Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.
Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı
Perşembenin Gelişi Çarşambadan Bellidir; Kriz
Kendisi de özel okul sahibi olan Milli Eğitim Bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un bakan olarak atanışının üzerinden tam olarak 17 ay geçmiş yani bir buçuk yıla yakın bir zamandır kendileri bakanlık koltuğunda oturuyorlar. Zamanın hızlı geçtiğini hepimiz biliyoruz, bu köşede Ziya Hocamızın dile getirdiği sözler, niyetlendiği eğitim paradigmalarının değişimine neden olacak hedefler, 2023 vizyonuna ilişkin sitem değişikliklerini de öngören planlamalar, veriye dayalı politikalar izleneceğine ilişkin tespitler ve “gören” bakan olacağına ilişkin dile getirilen tüm söylemleri tarafımdan zaman zaman konu edildi.
Bir politikacı olmamasına rağmen görev, yetki ve sorumlulukları gereği dile getirdiği tüm vaatleri eğitim camiası ve toplumun tüm kesimlerincde tarafından dikkatle takip edilir oldu. Hele ki eğitim camiasının içerisinden gelen her kesimin saygı duyduğu, önerilerine ve görüşlerine inandığı bir isim olunca da beklentiler oldukça fazlalaştı, doğal olarak zaman geçtikçe de olumlu ve olumsuz eleştiriler çoğaldı. Peki, işler yolunda gidiyor mu? gitmiyor mu? buna bugün evet diyen de var hayır diyen de var ama hem devlet hem de özel sektörde sıkıntıların çokça konuşulur olduğu bir döneme girdiğimiz görülüyor.
Dünyanın pek çok ülkesinde öğrenciler okul öncesinde aldıkları temel eğitim ile evrensel ölçülerde belli başlı küresel etkileşim dinamiklerini öğreniyor, bunların kendilerine kazandırdıkları değerleri ve edindikleri sorumlulukları yerine getirebilecek temel bilgi ve becerilerle donanıyorlar. Bu okul öncesinden başlayan ve hayat boyu öğrenmelerle de devam eden bir süreç haline geliyor.
Türkiye’de ise temel becerilerden yoksun, performans göstergelerine özellikle de sınava ve sonuçlarına odaklı bir eğitim anlayışı sürdürülürken eğitimde reform sayılabilecek değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek gerekiyor. Özellikle günlük hayatla bütünleşmiş, problem çözme becerisi yüksek, ilgi ve yetenekleri doğrultusunda yönlendirilmiş, iletişim becerileri yüksek, yaratıcı ve entelektüel meraka sahip, eleştirel düşünme becerisini edinmiş, bilgiye ulaşabilme yollarını bilen, kendisine ve çevresine duyarlı sorumluluk sahibi bireyler yetiştirebilmek için eğitim kalitesinin, niteliğinin öne çıkarılması gerekmektedir. İşte bu nedenle niceliksel tanımlamaların amaç değil araç olarak kullanıldığı, eğitime erişimin sorun olmadığı, okullar arasındaki eğitim kalitesinin ve bölgesel farklılıkların konuşulmadığı dönüştürülmüş bir eğitim anlayışına ihtiyacımız var.
Milli Eğitim Bakanlığının her yıl “Millî Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim 2018-2019 Verileri” başlığı ile bir önceki yılın örgün eğitim istatistiklerini yayınlıyor, bu yıl da raporu 06 Eylül 2019 tarihinde yayınlandı. Aynı dönemde “2018 Yılı İdari Faaliyet Raporu” nu da bizzat bakan ve bakan yardımcılarının imzası ve irade beyanları ile yayımladı. Her iki raporda da önceki yıllar ile günümüz eğitim istatistikleri eğitime erişim, okullaşma oranları, öğretmen sayıları, eğitimi terk oranları ve performans göstergeleri gibi pek çok veriye dayalı değerlendirmelere ve projeksiyonlara yer veriliyor.
Bu verilerden de anlaşılacağı üzere ülkemizde son 20 yılda okulöncesi eğitimde ve ortaöğretimde öğrenci sayıları giderek artarken eğitime erişimde devlet okulları ile özel eğitim kurumları açısından farklılaşmaları görüyoruz. Özel okulöncesi eğitim kurumlarında öğrenci sayısının son yıllarda yaklaşık % 30 oranında arttığını, resmi okullarda ise bu artışın ancak % 10 civarında kaldığını, benzer biçimde, ortaöğretimde de özel okullara yönelimin arttığını görebiliyoruz. Genel ortaöğretimde özel okullara devam eden öğrenci sayısı yıllar içerisinde % 20 civarında bir artış görünürken resmi kurumlarda bu sayının % 12 civarında azaldığı görünüyor.
Velilerin tercihlerine bakıldığında giderek daha fazla ailenin çocuklarının eğitimleri için özel öğretim kurumlarına yöneldiğini görüyoruz. Bu yönelimin pek çok nedeni olabilir. Özel okul sayısının dershanelerin kapatılması sonucu artması, ücretlerin makul seviyelere inmesi, bu yıl kaldırılsa bile önceki yıllarda devletin velilere verdiği teşvikler, özel okulların çok dilli bir dünya vatandaşı yetiştirdiği algısı, sosyal etkinliklerin içeriğinin zengin ve çeşitli olması, yurtiçi ve yurt dışı projelerle öğrenci değişim programları yürütmeleri, öğretmenlerin niteliği, sınıflarda öğrenci sayısının azlığı, güvenli okul duygusu ve benzeri pek çok gerekçe bu sebepler arasında sayılabilir. 
Bu verileri destekleyen açıklamalar da Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri tarafından her ortamda yapılıyor. Hemen hemen tüm raporlarında değişik teşviklerle özel okula devam eden öğrenci oranını 2023 yılına kadar %15’e çıkarılma hedefinden söz edilmektedir. Bugünün verileri ve yasal mevzuata bakıldığında bunun gerçekleşmesi çok da mümkün görünmüyor, bunun gerçekleşebilmesi için çok daha iyileştirici ve özendirici tedbirler alınması gerekmektedir.
Yayınlanan raporlara göre, Türkiye'de okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde, 9 milyon 394 bin 125'i erkek, 8 milyon 714 bin 735'i kız olmak üzere toplam 18 milyon 108 bin 860 öğrenci örgün eğitim alıyor. Örgün eğitimdeki öğrencilerden 15 milyon 88 bin 592'si resmi okullarda, 1 milyon 440 bin 577'si özel eğitim kurumlarında, 1 milyon 579 bin 691'i ise açık öğretim kurumlarında okuyor. Türkiye'de 6 bin 710 olan özel okul sayısı 4 yıl içerisinde 12 bin 500'e çıkmış, özel okuldaki öğrencilerin toplam öğrenci sayısına oranı %2-3’lerden % 8.72'ye ulaşmıştır. Bu oranlar da %15’e ulaşmanın o kadar da kolay olmadığını gösteriyor.
2023 vizyon belgesi temelli, niteliği önceleyen, insan odaklı ve 21. Yüzyılın gerektirdiği becerilerle donanmış bir nesil yetiştirebilmek için elbette bir ülkenin kendi milli eğitim anlayışını oluşturması, eğitime erişimi kolaylaştırması, cinsiyet ayırımını ortadan kaldırması ve öğrenen ile öğrenme rehberliğinde ona yolculuk eden öğretmenleri donanımlı hale getirmesi gerekmektedir. Bunu gerçekleştirirken Bakanlığın devlet ve özel sektör ayrımı gözetmeksizin eğitimin tüm paydaşlarına eşit mesafede durması hatta gerekiyorsa eğitime katkı sunan her türlü girişime artı destek vermesi gerekmektedir. Özel eğitim kurumları da bunlar arasında önemli bir yer tutmaktadır. Yani hedef olarak özel okulculuğu geliştirme hedefi olacak ama bunun yanında destekleyici yasal ve mali düzenlemeleri yapmaktan kaçınacaksınız, bu böyle olmamalıdır
Bu çerçevede şimdi bu yazımızın başlığında yer alan özel eğitim camiasının üç maymunu oynama haline gelelim. Türk Dil Kurumunun 1945’ten beri yayımlanan Türkçe Sözlük’ünün son güncel sürümünde “üç maymunu oynamak” gördüğü ve duyduğu bir olay hakkında görmemiş, duymamış ve söylememiş olduğunu belirtmek anlamına gelmektedir. Aynı şekilde “Perşembenin Gelişi Çarşambadan Bellidir” de bir işin sonunun nasıl olacağı şimdiki gidişinden belli olur` anlamında kullanılan bir söz olarak tanımlanmaktadır.
Bu benzetmeleri kullanma nedenim son bir iki yılda darda ve zorda olan özel eğitim kurumlarının bir kısmının iflas etmesi ve kapısına kilit vurması sonucunu doğuran gelişmelerdir. Bu sıkıntılar eğitim camiası, kurucular, ortaklar, CEO’lar, yöneticiler, öğretmenler, öğrenci ve velilerin hemen hemen hepsinin bildiği sıkıntılardı ve kimsenin açık seçik paylaşmadığı kaçınılmaz sona götüren gelişmelerdi.
Son dört beş yılda sayıları 6 bin 500'den 12 bin 500'e kadar çıkan özel okullarda yaklaşık 1,5 milyon öğrenci, 175 bin öğretmen ve 50 bine yakın hizmet gören personel çalışıyor. Eğitimin girdi ve çıktısı insan olunca sektördeki hızlı büyüme bakanlığın yeterince denetim yapmaması ve güven ortamı yaratamaması neticesinde arz-talep dengesizliğinin yaşanmasına ve sürdürülebilir bir ortam yaratılmasına engel oldu.
Son iki yılda 250’ye yakın okulun ya el değiştirdiği ya da kapandığı bilgisi konuşuluyor. Bugün süreç çok şubeli okulları da çemberine almış gibi görünüyor. Ekonomik krizin her sektör gibi eğitimi de etkilemesi normal gibi görünse de bu süreci hızlandıran okul kurucularının hesap-kitap işlerini belemeyişleri kadar tüm süreci takip etmesi gereken bakanlığın gereken sorumluluğu üstlenmemesi olmuştur.
15 Temmuz hain Fetö girişimi nedeniyle dershanelerin hızla kapatılması ve dönüştürülmeleri, kapanan özel okullar, devletin verdiği ve sonradan kaldırdığı devlet teşviki gibi nedenlerle eğitim sektörü karlı ve cazip hale geldi. Zincir okullar hızla yeni okullar açmaya, bireysel girişimciler de yeterli sermayeleri olmadan şanslarını denemeye başladılar. Tüm bu süreçte MEB yetkilileri mevcut yasal düzenlemeleri yeterli görerek şekle bakıp işletmenin sürdürülebilir mali kaynaklarını es geçtiler.
Özel okulların ekonomik zorlukları bugünün sorunu değildir. Bir iki yıl öncesine dayanan ekonomik daralma sektörü zorlamaya başlamış, büyük zincir okulların sahip değiştirmeleriyle, başka iş insanlarına devir edilmeleriyle başlamıştır. Bireysel girişimciler de yeterli maddi kaynakları olmadan bu işe girmiş olmalarının bedelini kriz dönemlerinde ödemek durumunda kalmışlardır.
Şaşılacak şey göz göre göre bu sonun geldiğidir. MEB bu süreci maalesef iyi yönetememiştir ve okullar eğitim ve öğretimin sürdüğü bu dönemlerde satış, devir veya kapanma noktasına gelmiştir. Özellikle özel eğitim camiası üst yönetimleri neredeyse hepsi sektördeki gelişmeleri yakından takip ederler ve kimin ne yaptığını bir şekilde bilirler. Öğretmenler de farklı sayılmaz bir okulda maaşların eksik ödendiğini ya da hiç ödenmediğini mutlaka eş, dost ya da yakın çevrelerinden duyarlar. Yani duyulmayan, bilinmeyen ve konuşulmayan konular olmamıştır bu sıkıntılar.
Bugün yaşanan gelişmeler özellikle de öğretmen maaşlarının düzenli ödenememesi, SGK primlerinin yatırılamaması ya da okul binasının kirasının ödenememesi gibi durumlar geçen yılın ortalarından beri camianın küçük olmasından dolayı hemen duyulmuştur.
MEB 2018 Yılı İdare Faaliyet Raporu’nda sonuç niteliğinde öneri ve tedbirlere de yer verilmiştir. Her bireyin hakkı olan eğitime ekonomik, sosyal, kültürel ve demokratik farklılık ve dezavantajlarından etkilenmeksizin eşit ve adil şartlar altında ulaşabilmesi ve bu eğitimi tamamlayabilmesine yönelik politikaları da içeren bu öneriler arasında aşağıda yer alan iki madde önemlidir ve bugünün gerçekleriyle de örtüşmemektedir. Şöyle ki ;
• Özel sektörün eğitim ve öğretimdeki payını artırmak amacıyla teşvik uygulamalarının geliştirilmesi, geliştirilen teşvik ve finansman uygulamalarının izlenmesi ve değerlendirilmesi,
• Rehberlik ve denetim faaliyetleri, yapılacak izleme ve değerlendirme sonuçlarına göre risk tespit edilen okul ve kurumlar önceliğinde yürütülmesi, emsallerine göre başarı gösteren okul ve kurumların ödüllendirilerek örnek uygulamaların yaygınlaştırılması,
Sektörün kendi içerisindeki rekabetin getirdiği tüm sıkıntılara rağmen ortak paydada MEB’den bekledikleri kolaylıklar da aşağıda yer alıyor.
• Veli teşviklerinin yeniden gündeme gelmesi,
• KDV oranının yüzde 8'den yüzde 1'e düşürülmesi,
• Maliye Bakanlığı'ndan krizdeki birçok sektöre verdiği desteği özel okullara da vermesi,
• Özel okul açmanın kolaylıkları ve zorlukları eğitim bilim ilkelerine göre ayarlanması,
• Tekelleşme ve zincir okulların denetimlerinin önceliklendirilmesi
• Özel okullarda vergi, SGK ve denetim yükünün ağır olması,
Kaynakça:
• https://sgb.meb.gov.tr/www/quotmeb-2018-yili-idare-faaliyet-raporuquot-yayinlanmistir/icerik/343
• https://sgb.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2019_09/30102730_meb_istatistikleri_orgun_egitim_2018_2019.pdf
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı
Perşembenin Gelişi Çarşambadan Bellidir; Kriz
Kendisi de özel okul sahibi olan Milli Eğitim Bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un bakan olarak atanışının üzerinden tam olarak 17 ay geçmiş yani bir buçuk yıla yakın bir zamandır kendileri bakanlık koltuğunda oturuyorlar. Zamanın hızlı geçtiğini hepimiz biliyoruz, bu köşede Ziya Hocamızın dile getirdiği sözler, niyetlendiği eğitim paradigmalarının değişimine neden olacak hedefler, 2023 vizyonuna ilişkin sitem değişikliklerini de öngören planlamalar, veriye dayalı politikalar izleneceğine ilişkin tespitler ve “gören” bakan olacağına ilişkin dile getirilen tüm söylemleri tarafımdan zaman zaman konu edildi.
Bir politikacı olmamasına rağmen görev, yetki ve sorumlulukları gereği dile getirdiği tüm vaatleri eğitim camiası ve toplumun tüm kesimlerincde tarafından dikkatle takip edilir oldu. Hele ki eğitim camiasının içerisinden gelen her kesimin saygı duyduğu, önerilerine ve görüşlerine inandığı bir isim olunca da beklentiler oldukça fazlalaştı, doğal olarak zaman geçtikçe de olumlu ve olumsuz eleştiriler çoğaldı. Peki, işler yolunda gidiyor mu? gitmiyor mu? buna bugün evet diyen de var hayır diyen de var ama hem devlet hem de özel sektörde sıkıntıların çokça konuşulur olduğu bir döneme girdiğimiz görülüyor.
Dünyanın pek çok ülkesinde öğrenciler okul öncesinde aldıkları temel eğitim ile evrensel ölçülerde belli başlı küresel etkileşim dinamiklerini öğreniyor, bunların kendilerine kazandırdıkları değerleri ve edindikleri sorumlulukları yerine getirebilecek temel bilgi ve becerilerle donanıyorlar. Bu okul öncesinden başlayan ve hayat boyu öğrenmelerle de devam eden bir süreç haline geliyor.
Türkiye’de ise temel becerilerden yoksun, performans göstergelerine özellikle de sınava ve sonuçlarına odaklı bir eğitim anlayışı sürdürülürken eğitimde reform sayılabilecek değişim ve dönüşümü gerçekleştirmek gerekiyor. Özellikle günlük hayatla bütünleşmiş, problem çözme becerisi yüksek, ilgi ve yetenekleri doğrultusunda yönlendirilmiş, iletişim becerileri yüksek, yaratıcı ve entelektüel meraka sahip, eleştirel düşünme becerisini edinmiş, bilgiye ulaşabilme yollarını bilen, kendisine ve çevresine duyarlı sorumluluk sahibi bireyler yetiştirebilmek için eğitim kalitesinin, niteliğinin öne çıkarılması gerekmektedir. İşte bu nedenle niceliksel tanımlamaların amaç değil araç olarak kullanıldığı, eğitime erişimin sorun olmadığı, okullar arasındaki eğitim kalitesinin ve bölgesel farklılıkların konuşulmadığı dönüştürülmüş bir eğitim anlayışına ihtiyacımız var.
Milli Eğitim Bakanlığının her yıl “Millî Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim 2018-2019 Verileri” başlığı ile bir önceki yılın örgün eğitim istatistiklerini yayınlıyor, bu yıl da raporu 06 Eylül 2019 tarihinde yayınlandı. Aynı dönemde “2018 Yılı İdari Faaliyet Raporu” nu da bizzat bakan ve bakan yardımcılarının imzası ve irade beyanları ile yayımladı. Her iki raporda da önceki yıllar ile günümüz eğitim istatistikleri eğitime erişim, okullaşma oranları, öğretmen sayıları, eğitimi terk oranları ve performans göstergeleri gibi pek çok veriye dayalı değerlendirmelere ve projeksiyonlara yer veriliyor.
Bu verilerden de anlaşılacağı üzere ülkemizde son 20 yılda okulöncesi eğitimde ve ortaöğretimde öğrenci sayıları giderek artarken eğitime erişimde devlet okulları ile özel eğitim kurumları açısından farklılaşmaları görüyoruz. Özel okulöncesi eğitim kurumlarında öğrenci sayısının son yıllarda yaklaşık % 30 oranında arttığını, resmi okullarda ise bu artışın ancak % 10 civarında kaldığını, benzer biçimde, ortaöğretimde de özel okullara yönelimin arttığını görebiliyoruz. Genel ortaöğretimde özel okullara devam eden öğrenci sayısı yıllar içerisinde % 20 civarında bir artış görünürken resmi kurumlarda bu sayının % 12 civarında azaldığı görünüyor.
Velilerin tercihlerine bakıldığında giderek daha fazla ailenin çocuklarının eğitimleri için özel öğretim kurumlarına yöneldiğini görüyoruz. Bu yönelimin pek çok nedeni olabilir. Özel okul sayısının dershanelerin kapatılması sonucu artması, ücretlerin makul seviyelere inmesi, bu yıl kaldırılsa bile önceki yıllarda devletin velilere verdiği teşvikler, özel okulların çok dilli bir dünya vatandaşı yetiştirdiği algısı, sosyal etkinliklerin içeriğinin zengin ve çeşitli olması, yurtiçi ve yurt dışı projelerle öğrenci değişim programları yürütmeleri, öğretmenlerin niteliği, sınıflarda öğrenci sayısının azlığı, güvenli okul duygusu ve benzeri pek çok gerekçe bu sebepler arasında sayılabilir. 
Bu verileri destekleyen açıklamalar da Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri tarafından her ortamda yapılıyor. Hemen hemen tüm raporlarında değişik teşviklerle özel okula devam eden öğrenci oranını 2023 yılına kadar %15’e çıkarılma hedefinden söz edilmektedir. Bugünün verileri ve yasal mevzuata bakıldığında bunun gerçekleşmesi çok da mümkün görünmüyor, bunun gerçekleşebilmesi için çok daha iyileştirici ve özendirici tedbirler alınması gerekmektedir.
Yayınlanan raporlara göre, Türkiye'de okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde, 9 milyon 394 bin 125'i erkek, 8 milyon 714 bin 735'i kız olmak üzere toplam 18 milyon 108 bin 860 öğrenci örgün eğitim alıyor. Örgün eğitimdeki öğrencilerden 15 milyon 88 bin 592'si resmi okullarda, 1 milyon 440 bin 577'si özel eğitim kurumlarında, 1 milyon 579 bin 691'i ise açık öğretim kurumlarında okuyor. Türkiye'de 6 bin 710 olan özel okul sayısı 4 yıl içerisinde 12 bin 500'e çıkmış, özel okuldaki öğrencilerin toplam öğrenci sayısına oranı %2-3’lerden % 8.72'ye ulaşmıştır. Bu oranlar da %15’e ulaşmanın o kadar da kolay olmadığını gösteriyor.
2023 vizyon belgesi temelli, niteliği önceleyen, insan odaklı ve 21. Yüzyılın gerektirdiği becerilerle donanmış bir nesil yetiştirebilmek için elbette bir ülkenin kendi milli eğitim anlayışını oluşturması, eğitime erişimi kolaylaştırması, cinsiyet ayırımını ortadan kaldırması ve öğrenen ile öğrenme rehberliğinde ona yolculuk eden öğretmenleri donanımlı hale getirmesi gerekmektedir. Bunu gerçekleştirirken Bakanlığın devlet ve özel sektör ayrımı gözetmeksizin eğitimin tüm paydaşlarına eşit mesafede durması hatta gerekiyorsa eğitime katkı sunan her türlü girişime artı destek vermesi gerekmektedir. Özel eğitim kurumları da bunlar arasında önemli bir yer tutmaktadır. Yani hedef olarak özel okulculuğu geliştirme hedefi olacak ama bunun yanında destekleyici yasal ve mali düzenlemeleri yapmaktan kaçınacaksınız, bu böyle olmamalıdır
Bu çerçevede şimdi bu yazımızın başlığında yer alan özel eğitim camiasının üç maymunu oynama haline gelelim. Türk Dil Kurumunun 1945’ten beri yayımlanan Türkçe Sözlük’ünün son güncel sürümünde “üç maymunu oynamak” gördüğü ve duyduğu bir olay hakkında görmemiş, duymamış ve söylememiş olduğunu belirtmek anlamına gelmektedir. Aynı şekilde “Perşembenin Gelişi Çarşambadan Bellidir” de bir işin sonunun nasıl olacağı şimdiki gidişinden belli olur` anlamında kullanılan bir söz olarak tanımlanmaktadır.
Bu benzetmeleri kullanma nedenim son bir iki yılda darda ve zorda olan özel eğitim kurumlarının bir kısmının iflas etmesi ve kapısına kilit vurması sonucunu doğuran gelişmelerdir. Bu sıkıntılar eğitim camiası, kurucular, ortaklar, CEO’lar, yöneticiler, öğretmenler, öğrenci ve velilerin hemen hemen hepsinin bildiği sıkıntılardı ve kimsenin açık seçik paylaşmadığı kaçınılmaz sona götüren gelişmelerdi.
Son dört beş yılda sayıları 6 bin 500'den 12 bin 500'e kadar çıkan özel okullarda yaklaşık 1,5 milyon öğrenci, 175 bin öğretmen ve 50 bine yakın hizmet gören personel çalışıyor. Eğitimin girdi ve çıktısı insan olunca sektördeki hızlı büyüme bakanlığın yeterince denetim yapmaması ve güven ortamı yaratamaması neticesinde arz-talep dengesizliğinin yaşanmasına ve sürdürülebilir bir ortam yaratılmasına engel oldu.
Son iki yılda 250’ye yakın okulun ya el değiştirdiği ya da kapandığı bilgisi konuşuluyor. Bugün süreç çok şubeli okulları da çemberine almış gibi görünüyor. Ekonomik krizin her sektör gibi eğitimi de etkilemesi normal gibi görünse de bu süreci hızlandıran okul kurucularının hesap-kitap işlerini belemeyişleri kadar tüm süreci takip etmesi gereken bakanlığın gereken sorumluluğu üstlenmemesi olmuştur.
15 Temmuz hain Fetö girişimi nedeniyle dershanelerin hızla kapatılması ve dönüştürülmeleri, kapanan özel okullar, devletin verdiği ve sonradan kaldırdığı devlet teşviki gibi nedenlerle eğitim sektörü karlı ve cazip hale geldi. Zincir okullar hızla yeni okullar açmaya, bireysel girişimciler de yeterli sermayeleri olmadan şanslarını denemeye başladılar. Tüm bu süreçte MEB yetkilileri mevcut yasal düzenlemeleri yeterli görerek şekle bakıp işletmenin sürdürülebilir mali kaynaklarını es geçtiler.
Özel okulların ekonomik zorlukları bugünün sorunu değildir. Bir iki yıl öncesine dayanan ekonomik daralma sektörü zorlamaya başlamış, büyük zincir okulların sahip değiştirmeleriyle, başka iş insanlarına devir edilmeleriyle başlamıştır. Bireysel girişimciler de yeterli maddi kaynakları olmadan bu işe girmiş olmalarının bedelini kriz dönemlerinde ödemek durumunda kalmışlardır.
Şaşılacak şey göz göre göre bu sonun geldiğidir. MEB bu süreci maalesef iyi yönetememiştir ve okullar eğitim ve öğretimin sürdüğü bu dönemlerde satış, devir veya kapanma noktasına gelmiştir. Özellikle özel eğitim camiası üst yönetimleri neredeyse hepsi sektördeki gelişmeleri yakından takip ederler ve kimin ne yaptığını bir şekilde bilirler. Öğretmenler de farklı sayılmaz bir okulda maaşların eksik ödendiğini ya da hiç ödenmediğini mutlaka eş, dost ya da yakın çevrelerinden duyarlar. Yani duyulmayan, bilinmeyen ve konuşulmayan konular olmamıştır bu sıkıntılar.
Bugün yaşanan gelişmeler özellikle de öğretmen maaşlarının düzenli ödenememesi, SGK primlerinin yatırılamaması ya da okul binasının kirasının ödenememesi gibi durumlar geçen yılın ortalarından beri camianın küçük olmasından dolayı hemen duyulmuştur.
MEB 2018 Yılı İdare Faaliyet Raporu’nda sonuç niteliğinde öneri ve tedbirlere de yer verilmiştir. Her bireyin hakkı olan eğitime ekonomik, sosyal, kültürel ve demokratik farklılık ve dezavantajlarından etkilenmeksizin eşit ve adil şartlar altında ulaşabilmesi ve bu eğitimi tamamlayabilmesine yönelik politikaları da içeren bu öneriler arasında aşağıda yer alan iki madde önemlidir ve bugünün gerçekleriyle de örtüşmemektedir. Şöyle ki ;
• Özel sektörün eğitim ve öğretimdeki payını artırmak amacıyla teşvik uygulamalarının geliştirilmesi, geliştirilen teşvik ve finansman uygulamalarının izlenmesi ve değerlendirilmesi,
• Rehberlik ve denetim faaliyetleri, yapılacak izleme ve değerlendirme sonuçlarına göre risk tespit edilen okul ve kurumlar önceliğinde yürütülmesi, emsallerine göre başarı gösteren okul ve kurumların ödüllendirilerek örnek uygulamaların yaygınlaştırılması,
Sektörün kendi içerisindeki rekabetin getirdiği tüm sıkıntılara rağmen ortak paydada MEB’den bekledikleri kolaylıklar da aşağıda yer alıyor.
• Veli teşviklerinin yeniden gündeme gelmesi,
• KDV oranının yüzde 8'den yüzde 1'e düşürülmesi,
• Maliye Bakanlığı'ndan krizdeki birçok sektöre verdiği desteği özel okullara da vermesi,
• Özel okul açmanın kolaylıkları ve zorlukları eğitim bilim ilkelerine göre ayarlanması,
• Tekelleşme ve zincir okulların denetimlerinin önceliklendirilmesi
• Özel okullarda vergi, SGK ve denetim yükünün ağır olması,
Kaynakça:
• https://sgb.meb.gov.tr/www/quotmeb-2018-yili-idare-faaliyet-raporuquot-yayinlanmistir/icerik/343
• https://sgb.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2019_09/30102730_meb_istatistikleri_orgun_egitim_2018_2019.pdf
Son Güncelleme: Pazartesi, 16 Aralık 2019 15:20
Gösterim: 1259
Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı
15 yıla sığan gözlemler; 7 Milli Eğitim Bakanı, bugün bakanlık koltuğunda oturan Prof. Dr. Ziya Selçuk’un da aralarında bulunduğu 6 Talim Terbiye Kurulu Başkanı, 5 YÖK Başkanı ve 16,17,18 ve 19. Milli Eğitim Şuraları tanıklığı…
AK Parti, 3 Kasım 2002 yılında Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında katıldığı ilk genel seçimlerde yüzde 34,28 oy oranıyla tek başına iktidara gelmişti. Yaklaşık 17 yıldır tek başına başlayan bu iktidar yolculuğunun ülkemizin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik hayatına yönelik pek çok değişimi ve beraberinde getirdiklerini bugün orta yaş ve üzerinde olan tüm insanlarımız yaşayarak şahitlik ettiler ve etmeye devam ediyorlar.
15-20 yaş arasında bulunan gençlerimiz ise bu değişimlerin içinde doğup büyüdüler. Hayatlarını da geçmişle bugün, bugünle gelecek arasında kurdukları yaşamsal bağı da ülkemizde ve dünyada gelişen ve ciddi değişimlere yol açan tekno-çağın getirdikleri ile birlikte yaşıyorlar. Bu nedenle de bakış açıları ve kendilerini ortaya koyma biçimleriyle farklı bir kuşak olarak karşımızdalar.
Geride bırakılan 17 yıllık iktidarı süresince Ak Parti yetkilileri eğitime ayrı bir önem verdiğinin her fırsatta dile getirmiştir. Eğitim politikalarını belirlerken de gerek sosyal hayata etkisi ve gerekse de gelecek nesillerin yetiştirilmesinde kendi siyasi görüş ve beklentileri çerçevesinde hareket etmiştir tıpkı kendisinden önceki iktidarların yaptığı gibi. Ancak kendi üst düzey yöneticilerinin de zaman zaman dile getirdikleri gibi diğer alanlarda sergilenen başarıları içerisinde en zayıf kaldıkları alan eğitim alanı olmuştur.
Bu uzun yıllar içerisinde her bakan değişimi ya da seçim sonrası gündeme gelen kabine değişikliklerinde bir karne çıkarılır geçmiş dönemler için hangi bakan neleri vaat etti neleri gerçekleştirebildi veya yerine getiremedi diye. Yazılı, görsel ve sosyal medya yolu ile de bu değerlendirmeler kamuoyunun ilgisine ve paylaşımına sunulur.
Sanırım eğitim alanında bu değerlendirmeleri en iyi yapan yayın organlarından birisi de Artı Eğitim Dergisidir. Tam 15 yıldır her ay yayınlanma başarısını gösteren hepimizin dergisi olmayı başaran bu dergi eğitim dünyasının en uzun soluklu yayınlarından birisi. Eğitim yazarlarından birisi olarak bu başarısından dolayı dergiye hayat veren tüm çalışanlarını ve dostum Cem Kaçmaz’ı kutluyorum.
Bu sayının 15. Özel sayısı olması nedeniyle de kişisel penceremden sizlere geçmiş 15 yıl içerisinde eğitimde ne tür gelişmeler olmuş kısaca aktarmak isterim.
17 YILDA 7 MİLLİ EĞİTİM BAKANI
2002 yılında iktidara gelen Ak Partide o günden günümüze gelene kadar Milli Eğitim Bakanlığı yapmış altı isim görünüyor. Bu isimler Erkan MUMCU (19.11.2002-17.03.2003), Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK (17.03.2003-03.05.2009), Nimet ÇUBUKCU (03.05.2009-07.07.2011), Ömer DİNÇER (07.07.2011-25.01.2013), Nabi AVCI (25.01.2013-23.05.2016), İsmet YILMAZ (24.05.2016-10.07.2018) ve halen görevde bulunan sayın Prof. Dr. Ziya SELÇUK (10.07.2018/ ).
İlk Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirilen isim olan Erkan MUMCU yedi bakan arasında 4 ay gibi kısa dönem görev yapan tek isim. Hâlbuki “Eğitimi sil başta ele alıyoruz” sloganıyla yola çıkmış, eğitimi daha çağdaş, pozitif ve verimli bir yapıya dönüştürme, YÖK, Üniversiteye giriş ve ÖSS katsayılarını ele alma ve değiştirme hedeflerini ortaya koymuştu. Daha ne olduğunu anlayamadan da 4 ayın sonunda bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Cumhuriyet hükümetlerinin ikinci, Ak Parti hükümetinin ise en uzun süreli bakanı olan Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK (2003-2009) ise görevi Erkan Mumcu’dan devir almış ve tam 6 yıl Milli Eğitim Bakanlığı görevini üstlenmiştir. Görevde kaldığı 6 yıl boyunca Milli Eğitimde önemli kararlar alarak eğitim siteminde neredeyse geri dönülemez adımlar atıldı. İşte tam bu dönemde Artı Eğitim Dergisi de yayın hayatına başladı.
Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK, Milli Eğitim Bakanı olarak koltukta oturduğu altı yıl içerisinde mevcut Milli Eğitim personeli sayısını neredeyse yarı yarıya artırdı. Milli Eğitim Bakanlığı Bütçesi, tüm bakanlıkların önüne geçti. Öğretmen atama ve nakillerinin elektronik ortamlarda gerçekleştirildiği, Lise türlerinin azaltılarak 15'e indirildiği bu dönemde okul, derslik, Bilgisayar, Fen ve Dil laboratuvarı ile Kütüphane gibi fiziksel ihtiyaçların önemsendiği bir dönem oldu. Kimse hatırlamasa da okullarda “Demokrasi ve İnsan Hakları” dersi yaygınlaşmış, okullarda “Avrupa Günü” etkinlikleri yapılmış, “Avrupa Birliği Yarışmaları” düzenlenmiştir. Keza AB’nin Erasmus, Sokrates, Leonardo Vinci eğitim programları doğrultusunda projeler hazırlanması ve okulların bunlara katılımı teşvik edilmiş ve yaygınlaşması da bu dönemde olmuştur.
Ancak eğitim camiası Bakan Hüseyin Çelik’i ilk önce İlköğretim müfredatında köklü değişiklikler yapmasıyla hatırlıyor. 2004’te altı ilde ve 100 okulda pilot uygulaması yapılan ve yapılandırmacı yaklaşım yeni müfredat programı, 2005’te Türkiye geneline yayıldı. Yeni müfredatla, okuma yazma öğretilirken cümlelerle değil, seslerle eğitim verildi. 
 İkinci önemli icraatı Lise eğitim süresinin 4 yıla çıkarılması oldu. O dönemde çok da tartışılmadan gündeme getirilen Liselerin 4 yıla çıkarılması bugün pek çok eğitimci tarafından tartışılmaktadır. 
Liseye Giriş Sınavları, Hüseyin Çelik döneminde birkaç kez değişikliğe uğradı. Aynı bakanın kendi dönemindeki birbiriyle çelişen uygulamalarına şahit olduk. İlk olarak Liseye Giriş Sınavı (LGS) yerine, ortaokul son sınıf öğrencileri için Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS) sınavı getirildi. Yaklaşık bir yıl sonra 2007 Ekim ayında, Milli Eğitim Bakanlığı liseye girişte tek sınavı kaldırarak, üç sınav yapmaya karar verdi. Öğrencilere 6, 7 ve 8’inci sınıflarda Seviye Belirleme Sınavı (SBS) yapılacağını açıkladı. Sınavlarla birlikte başarı ve davranış notları da liseye geçişte etkili oldu. 
 2009 yılında görevi bırakan Hüseyin Çelik’ten sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirilen Nimet Çubukçu Milli Eğitim Bakanlığına atanan ilk kadın bakan unvanını aldı ve iki yıl görevde kaldı. Bu süre içerisinde akılda kalıcı en önemli icraatlarından birisi 3 yılda bir yapılan SBS’nin yalnızca bir kez ve sadece 8’inci sınıfın sonunda yapılması kararını alması oldu. Ayrıca bu dönemde düz liselerin tümünün Anadolu liselerine dönüştürülmesi ile tabela Liseler ortaya çıktı. Yine ilk kez bu dönemde dershanelerin kapatılacağı konuşulmaya başlandı. 
Üniversiteye girişte ise Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavlarından (LYS) oluşan iki aşamalı sınav sistemine geçildi. 2010 ve 2011 yılları arasında yapılan KPSS ve üniversiteye giriş sınavlarında kopya çekildiğine dair iddialar ortaya çıktı. Daha sonraları bunların gerçekten yaşandığı kanıtlansa da o dönemde ne sorumluluk üstlenen ne de istifa eden olmadı.
Çubukçu'dan sonra görev getirilen isim ise Prof. Dr. Ömer Dinçer oldu ve Milli Eğitim Bakanı olarak 1 yıl 5 ay görev yaptı. Dinçer, sınav sisteminde bir değişiklik yapmamasına rağmen eğitim sistemini kökten değiştirerek 8 yıllık zorunlu eğitimi kesintili 12 yıla çıkarıldı ve 4+4+4 denilen sistemi getirdi. Bununla da kalmadı eğitime başlama yaşını 60 aya indiren uygulamaya imza attı. Eğitim sistemimize bu yıllar arasında en çok zarar veren uygulamaların bu kısa dönemde atıldığını söylemek yanlış olmaz.
 2013 yılı Ocak ayında Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer görevden alındı. Yerine Bakan olarak Nabi Avcı (25.01.2013-23.05.2016) getirildi. Prof. Dr. Nabi Avcı, babacan davranışlarıyla dikkati çekmiş çevresiyle iyi iletişim kurmuştur. Bakan Avcı döneminde dershanelerin kapatılacağı sıklıkla konuşulur oldu. SBS kaldırılarak yerine Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sistemi getirildi. Yayımlanan yönetmelik ile ortaokulda başörtüsü serbestliği getirildi. Bu dönem ayrıca çok önem verilen “Fatih Projesi”’nin yeterli teknolojik alt yapı ve uygulamada karşılaşılan müfredat oluşturma kaynaklı sıkıntılar nedeniyle rafa kaldırıldığı, proje maliyeti açısından 30 milyar dolar kadar bir zararın da MEB bütçesine yazıldığı bir dönem olmuştur. 
 Nabi Avcı’dan görevi devir alan İsmet Yılmaz ise (24.05.2016-10.07.2018) Milli Eğitim Bakanlığında geçirdiği iki yıllık sürede sınavlar ve dershaneler konusunda ikilemler yaşamıştır. Bir gün TEOG sistemine övgüler dizerken ertesi gün bu sistemin kaldıracağını açıklamak zorunda kalmıştır. Hem dershanelerin dönüşümü hem de temel liseler denilen ve aslında dershane mi okul mu olduğu pek de belli olmayan bir sistemin yaratıcısı olmuştur. Görevi bırakmasına az bir süre kala TEOG yerine sınav sistemini değiştiren, okulları nitelikli ve niteliksiz açıklamalarıyla zora sokan öğrenci ve velilerin aklını karıştıran bir bakan olarak tarihteki yerini aldı.
 Ve son Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk. 1920 yılından bugüne geçen 98 yılda 65. Milli Eğitim Bakanı olarak yakın bir tarihte (10.07.2018) göreve başladı. Onun son 30-40 yılda kendisinden önceki bakanlar içinde iktidarı ve muhalefetiyle, ilgili ilgisiz tüm paydaşlarda ortak bir duygu yaratan, birleştirici ve uzlaşmacı yapısıyla öne çıkan eğitimci bir bakan olduğunu daha önce de söylemiştim.  
Ama sayın bakanın da farkında olduğu gibi bu bakanlığın merkez ve taşra teşkilatıyla büyük ve devasa sorunları var. Bu sorunların bir kısmı ve muhtemel ki pek çoğu bakanlığın değişime ve gelişime ayak uydurmakta zorlanan bürokratik kesimlerini ilgilendiriyor ve gizil kalıyor. Bu sorunlar yumağının görünen yüzünde ise ulusal ve uluslararası sınavlar ve elde edilen sonuçlar, öğretmen niteliği, okul öncesinden lise son sınıfa kadar her kademede görülen nitelikli eğitim sorunu, fiziki alt yapı eksiklikleri vb sorunlar bulunuyor.
Veriye dayalı ve uzun soluklu bir mücadelenin ortasında hem yeni şeyler yapmak hem de mevcut sistemin arızalarını gidermek mevcut hantal yapıda oldukça zor görünüyor. 2023 Eğitim Vizyon belgesindeki hedeflere ulaşmak için bile bazen insanüstü güç ya da mucizevi çözümlerin üretilmesi gerekiyor. Bu çerçevede eğitimin içinden gelen ama daha bir yılını yeni dolduran biri olarak sayın bakanın sabır ve zamana ihtiyaç duyduğunu ama kendisine bunun tanınıp tanınmayacağından kendisinin de emin olmadığını düşünüyorum.
İŞİN ÖZÜ VE SÖZÜN SONU
Eğitime yön verenler elbette bakanların tek başına kendileri değil. Bakanlığa bağlı pek çok alt ve destek birimlerin çalışmalarıyla, ortaya koydukları ürünlerle bakanlığa ve bizzat bakanın politikalarına destek vermeleri gerekiyor. 17 yılda 7 bakan gören Milli Eğitim camiası aynı sürede bugün bakanlık koltuğunda oturan Prof. Dr. Ziya Selçuk’un da aralarında bulunduğu 6 Talim Terbiye Kurulu Başkanına, 5 YÖK Başkanına ve 4 önemli Milli Eğitim Şurası toplantılarına tanıklık etti.
Geçmişten günümüze neredeyse koltuğa oturan her bakan yeni bir sistem getirdi, bir öncekini rafa kaldırdı ancak bu sistemlerden hiçbiri kalıcı olamadı. Çünkü eğitimde uzun soluklu ve tüm paydaşların görüşlerini içine almayan çözüm çabaları siyasetin gölgesinde kaldığı sürece yürüme ve büyüme olanağı bulamadı.
Bu pencereden bakınca ülkemizde eğitimin nabzını tutmak aslında hiç de kolay değil. Artı Eğitim Dergisi tarihe tanıklık eden ve gördüğünü de kayıt altına alan bir işlev gördü son 15 yılda ve hizmet ettiği camianın da hem güvenini hem de teveccühünü kazandı. Bunu sürdürecek ve ileriye götürecek de bir birikim oluştu. Bu birikim ile belki de ileride eğitimin sorunlarının çözümüne katkıda bulunacak farklı roller üstlenecektir Artı Eğitim Dergisi…
Umutla…
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan / Eğitim Danışmanı – PDR uzmanı
15 yıla sığan gözlemler; 7 Milli Eğitim Bakanı, bugün bakanlık koltuğunda oturan Prof. Dr. Ziya Selçuk’un da aralarında bulunduğu 6 Talim Terbiye Kurulu Başkanı, 5 YÖK Başkanı ve 16,17,18 ve 19. Milli Eğitim Şuraları tanıklığı…
AK Parti, 3 Kasım 2002 yılında Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında katıldığı ilk genel seçimlerde yüzde 34,28 oy oranıyla tek başına iktidara gelmişti. Yaklaşık 17 yıldır tek başına başlayan bu iktidar yolculuğunun ülkemizin ekonomik, sosyal, kültürel ve politik hayatına yönelik pek çok değişimi ve beraberinde getirdiklerini bugün orta yaş ve üzerinde olan tüm insanlarımız yaşayarak şahitlik ettiler ve etmeye devam ediyorlar.
15-20 yaş arasında bulunan gençlerimiz ise bu değişimlerin içinde doğup büyüdüler. Hayatlarını da geçmişle bugün, bugünle gelecek arasında kurdukları yaşamsal bağı da ülkemizde ve dünyada gelişen ve ciddi değişimlere yol açan tekno-çağın getirdikleri ile birlikte yaşıyorlar. Bu nedenle de bakış açıları ve kendilerini ortaya koyma biçimleriyle farklı bir kuşak olarak karşımızdalar.
Geride bırakılan 17 yıllık iktidarı süresince Ak Parti yetkilileri eğitime ayrı bir önem verdiğinin her fırsatta dile getirmiştir. Eğitim politikalarını belirlerken de gerek sosyal hayata etkisi ve gerekse de gelecek nesillerin yetiştirilmesinde kendi siyasi görüş ve beklentileri çerçevesinde hareket etmiştir tıpkı kendisinden önceki iktidarların yaptığı gibi. Ancak kendi üst düzey yöneticilerinin de zaman zaman dile getirdikleri gibi diğer alanlarda sergilenen başarıları içerisinde en zayıf kaldıkları alan eğitim alanı olmuştur.
Bu uzun yıllar içerisinde her bakan değişimi ya da seçim sonrası gündeme gelen kabine değişikliklerinde bir karne çıkarılır geçmiş dönemler için hangi bakan neleri vaat etti neleri gerçekleştirebildi veya yerine getiremedi diye. Yazılı, görsel ve sosyal medya yolu ile de bu değerlendirmeler kamuoyunun ilgisine ve paylaşımına sunulur.
Sanırım eğitim alanında bu değerlendirmeleri en iyi yapan yayın organlarından birisi de Artı Eğitim Dergisidir. Tam 15 yıldır her ay yayınlanma başarısını gösteren hepimizin dergisi olmayı başaran bu dergi eğitim dünyasının en uzun soluklu yayınlarından birisi. Eğitim yazarlarından birisi olarak bu başarısından dolayı dergiye hayat veren tüm çalışanlarını ve dostum Cem Kaçmaz’ı kutluyorum.
Bu sayının 15. Özel sayısı olması nedeniyle de kişisel penceremden sizlere geçmiş 15 yıl içerisinde eğitimde ne tür gelişmeler olmuş kısaca aktarmak isterim.
17 YILDA 7 MİLLİ EĞİTİM BAKANI
2002 yılında iktidara gelen Ak Partide o günden günümüze gelene kadar Milli Eğitim Bakanlığı yapmış altı isim görünüyor. Bu isimler Erkan MUMCU (19.11.2002-17.03.2003), Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK (17.03.2003-03.05.2009), Nimet ÇUBUKCU (03.05.2009-07.07.2011), Ömer DİNÇER (07.07.2011-25.01.2013), Nabi AVCI (25.01.2013-23.05.2016), İsmet YILMAZ (24.05.2016-10.07.2018) ve halen görevde bulunan sayın Prof. Dr. Ziya SELÇUK (10.07.2018/ ).
İlk Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirilen isim olan Erkan MUMCU yedi bakan arasında 4 ay gibi kısa dönem görev yapan tek isim. Hâlbuki “Eğitimi sil başta ele alıyoruz” sloganıyla yola çıkmış, eğitimi daha çağdaş, pozitif ve verimli bir yapıya dönüştürme, YÖK, Üniversiteye giriş ve ÖSS katsayılarını ele alma ve değiştirme hedeflerini ortaya koymuştu. Daha ne olduğunu anlayamadan da 4 ayın sonunda bu görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
Cumhuriyet hükümetlerinin ikinci, Ak Parti hükümetinin ise en uzun süreli bakanı olan Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK (2003-2009) ise görevi Erkan Mumcu’dan devir almış ve tam 6 yıl Milli Eğitim Bakanlığı görevini üstlenmiştir. Görevde kaldığı 6 yıl boyunca Milli Eğitimde önemli kararlar alarak eğitim siteminde neredeyse geri dönülemez adımlar atıldı. İşte tam bu dönemde Artı Eğitim Dergisi de yayın hayatına başladı.
Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK, Milli Eğitim Bakanı olarak koltukta oturduğu altı yıl içerisinde mevcut Milli Eğitim personeli sayısını neredeyse yarı yarıya artırdı. Milli Eğitim Bakanlığı Bütçesi, tüm bakanlıkların önüne geçti. Öğretmen atama ve nakillerinin elektronik ortamlarda gerçekleştirildiği, Lise türlerinin azaltılarak 15'e indirildiği bu dönemde okul, derslik, Bilgisayar, Fen ve Dil laboratuvarı ile Kütüphane gibi fiziksel ihtiyaçların önemsendiği bir dönem oldu. Kimse hatırlamasa da okullarda “Demokrasi ve İnsan Hakları” dersi yaygınlaşmış, okullarda “Avrupa Günü” etkinlikleri yapılmış, “Avrupa Birliği Yarışmaları” düzenlenmiştir. Keza AB’nin Erasmus, Sokrates, Leonardo Vinci eğitim programları doğrultusunda projeler hazırlanması ve okulların bunlara katılımı teşvik edilmiş ve yaygınlaşması da bu dönemde olmuştur.
Ancak eğitim camiası Bakan Hüseyin Çelik’i ilk önce İlköğretim müfredatında köklü değişiklikler yapmasıyla hatırlıyor. 2004’te altı ilde ve 100 okulda pilot uygulaması yapılan ve yapılandırmacı yaklaşım yeni müfredat programı, 2005’te Türkiye geneline yayıldı. Yeni müfredatla, okuma yazma öğretilirken cümlelerle değil, seslerle eğitim verildi. 
 İkinci önemli icraatı Lise eğitim süresinin 4 yıla çıkarılması oldu. O dönemde çok da tartışılmadan gündeme getirilen Liselerin 4 yıla çıkarılması bugün pek çok eğitimci tarafından tartışılmaktadır. 
Liseye Giriş Sınavları, Hüseyin Çelik döneminde birkaç kez değişikliğe uğradı. Aynı bakanın kendi dönemindeki birbiriyle çelişen uygulamalarına şahit olduk. İlk olarak Liseye Giriş Sınavı (LGS) yerine, ortaokul son sınıf öğrencileri için Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS) sınavı getirildi. Yaklaşık bir yıl sonra 2007 Ekim ayında, Milli Eğitim Bakanlığı liseye girişte tek sınavı kaldırarak, üç sınav yapmaya karar verdi. Öğrencilere 6, 7 ve 8’inci sınıflarda Seviye Belirleme Sınavı (SBS) yapılacağını açıkladı. Sınavlarla birlikte başarı ve davranış notları da liseye geçişte etkili oldu. 
 2009 yılında görevi bırakan Hüseyin Çelik’ten sonra Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirilen Nimet Çubukçu Milli Eğitim Bakanlığına atanan ilk kadın bakan unvanını aldı ve iki yıl görevde kaldı. Bu süre içerisinde akılda kalıcı en önemli icraatlarından birisi 3 yılda bir yapılan SBS’nin yalnızca bir kez ve sadece 8’inci sınıfın sonunda yapılması kararını alması oldu. Ayrıca bu dönemde düz liselerin tümünün Anadolu liselerine dönüştürülmesi ile tabela Liseler ortaya çıktı. Yine ilk kez bu dönemde dershanelerin kapatılacağı konuşulmaya başlandı. 
Üniversiteye girişte ise Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) ve Lisans Yerleştirme Sınavlarından (LYS) oluşan iki aşamalı sınav sistemine geçildi. 2010 ve 2011 yılları arasında yapılan KPSS ve üniversiteye giriş sınavlarında kopya çekildiğine dair iddialar ortaya çıktı. Daha sonraları bunların gerçekten yaşandığı kanıtlansa da o dönemde ne sorumluluk üstlenen ne de istifa eden olmadı.
Çubukçu'dan sonra görev getirilen isim ise Prof. Dr. Ömer Dinçer oldu ve Milli Eğitim Bakanı olarak 1 yıl 5 ay görev yaptı. Dinçer, sınav sisteminde bir değişiklik yapmamasına rağmen eğitim sistemini kökten değiştirerek 8 yıllık zorunlu eğitimi kesintili 12 yıla çıkarıldı ve 4+4+4 denilen sistemi getirdi. Bununla da kalmadı eğitime başlama yaşını 60 aya indiren uygulamaya imza attı. Eğitim sistemimize bu yıllar arasında en çok zarar veren uygulamaların bu kısa dönemde atıldığını söylemek yanlış olmaz.
 2013 yılı Ocak ayında Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer görevden alındı. Yerine Bakan olarak Nabi Avcı (25.01.2013-23.05.2016) getirildi. Prof. Dr. Nabi Avcı, babacan davranışlarıyla dikkati çekmiş çevresiyle iyi iletişim kurmuştur. Bakan Avcı döneminde dershanelerin kapatılacağı sıklıkla konuşulur oldu. SBS kaldırılarak yerine Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sistemi getirildi. Yayımlanan yönetmelik ile ortaokulda başörtüsü serbestliği getirildi. Bu dönem ayrıca çok önem verilen “Fatih Projesi”’nin yeterli teknolojik alt yapı ve uygulamada karşılaşılan müfredat oluşturma kaynaklı sıkıntılar nedeniyle rafa kaldırıldığı, proje maliyeti açısından 30 milyar dolar kadar bir zararın da MEB bütçesine yazıldığı bir dönem olmuştur. 
 Nabi Avcı’dan görevi devir alan İsmet Yılmaz ise (24.05.2016-10.07.2018) Milli Eğitim Bakanlığında geçirdiği iki yıllık sürede sınavlar ve dershaneler konusunda ikilemler yaşamıştır. Bir gün TEOG sistemine övgüler dizerken ertesi gün bu sistemin kaldıracağını açıklamak zorunda kalmıştır. Hem dershanelerin dönüşümü hem de temel liseler denilen ve aslında dershane mi okul mu olduğu pek de belli olmayan bir sistemin yaratıcısı olmuştur. Görevi bırakmasına az bir süre kala TEOG yerine sınav sistemini değiştiren, okulları nitelikli ve niteliksiz açıklamalarıyla zora sokan öğrenci ve velilerin aklını karıştıran bir bakan olarak tarihteki yerini aldı.
 Ve son Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk. 1920 yılından bugüne geçen 98 yılda 65. Milli Eğitim Bakanı olarak yakın bir tarihte (10.07.2018) göreve başladı. Onun son 30-40 yılda kendisinden önceki bakanlar içinde iktidarı ve muhalefetiyle, ilgili ilgisiz tüm paydaşlarda ortak bir duygu yaratan, birleştirici ve uzlaşmacı yapısıyla öne çıkan eğitimci bir bakan olduğunu daha önce de söylemiştim.  
Ama sayın bakanın da farkında olduğu gibi bu bakanlığın merkez ve taşra teşkilatıyla büyük ve devasa sorunları var. Bu sorunların bir kısmı ve muhtemel ki pek çoğu bakanlığın değişime ve gelişime ayak uydurmakta zorlanan bürokratik kesimlerini ilgilendiriyor ve gizil kalıyor. Bu sorunlar yumağının görünen yüzünde ise ulusal ve uluslararası sınavlar ve elde edilen sonuçlar, öğretmen niteliği, okul öncesinden lise son sınıfa kadar her kademede görülen nitelikli eğitim sorunu, fiziki alt yapı eksiklikleri vb sorunlar bulunuyor.
Veriye dayalı ve uzun soluklu bir mücadelenin ortasında hem yeni şeyler yapmak hem de mevcut sistemin arızalarını gidermek mevcut hantal yapıda oldukça zor görünüyor. 2023 Eğitim Vizyon belgesindeki hedeflere ulaşmak için bile bazen insanüstü güç ya da mucizevi çözümlerin üretilmesi gerekiyor. Bu çerçevede eğitimin içinden gelen ama daha bir yılını yeni dolduran biri olarak sayın bakanın sabır ve zamana ihtiyaç duyduğunu ama kendisine bunun tanınıp tanınmayacağından kendisinin de emin olmadığını düşünüyorum.
İŞİN ÖZÜ VE SÖZÜN SONU
Eğitime yön verenler elbette bakanların tek başına kendileri değil. Bakanlığa bağlı pek çok alt ve destek birimlerin çalışmalarıyla, ortaya koydukları ürünlerle bakanlığa ve bizzat bakanın politikalarına destek vermeleri gerekiyor. 17 yılda 7 bakan gören Milli Eğitim camiası aynı sürede bugün bakanlık koltuğunda oturan Prof. Dr. Ziya Selçuk’un da aralarında bulunduğu 6 Talim Terbiye Kurulu Başkanına, 5 YÖK Başkanına ve 4 önemli Milli Eğitim Şurası toplantılarına tanıklık etti.
Geçmişten günümüze neredeyse koltuğa oturan her bakan yeni bir sistem getirdi, bir öncekini rafa kaldırdı ancak bu sistemlerden hiçbiri kalıcı olamadı. Çünkü eğitimde uzun soluklu ve tüm paydaşların görüşlerini içine almayan çözüm çabaları siyasetin gölgesinde kaldığı sürece yürüme ve büyüme olanağı bulamadı.
Bu pencereden bakınca ülkemizde eğitimin nabzını tutmak aslında hiç de kolay değil. Artı Eğitim Dergisi tarihe tanıklık eden ve gördüğünü de kayıt altına alan bir işlev gördü son 15 yılda ve hizmet ettiği camianın da hem güvenini hem de teveccühünü kazandı. Bunu sürdürecek ve ileriye götürecek de bir birikim oluştu. Bu birikim ile belki de ileride eğitimin sorunlarının çözümüne katkıda bulunacak farklı roller üstlenecektir Artı Eğitim Dergisi…
Umutla…
Son Güncelleme: Pazartesi, 21 Ekim 2019 10:55
Gösterim: 1247
Alpaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017)
“Öğrenciler Öğretmenden Öğrendikleri Kadar ÖĞRETMEN İÇİN Öğrenirler.” Prof. Dr. Ziya Selçuk
23 Ekim 2018 tarihinde açıklanan Eğitimde 2023 Vizyonu son yıllarda eğitim alanında belki de en çok merak uyandıran ve üzerinde en çok konuşulan konuların başında geldi. 2023 vizyonunun açıklanmasının üzerinden (Ekim- Aralık) ortalama üç ay geçmesine rağmen etkisi ve uyandırdığı heyecan hala ilk günkü gibi. Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un ya da yardımcılarının ne söylediği ya da ne söyleyeceği günü gününe hatta saati saatine tüm ülke olarak hepimizin (kendisini takip eden medya dâhil) ilgisini çekiyor.
Açıklanan “2023 Eğitim Vizyonu” ‘nunda 19 ana başlığa ve 44 alt başlığa değinilmişti. Bizzat Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın her bir başlığa ilişkin sosyal medya üzerinden paylaşımları oluyor. Bunlar içerisinde eğitim camiasının en çok üzerinde durduğu konuların başında öğretmen yetiştirme ve iş başında öğretmen eğitimlerinin nasıl gerçekleştirileceği geliyor. Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamız da konuya ilişkin “Öğretmen ve okul yöneticilerimizin mesleki gelişimlerini sürekli desteklemek üzere üniversitelerle ve STK’larla yüz yüze, örgün ve veya uzaktan eğitim işbirlikleri hayata geçirilecektir” açıklamasında bulunmuştu. Bana göre de 2023 Eğitim Vizyon belgesinin ana unsuru “değişim ve gelişim” olurken, içi dolu mu olur boş mu olur bilemem ama “öğretmenlik mesleği “ nin parlatıldığına tanık olacağız.
Vizyon belgesinde sözü edilen erken çocukluk eğitim hizmetinin yaygınlaştırılması, şartları elverişsiz gruplarda eğitimin niteliğinin artırılması, ilkokul ve ortaokulların gelişimsel açıdan yeniden yapılandırılacak olması, okullar arası başarı farklılıklarının azaltılarak okulların niteliklerinin artırılması, öğrencilerin ilgi, yetenek ve mizaçlarına uygun esnek modüler bir programın geliştirilmesi, akademik bilginin beceriye dönüşmesinin hedeflenmesi, Fen ve Sosyal Bilimler Liselerindeki öğretimin niteliğinin daha da iyileştirilmesi gibi genel hedefler bütünsellik ve dönüşümün gerçekleştirilebilmesi adına önemlidir. Burada önemli olan süreç içerisinde bu hedeflere uygun adımları atabilmek ve bunu sürdürülebilir kılmaktır.
Ülkemizde öğretmen yetiştirme konusunda ilk resmi çalışmalar Cumhuriyetten önce başlamış, Cumhuriyetle birlikte çeşitli yaklaşımlarla ve değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir. Ancak bugün de dâhil olmak üzere öğretmen yetiştirmede öğretmenlik mesleğini seçeceklerde aranılması gerekli nitelikler somut bir şekilde belirlenmemiştir. Öğretmenlik öyle bir meslektir ki diğer meslekî alanlarda başarılı olanların öğretmenlikte de başarılı olacaklarını düşünmek yanlıştır. Akademik bakımdan yeterli seviyede bilgi edinilse bile öğretmenlik mesleğine uyum sağlayabilmek farklı kişilik özelliklerini gerektirir. Çünkü bilmek ayrı şey, bildiğini öğretebilmek ve öğrencilerle iyi kişilerarası ilişki kurabilmek ise başka şeydir. Öğretmenlik mesleği ayrı ve özel bir eğitim gerektirdiğinden öğretmen ihtiyacını karşılayabilmek için yapılan çalışmalar da faydalı olamamıştır.
"Darülmuallimin Rüşti" den günümüze “Öğretmen Yetiştirme”
1839'da Gülhane Fermanı ile gerçekleştirilen Islahat hareketleri, ülkemizde eğitim ve öğretim alanında yeni atılımların gerçekleştirilmesine neden olmuştur. Ne var ki Cumhuriyetin ilânı sırasında eğitim sistemimiz ve bu sistem içerisinde öğretmen okullarının durumu pek de parlak değildi. Gerçi Tanzimat’tan sonra batı düşünce ve modellerine göre bir takım eğitim kurumları açılmıştı fakat bu kurumlar nicelik yönünden yeterli olmadığı gibi Cumhuriyet çocuklarına çağdaş bir eğitim verecek güçten de yoksundular. Ülkede hâlâ ikili bir eğitim anlayışı ve uygulaması sürerken 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren 430 sayılı "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" (Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) ile bu doğrultuda ilk fakat çok temelli bir adım atılmış oldu.
Bunun yanında ülkemizde bir Milli Eğitim Sistemi ve politikası oluşturmak amacıyla farklı yıllarda özellikle Amerikalı eğitim bilimci uzmanlar yurda davet edilmiş [ John Dewey (1924), J.J.Rufi (1951) ve J.Maske (1952) v.b] ve Türkiye’de eğitim sistemi hakkında değerlendirme ve önerilerde bulunmaları istenmiştir.
Bunlar içerisinde en bilineni Milli Eğitim Bakanlığı'nın daveti üzerine 1924'te Türkiye'ye gelerek iki ay kadar incelemelerde bulunan John Dewey olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı’na inceleme ve görüşlerini içeren iki rapor veren Dewey, ikinci raporunda öğretmenlerin yetiştirilmelerinin önemine vurgu yapmıştır. Dewey'e göre zeki ve fedakâr erkek ve kadınları öğretmenlik mesleğine cezbederek onları öğretim görecekleri konularla birlikte çağdaş ve pedagojik fikirlerle donatmak çetin bir meseledir. Bunu sağlayabilmek için öğretmenlerin mali problemlerle karşılaşmamalarını, tayin ve nakil işlemlerinin sıklığı sebebiyle zor durumda kalan öğretmenlerin görev yerlerinin sık sık değiştirilmemesinin gerektiğini vurgulamıştır. Dewey, öğretmen yetiştirmede açılacak farklı seviyelerdeki öğretmen okullarının öğrenim yıllarının öğrenim amacına uygun olarak değişebileceğini söylemiştir.
Ülkemize davet edilen eğitimcilerden birisi de Amerikalı eğitimcilerden olan John Rufi'dir. John Rufi, gözlemlerini anlatan 92 sayfa ve iki bölümden oluşan raporunu Haziran 1952’de “Türkiye’de Orta Öğretim, Müşahedeler, Problemler ve Tavsiyeler” adıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na sunmuştur. Rufi, kendi ülkesinde yükseköğretim ve öğretmenliğe girişte uyguladıkları seçme işleminden bahsederken, öğretmen adaylarının öncelikle, ilgi ve zekâlarını ölçücü nitelikte testlere tâbi tutulduklarında söz etmiş mesleğe girişte okul müdürünün tavsiyesi ve son iki sınıftaki başarılarıyla ilerlemek istedikleri sahaya uygun olup olmadıklarının izlendiğini belirtmiştir.
Robben J. Maaske, ise 1953 yılının Ocak, Şubat ve Mart aylarında Ankara, Konya, Bolu, Adana, İzmir, Balıkesir, İstanbul ve Eskişehir’de “Öğretmen Yetiştirme” ve “İş başında Yetiştirme” konularında konuşmalar yapmış, seminerler ve konferanslar vermiş, üç makale hazırlamış ve 63 okul ziyaret etmiştir. Maaske, incelemelerini “Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Hakkında Rapor” (Maaske 1955) düzenleyerek bitirmiştir. Beşinci Milli Eğitim Şurası’na da katılan Maaske’nin raporunda Öğretmen okullarına öğrenci alınırken yalnız bilgiye değil bir öğretmende bulunması gereken vasıflara da bakılmalıdır. Öğretmenler Yüksekokul mezunu olmalıdır. Öğretmen okullarının kitaplıkları geliştirilmelidir. Öğretmen kuruluşları mesleğin sevdirilmesi için gereken çalışmaları yapmalıdır. Öğretmenlere uygulanacak meslek, genel kültür ve özel meslek derslerinin dengeli bir dağılımı sağlanmalıdır. Öğretmenlerin hizmet içi eğitimlerle gelişmeleri sağlanmalıdır. Öğretmenlerin maddi durumlarının iyileştirilmesi gerekir demiştir.
1950 lerden bugüne öğretmen yetiştiren kurumlara öğrenci seçimindeki uygulamaların zaman içerisinde farklılıklar gösterdiği de görülmektedir. 1954-1955 öğretim yılında Gazi Eğitim Enstitüsüne (GEE) giriş sınavlarında ilk kez testler uygulanmaya başlanmıştır. Yıllarca, eleme ve seçme kademelerinde önce yazılı genel sınav ve sonra da bu sınavı başaranlar arasından kontenjanın iki katı aday çağrılarak sözlü sınav sonucu öğretmen adayı seçilmiştir.
Birçok ülkede öğretmen yetiştiren kurumlara öğrenci seçiminde genel olarak iki model kullanılmaktadır. Birinci modelde öğrenci seçimi öğretmen gereksinimine göre ve etkili öğretmen olabilmek için belirlenen çok sayıda ölçüte göre yapılmaktadır. Bu modelle programlara alınan adaylar mezun olduklarında doğrudan öğretmen olabilmektedirler. İkinci modelde ise öğrenciler hizmet öncesi eğitim programlarına, öğretmen gereksinimi gözetilmeden, genel ölçütlere göre seçilmektedir. Hizmet öncesi eğitimin sonunda ikinci bir eleme yapılarak öğretmen gereksinimine göre atama yapılmaktadır. İkinci modelde hizmet öncesinde öğrenci sayısı fazlalığının eğitimin kalitesini düşürdüğü ileri sürülmektedir.
Ülkemizin sosyo-kültürel yapısı ile siyasi ve ekonomik göstergeleri nedeniyle siyaset tüm kamu hizmetlerinde etkin olmuştur. Özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma gibi temel ihtiyaçların giderilmesinde merkezi hükümetin izlediği politikalar hep etkili olmuştur. Ülkemizde de ikinci modelin Köy Enstitüleri ve Eğitim Enstitüleri deneyiminden sonra yaygın olarak uygulandığı görülmüştür. Bu nedenle Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne öğretmen adaylarının seçimi hep farklılaşmış ve ulusal kimliğimize, kültürümüze, gelenek ve göreneklerimize uygun günün, hatta geleceğin dünyasını kurgulamaya yönelik adımlar bir türlü atılamamıştır.
Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri, Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları gibi kendine özgü nitelikleri olan öğretmen okullarından bugünün Eğitim Fakültelerine ya da Fen-Edebiyat Fakültelerine geçiş gerçekleştirilmiştir. 1980’lerden beri de bu yapı öğretmen niteliğini artırmaktan oldukça uzak teorik bilgiye dayalı ve uygulamadan kopuk bir biçimde varlığını sürdürmektedir.
31 yıllık meslek hayatımda öğretmenlik mesleğini özümsemiş okulda aldığı eğitimi yeterli görmeyen, sürekli öğrenme hevesinde ve kendini geliştirme aşkıyla dolu çok ama çok başarılı öğretmenler gördüm tanıdım. Bu öğretmenlerin öğrenci ve velileriyle kurdukları iletişime hayran olmamak, akranlarıyla kurdukları iş dayanışmasına öykünmemek mümkün değil. Tabii bunların uzağından yakınından geçmeyen öğretmenler de gördük ve biliyoruz ki bu öğretmenlerimiz de bu sistemin bir parçası olarak aramızdalar.
Sonuç;
“Eğitimde öğrencilerin başarılarını etkileyen en önemli faktörlerden birisi öğretmendir. Öğretmenin önemi ve kalitesi kalkınma çabasındaki ülkemizde uzun yıllardır üzerinde durulan önemli bir konudur. Öğretmenin niteliğinin artırılması ve kalitenin yükseltilmesi için yapılan çalışmalar uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreçte öğretmen adayının seçimi, mezuniyet öncesi müfredat programları ve mezuniyet sonrası işe giriş şartları çeşitli değişikliklerden geçirilmiş ve günümüzde uygulanılan sisteme kadar gelinmiştir. Özellikle öğretmen adayının seçimi, üzerinde en çok tartışılan konulardan birisidir, öğretmenlik kendine has bazı kişilik nitelikleri gerektirir. Çünkü sınıfta, sadece öğretmenle öğrenci arasında bilgiye dayalı bir etkileşim değil, öğrenciyle iyi iletişim kurabilme, öğrencinin büyüyüp gelişmesinde ve doğru kararlar verebilmesinde rehberlik edebilme ile uyum yapabilme yeteneğine sahip bireylerin yetişmesini sağlayıcı sosyal ve kültürel bir etkileşim de mevcuttur, öğretmen adaylarının da bu niteliklere sahip kimseler arasından seçilmeleri gerekmektedir.”
Yukarıdaki satırlar benim 1990 yılında öğretmen yetiştirme sorunu ve öğretmen nitelikleri üzerine yaptığım Yüksek Lisans tezimin özet kısmından aynen alınmıştır. Bugünün söylemlerinden bana göre hiçbir farkı yoktur. Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın “40 Dakikayı yönetmek” konulu tam gün süren bir çalışmasına katılma şansım olmuştu. Pek çok konuya değinilen çalışmanın bir bölümünde “Öğrenciler Öğretmenden Öğrendikleri Kadar ÖĞRETMEN İÇİN Öğrenirler” demişti.
Binlerce öğretmeni sınıf içerisinde gözlemleme, izleme şansı yakalamış olan Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın “Öğretmen Yetiştirme” konusunda bunu başarmasını diliyorum. Öğretmenlerin seçim aşamasından eğitim sürecine ve iş başında olması gereken yenilenme eğitimlerine kadar pek çok konuya kişisel olarak çok hâkimler. Kişisel birikimlerini elindeki veriler ışığında ve tüm eğitim paydaşlarının görüşlerinden yararlanarak kullandığında ancak bu çıkmazdan ülke olarak kurtulabiliriz.
Kaynakça;
- 1.İki eğitim fakültesinde okuyan öğrencilerin tercih sıralamaları ile kişilik özelliklerinin karşılaştırılması / M.ÜYazar: Alparslan Dartan, Danışman: PROF.DR. Hasan Tan, 1990 İstanbul, Yüksek Lisans Tezi. https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp
 - 2.http://dergipark.gov.tr/download/article-file/451329
 - 3.http://www.egitimtercihi.com/ogretmenlerodasi/20641-gelecegin-oegretmenleri-nas-l-yetistirilmeli.html
 - 4.http://www.egitim.hacettepe.edu.tr/belge/OgretmenEgitimi-istihdam_Raporu.pdf
 
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017)
“Öğrenciler Öğretmenden Öğrendikleri Kadar ÖĞRETMEN İÇİN Öğrenirler.” Prof. Dr. Ziya Selçuk
23 Ekim 2018 tarihinde açıklanan Eğitimde 2023 Vizyonu son yıllarda eğitim alanında belki de en çok merak uyandıran ve üzerinde en çok konuşulan konuların başında geldi. 2023 vizyonunun açıklanmasının üzerinden (Ekim- Aralık) ortalama üç ay geçmesine rağmen etkisi ve uyandırdığı heyecan hala ilk günkü gibi. Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un ya da yardımcılarının ne söylediği ya da ne söyleyeceği günü gününe hatta saati saatine tüm ülke olarak hepimizin (kendisini takip eden medya dâhil) ilgisini çekiyor.
Açıklanan “2023 Eğitim Vizyonu” ‘nunda 19 ana başlığa ve 44 alt başlığa değinilmişti. Bizzat Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın her bir başlığa ilişkin sosyal medya üzerinden paylaşımları oluyor. Bunlar içerisinde eğitim camiasının en çok üzerinde durduğu konuların başında öğretmen yetiştirme ve iş başında öğretmen eğitimlerinin nasıl gerçekleştirileceği geliyor. Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamız da konuya ilişkin “Öğretmen ve okul yöneticilerimizin mesleki gelişimlerini sürekli desteklemek üzere üniversitelerle ve STK’larla yüz yüze, örgün ve veya uzaktan eğitim işbirlikleri hayata geçirilecektir” açıklamasında bulunmuştu. Bana göre de 2023 Eğitim Vizyon belgesinin ana unsuru “değişim ve gelişim” olurken, içi dolu mu olur boş mu olur bilemem ama “öğretmenlik mesleği “ nin parlatıldığına tanık olacağız.
Vizyon belgesinde sözü edilen erken çocukluk eğitim hizmetinin yaygınlaştırılması, şartları elverişsiz gruplarda eğitimin niteliğinin artırılması, ilkokul ve ortaokulların gelişimsel açıdan yeniden yapılandırılacak olması, okullar arası başarı farklılıklarının azaltılarak okulların niteliklerinin artırılması, öğrencilerin ilgi, yetenek ve mizaçlarına uygun esnek modüler bir programın geliştirilmesi, akademik bilginin beceriye dönüşmesinin hedeflenmesi, Fen ve Sosyal Bilimler Liselerindeki öğretimin niteliğinin daha da iyileştirilmesi gibi genel hedefler bütünsellik ve dönüşümün gerçekleştirilebilmesi adına önemlidir. Burada önemli olan süreç içerisinde bu hedeflere uygun adımları atabilmek ve bunu sürdürülebilir kılmaktır.
Ülkemizde öğretmen yetiştirme konusunda ilk resmi çalışmalar Cumhuriyetten önce başlamış, Cumhuriyetle birlikte çeşitli yaklaşımlarla ve değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir. Ancak bugün de dâhil olmak üzere öğretmen yetiştirmede öğretmenlik mesleğini seçeceklerde aranılması gerekli nitelikler somut bir şekilde belirlenmemiştir. Öğretmenlik öyle bir meslektir ki diğer meslekî alanlarda başarılı olanların öğretmenlikte de başarılı olacaklarını düşünmek yanlıştır. Akademik bakımdan yeterli seviyede bilgi edinilse bile öğretmenlik mesleğine uyum sağlayabilmek farklı kişilik özelliklerini gerektirir. Çünkü bilmek ayrı şey, bildiğini öğretebilmek ve öğrencilerle iyi kişilerarası ilişki kurabilmek ise başka şeydir. Öğretmenlik mesleği ayrı ve özel bir eğitim gerektirdiğinden öğretmen ihtiyacını karşılayabilmek için yapılan çalışmalar da faydalı olamamıştır.
"Darülmuallimin Rüşti" den günümüze “Öğretmen Yetiştirme”
1839'da Gülhane Fermanı ile gerçekleştirilen Islahat hareketleri, ülkemizde eğitim ve öğretim alanında yeni atılımların gerçekleştirilmesine neden olmuştur. Ne var ki Cumhuriyetin ilânı sırasında eğitim sistemimiz ve bu sistem içerisinde öğretmen okullarının durumu pek de parlak değildi. Gerçi Tanzimat’tan sonra batı düşünce ve modellerine göre bir takım eğitim kurumları açılmıştı fakat bu kurumlar nicelik yönünden yeterli olmadığı gibi Cumhuriyet çocuklarına çağdaş bir eğitim verecek güçten de yoksundular. Ülkede hâlâ ikili bir eğitim anlayışı ve uygulaması sürerken 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren 430 sayılı "Tevhid-i Tedrisat Kanunu" (Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu) ile bu doğrultuda ilk fakat çok temelli bir adım atılmış oldu.
Bunun yanında ülkemizde bir Milli Eğitim Sistemi ve politikası oluşturmak amacıyla farklı yıllarda özellikle Amerikalı eğitim bilimci uzmanlar yurda davet edilmiş [ John Dewey (1924), J.J.Rufi (1951) ve J.Maske (1952) v.b] ve Türkiye’de eğitim sistemi hakkında değerlendirme ve önerilerde bulunmaları istenmiştir.
Bunlar içerisinde en bilineni Milli Eğitim Bakanlığı'nın daveti üzerine 1924'te Türkiye'ye gelerek iki ay kadar incelemelerde bulunan John Dewey olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı’na inceleme ve görüşlerini içeren iki rapor veren Dewey, ikinci raporunda öğretmenlerin yetiştirilmelerinin önemine vurgu yapmıştır. Dewey'e göre zeki ve fedakâr erkek ve kadınları öğretmenlik mesleğine cezbederek onları öğretim görecekleri konularla birlikte çağdaş ve pedagojik fikirlerle donatmak çetin bir meseledir. Bunu sağlayabilmek için öğretmenlerin mali problemlerle karşılaşmamalarını, tayin ve nakil işlemlerinin sıklığı sebebiyle zor durumda kalan öğretmenlerin görev yerlerinin sık sık değiştirilmemesinin gerektiğini vurgulamıştır. Dewey, öğretmen yetiştirmede açılacak farklı seviyelerdeki öğretmen okullarının öğrenim yıllarının öğrenim amacına uygun olarak değişebileceğini söylemiştir.
Ülkemize davet edilen eğitimcilerden birisi de Amerikalı eğitimcilerden olan John Rufi'dir. John Rufi, gözlemlerini anlatan 92 sayfa ve iki bölümden oluşan raporunu Haziran 1952’de “Türkiye’de Orta Öğretim, Müşahedeler, Problemler ve Tavsiyeler” adıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na sunmuştur. Rufi, kendi ülkesinde yükseköğretim ve öğretmenliğe girişte uyguladıkları seçme işleminden bahsederken, öğretmen adaylarının öncelikle, ilgi ve zekâlarını ölçücü nitelikte testlere tâbi tutulduklarında söz etmiş mesleğe girişte okul müdürünün tavsiyesi ve son iki sınıftaki başarılarıyla ilerlemek istedikleri sahaya uygun olup olmadıklarının izlendiğini belirtmiştir.
Robben J. Maaske, ise 1953 yılının Ocak, Şubat ve Mart aylarında Ankara, Konya, Bolu, Adana, İzmir, Balıkesir, İstanbul ve Eskişehir’de “Öğretmen Yetiştirme” ve “İş başında Yetiştirme” konularında konuşmalar yapmış, seminerler ve konferanslar vermiş, üç makale hazırlamış ve 63 okul ziyaret etmiştir. Maaske, incelemelerini “Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Hakkında Rapor” (Maaske 1955) düzenleyerek bitirmiştir. Beşinci Milli Eğitim Şurası’na da katılan Maaske’nin raporunda Öğretmen okullarına öğrenci alınırken yalnız bilgiye değil bir öğretmende bulunması gereken vasıflara da bakılmalıdır. Öğretmenler Yüksekokul mezunu olmalıdır. Öğretmen okullarının kitaplıkları geliştirilmelidir. Öğretmen kuruluşları mesleğin sevdirilmesi için gereken çalışmaları yapmalıdır. Öğretmenlere uygulanacak meslek, genel kültür ve özel meslek derslerinin dengeli bir dağılımı sağlanmalıdır. Öğretmenlerin hizmet içi eğitimlerle gelişmeleri sağlanmalıdır. Öğretmenlerin maddi durumlarının iyileştirilmesi gerekir demiştir.
1950 lerden bugüne öğretmen yetiştiren kurumlara öğrenci seçimindeki uygulamaların zaman içerisinde farklılıklar gösterdiği de görülmektedir. 1954-1955 öğretim yılında Gazi Eğitim Enstitüsüne (GEE) giriş sınavlarında ilk kez testler uygulanmaya başlanmıştır. Yıllarca, eleme ve seçme kademelerinde önce yazılı genel sınav ve sonra da bu sınavı başaranlar arasından kontenjanın iki katı aday çağrılarak sözlü sınav sonucu öğretmen adayı seçilmiştir.
Birçok ülkede öğretmen yetiştiren kurumlara öğrenci seçiminde genel olarak iki model kullanılmaktadır. Birinci modelde öğrenci seçimi öğretmen gereksinimine göre ve etkili öğretmen olabilmek için belirlenen çok sayıda ölçüte göre yapılmaktadır. Bu modelle programlara alınan adaylar mezun olduklarında doğrudan öğretmen olabilmektedirler. İkinci modelde ise öğrenciler hizmet öncesi eğitim programlarına, öğretmen gereksinimi gözetilmeden, genel ölçütlere göre seçilmektedir. Hizmet öncesi eğitimin sonunda ikinci bir eleme yapılarak öğretmen gereksinimine göre atama yapılmaktadır. İkinci modelde hizmet öncesinde öğrenci sayısı fazlalığının eğitimin kalitesini düşürdüğü ileri sürülmektedir.
Ülkemizin sosyo-kültürel yapısı ile siyasi ve ekonomik göstergeleri nedeniyle siyaset tüm kamu hizmetlerinde etkin olmuştur. Özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma gibi temel ihtiyaçların giderilmesinde merkezi hükümetin izlediği politikalar hep etkili olmuştur. Ülkemizde de ikinci modelin Köy Enstitüleri ve Eğitim Enstitüleri deneyiminden sonra yaygın olarak uygulandığı görülmüştür. Bu nedenle Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne öğretmen adaylarının seçimi hep farklılaşmış ve ulusal kimliğimize, kültürümüze, gelenek ve göreneklerimize uygun günün, hatta geleceğin dünyasını kurgulamaya yönelik adımlar bir türlü atılamamıştır.
Öğretmen Okulları, Köy Enstitüleri, Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları gibi kendine özgü nitelikleri olan öğretmen okullarından bugünün Eğitim Fakültelerine ya da Fen-Edebiyat Fakültelerine geçiş gerçekleştirilmiştir. 1980’lerden beri de bu yapı öğretmen niteliğini artırmaktan oldukça uzak teorik bilgiye dayalı ve uygulamadan kopuk bir biçimde varlığını sürdürmektedir.
31 yıllık meslek hayatımda öğretmenlik mesleğini özümsemiş okulda aldığı eğitimi yeterli görmeyen, sürekli öğrenme hevesinde ve kendini geliştirme aşkıyla dolu çok ama çok başarılı öğretmenler gördüm tanıdım. Bu öğretmenlerin öğrenci ve velileriyle kurdukları iletişime hayran olmamak, akranlarıyla kurdukları iş dayanışmasına öykünmemek mümkün değil. Tabii bunların uzağından yakınından geçmeyen öğretmenler de gördük ve biliyoruz ki bu öğretmenlerimiz de bu sistemin bir parçası olarak aramızdalar.
Sonuç;
“Eğitimde öğrencilerin başarılarını etkileyen en önemli faktörlerden birisi öğretmendir. Öğretmenin önemi ve kalitesi kalkınma çabasındaki ülkemizde uzun yıllardır üzerinde durulan önemli bir konudur. Öğretmenin niteliğinin artırılması ve kalitenin yükseltilmesi için yapılan çalışmalar uzun bir süreci kapsamaktadır. Bu süreçte öğretmen adayının seçimi, mezuniyet öncesi müfredat programları ve mezuniyet sonrası işe giriş şartları çeşitli değişikliklerden geçirilmiş ve günümüzde uygulanılan sisteme kadar gelinmiştir. Özellikle öğretmen adayının seçimi, üzerinde en çok tartışılan konulardan birisidir, öğretmenlik kendine has bazı kişilik nitelikleri gerektirir. Çünkü sınıfta, sadece öğretmenle öğrenci arasında bilgiye dayalı bir etkileşim değil, öğrenciyle iyi iletişim kurabilme, öğrencinin büyüyüp gelişmesinde ve doğru kararlar verebilmesinde rehberlik edebilme ile uyum yapabilme yeteneğine sahip bireylerin yetişmesini sağlayıcı sosyal ve kültürel bir etkileşim de mevcuttur, öğretmen adaylarının da bu niteliklere sahip kimseler arasından seçilmeleri gerekmektedir.”
Yukarıdaki satırlar benim 1990 yılında öğretmen yetiştirme sorunu ve öğretmen nitelikleri üzerine yaptığım Yüksek Lisans tezimin özet kısmından aynen alınmıştır. Bugünün söylemlerinden bana göre hiçbir farkı yoktur. Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın “40 Dakikayı yönetmek” konulu tam gün süren bir çalışmasına katılma şansım olmuştu. Pek çok konuya değinilen çalışmanın bir bölümünde “Öğrenciler Öğretmenden Öğrendikleri Kadar ÖĞRETMEN İÇİN Öğrenirler” demişti.
Binlerce öğretmeni sınıf içerisinde gözlemleme, izleme şansı yakalamış olan Milli Eğitim Bakanımız Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamızın “Öğretmen Yetiştirme” konusunda bunu başarmasını diliyorum. Öğretmenlerin seçim aşamasından eğitim sürecine ve iş başında olması gereken yenilenme eğitimlerine kadar pek çok konuya kişisel olarak çok hâkimler. Kişisel birikimlerini elindeki veriler ışığında ve tüm eğitim paydaşlarının görüşlerinden yararlanarak kullandığında ancak bu çıkmazdan ülke olarak kurtulabiliriz.
Kaynakça;
- 1.İki eğitim fakültesinde okuyan öğrencilerin tercih sıralamaları ile kişilik özelliklerinin karşılaştırılması / M.ÜYazar: Alparslan Dartan, Danışman: PROF.DR. Hasan Tan, 1990 İstanbul, Yüksek Lisans Tezi. https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp
 - 2.http://dergipark.gov.tr/download/article-file/451329
 - 3.http://www.egitimtercihi.com/ogretmenlerodasi/20641-gelecegin-oegretmenleri-nas-l-yetistirilmeli.html
 - 4.http://www.egitim.hacettepe.edu.tr/belge/OgretmenEgitimi-istihdam_Raporu.pdf
 
Son Güncelleme: Çarşamba, 19 Aralık 2018 11:21
Gösterim: 1560
Alpaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017)
Bu ülkede 2023 Vizyonu çerçevesinde eğitim reformunun öğretmenler üzerinden kurgulanması aşamasına gelindi. 2023 Vizyonunun parlayan yıldızı olan öğretmen aynı zamanda dolaylı olarak bugünkü karamsar eğitim tablosunun da sorumlusu gibi gösterilmiş oldu.
Her şey öğretmenin değerinin anlaşılmaya başlamasıyla oldu, ülkemiz büyük ve gelişmiş bir ülke. İnsanlarımız mutlu, huzurlu, herkes birbirine saygılı, okuma yazma oranımız %100’ yaklaşmış, okul öncesi eğitim zorunlu olmuş, okul öncesinden üniversiteye kadar herkes istediği ve yeteneği olan bir bölümde okuyor-mezun oluyor ve çalışıyor. Yasalar hak ve adalet üzerine kurulu bir sistemle tıkır tıkır işliyor, öğretmenlik saygın bir meslek, çalışanlar arasında ayrımcılık yok ülke ekonomisi gelişmiş kimsenin kimseye güç gösterisinde bulunmadığı güzel bir toplum ve ülke yıl 20... 
Bu hayalin gerçekleşmesi için daha ne kadar yıl geçmesi gerekir bilemiyorum ama yıllar önce yüksek lisans eğitimi sırasında rahmetli hocamız Prof. Dr. Muhsin Hesapçıoğlu’nun eğitim ekonomisi dersinde üzerinde durduğu “eğitim mi ekonomiyi etkiler ekonomi mi eğitimi etkiler” konusu geçmişten bu güne tartışılıyor. Bugün sanırım her iki gücün de değerini önemini bilen toplumlar gelişiyor, büyüyor ve yukarıdaki toplum hayaline biraz daha yaklaşıyor.
Evet, 2023 Vizyonu öğretmen üzerine odaklanmış görünüyor. Bu yaklaşımla hem öğretmene verilen önem ve değer vurgulanıyor hem de öğretmenlerin donanımı yeterli bulunmuyor. Bu gerekçe ile de öğretmen yetiştiren kurumlardaki eğitim programlarının elden geçirilmesi ve geliştirilmesinden başlamak üzere bilfiil çalışan tüm öğretmenlerin bilgi ve becerilerinin geliştirilmesi açık açık dillendiriliyor. 
Öğretmenlik üzerine bir önceki yazımda 1990 yılında verdiğim Yüksek Lisans tezimden alıntılar yaparken öğretmenden beklenen tutum ve davranışların geçmişten günümüze pek değişmediğini vurgulamıştım. Dünya değişirken iletişim dünyası çağ atlatırken internet dünyası hızla gelişirken öğretmenlerden geçmişte de bugün de gelecekte de beklenen ana tutum ve davranışların değişmemesini neye bağlamak gerekir. Elbette eğitim bir hizmet alanıdır ve insanla ilgilidir de ondan. Alan bilgisi, güçlü iletişim becerisi yüksek ve bunları sınıf ortamına yansıtacak motivasyon bir öğretmende olması gereken nitelikler. Tüm bu becerilerle donanmış olmak elbette yetmez ama iyi bir öğretmende aranacak asgari özellikleri ifade eder bu kavramlar.
Bugün öğretmen kaynaklarımız Eğitim ve Fen-Edebiyat Fakülteleridir. Buralarda okumak yetmez mezun olduktan sonra çalışma alanı devlet ve özel sektör olarak iki tercihiniz vardır. Devlette olabilmek için yeterli bir kadro ve o kadroya atanabilmek için girilen KPSS sınavından iyi bir puan almak ve sonrasında da çekilecek kurada şansınızın olması gerek, tabii bir de mülakatta başarılı olmanız da gerek. Özel sektörde olmak isterseniz de ya asgari ücretle çalışmayı kabul edeceğiniz sıradan okullarda işinizi yapacak ya da başarısını kanıtlamış geçmiş tecrübeleri olan nitelikli okullarda olabilmek için bilgi ve becerilerinizi en üst düzeyde canlı tutacaksınız. En az 5 yıllık bir öğretmenlik deneyiminiz ve aşamalı bazı görüşmelerden de alnınızın akıyla çıkacaksınız. Anlayacağınız öğretmen olmak deveye hendek atlatmak kadar zor.
Tüm bunları niye yazıyorum, çünkü öğretmen olabilmek bu mesleği yüreğinizde hissedebilmek demektir, bunun için çaba harcamak demektir, bilgi birikimine duygunuzu sevginizi katmak demektir de ondan. Ruhunuzda olması lazımdır öğretmenliğin okudum üniversiteyi bitirdim ile olmaz. Bugün çalıştığımız kurumlarda işimizi en iyi şekilde yapabilmek için sürekli öğrenmek, kendimizi geliştirmek zorundayız. Bugün kendi branşında Türkiye’de ve dünyada olan biteni bilmek demek öğretmenlik, çocukların konuştuğu dili anlayabilmek demektir öğretmenlik, dokunmayı bilmek övgü sözcüklerini rahatça ve kolayca söyleyebilmektir öğretmenlik, yazmaktır okumaktır paylaşmaktır öğretmenlik. Ama bu nasıl olacak asgari bilgi-eğitim koşullarında var olabilsek bile değişen gelişen bir dünyanın çocuklarıyla beraber yürüyebilmek için daha fazlası olmak gerek.
Geçmişten bu güne öğretmenlere yönelik eğitimler düzenleyen sivil toplum kurumları var. Bu kurumları en iyi bilenlerden birisi de Milli Eğitim Bakanımız Ziya Selçuk’tur. BU kurumların verdikleri eğitimlerin katılımcılarının memnuniyet oranları da biliniyor. 
Bugün 2023 Vizyonunun öğretmen üzerine kurgulandığını söylemiştik. Asıl problem bundan sonra öğretmen eğitimleri üzerine her kesimde bir rol kapma mücadelesi görüyorum. Neredeyse tüm il ve İlçelerde öğretmen eğitimleri benzeri isimlerle öğretmen eğitimleri yaygınlaşıyor, hedeften sapma görüyorum maalesef. Öğretmenlerin neye ihtiyaçları var çok da bilmeden bu eğitimler birkaç öğretim üyesi ayarlanarak il ve İlçe bazında planlanıp verilmeye başlandı. Kalite ve memnuniyet de doğal olarak düşmeye başladı.
Bizzat Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamız da konuya ilişkin “Öğretmen ve okul yöneticilerimizin mesleki gelişimlerini sürekli desteklemek üzere üniversitelerle ve STK’larla yüz yüze, örgün ve veya uzaktan eğitim işbirlikleri hayata geçirilecektir” açıklamasında bulunmuştu. Öğretmenlerin içerisinde olmadığı söz söyleyip düşüncelerini aktaramadıkları bir hizmet içi eğitim furyası yarardan çok zarar getirir. Bugün 2023 Vizyonuna atıfta bulunularak gerçekleştirilen eğitimlerin öğretmen ihtiyaçlarına karşılık gelir olması gerekir. İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerini bu bağlamda bu kurumlarla işbirliği yapar hale getirmek gerekir. Biz daha çok eğitim verdik ama işe yaramadı yı duymak istemeyiz. Öğretmenden öğretmene, akran öğrenmelerinin yolunu açabilmeliyiz.
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017)
Bu ülkede 2023 Vizyonu çerçevesinde eğitim reformunun öğretmenler üzerinden kurgulanması aşamasına gelindi. 2023 Vizyonunun parlayan yıldızı olan öğretmen aynı zamanda dolaylı olarak bugünkü karamsar eğitim tablosunun da sorumlusu gibi gösterilmiş oldu.
Her şey öğretmenin değerinin anlaşılmaya başlamasıyla oldu, ülkemiz büyük ve gelişmiş bir ülke. İnsanlarımız mutlu, huzurlu, herkes birbirine saygılı, okuma yazma oranımız %100’ yaklaşmış, okul öncesi eğitim zorunlu olmuş, okul öncesinden üniversiteye kadar herkes istediği ve yeteneği olan bir bölümde okuyor-mezun oluyor ve çalışıyor. Yasalar hak ve adalet üzerine kurulu bir sistemle tıkır tıkır işliyor, öğretmenlik saygın bir meslek, çalışanlar arasında ayrımcılık yok ülke ekonomisi gelişmiş kimsenin kimseye güç gösterisinde bulunmadığı güzel bir toplum ve ülke yıl 20... 
Bu hayalin gerçekleşmesi için daha ne kadar yıl geçmesi gerekir bilemiyorum ama yıllar önce yüksek lisans eğitimi sırasında rahmetli hocamız Prof. Dr. Muhsin Hesapçıoğlu’nun eğitim ekonomisi dersinde üzerinde durduğu “eğitim mi ekonomiyi etkiler ekonomi mi eğitimi etkiler” konusu geçmişten bu güne tartışılıyor. Bugün sanırım her iki gücün de değerini önemini bilen toplumlar gelişiyor, büyüyor ve yukarıdaki toplum hayaline biraz daha yaklaşıyor.
Evet, 2023 Vizyonu öğretmen üzerine odaklanmış görünüyor. Bu yaklaşımla hem öğretmene verilen önem ve değer vurgulanıyor hem de öğretmenlerin donanımı yeterli bulunmuyor. Bu gerekçe ile de öğretmen yetiştiren kurumlardaki eğitim programlarının elden geçirilmesi ve geliştirilmesinden başlamak üzere bilfiil çalışan tüm öğretmenlerin bilgi ve becerilerinin geliştirilmesi açık açık dillendiriliyor. 
Öğretmenlik üzerine bir önceki yazımda 1990 yılında verdiğim Yüksek Lisans tezimden alıntılar yaparken öğretmenden beklenen tutum ve davranışların geçmişten günümüze pek değişmediğini vurgulamıştım. Dünya değişirken iletişim dünyası çağ atlatırken internet dünyası hızla gelişirken öğretmenlerden geçmişte de bugün de gelecekte de beklenen ana tutum ve davranışların değişmemesini neye bağlamak gerekir. Elbette eğitim bir hizmet alanıdır ve insanla ilgilidir de ondan. Alan bilgisi, güçlü iletişim becerisi yüksek ve bunları sınıf ortamına yansıtacak motivasyon bir öğretmende olması gereken nitelikler. Tüm bu becerilerle donanmış olmak elbette yetmez ama iyi bir öğretmende aranacak asgari özellikleri ifade eder bu kavramlar.
Bugün öğretmen kaynaklarımız Eğitim ve Fen-Edebiyat Fakülteleridir. Buralarda okumak yetmez mezun olduktan sonra çalışma alanı devlet ve özel sektör olarak iki tercihiniz vardır. Devlette olabilmek için yeterli bir kadro ve o kadroya atanabilmek için girilen KPSS sınavından iyi bir puan almak ve sonrasında da çekilecek kurada şansınızın olması gerek, tabii bir de mülakatta başarılı olmanız da gerek. Özel sektörde olmak isterseniz de ya asgari ücretle çalışmayı kabul edeceğiniz sıradan okullarda işinizi yapacak ya da başarısını kanıtlamış geçmiş tecrübeleri olan nitelikli okullarda olabilmek için bilgi ve becerilerinizi en üst düzeyde canlı tutacaksınız. En az 5 yıllık bir öğretmenlik deneyiminiz ve aşamalı bazı görüşmelerden de alnınızın akıyla çıkacaksınız. Anlayacağınız öğretmen olmak deveye hendek atlatmak kadar zor.
Tüm bunları niye yazıyorum, çünkü öğretmen olabilmek bu mesleği yüreğinizde hissedebilmek demektir, bunun için çaba harcamak demektir, bilgi birikimine duygunuzu sevginizi katmak demektir de ondan. Ruhunuzda olması lazımdır öğretmenliğin okudum üniversiteyi bitirdim ile olmaz. Bugün çalıştığımız kurumlarda işimizi en iyi şekilde yapabilmek için sürekli öğrenmek, kendimizi geliştirmek zorundayız. Bugün kendi branşında Türkiye’de ve dünyada olan biteni bilmek demek öğretmenlik, çocukların konuştuğu dili anlayabilmek demektir öğretmenlik, dokunmayı bilmek övgü sözcüklerini rahatça ve kolayca söyleyebilmektir öğretmenlik, yazmaktır okumaktır paylaşmaktır öğretmenlik. Ama bu nasıl olacak asgari bilgi-eğitim koşullarında var olabilsek bile değişen gelişen bir dünyanın çocuklarıyla beraber yürüyebilmek için daha fazlası olmak gerek.
Geçmişten bu güne öğretmenlere yönelik eğitimler düzenleyen sivil toplum kurumları var. Bu kurumları en iyi bilenlerden birisi de Milli Eğitim Bakanımız Ziya Selçuk’tur. BU kurumların verdikleri eğitimlerin katılımcılarının memnuniyet oranları da biliniyor. 
Bugün 2023 Vizyonunun öğretmen üzerine kurgulandığını söylemiştik. Asıl problem bundan sonra öğretmen eğitimleri üzerine her kesimde bir rol kapma mücadelesi görüyorum. Neredeyse tüm il ve İlçelerde öğretmen eğitimleri benzeri isimlerle öğretmen eğitimleri yaygınlaşıyor, hedeften sapma görüyorum maalesef. Öğretmenlerin neye ihtiyaçları var çok da bilmeden bu eğitimler birkaç öğretim üyesi ayarlanarak il ve İlçe bazında planlanıp verilmeye başlandı. Kalite ve memnuniyet de doğal olarak düşmeye başladı.
Bizzat Prof. Dr. Ziya Selçuk hocamız da konuya ilişkin “Öğretmen ve okul yöneticilerimizin mesleki gelişimlerini sürekli desteklemek üzere üniversitelerle ve STK’larla yüz yüze, örgün ve veya uzaktan eğitim işbirlikleri hayata geçirilecektir” açıklamasında bulunmuştu. Öğretmenlerin içerisinde olmadığı söz söyleyip düşüncelerini aktaramadıkları bir hizmet içi eğitim furyası yarardan çok zarar getirir. Bugün 2023 Vizyonuna atıfta bulunularak gerçekleştirilen eğitimlerin öğretmen ihtiyaçlarına karşılık gelir olması gerekir. İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerini bu bağlamda bu kurumlarla işbirliği yapar hale getirmek gerekir. Biz daha çok eğitim verdik ama işe yaramadı yı duymak istemeyiz. Öğretmenden öğretmene, akran öğrenmelerinin yolunu açabilmeliyiz.
Son Güncelleme: Pazar, 10 Şubat 2019 15:00
Gösterim: 1166
Apaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017)
Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk, ülkemizde 1920 yılından bugüne geçen 98 yılda 65. Milli Eğitim Bakanı olarak yakın bir tarihte (10.07.2018) göreve başladı. Onun son 30-40 yılda kendisinden önceki bakanlar içinde iktidarı ve muhalefetiyle, ilgili ilgisiz tüm paydaşlarda ortak bir duygu yaratan, birleştirici ve uzlaşmacı yapısıyla öne çıkan ilk bakan olduğunu görüyoruz. 
Eğitimin içinden gelen geçmişi, devlet geleneğini bilmesi, özel sektör deneyimi ve akademisyen kimliği ile yakaladığı rüzgâr ve toplumun geniş bir kesiminden aldığı destek hem Milli Eğitim Bakanlığı için bir şanstır. Eğitim dünyası için de “4 Yapraklı Yonca Şansı” denilebilir. "Dört yapraklı yoncanın her yaprağının bir anlamı vardır deniliyor, inanç, umut, aşk, şans." Her birinin anlamı hayatını eğitim camiası içinde geçirmiş olan Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un şahsında geniş kitlelere iyi gelecek ve bir umut aşılamıştır.
Her öğretim yılı bir önceki eğitim ve öğretim yılında nelerin yapılıp nelerin yapılamadığının tartışıldığı birbirini tekrar eden kısır ve verimsiz tartışmalarla gündeme gelir. Bu yıl tatile denk gelen bir dönemde yeni hükümet sisteminin hayata geçirilmesi ile buna paralel nasıl bir milli eğitim bakanlığının oluşacağı önemliydi. MEB’in başına sürpriz bir isim olarak Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un atanması geçmişin tüm eksikliklerinin ve yanlışlarının bir anda unutulmasına gelecekle ilgili olarak da eğitim adına umutlu bir havanın oluşmasına neden oldu.
Ama zaman hızla akıyor ve geri gelmiyor ve hayat gerçekleri hep yüzümüze vuruyor. Sayın Bakanımızın da dile getirdiği gibi devasa bir topluluğun devasa da sorunları oluyor. İnsan olmanın mucizevi çözümlere yetmediğini zamana ihtiyaç duyulduğunu hem bizler hem de kendisi ifade ediyor.
Bugüne kadar hep bir, yapboz tahtası gibi ya da mehter marşı gibi iki ileri bir geri giden MEB politikaları aslında bir sorunlar yumağı. Bu sorunlar eğitimin hem iç dinamiğini hem de dış dinamiklerini olumsuz etkiliyor. Okullarımız ve milli eğitim yapımız içsel ve dışsal dört temel taş üzerine oturuyor. Öğretmen-öğrenci-veli iç dinamiği, bu yapıyı destekleyen yasa, kanun ve yönetmeliklerle belirlenen koruyan ve işlevsel kılan yasal hükümler, eğitim ve öğretim için gerekli tüm donanımların var olduğu fiziki olanaklar ise dördüncü ve kapsayıcı unsur olarak dış dinamiği “çatıyı” ifade ediyor.
Ana başlıklarıyla iç dinamikleri ve çatı dinamiği olarak eğitim dünyasının sorunlarına bakıldığında; okullaşma oranları, kız çocuklarının eğitime erişimi, mevsimlik işçi çocuklarının eğitimi, okul öncesi eğitimin zorunlu olması, ikili öğretim, ulusal ve uluslararası sınavlar, LGS-YKS, öğretmen yetiştirme, teknolojik donanım eksiklikleri, okul bütçeleri, atanamayan öğretmenler, öğretmenlerin hizmet içi eğitimleri, okulların güvenlik sorunları, depreme dayanıklılık durumları, psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerine bakış, ölçme ve değerlendirme hizmetleri, fiziki koşulların iyileştirilmesi gibi çok sık tekrarlanan sorunlar öncelikli olarak karşımıza çıkıyor.
Bunun yanında yeni öğretim yılında kamuoyunda en çok tartışılan konunun ulusal sınavların bugünkü hali olacağı kesin gibi duruyor. Ama temelde öğrenci odaklı ve öğretmen niteliği ile ilgili olan eğitim sorununun öncelikli olarak ele alınacağı izlenimini de bakanımızın konuşmalarından anlıyoruz. Öğrenciye dokunan ve onu gören-geliştiren bir yapıda doğal olarak öğretmenlerin bilgi ve becerilerinin artırılması pedagojik ve psikolojik bilgi birikimlerinin artırılmasına öncelik verileceğini düşünüyorum.
Bu çerçevede yukarıda belirtiğim dördüncü unsur olan ana çatının sağlam oluşturulması durumunda esas olanın, öğretmen yeterliliklerinin geliştirilmesi ile okul aile işbirliğinin sağlanması olduğunu düşünüyorum. En büyük sorunlardan biri bu bağın kopukluğudur. Okul öncesi ve İlkokulda kısmen geliştirilebilen bu ilişki ve iletişim ağı ortaokul ve lise düzeyine geldiğinde neredeyse kopma noktasına geliyor.
Yeni bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un tüm bu sorunlara bir bilen ve bir gören olarak vakıf olması önemlidir. Ona tanınan zaman ülkemizin eğitim sistemimizin iyileştirilmesine tanınan zaman demek olacaktır. Hızlı ve kararlı adımlar atarken eğitim camiasının önemli paydaşlarından destek almak görüşlerine başvurmak işini hem kolaylaştıracak hem de çok sesliliğe verdiği önemi gerçek kılacaktır.
2018-2019 eğitim ve öğretim yılının ülkemizin geleceği gençler, onları yetiştiren öğretmenlerimiz ve de tüm eğitim camiası için başarılı geçmesini dilerim.
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Apaslan Dartan / Terakki Vakfı Okulları/Yönetici., PDR Uzmanı., Eğitim Danışmanı / Eğitim Gazetecileri Derneği YK üyesi, PDR İst. Şb. Bşk. (2012-2017)
Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk, ülkemizde 1920 yılından bugüne geçen 98 yılda 65. Milli Eğitim Bakanı olarak yakın bir tarihte (10.07.2018) göreve başladı. Onun son 30-40 yılda kendisinden önceki bakanlar içinde iktidarı ve muhalefetiyle, ilgili ilgisiz tüm paydaşlarda ortak bir duygu yaratan, birleştirici ve uzlaşmacı yapısıyla öne çıkan ilk bakan olduğunu görüyoruz. 
Eğitimin içinden gelen geçmişi, devlet geleneğini bilmesi, özel sektör deneyimi ve akademisyen kimliği ile yakaladığı rüzgâr ve toplumun geniş bir kesiminden aldığı destek hem Milli Eğitim Bakanlığı için bir şanstır. Eğitim dünyası için de “4 Yapraklı Yonca Şansı” denilebilir. "Dört yapraklı yoncanın her yaprağının bir anlamı vardır deniliyor, inanç, umut, aşk, şans." Her birinin anlamı hayatını eğitim camiası içinde geçirmiş olan Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un şahsında geniş kitlelere iyi gelecek ve bir umut aşılamıştır.
Her öğretim yılı bir önceki eğitim ve öğretim yılında nelerin yapılıp nelerin yapılamadığının tartışıldığı birbirini tekrar eden kısır ve verimsiz tartışmalarla gündeme gelir. Bu yıl tatile denk gelen bir dönemde yeni hükümet sisteminin hayata geçirilmesi ile buna paralel nasıl bir milli eğitim bakanlığının oluşacağı önemliydi. MEB’in başına sürpriz bir isim olarak Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un atanması geçmişin tüm eksikliklerinin ve yanlışlarının bir anda unutulmasına gelecekle ilgili olarak da eğitim adına umutlu bir havanın oluşmasına neden oldu.
Ama zaman hızla akıyor ve geri gelmiyor ve hayat gerçekleri hep yüzümüze vuruyor. Sayın Bakanımızın da dile getirdiği gibi devasa bir topluluğun devasa da sorunları oluyor. İnsan olmanın mucizevi çözümlere yetmediğini zamana ihtiyaç duyulduğunu hem bizler hem de kendisi ifade ediyor.
Bugüne kadar hep bir, yapboz tahtası gibi ya da mehter marşı gibi iki ileri bir geri giden MEB politikaları aslında bir sorunlar yumağı. Bu sorunlar eğitimin hem iç dinamiğini hem de dış dinamiklerini olumsuz etkiliyor. Okullarımız ve milli eğitim yapımız içsel ve dışsal dört temel taş üzerine oturuyor. Öğretmen-öğrenci-veli iç dinamiği, bu yapıyı destekleyen yasa, kanun ve yönetmeliklerle belirlenen koruyan ve işlevsel kılan yasal hükümler, eğitim ve öğretim için gerekli tüm donanımların var olduğu fiziki olanaklar ise dördüncü ve kapsayıcı unsur olarak dış dinamiği “çatıyı” ifade ediyor.
Ana başlıklarıyla iç dinamikleri ve çatı dinamiği olarak eğitim dünyasının sorunlarına bakıldığında; okullaşma oranları, kız çocuklarının eğitime erişimi, mevsimlik işçi çocuklarının eğitimi, okul öncesi eğitimin zorunlu olması, ikili öğretim, ulusal ve uluslararası sınavlar, LGS-YKS, öğretmen yetiştirme, teknolojik donanım eksiklikleri, okul bütçeleri, atanamayan öğretmenler, öğretmenlerin hizmet içi eğitimleri, okulların güvenlik sorunları, depreme dayanıklılık durumları, psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerine bakış, ölçme ve değerlendirme hizmetleri, fiziki koşulların iyileştirilmesi gibi çok sık tekrarlanan sorunlar öncelikli olarak karşımıza çıkıyor.
Bunun yanında yeni öğretim yılında kamuoyunda en çok tartışılan konunun ulusal sınavların bugünkü hali olacağı kesin gibi duruyor. Ama temelde öğrenci odaklı ve öğretmen niteliği ile ilgili olan eğitim sorununun öncelikli olarak ele alınacağı izlenimini de bakanımızın konuşmalarından anlıyoruz. Öğrenciye dokunan ve onu gören-geliştiren bir yapıda doğal olarak öğretmenlerin bilgi ve becerilerinin artırılması pedagojik ve psikolojik bilgi birikimlerinin artırılmasına öncelik verileceğini düşünüyorum.
Bu çerçevede yukarıda belirtiğim dördüncü unsur olan ana çatının sağlam oluşturulması durumunda esas olanın, öğretmen yeterliliklerinin geliştirilmesi ile okul aile işbirliğinin sağlanması olduğunu düşünüyorum. En büyük sorunlardan biri bu bağın kopukluğudur. Okul öncesi ve İlkokulda kısmen geliştirilebilen bu ilişki ve iletişim ağı ortaokul ve lise düzeyine geldiğinde neredeyse kopma noktasına geliyor.
Yeni bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un tüm bu sorunlara bir bilen ve bir gören olarak vakıf olması önemlidir. Ona tanınan zaman ülkemizin eğitim sistemimizin iyileştirilmesine tanınan zaman demek olacaktır. Hızlı ve kararlı adımlar atarken eğitim camiasının önemli paydaşlarından destek almak görüşlerine başvurmak işini hem kolaylaştıracak hem de çok sesliliğe verdiği önemi gerçek kılacaktır.
2018-2019 eğitim ve öğretim yılının ülkemizin geleceği gençler, onları yetiştiren öğretmenlerimiz ve de tüm eğitim camiası için başarılı geçmesini dilerim.
Son Güncelleme: Salı, 18 Eylül 2018 10:57
Gösterim: 1119
          
	        
