bir göz kırpmasıyla bilgiye ulaşmasını sağlayacak. Ezber ortadan kalkacak, öğrencilerin dersi kaçırdım bahanesi kalmayacak, öğrenci istediği zamanda ve yerde bilgiye ulaşabilecek. Bu söylemlerden anlıyoruz ki; gelecekte uzaktan eğitim uygulama ve teknolojileri eğitimde çok daha fazla kullanılacak hatta robot öğretmenler olacak. Peki okullar ve yüz yüze eğitim ortam ve uygulamaları ortadan kalkacak mı? Prof. Kaku bütün bu teknolojilerin okulun ve öğretmenlerin yerini alamayacağını söylüyor. Evet gelecekte de okullar ve öğretmenler olacak, yapı, rol ve görevleri değişse de hiçbir uzaktan eğitim teknolojisi bunların yerini alamayacak. İnsanoğlu her zaman gerçek öğretmenlerin rehberliğine ve mentorluğuna ihtiyaç duyacak. Öğrencilerin sosyal beceriler kazanacakları okullar ve sınıflar her zaman olacak. Zaten uzaktan eğitim uygulamalarının tarihsel süreci de bu söylemleri desteklemekte; uzaktan eğitimin yüz yüze eğitimin bir alternatifi değil; yüz yüze eğitimin verimini ve kalitesini arttıracak destekleyici bir uygulama olduğunu göstermektedir. Aksi olsaydı, zaten şimdiye kadar yüz yüze eğitim uygulamalarının yok olması beklenirdi. Unutulmamalıdır ki, eğitimde teknoloji, öğrenciye istenilen nitelikleri kazandırabilmek için bir araçtır, amaç olamaz. Araçla amacı yer değiştirdiğimizde; eğitimin zeminini gerçeklikten uzaklaştırmış ve sığlaştırmış, okulun ve öğretmenin anlam ve önemini küçümsemiş oluruz. Böyle olunca da, uzaktan eğitim teknolojilerini, öğretmenin yerine geçen ve onu sınayan araçlar gibi algılar; “öğretmenlerin uzaktan eğitimle imtihanı” başlıklı yazılar yazarak, söyleşiler yaparak, uzaktan eğitim teknolojilerini kullanmaktaki eksikleri üzerinde konuşabiliriz. Ama bu durum, uzaktan eğitim teknolojilerinin öğrenme süreçlerindeki etkililik ve verimliliğini yükseltmez, öğretmene alternatif olabileceğini göstermez. Halbuki, bu süreci değerlendirmede, öğretmenlerin uzaktan eğitim teknolojilerini kullanmadaki eksiklerini ortaya koymak ne kadar önemli ise; uzaktan eğitimin yetersiz ve eksik kaldığı noktaları da ortaya koymak o kadar önemlidir. Yani “öğretmenlerin uzaktan eğitimle imtihanı”, demek yerine “Öğretmenlerin uzaktan eğitimi imtihanı” demek, eğitimin ruhuna daha uygun bir söylemdir. Her şeye rağmen; pandemi sürecinde zorunlu olarak uygulanan uzaktan eğitim, tüm eğitim paydaşlarına yeni bilgi ve farkındalıklar kazandırırken, eğitime ilişkin yeni sonuçlar çıkarmalarını da sağladı. Bu süreç;
Okulların; bilişim alt yapılarını güçlendirmeleri gerekliliğini;
- Uzaktan eğitimin bundan sonraki süreçte, yüz yüze eğitim başladıktan sonra da öğrencilerin eksik ve yanlışlarının tamamlamada, öğrendiklerini pekiştirme ve farklı alanlara transfer etmelerini sağlamak amacıyla daha etkin kullanılması gerektiğini ortaya koydu.
- Öğrencilerin sosyo-duygusal gelişimleri açısından okulların ne kadar önemli olduğunun tekrar algılanmasını sağladı.
Öğretmenler açısından; teknolojiyi kullanma becerilerindeki eksikleri gidermeleri, yeni teknolojileri kullanma becerileri geliştirmeleri gerektiğini;
- Bilgiye erişimin bu kadar kolay olduğu bir dünyada, öğrenciye rehberlik yapmanın sürekli öğrenme ve kendini geliştirmelerine bağlı olduğunu, tekrar hatırlamalarını sağladı.
- Koşullar ne olursa olsun, öğretmenlerin bir yemek masasını, bir mutfak dolabını bile uzaktan eğitimde bir araç olarak kullanarak, her koşulda bir cana dokunmayı başarabilecek yaratıcılıkta olduğunu, bir kez daha gösterdi.
Öğrencilerin; bazen çok keyifli bulmasalar da okulun sosyalleşme ve iletişim açısından ne kadar önemli olduğunu;
- Bilgiye ulaşmak için okul ve öğretmenlerin dışında da çok farklı araç ve yolların olduğunu, bilgiye ulaşmanın geçmişe göre artık çok daha kolay olduğunu fark etmelerini,
- Bilişim teknolojilerinin oyun ve eğlencenin dışında eğitsel amaçla da, etkin bir şekilde kullanabileceklerini görmelerini sağladı.
- Ayrıca öğrenciler, öğrenmede senkron ve asenkron uzaktan eğitim uygulamalarını, planlı bir şekilde takip etmenin uzaktan eğitimde verimliliği arttırdığını yaşayarak öğrendiler.
Ebeveynlerin; okulun, çocuklarına sadece bilgi sunan bir yer olmanın çok ötesinde anlamlar taşıdığının farkına varmalarını sağladı.
- Çocuklarıyla kaliteli zaman geçirmenin ne kadar önemli olduğunu,
- Geçmişte okulu ve öğretmenleri eleştirirken, bazı noktalarda haksızlık yapmış olabileceklerini,
- Okul ve öğretmenlerden beklentilerini tekrar gözden geçirmeleri gerektiğini,
- Dijital ebeveyn olmanın uzaktan eğitim açısından ne kadar önemli olduğunu görmelerini,
- Çocuklarının ilgi ve gizil yeteneklerini fark etmelerini sağladı.
Sonuç olarak; yeterli teknolojik alt yapıya sahip olunsa bile; uzaktan eğitimin bazı yaş gruplarında, seviyelerde ve derslerde yetersiz kaldığını, yüz yüze eğitimin uzaktan eğitimden çok daha etkili ve verimli olduğunu; uzaktan eğitimde, teknolojinin çok şey olduğunu, ama her şey olmadığını, bütün eğitim paydaşların gördüğü, yaşadığı, hissettiği bir dönemi yaşıyoruz.
Son Güncelleme: Pazartesi, 01 Haziran 2020 11:32
Gösterim: 10558
Umay Aktaş Salman / ERG Araştırmacısı
UNESCO Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020 yayımlandı. Küresel boyutta kapsayıcı eğitimle ilgili önemli tespitlerin yer aldığı, Türkiye’ye dair verilerin de bulunduğu raporu ERG Eğitim Gözlemevi değerlendirdi. İşte 10 soru ve cevapla Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020’nin anlattıkları.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020’yi (Global Education Monitoring Report) yayımlandı. Bu yılki raporun konusu kapsayıcı eğitim. Raporda eğitim fırsatlarının eşit olmayan bir şekilde dağılmaya devam ettiği belirtilerek, pek çok öğrenci için nitelikli eğitime erişimin önündeki engellerin yüksek olduğu vurgulanıyor. Raporda Türkiye’ye dair de çarpıcı sonuçlar var. Dünyada çocuk, ergen ve gençlerin yüzde 17’si yani tahmini 258 milyonu eğitimde değil. Türkiye, okul öncesi eğitime erişim oranlarında üst-orta gelir seviyesinde yer alan 48 ülke içinde sondan dördüncü sırada yer alıyor, Türkiye’de PISA 2018’e katılan 15 yaşındaki her 4 öğrenciden 1’i kendini okulda dışlanmış hissediyor, öğretimi çocukların kültürel çeşitliliğine göre uyarladığını belirten öğretmenlerin oranı Türkiye’de yüzde 50’nin biraz üzerinde…
Eğitim Reformu Girişimi (ERG) Eğitim Gözlemevi’nden Yeliz Düşkün, Merve Mert, Ezgi Tunca, Burcu Meltem Arık, Özgenur Korlu ile Küresel Eğitim İzleme Raporu’nun sonuçlarını değerlendirdik.
Rapor kaç ülkeye dair veriler ve bilgiler içeriyor? Hangi başlıklarda kapsayıcı eğitime değiniyor ve ne mesajlar veriliyor?
Raporda, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden biri olan nitelikli eğitime yönelik ilerleme değerlendiriliyor. Raporun kapsamında 205 ülkeden veriler ve bilgiler bulunuyor. Raporda kimlik, sosyokültürel çevre ve engelliliğin eğitim fırsatlarından yararlanmayı etkilediği belirtiliyor; özellikle sosyoekonomik durum ve cinsiyet önemli etmenler olarak ön plana çıkıyor. Bireyler cinsiyet, engellilik durumu, göç vb. farklı nedenlerle ayrımcılığa maruz kalabiliyor; tektipleştirme ve damgalama sorunu ile karşı karşıya kalabiliyor. Ülkelerin yüzde 68’inde kapsayıcı eğitime ilişkin bir tanım olduğu, kapsayıcı eğitimin tanımlandığı ülkelerin yüzde 58’inde de çoklu ayrımcılığa maruz kalan gruplara yer verildiği belirtiliyor. Ülkelerin yüzde 26’sında ise kapsayıcı eğitim tanımı yalnızca engeli olan bireyleri ifade ediyor.
Bireylerin eğitimin dışında kalma nedenleri arasında ekonomik koşulların etkisi, öğretmenler de dahil olmak üzere çeşitli paydaşlarda yerleşik olan kapsayıcı eğitim uygulamalarının mümkün olmadığı algısı, eğitimin içeriğinin ve ders materyallerinin tüm öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayacak bir çeşitliliğe yer vermemesi bulunuyor. Eğitim sistemlerinde kapsayıcılığa geçiş olmasına karşın eğitimde ayrımcılık hala yaygın. Raporda kapsayıcı eğitim için neler yapılması gerektiği, öğretmenlerin, ebeveynlerin ve çocukların tutumlarında değişiklik oluşmasından okullara ve ailelere gerekli kaynakların aktarılmasına kadar pek çok boyutta ele alınıyor. Pek çok alanda ülke veya bölge temelinde ayrıştırılmış veriler sunuluyor.
Erişim ve okula devam açısından bakarsak rapor neler söylüyor?
Dünyada çocuk, ergen ve gençlerin yüzde 17’si (tahmini 258 milyon) eğitimde değil. Küresel ölçekte ilköğretim çağındaki 12 çocuktan 1’i, ortaokul çağındaki 6 çocuktan 1’i, ortaöğretim çağındaki 3 çocuktan 1’i okul dışında. 2018’de Sahraaltı Afrika, Orta ve Güney Asya’yı geçerek okul dışında kalan çocuk sayısında en yüksek orana sahip olan bölge oldu. Eğitime erişime toplumsal cinsiyet eşitliği açısından bakarsak, düşük gelir grubundaki her 4 ülkeden 1’inde, ilköğretime kayıtlı her 100 oğlan çocuğa karşılık 87’den az kız çocuk bulunuyor; ortaöğretimde ise her 100 oğlan çocuğa karşılık 60 kız çocuk bulunuyor. Ortaöğretimde ülkelerin yalnızca yüzde 25’i cinsiyet eşitliğine ulaşmış durumda.
Yüksek gelirli ülkelerde ise durum biraz daha farklı. Bu ülkelerde örtük bir biçimde okul dışında kalan çocuklar bulunuyor. Özel gereksinimi olan bireyler bunlar arasında yer alıyor. Birçok ülkede çağ nüfusu hala bilinmiyor. 14 ülkeden toplanan veriler, okul dışında kalan nüfusun yüzde 15’ini engelli çocukların oluşturduğunu gösteriyor. Fiziksel, duyusal ya da zihinsel engeli bulunanların okul dışında olma olasılıkları diğer akranlarına göre 2,5 kat fazla.
Öğrenme çıktıları önemli bir krize işaret ediyor. Yüksek gelirli ülkelerde de hedeflenen ölçüde ilerleme görülmüyor. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) verilerine göre temel okuma becerilerine sahip olan 15 yaşındaki öğrencilerin oranı OECD ülkeleri arasında yüzde 19’dan (2003) yüzde 22’ye (2018) çıktı. Düşük performans aralığında olan öğrencilerin durumunun ve özellikle sosyo-ekonomik uçurumun öğrenmeye etkisinin daha iyi anlaşılması gerekiyor. Düşük performans aralığında olan öğrencilerin durumu iyi analiz edilmediği için eğitimin çıktılarını olumlu yönde değiştirmeye yönelik olarak yapılan müdahale programlarının etkisi de yeterince ölçülemiyor. Öğrenmeye ilişkin değerlendirmelerin en büyük eksiklerinden biri de okul dışında kalan çocuklara ilişkin herhangi bir bulgu sunmuyor olması.
Türkiye’de okul öncesi eğitimde okullulaşma oranları son yıllarda artmış olsa da hala pek çok Avrupa ülkesinin gerisinde. Özellikle sosyoekonomik açıdan elverişsiz koşullarda olan çocuklar okul öncesi eğitim almadan ilkokula başlıyor. Rapor buna dair ne diyor?
Düşük gelir düzeyindeki hanelerde bulunan çocuklar uyarıcı bir çevreden çoğunlukla mahrumlar. Bu, ebeveynlerin ya da evde bakım veren diğer kişilerin kitap okuma, birlikte oyun oynama, resim yapma gibi aktiviteleri daha az yerine getirdikleri, çocukların ufuk açıcı etkinlik ve materyallerle evde daha az karşılaştıkları, bazı durumlarda hiç karşılaşmadıkları anlamına geliyor. Bu konuda en büyük zorluk yetişkinlerin zaman ayırmalarının önündeki engeller. Bu engeller arasında çalışma hayatı ve geçim zorlukları ilk sıralarda yer alıyor. Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020’de de Türkiye, okul öncesi eğitime erişim oranlarında üst-orta gelir seviyesinde yer alan 48 ülke içinde sondan dördüncü sırada yer alıyor.
Raporda küresel ölçekte okulların kapsayıcılığına dair nasıl bilgiler ve veriler yer alıyor ?
Okula aidiyet hissi, okulun kapsayıcılığına ilişkin bir ölçüt olarak değerlendiriliyor. 2003’te OECD ülkelerinde kendini okula ait hisseden öğrencilerin oranı yüzde 82 iken, 2015’te bu oran yüzde 73’e düştü. Okula aidiyet hissi yalnızca dışlanma riski yüksek olan gruplar için değil tüm öğrenciler için gerilemiş durumda. Öğrencilerin okula aidiyet hissinin güçlenmesi için ailelerin okula katılımı oldukça önem taşıyor. PISA verilerine göre OECD ülkelerindeki ebeveynlerin sadece yüzde 12’si ders dışı faaliyetlere gönüllü olarak katılıyor ve yüzde 17’si okul yönetimine katılıyor.
Raporda akran zorbalığına ilişkin de dikkat çekici bulgular yer alıyor. TIMSS (Trends in International Mathematics and Science Study – Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri Araştırması) 2015 sonuçlarına göre araştırmaya katılan ülkelerde 4. sınıf öğrencilerinin yüzde 45’i en az ayda bir zorbalığa maruz kaldığını belirtiyor. Zorbalığın bazı ülkelerde çok daha yüksek olduğu not düşülüyor. Bir o kadar dikkat çekici bulgu da özel gereksinimli, düşük gelir grubunda yer alan, etnik veya dini azınlık grubunda olan, LGBTİ olan vb. çocukların zorbalığa daha sık maruz kaldığı.
Öte yandan okul altyapısının erişim ve kapsayıcılık için çok önemli olduğu vurgulanıyor. Altyapı ve materyalleri çeşitli öğrenci ihtiyaçlarına göre uyarlayan okullara ilişkin karşılaştırılabilir verilerin anlaşılmasını güçleştiren bazı etmenler söz konusu. Buna karşın raporda Burundi, Nijer veya Samoa’daki hiçbir okulun ulusal standartlara uymadığı ifade ediliyor Bu kısımda Türkiye’deki okulların durumuna ilişkin bir saptama yer almıyor.
Ayrıca 2018 Uluslararası Öğretme ve Öğrenme Araştırması’nda da (TALIS) okulların kapsayıcılığıyla ilgili bulgular bulmak mümkün. Buna göre Türkiye’de kapsayıcı eğitime ilişkin mesleki gelişime ihtiyaç duyan okul müdürü oranının pek yüksek olduğu söylenemez; oranın yüzde 10’un biraz üzerinde olduğu görülüyor. Aynı araştırmaya göre, OECD ülkelerinde öğretmenlerin yüzde 15’i eşitlik ve çeşitliliği teşvik etmek için mesleki gelişime ihtiyaç duyduklarını belirtiyorlar. Bu oran Türkiye’de de yüzde 10’un biraz üzerinde. 2018 TALIS bulguları OECD ülkeleri genelinde 5 okuldan 1’inin cinsiyete dayalı ve sosyoekonomik ayrımcılığa karşı açık politikalar izlemediğini gösteriyor. Türkiye’de, kapsayıcı eğitimi destekleyen kapsamlı bir yasal çerçeveye olmasına rağmen olumsuz tutumlar, yetersiz fiziksel altyapı ve öğretmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması gibi uygulama zorluklarına dikkat çekiliyor.
Peki raporda kapsayıcı eğitim için önemli olan etkenlerden biri olan öğrenci tutumlarıyla ilgili neler anlatılıyor?
Raporda kapsanan ülkelere ilişkin genel bir saptama olarak öğrencilerin engellilik konusunda nötr tutum sergiledikleri, küçük yaşlardan itibaren engelli akranlarla etkileşimde olmanın olumlu tutumların gelişmesini desteklediği belirtiliyor. Öğrencilerin tutumlarına ilişkin bulgular, azınlık gruplara yönelik ayrımcılığın yüksek olduğunu gösteriyor. Burada Türkiye’de Suriyelilere yönelik olan tutum örnek olarak gösteriliyor. Ayrıca Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin depresyon, etiketlenme ve okuldan uzaklaşmaya neden olan kalıpyargılardan şikayetçi olduklarına ilişkin araştırma bulgularına yer veriliyor. Raporda, PISA 2018 bulgularına dayanarak okulda kendini dışlanmış hisseden 15 yaşındaki çocukların oranına yer verilmiş. Türkiye bu oranın görece yüksek olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Türkiye’de yaklaşık olarak her 4 öğrenciden 1’i kendini okulda dışlanmış hissediyor. Kendini okula ait hissetmeyen çocuklara sosyoekonomik olarak avantajlı ve dezavantajlı çocuklar ayrımında bakılmış. Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sosyoekonomik olarak dezavantajlı öğrencilerin okula aidiyeti daha düşük; ancak gruplar arasındaki fark çok büyük değil ve asıl dikkat çekici olan şu ki her iki grup için de aidiyet hissi zayıf.
Ebeveynlerin tutumlarının kapsayıcı eğitimini nasıl etkilediğiyle ilgili bulgular yer alıyor mu ?
Ebeveynlere ilişkin önemli bir bulgu yer alıyor. Almanya’da ebeveynlerin yüzde 15’i, Hong Kong’da ise yüzde 59’u, engelli çocukların engelli olmayanların öğrenmesini güçleştirmesinden endişe ediyor. Bu bulgu, kapsayıcı eğitim bakımından riskli bir tutuma işaret ediyor. Ebeveynlerin kendilerine benzeyen ailelerle benzer okul seçimleri yapma eğiliminde olduklarına, bunun da ayrışmayı artırdığına dikkat çekiliyor. Evde eğitimin de pek çok Avrupa ülkesinde kapsayıcı eğitim bağlamında bir sorun olarak görüldüğü ve yasaklandığı belirtiliyor.
Öğretim programları, ders kitapları, ölçme ve değerlendirme sistemi kapsayıcı eğitim açısından önemli, rapor bu alanlarda yaşanan sorunlar hakkında nelere işaret ediyor ?
Öğretim programlarının bireylerin farklılaşan gereksinimlerine yanıt vermesinin önemine ve kapsayıcı bir toplum oluşumuna katkıda bulunması gerekliliğine vurgu yapılıyor. Öğretim programlarının kapsayıcılıkla ilişkisi göçmenlik ve mültecilik, anadilde eğitim, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim, fiziksel ve bilişsel gereksinimler, öğrenci deneyimleri ve gerçek hayatla bağlantı vb. odaklarında inceleniyor. Rapora göre 41 ülkede işaret dili resmi dil olarak kabul ediliyor; bunların 21’i Avrupa Birliği (AB) ülkesi.
Ders kitaplarının da kalıpyargılara ve yanlış temsillere yer vererek dışlamayı artırabileceğine dikkat çekiliyor. Raporda, Türkiye’de matematik ve programlamaya yönelik kaynakların özellikle işitme ve görme engellilere göre uyarlanmasında yetersiz kalındığı belirtiliyor. Toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin ise Türkiye’de ders kitaplarının eşit olmayan sosyal rollere yer verdiği ve ataerkil bir aile anlayışıyla, sorguya alan açmayan bir yaklaşımla hazırlandığı belirtiliyor. Ortaöğretim kitaplarında ise 2004’ten sonra gelişme olmasına karşın cinsiyetçi unsurların bulunduğu anlatılıyor.
Eğitimin kapsayıcı olabilmesi için öğretmenlerin uyguladığı yöntemlerde de çeşitlilik gerekiyor. Kapsayıcı eğitimde öğretmenin rolüne ve karşılaştığı sorunlara dair nelere vurgu yapılıyor ?
Rapor kapsamında yer alan ülkelere ilişkin genel bir bulgu şu: öğretmenler kapsayıcı eğitime ilişkin olumlu tutumlara sahipler ancak kapsayıcı eğitimin uygulanabilirliğinden şüphe duyuyorlar. Raporda Kamboçya’ya ilişkin ilginç bir bulgu var. Öğretmenlerin en az yüzde 50’si fiziksel, görsel, işitsel bozuklukları olan çocukların kapsanmasını çok olası ya da olası görürken bu oran kör, sağır ya da zihinsel engeli olan çocuklar söz konusu olduğunda yüzde 20’nin altına düşüyor. Bu bulgu engellilik türleri arasında da bir tür hiyerarşi kurulduğunu düşündürüyor. Ayrıca raporda, kapsanmakla ilgili engellerle karşılaşan her çocuğun illa ki bir engellilik türüyle tanımlanmıyor olabileceğinden söz ediliyor. Bundan da kapsayıcı eğitimi çocukları belirli gruplar altında tanımlayarak ele almanın bir risk taşıdığı anlamı çıkıyor. Öte yandan raporda öğretmenlerin tutumlarının engeli olan çocukların eğitiminde başarı elde ettikçe ve bu konuda destek aldıkça olumlu yönde değişebileceğine ilişkin bir bulgu da var.
Öğretmenin tutumunun yanı sıra çalışma koşulları da büyük önem taşıyor. Örneğin raporda sınıfların kalabalıklığının kapsayıcı eğitim için sorun oluşturabildiğine dikkat çekiliyor. TALIS 2018 bulgularına göre pek çok öğretmen sınıflarındaki çeşitliliğin yarattığı güçlüklere yanıt veremediğini düşünüyor. Öğretimi çocukların kültürel çeşitliliğine göre uyarladığını belirten öğretmenlerin oranı Türkiye’de yüzde 50’nin biraz üzerinde. Özellikle orta ve yüksek gelirli ülkelerdeki öğretmenler özel gereksinimli çocukların eğitimi için mesleki gelişime ihtiyaç duyduklarını belirtiyorlar.
Eğitimde eşitlik ve kapsayıcılık için eğitime ayrılan kaynaklar da çok önemli. Küresel Eğitim İzleme Raporu bu konuda ne gibi sorunlara ve çözüm önerilerine işaret ediyor ?
Raporda kapsayıcı eğitimin sağlanabilmesi için okulların ve öğrencilerin gereksinimlerini karşılayacak düzeyde kaynak ayrılmasının önemine dikkat çekiliyor. Dezavantajlı öğrenciler için burs ve yemek sağlanması gibi uygulamaların eğitimde eşitlik ve kapsayıcılık için önemli olduğu belirtiliyor. Latin Amerika ülkelerinde son otuz yılda uygulanan şartlı nakit transferleri sayesinde eğitimde kalma süresinin arttığına dikkat çekiliyor. Türkiye’de de 2003’ten bu yana uygulanan şartlı nakit transferinin özellikle kırsalda ortaöğretimde okullulaşmaya olumlu etkisi olduğu belirtiliyor. Raporda, Türkiye’de şartlı nakit transferi uygulamasının kapsamının 2017’de Suriyeli ve diğer mülteci çocukları kapsayacak şekilde genişletildiği ve Haziran 2019’da 500 binin üzerinde çocuğun ayda 6 ile 10 ABD doları arasında değişen yardım aldığı da belirtiliyor.
Tanı araçlarının yaygınlaşmasıyla özel eğitime ihtiyacı olduğu saptanan öğrenci sayısı artıyor. Buna paralel olarak özel gereksinimli çocukların eğitimi için eğitim alanındaki toplam kaynak ihtiyacı da artıyor. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki çalışmalar, engelli çocukların eğitimi için yapılan harcamaların engelli olmayanlara yapılana kıyasla 2 ila 2,5 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla kapsayıcı eğitim için kaynakları artırmak önemli.
Son olarak tüm çocukları kapsayacak, nitelikli eğitim için neler öneriliyor?
Öncelikle kapsayıcı eğitimi oldukça geniş bir çerçevede ele almak gerekiyor. Bunun için de toplumdaki çeşitliliği yansıtan kapsamlı veriler tutulması önemli. Kapsayıcı eğitimi sadece özel gereksinimli, mülteci öğrenciler vb. gibi kategorilerde ele almamak gerekiyor. Kapsayıcı eğitim, herhangi bir gruba ait görünmeyen ancak kapsanmasında engeller bulunan tüm bireyler için yararlı bir yaklaşım.
Dünya genelinde eğitime erişimin hala bir sorun olduğu vurgulanıyor; dolayısıyla kapsayıcı eğitimden bahsedebilmek için erişimi sağlayacak finansal kaynakların ayrılması gerekiyor. Kapsayıcı eğitimin güvence altına alınması için toplumda var olan ayrımcı tutumlarla mücadele edilmesi öneriliyor.
Kapsayıcı eğitim için sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının önemi vurgulanıyor; çalışmaları için uygun koşulların güvence altına alınması öneriliyor. Tüm çocukların gereksinimlerine karşılık gelen esnek ve erişilebilir bir müfredatın önemli olduğu belirtiliyor. Öğretmenlerin mesleğe tüm çocukların eğitim ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri biçimde hazırlanması gerektiği belirtiliyor. Kapsayıcı eğitim için güçlü ve motivasyonu yüksek öğretmenlerin varlığının önemi vurgulanıyor. Paydaşlar arasında işbirliği ve dayanışma olması öneriliyor.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Umay Aktaş Salman / ERG Araştırmacısı
UNESCO Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020 yayımlandı. Küresel boyutta kapsayıcı eğitimle ilgili önemli tespitlerin yer aldığı, Türkiye’ye dair verilerin de bulunduğu raporu ERG Eğitim Gözlemevi değerlendirdi. İşte 10 soru ve cevapla Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020’nin anlattıkları.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020’yi (Global Education Monitoring Report) yayımlandı. Bu yılki raporun konusu kapsayıcı eğitim. Raporda eğitim fırsatlarının eşit olmayan bir şekilde dağılmaya devam ettiği belirtilerek, pek çok öğrenci için nitelikli eğitime erişimin önündeki engellerin yüksek olduğu vurgulanıyor. Raporda Türkiye’ye dair de çarpıcı sonuçlar var. Dünyada çocuk, ergen ve gençlerin yüzde 17’si yani tahmini 258 milyonu eğitimde değil. Türkiye, okul öncesi eğitime erişim oranlarında üst-orta gelir seviyesinde yer alan 48 ülke içinde sondan dördüncü sırada yer alıyor, Türkiye’de PISA 2018’e katılan 15 yaşındaki her 4 öğrenciden 1’i kendini okulda dışlanmış hissediyor, öğretimi çocukların kültürel çeşitliliğine göre uyarladığını belirten öğretmenlerin oranı Türkiye’de yüzde 50’nin biraz üzerinde…
Eğitim Reformu Girişimi (ERG) Eğitim Gözlemevi’nden Yeliz Düşkün, Merve Mert, Ezgi Tunca, Burcu Meltem Arık, Özgenur Korlu ile Küresel Eğitim İzleme Raporu’nun sonuçlarını değerlendirdik.
Rapor kaç ülkeye dair veriler ve bilgiler içeriyor? Hangi başlıklarda kapsayıcı eğitime değiniyor ve ne mesajlar veriliyor?
Raporda, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden biri olan nitelikli eğitime yönelik ilerleme değerlendiriliyor. Raporun kapsamında 205 ülkeden veriler ve bilgiler bulunuyor. Raporda kimlik, sosyokültürel çevre ve engelliliğin eğitim fırsatlarından yararlanmayı etkilediği belirtiliyor; özellikle sosyoekonomik durum ve cinsiyet önemli etmenler olarak ön plana çıkıyor. Bireyler cinsiyet, engellilik durumu, göç vb. farklı nedenlerle ayrımcılığa maruz kalabiliyor; tektipleştirme ve damgalama sorunu ile karşı karşıya kalabiliyor. Ülkelerin yüzde 68’inde kapsayıcı eğitime ilişkin bir tanım olduğu, kapsayıcı eğitimin tanımlandığı ülkelerin yüzde 58’inde de çoklu ayrımcılığa maruz kalan gruplara yer verildiği belirtiliyor. Ülkelerin yüzde 26’sında ise kapsayıcı eğitim tanımı yalnızca engeli olan bireyleri ifade ediyor.
Bireylerin eğitimin dışında kalma nedenleri arasında ekonomik koşulların etkisi, öğretmenler de dahil olmak üzere çeşitli paydaşlarda yerleşik olan kapsayıcı eğitim uygulamalarının mümkün olmadığı algısı, eğitimin içeriğinin ve ders materyallerinin tüm öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayacak bir çeşitliliğe yer vermemesi bulunuyor. Eğitim sistemlerinde kapsayıcılığa geçiş olmasına karşın eğitimde ayrımcılık hala yaygın. Raporda kapsayıcı eğitim için neler yapılması gerektiği, öğretmenlerin, ebeveynlerin ve çocukların tutumlarında değişiklik oluşmasından okullara ve ailelere gerekli kaynakların aktarılmasına kadar pek çok boyutta ele alınıyor. Pek çok alanda ülke veya bölge temelinde ayrıştırılmış veriler sunuluyor.
Erişim ve okula devam açısından bakarsak rapor neler söylüyor?
Dünyada çocuk, ergen ve gençlerin yüzde 17’si (tahmini 258 milyon) eğitimde değil. Küresel ölçekte ilköğretim çağındaki 12 çocuktan 1’i, ortaokul çağındaki 6 çocuktan 1’i, ortaöğretim çağındaki 3 çocuktan 1’i okul dışında. 2018’de Sahraaltı Afrika, Orta ve Güney Asya’yı geçerek okul dışında kalan çocuk sayısında en yüksek orana sahip olan bölge oldu. Eğitime erişime toplumsal cinsiyet eşitliği açısından bakarsak, düşük gelir grubundaki her 4 ülkeden 1’inde, ilköğretime kayıtlı her 100 oğlan çocuğa karşılık 87’den az kız çocuk bulunuyor; ortaöğretimde ise her 100 oğlan çocuğa karşılık 60 kız çocuk bulunuyor. Ortaöğretimde ülkelerin yalnızca yüzde 25’i cinsiyet eşitliğine ulaşmış durumda.
Yüksek gelirli ülkelerde ise durum biraz daha farklı. Bu ülkelerde örtük bir biçimde okul dışında kalan çocuklar bulunuyor. Özel gereksinimi olan bireyler bunlar arasında yer alıyor. Birçok ülkede çağ nüfusu hala bilinmiyor. 14 ülkeden toplanan veriler, okul dışında kalan nüfusun yüzde 15’ini engelli çocukların oluşturduğunu gösteriyor. Fiziksel, duyusal ya da zihinsel engeli bulunanların okul dışında olma olasılıkları diğer akranlarına göre 2,5 kat fazla.
Öğrenme çıktıları önemli bir krize işaret ediyor. Yüksek gelirli ülkelerde de hedeflenen ölçüde ilerleme görülmüyor. Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) verilerine göre temel okuma becerilerine sahip olan 15 yaşındaki öğrencilerin oranı OECD ülkeleri arasında yüzde 19’dan (2003) yüzde 22’ye (2018) çıktı. Düşük performans aralığında olan öğrencilerin durumunun ve özellikle sosyo-ekonomik uçurumun öğrenmeye etkisinin daha iyi anlaşılması gerekiyor. Düşük performans aralığında olan öğrencilerin durumu iyi analiz edilmediği için eğitimin çıktılarını olumlu yönde değiştirmeye yönelik olarak yapılan müdahale programlarının etkisi de yeterince ölçülemiyor. Öğrenmeye ilişkin değerlendirmelerin en büyük eksiklerinden biri de okul dışında kalan çocuklara ilişkin herhangi bir bulgu sunmuyor olması.
Türkiye’de okul öncesi eğitimde okullulaşma oranları son yıllarda artmış olsa da hala pek çok Avrupa ülkesinin gerisinde. Özellikle sosyoekonomik açıdan elverişsiz koşullarda olan çocuklar okul öncesi eğitim almadan ilkokula başlıyor. Rapor buna dair ne diyor?
Düşük gelir düzeyindeki hanelerde bulunan çocuklar uyarıcı bir çevreden çoğunlukla mahrumlar. Bu, ebeveynlerin ya da evde bakım veren diğer kişilerin kitap okuma, birlikte oyun oynama, resim yapma gibi aktiviteleri daha az yerine getirdikleri, çocukların ufuk açıcı etkinlik ve materyallerle evde daha az karşılaştıkları, bazı durumlarda hiç karşılaşmadıkları anlamına geliyor. Bu konuda en büyük zorluk yetişkinlerin zaman ayırmalarının önündeki engeller. Bu engeller arasında çalışma hayatı ve geçim zorlukları ilk sıralarda yer alıyor. Küresel Eğitim İzleme Raporu 2020’de de Türkiye, okul öncesi eğitime erişim oranlarında üst-orta gelir seviyesinde yer alan 48 ülke içinde sondan dördüncü sırada yer alıyor.
Raporda küresel ölçekte okulların kapsayıcılığına dair nasıl bilgiler ve veriler yer alıyor ?
Okula aidiyet hissi, okulun kapsayıcılığına ilişkin bir ölçüt olarak değerlendiriliyor. 2003’te OECD ülkelerinde kendini okula ait hisseden öğrencilerin oranı yüzde 82 iken, 2015’te bu oran yüzde 73’e düştü. Okula aidiyet hissi yalnızca dışlanma riski yüksek olan gruplar için değil tüm öğrenciler için gerilemiş durumda. Öğrencilerin okula aidiyet hissinin güçlenmesi için ailelerin okula katılımı oldukça önem taşıyor. PISA verilerine göre OECD ülkelerindeki ebeveynlerin sadece yüzde 12’si ders dışı faaliyetlere gönüllü olarak katılıyor ve yüzde 17’si okul yönetimine katılıyor.
Raporda akran zorbalığına ilişkin de dikkat çekici bulgular yer alıyor. TIMSS (Trends in International Mathematics and Science Study – Uluslararası Matematik ve Fen Eğilimleri Araştırması) 2015 sonuçlarına göre araştırmaya katılan ülkelerde 4. sınıf öğrencilerinin yüzde 45’i en az ayda bir zorbalığa maruz kaldığını belirtiyor. Zorbalığın bazı ülkelerde çok daha yüksek olduğu not düşülüyor. Bir o kadar dikkat çekici bulgu da özel gereksinimli, düşük gelir grubunda yer alan, etnik veya dini azınlık grubunda olan, LGBTİ olan vb. çocukların zorbalığa daha sık maruz kaldığı.
Öte yandan okul altyapısının erişim ve kapsayıcılık için çok önemli olduğu vurgulanıyor. Altyapı ve materyalleri çeşitli öğrenci ihtiyaçlarına göre uyarlayan okullara ilişkin karşılaştırılabilir verilerin anlaşılmasını güçleştiren bazı etmenler söz konusu. Buna karşın raporda Burundi, Nijer veya Samoa’daki hiçbir okulun ulusal standartlara uymadığı ifade ediliyor Bu kısımda Türkiye’deki okulların durumuna ilişkin bir saptama yer almıyor.
Ayrıca 2018 Uluslararası Öğretme ve Öğrenme Araştırması’nda da (TALIS) okulların kapsayıcılığıyla ilgili bulgular bulmak mümkün. Buna göre Türkiye’de kapsayıcı eğitime ilişkin mesleki gelişime ihtiyaç duyan okul müdürü oranının pek yüksek olduğu söylenemez; oranın yüzde 10’un biraz üzerinde olduğu görülüyor. Aynı araştırmaya göre, OECD ülkelerinde öğretmenlerin yüzde 15’i eşitlik ve çeşitliliği teşvik etmek için mesleki gelişime ihtiyaç duyduklarını belirtiyorlar. Bu oran Türkiye’de de yüzde 10’un biraz üzerinde. 2018 TALIS bulguları OECD ülkeleri genelinde 5 okuldan 1’inin cinsiyete dayalı ve sosyoekonomik ayrımcılığa karşı açık politikalar izlemediğini gösteriyor. Türkiye’de, kapsayıcı eğitimi destekleyen kapsamlı bir yasal çerçeveye olmasına rağmen olumsuz tutumlar, yetersiz fiziksel altyapı ve öğretmenlerin ihtiyaçlarının karşılanması gibi uygulama zorluklarına dikkat çekiliyor.
Peki raporda kapsayıcı eğitim için önemli olan etkenlerden biri olan öğrenci tutumlarıyla ilgili neler anlatılıyor?
Raporda kapsanan ülkelere ilişkin genel bir saptama olarak öğrencilerin engellilik konusunda nötr tutum sergiledikleri, küçük yaşlardan itibaren engelli akranlarla etkileşimde olmanın olumlu tutumların gelişmesini desteklediği belirtiliyor. Öğrencilerin tutumlarına ilişkin bulgular, azınlık gruplara yönelik ayrımcılığın yüksek olduğunu gösteriyor. Burada Türkiye’de Suriyelilere yönelik olan tutum örnek olarak gösteriliyor. Ayrıca Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin depresyon, etiketlenme ve okuldan uzaklaşmaya neden olan kalıpyargılardan şikayetçi olduklarına ilişkin araştırma bulgularına yer veriliyor. Raporda, PISA 2018 bulgularına dayanarak okulda kendini dışlanmış hisseden 15 yaşındaki çocukların oranına yer verilmiş. Türkiye bu oranın görece yüksek olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Türkiye’de yaklaşık olarak her 4 öğrenciden 1’i kendini okulda dışlanmış hissediyor. Kendini okula ait hissetmeyen çocuklara sosyoekonomik olarak avantajlı ve dezavantajlı çocuklar ayrımında bakılmış. Pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de sosyoekonomik olarak dezavantajlı öğrencilerin okula aidiyeti daha düşük; ancak gruplar arasındaki fark çok büyük değil ve asıl dikkat çekici olan şu ki her iki grup için de aidiyet hissi zayıf.
Ebeveynlerin tutumlarının kapsayıcı eğitimini nasıl etkilediğiyle ilgili bulgular yer alıyor mu ?
Ebeveynlere ilişkin önemli bir bulgu yer alıyor. Almanya’da ebeveynlerin yüzde 15’i, Hong Kong’da ise yüzde 59’u, engelli çocukların engelli olmayanların öğrenmesini güçleştirmesinden endişe ediyor. Bu bulgu, kapsayıcı eğitim bakımından riskli bir tutuma işaret ediyor. Ebeveynlerin kendilerine benzeyen ailelerle benzer okul seçimleri yapma eğiliminde olduklarına, bunun da ayrışmayı artırdığına dikkat çekiliyor. Evde eğitimin de pek çok Avrupa ülkesinde kapsayıcı eğitim bağlamında bir sorun olarak görüldüğü ve yasaklandığı belirtiliyor.
Öğretim programları, ders kitapları, ölçme ve değerlendirme sistemi kapsayıcı eğitim açısından önemli, rapor bu alanlarda yaşanan sorunlar hakkında nelere işaret ediyor ?
Öğretim programlarının bireylerin farklılaşan gereksinimlerine yanıt vermesinin önemine ve kapsayıcı bir toplum oluşumuna katkıda bulunması gerekliliğine vurgu yapılıyor. Öğretim programlarının kapsayıcılıkla ilişkisi göçmenlik ve mültecilik, anadilde eğitim, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim, fiziksel ve bilişsel gereksinimler, öğrenci deneyimleri ve gerçek hayatla bağlantı vb. odaklarında inceleniyor. Rapora göre 41 ülkede işaret dili resmi dil olarak kabul ediliyor; bunların 21’i Avrupa Birliği (AB) ülkesi.
Ders kitaplarının da kalıpyargılara ve yanlış temsillere yer vererek dışlamayı artırabileceğine dikkat çekiliyor. Raporda, Türkiye’de matematik ve programlamaya yönelik kaynakların özellikle işitme ve görme engellilere göre uyarlanmasında yetersiz kalındığı belirtiliyor. Toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin ise Türkiye’de ders kitaplarının eşit olmayan sosyal rollere yer verdiği ve ataerkil bir aile anlayışıyla, sorguya alan açmayan bir yaklaşımla hazırlandığı belirtiliyor. Ortaöğretim kitaplarında ise 2004’ten sonra gelişme olmasına karşın cinsiyetçi unsurların bulunduğu anlatılıyor.
Eğitimin kapsayıcı olabilmesi için öğretmenlerin uyguladığı yöntemlerde de çeşitlilik gerekiyor. Kapsayıcı eğitimde öğretmenin rolüne ve karşılaştığı sorunlara dair nelere vurgu yapılıyor ?
Rapor kapsamında yer alan ülkelere ilişkin genel bir bulgu şu: öğretmenler kapsayıcı eğitime ilişkin olumlu tutumlara sahipler ancak kapsayıcı eğitimin uygulanabilirliğinden şüphe duyuyorlar. Raporda Kamboçya’ya ilişkin ilginç bir bulgu var. Öğretmenlerin en az yüzde 50’si fiziksel, görsel, işitsel bozuklukları olan çocukların kapsanmasını çok olası ya da olası görürken bu oran kör, sağır ya da zihinsel engeli olan çocuklar söz konusu olduğunda yüzde 20’nin altına düşüyor. Bu bulgu engellilik türleri arasında da bir tür hiyerarşi kurulduğunu düşündürüyor. Ayrıca raporda, kapsanmakla ilgili engellerle karşılaşan her çocuğun illa ki bir engellilik türüyle tanımlanmıyor olabileceğinden söz ediliyor. Bundan da kapsayıcı eğitimi çocukları belirli gruplar altında tanımlayarak ele almanın bir risk taşıdığı anlamı çıkıyor. Öte yandan raporda öğretmenlerin tutumlarının engeli olan çocukların eğitiminde başarı elde ettikçe ve bu konuda destek aldıkça olumlu yönde değişebileceğine ilişkin bir bulgu da var.
Öğretmenin tutumunun yanı sıra çalışma koşulları da büyük önem taşıyor. Örneğin raporda sınıfların kalabalıklığının kapsayıcı eğitim için sorun oluşturabildiğine dikkat çekiliyor. TALIS 2018 bulgularına göre pek çok öğretmen sınıflarındaki çeşitliliğin yarattığı güçlüklere yanıt veremediğini düşünüyor. Öğretimi çocukların kültürel çeşitliliğine göre uyarladığını belirten öğretmenlerin oranı Türkiye’de yüzde 50’nin biraz üzerinde. Özellikle orta ve yüksek gelirli ülkelerdeki öğretmenler özel gereksinimli çocukların eğitimi için mesleki gelişime ihtiyaç duyduklarını belirtiyorlar.
Eğitimde eşitlik ve kapsayıcılık için eğitime ayrılan kaynaklar da çok önemli. Küresel Eğitim İzleme Raporu bu konuda ne gibi sorunlara ve çözüm önerilerine işaret ediyor ?
Raporda kapsayıcı eğitimin sağlanabilmesi için okulların ve öğrencilerin gereksinimlerini karşılayacak düzeyde kaynak ayrılmasının önemine dikkat çekiliyor. Dezavantajlı öğrenciler için burs ve yemek sağlanması gibi uygulamaların eğitimde eşitlik ve kapsayıcılık için önemli olduğu belirtiliyor. Latin Amerika ülkelerinde son otuz yılda uygulanan şartlı nakit transferleri sayesinde eğitimde kalma süresinin arttığına dikkat çekiliyor. Türkiye’de de 2003’ten bu yana uygulanan şartlı nakit transferinin özellikle kırsalda ortaöğretimde okullulaşmaya olumlu etkisi olduğu belirtiliyor. Raporda, Türkiye’de şartlı nakit transferi uygulamasının kapsamının 2017’de Suriyeli ve diğer mülteci çocukları kapsayacak şekilde genişletildiği ve Haziran 2019’da 500 binin üzerinde çocuğun ayda 6 ile 10 ABD doları arasında değişen yardım aldığı da belirtiliyor.
Tanı araçlarının yaygınlaşmasıyla özel eğitime ihtiyacı olduğu saptanan öğrenci sayısı artıyor. Buna paralel olarak özel gereksinimli çocukların eğitimi için eğitim alanındaki toplam kaynak ihtiyacı da artıyor. Avrupa ve Kuzey Amerika’daki çalışmalar, engelli çocukların eğitimi için yapılan harcamaların engelli olmayanlara yapılana kıyasla 2 ila 2,5 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla kapsayıcı eğitim için kaynakları artırmak önemli.
Son olarak tüm çocukları kapsayacak, nitelikli eğitim için neler öneriliyor?
Öncelikle kapsayıcı eğitimi oldukça geniş bir çerçevede ele almak gerekiyor. Bunun için de toplumdaki çeşitliliği yansıtan kapsamlı veriler tutulması önemli. Kapsayıcı eğitimi sadece özel gereksinimli, mülteci öğrenciler vb. gibi kategorilerde ele almamak gerekiyor. Kapsayıcı eğitim, herhangi bir gruba ait görünmeyen ancak kapsanmasında engeller bulunan tüm bireyler için yararlı bir yaklaşım.
Dünya genelinde eğitime erişimin hala bir sorun olduğu vurgulanıyor; dolayısıyla kapsayıcı eğitimden bahsedebilmek için erişimi sağlayacak finansal kaynakların ayrılması gerekiyor. Kapsayıcı eğitimin güvence altına alınması için toplumda var olan ayrımcı tutumlarla mücadele edilmesi öneriliyor.
Kapsayıcı eğitim için sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının önemi vurgulanıyor; çalışmaları için uygun koşulların güvence altına alınması öneriliyor. Tüm çocukların gereksinimlerine karşılık gelen esnek ve erişilebilir bir müfredatın önemli olduğu belirtiliyor. Öğretmenlerin mesleğe tüm çocukların eğitim ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri biçimde hazırlanması gerektiği belirtiliyor. Kapsayıcı eğitim için güçlü ve motivasyonu yüksek öğretmenlerin varlığının önemi vurgulanıyor. Paydaşlar arasında işbirliği ve dayanışma olması öneriliyor.
Son Güncelleme: Cuma, 26 Haziran 2020 18:45
Gösterim: 12626
Prof. Dr. Cem Balçıkanlı / Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Yabancı Diller Eğitimi Bölümü, İngiliz Dili Eğitimi ABD
"Bir çocuğun küçüklüğünde aldığı ilk intibalar, bütün ömrünce devam eder."
Heinrich Schlimann
(İlk çocuklarının anaokulu seçimi konusunda son derece dikkatli olan genç bir çift müdürün odasındadır.)
Anne: Hocam, bizim çocuğumuzun yabancı dile karşı yeteneği var. Bunu biliyoruz. Hem babamız üç dil birden konuşuyor hem de ben hamileliğim esnasında pek çok İngilizce set tamamladım. Kızımızın İngilizce eğitimini çok önemsiyoruz.
Okul yöneticisi:Siz hiç merak etmeyin Ceylin Hanım. Okulumuzun en güçlü taraflarından biri yabancı dil eğitimi. Çift dilli bir sistemle çocuklarımızın hedef dile maruz kalma oranını artıyoruz bunu yaparken de çeşitli oyunlarla, eğlenceli etkinliklerle, el işi malzemeleriyle yapılan boyamalarla çocuğumuzun yabancı dile karşı olumlu duygu geliştirmesini sağlıyoruz.
Baba:Hocam, bu söyledikleriniz son derece önemli elbette. Ancak bizim aradığımız okul kızımızın ilkokul eğitimine başladığında İngilizce açısından bir probleminin kalmadığı bir okul. Yani yurtdışı seyahatine çıktığımızda kendi yemeğinin siparişini verebilirsin istiyoruz.
Yukarıdaki diyalog yaşanmadı. Ancak yaşanma ihtimali son derece yüksek. Herhangi bir okul yöneticisinin dijital çağın etkisiyle kısa sürede sonuca ulaşmak isteyen velilere yönelik yaptığı açıklamalar- bizim örneğimizdeki okul yöneticisi son derece tatmin edici açıklamalar yaptı- bu yazının ana temasını oluşturan okul öncesi dönemde yabancı dil eğitiminin temel amacını ve bu amaca ulaşmak için nelerin yapılması gerektiğini gözler önüne sermektedir. Ancak isterseniz okul öncesi dönemde yabancı dil eğitimiyle ilgili kısa süreli bir yolculuğa çıkacağımız bu yazıda bazı kavramların net olarak anlaşılması için biraz bilimsel yaklaşımlardan yardım alalım.
OKUL ÖNCESİ DÖNEMDEKİ ÖĞRENCİLERİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
İngilizcede “young learners” olarak isimlendirilen kavram doğumdan 13 yaşına kadar olan tüm öğrencileri kapsamaktadır. İlkokula başlama yaşının 69 aya çıkarılmasına yönelik düzenleme çerçevesinde okul öncesi dönemde eğitim alan tüm öğrencileri yabancı dil eğitimi literatüründe kullanıldığı haliyle “very young learners” olarak kabul ediliriz. Diğer bir deyişle; 0-6 yaş arasındaki dil öğrencileri “very young learners (çok küçük dil öğrencileri)” olarak kabul edilirken, 6 ile 13 yaş arasındaki çocukları “young learners” şeklinde yorumlanmaktadır.
Türkiye’de çocukların okul öncesi eğitime genellikle 3 yaştan sonra başlamasından dolayı bu döneme denk gelen dil öğrencilerimizin bilişsel, duyuşsal ve fiziksel özellikleri nelerdir? Bu konuda pek çok araştırma ve yayın bize genellikle şunu göstermektedir. Bilişsel gelişim açısından yönergeleri anlayıp uygulayabilirler. Dikkatlerini ilgilendikleri konuların ilginçliğine göre 5-15 dakika arasında yoğunlaştırabilirler. Sembolik düşünce sürecinin başlamasıyla birlikte problem çözme becerilerinde de bir gelişme göze çarpar. Sosyal-duygusal bağlamında incelediğimizde ise; paylaşma kavramını yeni yeni öğrendiklerinden dolayı oyun oynamaktan, akranları ile vakit geçirmekten keyif alırlar. Birlikte yaşadıkları kişilerin duygularını anlamaya ve buna uygun davranırlar. Kuralları anlamaya ve kurallara göre davranmaya istekli olurlar. Yine daha bağımsız hareket etmeye başladığı dönemin içindedirler. Motor gelişimlerine bakacak olursak; düz bir çizgide yürümekten tutun da çift ayak zıplamaya kadar topu istediği hedefe doğru atmaktan tutun da merdivenlerden yardımsız inip çıkmaya kadar pek çok hareketi yapabilirler. Çocuklar arasında farklılık göstermekle birlikte genel olarak okul öncesi eğitimde yabancı dil öğrenmeye çalışan öğrencilerin temel özelliklerini inceledikten sonra asıl odağımız olan dil gelişim süreçlerini mercek altına alalım.
OKUL ÖNCESİ DÖNEMDE DİL GELİŞİMİ
Çocuklarda dil gelişimi literatürünü incelediğimizde bu dönemdeki çocukların cümle dönemine (32 aylık ve sonrası) denk geldiğini görmekteyiz. Bu dönemde artık önceki dönemlerde pek de önemsenmeyen dilbilgisi kuralları artık önemli hale gelmiştir. Çocuklar bu dönemde yetişkinlerin kurduğu cümleleri kurma yolunda bir yolculuğa çıkarlar. Ergenlik sürecine kadar gerek kelime gerekse dilbilgisi anlamında büyük gelişmeler gösterirlerken temel anlamda iletişim kurma noktasında herhangi bir sıkıntı yaşamazlar. Kendilerini son derece rahat ifade ederler. Zaman kavramının iyice oturmaya başladığı bu dönemde çocuklar geçmiş, şimdiki ve geniş zaman eklerini kullanırlar. 3 yaş civarında ne, kim türü soruları sormaya başlarken, 4 ve 5 yaşlarından itibaren dili daha doğru bir şekilde kullanmaya özen gösterirler. Kelime hazineleri sürekli gelişme gösterdiği dil oyunlarını da daha sık yapmaya başlarlar. 5/6 yaşlarına geldiklerinde ise birçok açıdan yetişkinlerin dil kullanımına benzerler. Olayları sırasıyla anlatmaktan tutun da aynı cümleyi farklı zamanlarda da ifade edebilirler. Çocuklar 6-7 yaşlarında birlikte yaşadıkları yetişkin gibi konuşurlar.
ÇOCUKLARA YABANCI DİL EĞİTİMİ
Bilişsel, sosyal ve duygusal, motor ve dil gelişimlerini dikkate alarak okul öncesi dönemde bulunan çocukların yabancı dil öğrenme süreçlerini yukarıda belirlenen ilkeler ışığında yürütmek gereklidir. Giriş kısmındaki diyalogda da görüldüğü gibi bu dönemde çocukların yabancı dile karşı olumlu duygu geliştirmesi en temel hedef olmalıdır. Pek çok ebeveynin düşündüğü gibi bu dönemlerde dilde çok büyük bir ilerleme beklemektense çocuğun hayatında veya daha dar anlamıyla etrafında olup bitenleri içselleştireceği bir yabancı dil eğitim süreci bu dönemin en önemli çıktılarından biridir. Kendisini ifade ederken kullandığı renkler, sayılar, hayvan isimleri, aylar, günler vb. yapıların çocuklara gelişimlerine uygun bir şekilde eğlenceli etkinliklerle bütüncül bir bakış açısıyla sunulması çocuklarda arzulanan olumlu duygunun gelişimini tetikler nitelikteki yaklaşımlardandır. Henüz soyut kavramlarının gelişmemiş olmasından dolayı dili oluşturan unsurları (dilbilgisi, kelime gibi) tek tek ayrıştırarak vermek yerine gündelik hayatta kullanabilecek dil parçacıklarının sunulması her zaman daha anlamlı sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, what is your name? ifadesindeki her bir kelimenin ne anlama geldiğini öğrencilere sunmaktansa bu ifadenin geçtiği bir şarkıyı anlamlı tekrarlarla dinlemek daha uygun olacaktır. Çocuklar gelişim özellikleri gereği sevdikleri şarkıları pek çok kez dinleyerek bu dönemin en önemli unsurlarından biri olan “kaliteli dil girdisine maruz” kalacaklardır. Yabancı dil eğitiminde “input” olarak ifade edilen bu kavram, öğrenim sürecinde hedef dilde öğrencilerin duydukları herşey olarak tanımlanmaktadır. Bu yaş grubundaki çocukların şarkılarla, oyunlarla, el işi etkinlikleriyle, boyalamalarla, drama etkinlikleriyle ve yarışmalarla bol miktarda girdiye maruz kalması altyapının sağlam bir zemine dayanmasını sağlayacaktır. Bu dönemlerde çocuklardan hemen cümle kurması, tanımadığı insanlarla İngilizce iletişim kurması, izlediği bir çizgi filmdeki İngilizce bir kelimeyi söylemesini beklemek hiç gerçekçi değildir. Çocukların bu tür isteklere cevap vermiyor/veremiyor olmasının altında tahmin ettiğimizden çok daha fazla neden olabilir. Ancak en bilineni dil öğrenme sürecinin okul öncesi dönemde bol miktarda girdiye maruz kalınarak yoğun bir havuz oluşturulması ve bu havuzun ancak uygun şartlar sağlandığında çıktıya dönüşeceği gerçeğidir. Sabır, bu dönemde çocuklarından hızlı bir şekilde dil üretimi bekleyen dijital çağın velileri için anahtar kelimedir.
ÇOCUKLARLA NE TÜR ETKİNLİKLER YAPILMALI?
Oyunlar: Çocukların dünyayı keşfetme aracı olan oyunlar okul öncesi dönemde sıklıkla başvurulması gereken araçlardır. Oyunun kullanıldığı ortamlarda öğrenme için her zaman umudun olması gerekliliğine inanılan oyun felsefesine göre, çocukların yaş gruplarına göre planlanmış oyunlar hem eğlenceli hem de öğretici öğrenme deneyimleri sunar
Şarkılar: Bu dönemdeki çocukların bol miktarda dil girdisini alacağı yegâne araçlardan olan şarkıların etkili bir şekilde kullanıldığı takdirde mucizevi sonuçlar ürettiği iyi bilinmektedir. Çocukların sadece şarkı dinlemekle kalmayıp aynı zamanda şarkılardaki sözel girdiye fiziksel tepki vereceği etkinliklerle bu süreci yürütmek çocukların olumlu duyguları daha bu yaşlarda geliştirmelerini sağlar.
El işi etkinlikleri: Çocukların motor gelişimleriyle uyumlu bir şekilde planlanması gereken ve çocukların makas, uhu gibi araçları kullanarak maske, kukla gibi yabancı dil öğrenim sürecini eğlenceli ve anlamlı hale getirecek malzemeleri oluşturması beklenen bu tür etkinlikler bu dönemdeki çocukların son derece keyif aldığı anlar yaratır.
Boyama etkinlikleri: Çocukların her zaman yapmaktan keyif aldıkları boyama etkinliklerini küçük dil parçacıklarıyla ilişkilendirerek etkinlikler yürütmek de bu dönemdeki çocukların yabancı dil öğrenim sürecini desteklemektedir.
Drama etkinlikleri: Okul öncesi dönemdeki çocukların sınıf arkadaşlarıyla birlikte gerçek malzemeleri kullanarak rol oynama etkinliklerini yürütmesi ve bunları yaparken de risk alma konusunda desteklenmesi dil çıktısının oluşmasını mümkün kılmaktadır.
Hikâye anlatma: Okul öncesi dönemdeki çocukların hayatlarında son derece önemli bir yere sahip olan hikayeler yabancı dil öğrenim sürecinde etkili bir araçtır. Öğretmenlerle birlikte tekrarlar üzerine kurgulanarak yapılan bu etkinliklerde çocuklar hem öğrenme sürecine aktif katılım gösterirler hem de eğlenceli dakikalarla olumlu bir tutum geliştirirler.
Tekerlemeler: Özellikle kelimelerin doğru bir şekilde telaffuz edilmesini sağlama anlamında çok faydalı olan tekerlemeler ritim duygusuyla birlikte okul öncesi dönemdeki çocuklarda dilde otomatiklik kazandırması açısından çok kıymetlidir.
ÖĞRETMENLER, VELİLER VE OKUL YÖNETİCİLERİNE ÖNERİLER
Çocukların örgün eğitime hazırlandığı okul öncesi dönemde eğitimin ana bileşenleri olan okul yöneticilerinin, öğretmenlerin ve belki de eğitimin bir ekosistem olmasından dolayı da velilerin bu sürece bilimsel kuramlar ışığında yaklaşması gerekir.
Yabancı dil öğretmenleri; oyun sadece öğrencilerin boş zamanlarını doldurdukları keyifli bir etkinlik değildir. Oyunu bir öğretim yöntemi olarak değerlendirmeniz ve bu minvalde hareket etmeniz son derece elzemdir. Bu anlamda öğretmenin neyi, ne kadarını ne sürede kazandıracağınızı çok iyi belirlemeniz gerekir. Bu sayede alınan geri bildirimler öğrencileri başarıya götürür. Oyun her zaman öğrenmeyi desteklemeye ve bizi güdülemeye yönelik uygun fırsatlar sunmaya devam etmektedir. Çünkü oyun hayatın her aşamasında vardır ve var olacaktır. Oyunlarla, şarkılarla, eğlenceli yarışmalarla, boyama etkinlikleriyle ve öğrencilerin bol miktarda girdiye maruz bırakılacağı etkinlikleri uygulamaya çalışmalısınız. Bir deneyin buna benzer etkinlikler ile yabancı dil sınıfları öğrenciler için Charlie’nin Çikolata Fabrikası veya Alice’nin Harikalar Diyarına dönüşecektir.
Veliler;her ne kadar kendi öğrenme süreçlerinizi çocuklarınızla paylaşıp onların da benzer şeyleri yaşamasını isteseniz de unutmayın sizler farklı kuşakların temsilcilerisiniz. Sizin dönemde geçerli olan pek çok uygulama yıllar içinde değişip yerine yeni yaklaşımlar gelmiş olabilir. Çocuğunuz da farklı öğrenme stillerine sahip olduğunu düşünüp onun kendi öğrenme stratejilerini keşfetmesine yardımcı olmalısınız. Yabancı dil öğrenme sürecindeki bu keşif her zaman hızlı sonuçlar vermeyebilir. Sabırlı olmak zorundasınız. Çocuğunuzun okul öncesi dönemde doğru bir yönlendirilmeyle gerekli miktarda girdi alacağını aklınızdan çıkarmayın. Bu süreci desteklemek için de İngilizce şarkı, oyun, dinleme etkinlikleri ve ilgisi paralelindeki her türlü kaynağa erişimini sağlayınız/ İnternetteki kaliteli ve eğlenceli İngilizce öğretim kaynaklarını keşfetmek için öğretmeninize danışınız. Eğer eğlence yoksa öğrenme de yoktur.
Okul yöneticileri;okul öncesi dönemde yabancı dil öğrenme sürecini geçiren çocukların velilerini yönlendirmek son derece önemlidir. Her birinin kendi öğrenme deneyimlerinden yapacağı çıkarımlarını ve zaman zaman pek de gerçekçi olmayan beklentilerini sizlere aktarabilirler. Okul öncesi dönemde yabancı dil anlamındaki en büyük hedefin dile karşı olumlu tutum geliştirme olduğunu velilere söyleyerek velilerin bu süreci daha sakin ve ulaşılabilir hedeflerle geçirmelerine yardımcı olmanız eğitimin bütüncül bir biçimde ele alınması gerekliliği açısından elzemdir.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Prof. Dr. Cem Balçıkanlı / Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Yabancı Diller Eğitimi Bölümü, İngiliz Dili Eğitimi ABD
"Bir çocuğun küçüklüğünde aldığı ilk intibalar, bütün ömrünce devam eder."
Heinrich Schlimann
(İlk çocuklarının anaokulu seçimi konusunda son derece dikkatli olan genç bir çift müdürün odasındadır.)
Anne: Hocam, bizim çocuğumuzun yabancı dile karşı yeteneği var. Bunu biliyoruz. Hem babamız üç dil birden konuşuyor hem de ben hamileliğim esnasında pek çok İngilizce set tamamladım. Kızımızın İngilizce eğitimini çok önemsiyoruz.
Okul yöneticisi:Siz hiç merak etmeyin Ceylin Hanım. Okulumuzun en güçlü taraflarından biri yabancı dil eğitimi. Çift dilli bir sistemle çocuklarımızın hedef dile maruz kalma oranını artıyoruz bunu yaparken de çeşitli oyunlarla, eğlenceli etkinliklerle, el işi malzemeleriyle yapılan boyamalarla çocuğumuzun yabancı dile karşı olumlu duygu geliştirmesini sağlıyoruz.
Baba:Hocam, bu söyledikleriniz son derece önemli elbette. Ancak bizim aradığımız okul kızımızın ilkokul eğitimine başladığında İngilizce açısından bir probleminin kalmadığı bir okul. Yani yurtdışı seyahatine çıktığımızda kendi yemeğinin siparişini verebilirsin istiyoruz.
Yukarıdaki diyalog yaşanmadı. Ancak yaşanma ihtimali son derece yüksek. Herhangi bir okul yöneticisinin dijital çağın etkisiyle kısa sürede sonuca ulaşmak isteyen velilere yönelik yaptığı açıklamalar- bizim örneğimizdeki okul yöneticisi son derece tatmin edici açıklamalar yaptı- bu yazının ana temasını oluşturan okul öncesi dönemde yabancı dil eğitiminin temel amacını ve bu amaca ulaşmak için nelerin yapılması gerektiğini gözler önüne sermektedir. Ancak isterseniz okul öncesi dönemde yabancı dil eğitimiyle ilgili kısa süreli bir yolculuğa çıkacağımız bu yazıda bazı kavramların net olarak anlaşılması için biraz bilimsel yaklaşımlardan yardım alalım.
OKUL ÖNCESİ DÖNEMDEKİ ÖĞRENCİLERİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?
İngilizcede “young learners” olarak isimlendirilen kavram doğumdan 13 yaşına kadar olan tüm öğrencileri kapsamaktadır. İlkokula başlama yaşının 69 aya çıkarılmasına yönelik düzenleme çerçevesinde okul öncesi dönemde eğitim alan tüm öğrencileri yabancı dil eğitimi literatüründe kullanıldığı haliyle “very young learners” olarak kabul ediliriz. Diğer bir deyişle; 0-6 yaş arasındaki dil öğrencileri “very young learners (çok küçük dil öğrencileri)” olarak kabul edilirken, 6 ile 13 yaş arasındaki çocukları “young learners” şeklinde yorumlanmaktadır.
Türkiye’de çocukların okul öncesi eğitime genellikle 3 yaştan sonra başlamasından dolayı bu döneme denk gelen dil öğrencilerimizin bilişsel, duyuşsal ve fiziksel özellikleri nelerdir? Bu konuda pek çok araştırma ve yayın bize genellikle şunu göstermektedir. Bilişsel gelişim açısından yönergeleri anlayıp uygulayabilirler. Dikkatlerini ilgilendikleri konuların ilginçliğine göre 5-15 dakika arasında yoğunlaştırabilirler. Sembolik düşünce sürecinin başlamasıyla birlikte problem çözme becerilerinde de bir gelişme göze çarpar. Sosyal-duygusal bağlamında incelediğimizde ise; paylaşma kavramını yeni yeni öğrendiklerinden dolayı oyun oynamaktan, akranları ile vakit geçirmekten keyif alırlar. Birlikte yaşadıkları kişilerin duygularını anlamaya ve buna uygun davranırlar. Kuralları anlamaya ve kurallara göre davranmaya istekli olurlar. Yine daha bağımsız hareket etmeye başladığı dönemin içindedirler. Motor gelişimlerine bakacak olursak; düz bir çizgide yürümekten tutun da çift ayak zıplamaya kadar topu istediği hedefe doğru atmaktan tutun da merdivenlerden yardımsız inip çıkmaya kadar pek çok hareketi yapabilirler. Çocuklar arasında farklılık göstermekle birlikte genel olarak okul öncesi eğitimde yabancı dil öğrenmeye çalışan öğrencilerin temel özelliklerini inceledikten sonra asıl odağımız olan dil gelişim süreçlerini mercek altına alalım.
OKUL ÖNCESİ DÖNEMDE DİL GELİŞİMİ
Çocuklarda dil gelişimi literatürünü incelediğimizde bu dönemdeki çocukların cümle dönemine (32 aylık ve sonrası) denk geldiğini görmekteyiz. Bu dönemde artık önceki dönemlerde pek de önemsenmeyen dilbilgisi kuralları artık önemli hale gelmiştir. Çocuklar bu dönemde yetişkinlerin kurduğu cümleleri kurma yolunda bir yolculuğa çıkarlar. Ergenlik sürecine kadar gerek kelime gerekse dilbilgisi anlamında büyük gelişmeler gösterirlerken temel anlamda iletişim kurma noktasında herhangi bir sıkıntı yaşamazlar. Kendilerini son derece rahat ifade ederler. Zaman kavramının iyice oturmaya başladığı bu dönemde çocuklar geçmiş, şimdiki ve geniş zaman eklerini kullanırlar. 3 yaş civarında ne, kim türü soruları sormaya başlarken, 4 ve 5 yaşlarından itibaren dili daha doğru bir şekilde kullanmaya özen gösterirler. Kelime hazineleri sürekli gelişme gösterdiği dil oyunlarını da daha sık yapmaya başlarlar. 5/6 yaşlarına geldiklerinde ise birçok açıdan yetişkinlerin dil kullanımına benzerler. Olayları sırasıyla anlatmaktan tutun da aynı cümleyi farklı zamanlarda da ifade edebilirler. Çocuklar 6-7 yaşlarında birlikte yaşadıkları yetişkin gibi konuşurlar.
ÇOCUKLARA YABANCI DİL EĞİTİMİ
Bilişsel, sosyal ve duygusal, motor ve dil gelişimlerini dikkate alarak okul öncesi dönemde bulunan çocukların yabancı dil öğrenme süreçlerini yukarıda belirlenen ilkeler ışığında yürütmek gereklidir. Giriş kısmındaki diyalogda da görüldüğü gibi bu dönemde çocukların yabancı dile karşı olumlu duygu geliştirmesi en temel hedef olmalıdır. Pek çok ebeveynin düşündüğü gibi bu dönemlerde dilde çok büyük bir ilerleme beklemektense çocuğun hayatında veya daha dar anlamıyla etrafında olup bitenleri içselleştireceği bir yabancı dil eğitim süreci bu dönemin en önemli çıktılarından biridir. Kendisini ifade ederken kullandığı renkler, sayılar, hayvan isimleri, aylar, günler vb. yapıların çocuklara gelişimlerine uygun bir şekilde eğlenceli etkinliklerle bütüncül bir bakış açısıyla sunulması çocuklarda arzulanan olumlu duygunun gelişimini tetikler nitelikteki yaklaşımlardandır. Henüz soyut kavramlarının gelişmemiş olmasından dolayı dili oluşturan unsurları (dilbilgisi, kelime gibi) tek tek ayrıştırarak vermek yerine gündelik hayatta kullanabilecek dil parçacıklarının sunulması her zaman daha anlamlı sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, what is your name? ifadesindeki her bir kelimenin ne anlama geldiğini öğrencilere sunmaktansa bu ifadenin geçtiği bir şarkıyı anlamlı tekrarlarla dinlemek daha uygun olacaktır. Çocuklar gelişim özellikleri gereği sevdikleri şarkıları pek çok kez dinleyerek bu dönemin en önemli unsurlarından biri olan “kaliteli dil girdisine maruz” kalacaklardır. Yabancı dil eğitiminde “input” olarak ifade edilen bu kavram, öğrenim sürecinde hedef dilde öğrencilerin duydukları herşey olarak tanımlanmaktadır. Bu yaş grubundaki çocukların şarkılarla, oyunlarla, el işi etkinlikleriyle, boyalamalarla, drama etkinlikleriyle ve yarışmalarla bol miktarda girdiye maruz kalması altyapının sağlam bir zemine dayanmasını sağlayacaktır. Bu dönemlerde çocuklardan hemen cümle kurması, tanımadığı insanlarla İngilizce iletişim kurması, izlediği bir çizgi filmdeki İngilizce bir kelimeyi söylemesini beklemek hiç gerçekçi değildir. Çocukların bu tür isteklere cevap vermiyor/veremiyor olmasının altında tahmin ettiğimizden çok daha fazla neden olabilir. Ancak en bilineni dil öğrenme sürecinin okul öncesi dönemde bol miktarda girdiye maruz kalınarak yoğun bir havuz oluşturulması ve bu havuzun ancak uygun şartlar sağlandığında çıktıya dönüşeceği gerçeğidir. Sabır, bu dönemde çocuklarından hızlı bir şekilde dil üretimi bekleyen dijital çağın velileri için anahtar kelimedir.
ÇOCUKLARLA NE TÜR ETKİNLİKLER YAPILMALI?
Oyunlar: Çocukların dünyayı keşfetme aracı olan oyunlar okul öncesi dönemde sıklıkla başvurulması gereken araçlardır. Oyunun kullanıldığı ortamlarda öğrenme için her zaman umudun olması gerekliliğine inanılan oyun felsefesine göre, çocukların yaş gruplarına göre planlanmış oyunlar hem eğlenceli hem de öğretici öğrenme deneyimleri sunar
Şarkılar: Bu dönemdeki çocukların bol miktarda dil girdisini alacağı yegâne araçlardan olan şarkıların etkili bir şekilde kullanıldığı takdirde mucizevi sonuçlar ürettiği iyi bilinmektedir. Çocukların sadece şarkı dinlemekle kalmayıp aynı zamanda şarkılardaki sözel girdiye fiziksel tepki vereceği etkinliklerle bu süreci yürütmek çocukların olumlu duyguları daha bu yaşlarda geliştirmelerini sağlar.
El işi etkinlikleri: Çocukların motor gelişimleriyle uyumlu bir şekilde planlanması gereken ve çocukların makas, uhu gibi araçları kullanarak maske, kukla gibi yabancı dil öğrenim sürecini eğlenceli ve anlamlı hale getirecek malzemeleri oluşturması beklenen bu tür etkinlikler bu dönemdeki çocukların son derece keyif aldığı anlar yaratır.
Boyama etkinlikleri: Çocukların her zaman yapmaktan keyif aldıkları boyama etkinliklerini küçük dil parçacıklarıyla ilişkilendirerek etkinlikler yürütmek de bu dönemdeki çocukların yabancı dil öğrenim sürecini desteklemektedir.
Drama etkinlikleri: Okul öncesi dönemdeki çocukların sınıf arkadaşlarıyla birlikte gerçek malzemeleri kullanarak rol oynama etkinliklerini yürütmesi ve bunları yaparken de risk alma konusunda desteklenmesi dil çıktısının oluşmasını mümkün kılmaktadır.
Hikâye anlatma: Okul öncesi dönemdeki çocukların hayatlarında son derece önemli bir yere sahip olan hikayeler yabancı dil öğrenim sürecinde etkili bir araçtır. Öğretmenlerle birlikte tekrarlar üzerine kurgulanarak yapılan bu etkinliklerde çocuklar hem öğrenme sürecine aktif katılım gösterirler hem de eğlenceli dakikalarla olumlu bir tutum geliştirirler.
Tekerlemeler: Özellikle kelimelerin doğru bir şekilde telaffuz edilmesini sağlama anlamında çok faydalı olan tekerlemeler ritim duygusuyla birlikte okul öncesi dönemdeki çocuklarda dilde otomatiklik kazandırması açısından çok kıymetlidir.
ÖĞRETMENLER, VELİLER VE OKUL YÖNETİCİLERİNE ÖNERİLER
Çocukların örgün eğitime hazırlandığı okul öncesi dönemde eğitimin ana bileşenleri olan okul yöneticilerinin, öğretmenlerin ve belki de eğitimin bir ekosistem olmasından dolayı da velilerin bu sürece bilimsel kuramlar ışığında yaklaşması gerekir.
Yabancı dil öğretmenleri; oyun sadece öğrencilerin boş zamanlarını doldurdukları keyifli bir etkinlik değildir. Oyunu bir öğretim yöntemi olarak değerlendirmeniz ve bu minvalde hareket etmeniz son derece elzemdir. Bu anlamda öğretmenin neyi, ne kadarını ne sürede kazandıracağınızı çok iyi belirlemeniz gerekir. Bu sayede alınan geri bildirimler öğrencileri başarıya götürür. Oyun her zaman öğrenmeyi desteklemeye ve bizi güdülemeye yönelik uygun fırsatlar sunmaya devam etmektedir. Çünkü oyun hayatın her aşamasında vardır ve var olacaktır. Oyunlarla, şarkılarla, eğlenceli yarışmalarla, boyama etkinlikleriyle ve öğrencilerin bol miktarda girdiye maruz bırakılacağı etkinlikleri uygulamaya çalışmalısınız. Bir deneyin buna benzer etkinlikler ile yabancı dil sınıfları öğrenciler için Charlie’nin Çikolata Fabrikası veya Alice’nin Harikalar Diyarına dönüşecektir.
Veliler;her ne kadar kendi öğrenme süreçlerinizi çocuklarınızla paylaşıp onların da benzer şeyleri yaşamasını isteseniz de unutmayın sizler farklı kuşakların temsilcilerisiniz. Sizin dönemde geçerli olan pek çok uygulama yıllar içinde değişip yerine yeni yaklaşımlar gelmiş olabilir. Çocuğunuz da farklı öğrenme stillerine sahip olduğunu düşünüp onun kendi öğrenme stratejilerini keşfetmesine yardımcı olmalısınız. Yabancı dil öğrenme sürecindeki bu keşif her zaman hızlı sonuçlar vermeyebilir. Sabırlı olmak zorundasınız. Çocuğunuzun okul öncesi dönemde doğru bir yönlendirilmeyle gerekli miktarda girdi alacağını aklınızdan çıkarmayın. Bu süreci desteklemek için de İngilizce şarkı, oyun, dinleme etkinlikleri ve ilgisi paralelindeki her türlü kaynağa erişimini sağlayınız/ İnternetteki kaliteli ve eğlenceli İngilizce öğretim kaynaklarını keşfetmek için öğretmeninize danışınız. Eğer eğlence yoksa öğrenme de yoktur.
Okul yöneticileri;okul öncesi dönemde yabancı dil öğrenme sürecini geçiren çocukların velilerini yönlendirmek son derece önemlidir. Her birinin kendi öğrenme deneyimlerinden yapacağı çıkarımlarını ve zaman zaman pek de gerçekçi olmayan beklentilerini sizlere aktarabilirler. Okul öncesi dönemde yabancı dil anlamındaki en büyük hedefin dile karşı olumlu tutum geliştirme olduğunu velilere söyleyerek velilerin bu süreci daha sakin ve ulaşılabilir hedeflerle geçirmelerine yardımcı olmanız eğitimin bütüncül bir biçimde ele alınması gerekliliği açısından elzemdir.
Son Güncelleme: Perşembe, 28 May 2020 11:51
Gösterim: 10945