Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.
Mustafa Kemal Atatürk'ün okuduğu Behçet Kemal Çağlar'ın "Asırlarca" şiiri gün yüzüne çıktı. Atatürk’üm kendi sesinden okuduğu şiiri dinlemek için fotoğrafın üstüne tıklayın.
Atatürk'ün kendi sesinden okuduğu şiiri dinlemek için tıklayın

Üst Kategori: ROOT Kategori: Öne Çıkanlar
Mustafa Kemal Atatürk'ün okuduğu Behçet Kemal Çağlar'ın "Asırlarca" şiiri gün yüzüne çıktı. Atatürk’üm kendi sesinden okuduğu şiiri dinlemek için fotoğrafın üstüne tıklayın.
Atatürk'ün kendi sesinden okuduğu şiiri dinlemek için tıklayın

Son Güncelleme: Perşembe, 05 Nisan 2012 11:08
Gösterim: 2600
Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin yöneticisi, birçok kadının örnek aldığı bir iş kadını Güler Sabancı… ‘Dünyanın En Güçlü Kadını’ listelerinde hep üst sıralarda yer alan Sabancı, başarılarla dolu kariyerine rağmen her daim elden bırakmadığı alçakgönüllülüğü ile de takdirleri topluyor. Erkekler dünyasında yetişen bir kadın olmasına karşın ailesinden ‘Sen kızsın, yapamazsın’ sözünü bir kez bile duymadığını söyleyen Sabancı, “Güç kelimesini sevmiyorum. Başarılı bir kadınım ama bunu da tek başıma yapmadım” diyor.
O gerçekten güçlü bir kadın… ‘Türkiye’nin önder, Anadolu’nun süper kadını’, ‘Yönetici, ‘Sanat Hamisi’ ve ‘Öncü’ gibi birçok sıfatı adının önüne ekleyen Güler Sabancı, erkeklerin egemen olduğu iş dünyasında koskoca bir holdingi yönetiyor. Türkiye’de ve dünyada birçok kadını etkileyen Sabancı, kendisi güç kelimesinden pek haz etmese de, kariyeri, yaşama bakış açısı ve azmi ile bu unvanı fazlasıyla hak ediyor.
Güler Sabancı’nın hayat hikâyesi Yüksel ve İlhan Sabancı çiftinin ilk çocuğu olarak 1955 yılında Adana’da başlıyor. Hem ailesinin hem de onu çok etkileyen dedesi Hacı Ömer Sabancı’nın ilk göz ağrısı. Onu kendisine gelmiş bir hediye olarak gören dedesinin yanında büyüdüğünü söyleyen Sabancı o günlere dönüyor: “Büyükbabam Hacı Ömer Sabancı, sıfırdan başlayarak adını taşıyan şirketler grubunun temelini atmıştı. Güçlü bir insandı. Gücü de sadece kendinden gelirdi. Sıfırdan başlamıştı. Pamuk işçiliğinden pamuk sanayiciliğine geçmiş olmaktan çok gurur duyardı. Altı oğlu vardı, ama hiç kızı olmamıştı. Cinsiyetler arasındaki ayrılık elbette önemliydi ama benim durumumda böyle olmadı. Tersine büyükbabam ve amcalarım beni her zaman yüreklendirmişti. Bir kez olsun ‘Sen kızsın, yapamazsın’ diyen olmadı…” 12 yaşına dedesini kaybedene kadar hiç yanından ayrılmadığını anlatan Sabancı, daha küçük yaşlarda dedesi ile yaptığı fabrika ziyaretlerinin ilerideki iş yaşamını çok etkilediğini belirtiyor.
İÇ MİMARLIK HAYALLERİNDEN HOLDİNG YÖNETİMİNE…
Ortaöğretimini TED Ankara Koleji’nde, üniversite eğitimini ise Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nde tamamlayan Sabancı aslında başlarda iç mimarlık eğitimi almak istediğini aktarıyor. Bu hevesinden onu vazgeçiren ise hayatındaki bir başka önemli figür olan amcası Sakıp Sabancı… Şöyle anlatıyor bu konuya ilişkin anısını Sabancı; “Lise çağlarında her gencin başında kavak yelleri eser. Ben de bir ara iç mimar olmaya heveslendim. Zannediyorum en küçük amcamın evi için gelip giden mimarlardan etkilendim. Sakıp Amcam’a ‘İç mimari okuyacağım’ dedim. O hiçbir zaman hayır demez, güzellikle ikna ederdi. Bana ‘Tabii neden olmasın. Ama imkanın var, kendi evlerin olur onları yaparsın’ dedi. Ondan sonra bir daha tereddüdüm olmadı. Boğaziçi Üniversitesi’nde işletme okurken çalışmaya başladım.”
Üniversite okurken okul çıkışlarında gittiği Lassa’nın iş hayatındaki ilk durağı olduğunu ileten Sabancı, ilk yıllarda asgari ücretle çalıştığını söylüyor. Sabancı, 14 yıl KORSA’da genel müdürlük yaptığını, ardından 1997’de Sabancı Holding Lastik ve Takviye Malzemeleri Grup Başkanı olduğunu, Mayıs 2004’te de Holdingin başına geçtiğini belirtiyor. İş hayatını bir ava, yöneticileri de avcıya benzeten Güler Sabancı, “Oyununuza karar verirsiniz, donanımınızı hazırlarsınız, dışarı çıkarsınız ve avlanırsınız. Benim için iş hayatı budur” diyor.
AKADEMİK VE SOSYAL KONULARLA DA İLGİLİ
İş dünyasının yanı sıra akademik ve sosyal konularda da faal olan Güler Sabancı, 1996 yılında kuruluşunu gerçekleştirdiği Sabancı Üniversitesi’nin faaliyete geçişinden bu yana Mütevelli Heyeti Başkanlığı’nı ve 2004 yılından bu yana Hacı Ömer Sabancı Vakfı’nın (Sabancı Vakfı) Mütevelli Heyeti Başkanlığı’nı sürdürüyor. “Amcalarım benden üniversiteyi kurmamı istediler. ‘Bir üniversite kurmak ve sürekli geliştirmek geleceğe dair bir projedir, gelecek senin gibi gençlerin’ dediler. Sorumluluğu bana verdiler” diyen Sabancı, bu taleplerinin onların ileri görüşlülüğünü gösterdiğini ifade ediyor.
Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin de ilk kadın Yönetim Kurulu Üyesi olan Güler Sabancı, ayrıca küresel iş dünyasının en itibarlı üç kurumu olan Uluslararası Kriz Grubu’nun Mütevelli Heyeti Üyesi, International Business Council’in ilk Türk üyesi ve European Round Table of Industrialists’in ilk kadın üyesi.”
“KIZLARIMIZIN OKUMA HAKKI HER ŞEYİN ÖNÜNDE OLMALI”
Güler Sabancı, kadınların iş hayatına daha çok katılması gerektiğini her fırsatta dile getiriyor. “Kadınlarımızın ve kız çocuklarımızın insan hakları ve eğitim hakları konusu, çok önemli ve üstünde durmamız gereken bir konu” diyen Sabancı, kızların üniversitede okuma haklarının her şeyin önünde olduğuna inanıyor.
Güler Sabancı, kadınların sahip olduğu daha az risk alma, empati yapabilme gibi özelliklerin iş dünyasında işe yaradığını düşünüyor. İş dünyasında kadınların avantajlı olduğunun altını çizen Sabancı şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu gibi özelliklerde kadınlar doğuştan avantajlıdır. Çünkü, daha çok kadınlara ait özellikler olarak addedilen işbirliği, uzlaşma, empati ve daha az risk alma gibi özellikler, kriz sonrası döneminde çok faydalıdır. Daha az risk almak demek, gelişime, ilerlemeye tamamen kapalı olmak anlamına gelmez. Kadınlar acele etmez. Düşünürler, değerlendirirler, empati kurarlar ve ancak ondan sonra harekete geçerler. Daha az agresiftirler ama daha çok işbirlikçidirler. Daha az rekabetçidirler ama ortaklığa daha çok önem verirler. Daha az güç odaklıdırlar ama daha çok grup çalışmasına yakındırlar. Bazıları Lehman Brothers, Lehman Sisters olsaydı kriz olmayabilirdi diyorlar.”
Güler Sabancı, dünyanın en fakir 10 insanından 6’sının kadın ve kız çocuğu, dünyadaki parlamenterlerin yüzde 16’sından daha azının kadın olduğuna, okula gitmeyen çocukların üçte ikisini kız çocuklarının oluşturduğuna, “dünyadaki işlerin yüzde 66’sı kadınlar tarafından yapılırken”, küresel gelirin yalnızca yüzde 10’unu ve küresel refahın yüzde 1’ini kadınların aldığına işaret ediyor.
GÜLER SABANCI’NIN BİLİNMEYENLERİ
- Koleksiyoner belgesi var, 25 yıldır Selçuklu eserleri topluyor.
- İspanya Kralı 1.Juan Carlos tarafından, İspanya’nın en önemli liyakat nişanı olan “Encomienda de Numero” ile ödüllendirildi.
- Orta, lise ve üniversitede tenis oynamış, uzun yıllar dansa gitmiş.
- Biyografi kitapları okumayı seviyor. En çok Steve Jobs’ın biyografisini okumuş ve çok etkilenmiş.
- Salzburg Müzik Festivali ve Art Basel’i kaçırmıyor.
- En büyük hobilerinden biri şarap tadımı.
Güler Sabancı: “Ben, büyükannem tarafından cesaretlendirildim. Büyükannemin 6 oğlu vardı, kızı yoktu. Küçük bir çocukken büyükannemin nasıl idare ettiğini gözlemledim. Farklılıkları idare etmek, yönetmek, sadece kadını, erkeği ya da farklı kültürleri yönetmek değildir. Her kişi farklıdır, dolayısıyla önemli olan hep birlikte bir şeyler yaratabilmektedir.”
Üst Kategori: ROOT Kategori: Öne Çıkanlar
Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin yöneticisi, birçok kadının örnek aldığı bir iş kadını Güler Sabancı… ‘Dünyanın En Güçlü Kadını’ listelerinde hep üst sıralarda yer alan Sabancı, başarılarla dolu kariyerine rağmen her daim elden bırakmadığı alçakgönüllülüğü ile de takdirleri topluyor. Erkekler dünyasında yetişen bir kadın olmasına karşın ailesinden ‘Sen kızsın, yapamazsın’ sözünü bir kez bile duymadığını söyleyen Sabancı, “Güç kelimesini sevmiyorum. Başarılı bir kadınım ama bunu da tek başıma yapmadım” diyor.
O gerçekten güçlü bir kadın… ‘Türkiye’nin önder, Anadolu’nun süper kadını’, ‘Yönetici, ‘Sanat Hamisi’ ve ‘Öncü’ gibi birçok sıfatı adının önüne ekleyen Güler Sabancı, erkeklerin egemen olduğu iş dünyasında koskoca bir holdingi yönetiyor. Türkiye’de ve dünyada birçok kadını etkileyen Sabancı, kendisi güç kelimesinden pek haz etmese de, kariyeri, yaşama bakış açısı ve azmi ile bu unvanı fazlasıyla hak ediyor.
Güler Sabancı’nın hayat hikâyesi Yüksel ve İlhan Sabancı çiftinin ilk çocuğu olarak 1955 yılında Adana’da başlıyor. Hem ailesinin hem de onu çok etkileyen dedesi Hacı Ömer Sabancı’nın ilk göz ağrısı. Onu kendisine gelmiş bir hediye olarak gören dedesinin yanında büyüdüğünü söyleyen Sabancı o günlere dönüyor: “Büyükbabam Hacı Ömer Sabancı, sıfırdan başlayarak adını taşıyan şirketler grubunun temelini atmıştı. Güçlü bir insandı. Gücü de sadece kendinden gelirdi. Sıfırdan başlamıştı. Pamuk işçiliğinden pamuk sanayiciliğine geçmiş olmaktan çok gurur duyardı. Altı oğlu vardı, ama hiç kızı olmamıştı. Cinsiyetler arasındaki ayrılık elbette önemliydi ama benim durumumda böyle olmadı. Tersine büyükbabam ve amcalarım beni her zaman yüreklendirmişti. Bir kez olsun ‘Sen kızsın, yapamazsın’ diyen olmadı…” 12 yaşına dedesini kaybedene kadar hiç yanından ayrılmadığını anlatan Sabancı, daha küçük yaşlarda dedesi ile yaptığı fabrika ziyaretlerinin ilerideki iş yaşamını çok etkilediğini belirtiyor.
İÇ MİMARLIK HAYALLERİNDEN HOLDİNG YÖNETİMİNE…
Ortaöğretimini TED Ankara Koleji’nde, üniversite eğitimini ise Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nde tamamlayan Sabancı aslında başlarda iç mimarlık eğitimi almak istediğini aktarıyor. Bu hevesinden onu vazgeçiren ise hayatındaki bir başka önemli figür olan amcası Sakıp Sabancı… Şöyle anlatıyor bu konuya ilişkin anısını Sabancı; “Lise çağlarında her gencin başında kavak yelleri eser. Ben de bir ara iç mimar olmaya heveslendim. Zannediyorum en küçük amcamın evi için gelip giden mimarlardan etkilendim. Sakıp Amcam’a ‘İç mimari okuyacağım’ dedim. O hiçbir zaman hayır demez, güzellikle ikna ederdi. Bana ‘Tabii neden olmasın. Ama imkanın var, kendi evlerin olur onları yaparsın’ dedi. Ondan sonra bir daha tereddüdüm olmadı. Boğaziçi Üniversitesi’nde işletme okurken çalışmaya başladım.”
Üniversite okurken okul çıkışlarında gittiği Lassa’nın iş hayatındaki ilk durağı olduğunu ileten Sabancı, ilk yıllarda asgari ücretle çalıştığını söylüyor. Sabancı, 14 yıl KORSA’da genel müdürlük yaptığını, ardından 1997’de Sabancı Holding Lastik ve Takviye Malzemeleri Grup Başkanı olduğunu, Mayıs 2004’te de Holdingin başına geçtiğini belirtiyor. İş hayatını bir ava, yöneticileri de avcıya benzeten Güler Sabancı, “Oyununuza karar verirsiniz, donanımınızı hazırlarsınız, dışarı çıkarsınız ve avlanırsınız. Benim için iş hayatı budur” diyor.
AKADEMİK VE SOSYAL KONULARLA DA İLGİLİ
İş dünyasının yanı sıra akademik ve sosyal konularda da faal olan Güler Sabancı, 1996 yılında kuruluşunu gerçekleştirdiği Sabancı Üniversitesi’nin faaliyete geçişinden bu yana Mütevelli Heyeti Başkanlığı’nı ve 2004 yılından bu yana Hacı Ömer Sabancı Vakfı’nın (Sabancı Vakfı) Mütevelli Heyeti Başkanlığı’nı sürdürüyor. “Amcalarım benden üniversiteyi kurmamı istediler. ‘Bir üniversite kurmak ve sürekli geliştirmek geleceğe dair bir projedir, gelecek senin gibi gençlerin’ dediler. Sorumluluğu bana verdiler” diyen Sabancı, bu taleplerinin onların ileri görüşlülüğünü gösterdiğini ifade ediyor.
Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin de ilk kadın Yönetim Kurulu Üyesi olan Güler Sabancı, ayrıca küresel iş dünyasının en itibarlı üç kurumu olan Uluslararası Kriz Grubu’nun Mütevelli Heyeti Üyesi, International Business Council’in ilk Türk üyesi ve European Round Table of Industrialists’in ilk kadın üyesi.”
“KIZLARIMIZIN OKUMA HAKKI HER ŞEYİN ÖNÜNDE OLMALI”
Güler Sabancı, kadınların iş hayatına daha çok katılması gerektiğini her fırsatta dile getiriyor. “Kadınlarımızın ve kız çocuklarımızın insan hakları ve eğitim hakları konusu, çok önemli ve üstünde durmamız gereken bir konu” diyen Sabancı, kızların üniversitede okuma haklarının her şeyin önünde olduğuna inanıyor.
Güler Sabancı, kadınların sahip olduğu daha az risk alma, empati yapabilme gibi özelliklerin iş dünyasında işe yaradığını düşünüyor. İş dünyasında kadınların avantajlı olduğunun altını çizen Sabancı şu değerlendirmeyi yapıyor: “Bu gibi özelliklerde kadınlar doğuştan avantajlıdır. Çünkü, daha çok kadınlara ait özellikler olarak addedilen işbirliği, uzlaşma, empati ve daha az risk alma gibi özellikler, kriz sonrası döneminde çok faydalıdır. Daha az risk almak demek, gelişime, ilerlemeye tamamen kapalı olmak anlamına gelmez. Kadınlar acele etmez. Düşünürler, değerlendirirler, empati kurarlar ve ancak ondan sonra harekete geçerler. Daha az agresiftirler ama daha çok işbirlikçidirler. Daha az rekabetçidirler ama ortaklığa daha çok önem verirler. Daha az güç odaklıdırlar ama daha çok grup çalışmasına yakındırlar. Bazıları Lehman Brothers, Lehman Sisters olsaydı kriz olmayabilirdi diyorlar.”
Güler Sabancı, dünyanın en fakir 10 insanından 6’sının kadın ve kız çocuğu, dünyadaki parlamenterlerin yüzde 16’sından daha azının kadın olduğuna, okula gitmeyen çocukların üçte ikisini kız çocuklarının oluşturduğuna, “dünyadaki işlerin yüzde 66’sı kadınlar tarafından yapılırken”, küresel gelirin yalnızca yüzde 10’unu ve küresel refahın yüzde 1’ini kadınların aldığına işaret ediyor.
GÜLER SABANCI’NIN BİLİNMEYENLERİ
- Koleksiyoner belgesi var, 25 yıldır Selçuklu eserleri topluyor.
- İspanya Kralı 1.Juan Carlos tarafından, İspanya’nın en önemli liyakat nişanı olan “Encomienda de Numero” ile ödüllendirildi.
- Orta, lise ve üniversitede tenis oynamış, uzun yıllar dansa gitmiş.
- Biyografi kitapları okumayı seviyor. En çok Steve Jobs’ın biyografisini okumuş ve çok etkilenmiş.
- Salzburg Müzik Festivali ve Art Basel’i kaçırmıyor.
- En büyük hobilerinden biri şarap tadımı.
Güler Sabancı: “Ben, büyükannem tarafından cesaretlendirildim. Büyükannemin 6 oğlu vardı, kızı yoktu. Küçük bir çocukken büyükannemin nasıl idare ettiğini gözlemledim. Farklılıkları idare etmek, yönetmek, sadece kadını, erkeği ya da farklı kültürleri yönetmek değildir. Her kişi farklıdır, dolayısıyla önemli olan hep birlikte bir şeyler yaratabilmektedir.”
Son Güncelleme: Pazar, 01 Nisan 2012 12:06
Gösterim: 4927
Gümüş, Kuzenlerim, Bir İstanbul Masalı, Kurtlar Vadisi gibi reyting rekorları kıran TV dizilerinin ardından soluğu Bir Kadın Bir Erkek adlı sit-com’da alan Emre Karayel canlandırdığı Ozan karakteriyle Türk erkeklerinin adeta sesi oldu.
‘Mesleğim oyunculuk ama yan kollarını da yapmayı seviyorum’ diyen Karayel şu sıralar kurduğu prodüksiyon şirketiyle seyircileri farklı projelerle buluşturmaya hazırlanıyor. Cesaretliliğini ve kararlılığını yatılı okuduğu yıllara borçlu olduğunu söyleyen Karayel ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Son yıllarda beyaz camın oyunculuk dünyasına kazandırdığı en başarılı aktörlerden biri olan Emre Karayel, ‘Ablam Böyle İstedi’ ile başlayan, ‘Bir İstanbul Masalı’ ile ivmelenen, Bir Kadın Bir Erkek ile de zirve yapan kariyerine yeni projelerle yön vermeye devam ediyor. 1972 yılında Çukurova’nın topraklarında, Adana Kadirli’de doğan Karayel’in İstanbul ve oyunculuk macerası üniversite yıllarına uzanıyor. İlkokulu Adana’da okuyan Emre Karayel’in hayatla çetin mücadelesi ise Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde yatılı okuduğu yıllarda başlıyor. Çok haylaz ve derslerine sadık olmayan bir öğrenci olduğunu itiraf eden Karayel, buna karşın hocalarının kendisini sıcak bir ilgiyle büyüttüğünü söylüyor. Karayel, geçen yıl mezun olduğu okuldan onur ödülü almasının kendisini çok duygulandırdığını vurgularken, yatılı okulda yaşadığı deneyimlerin büyük katkılarını gördüğünü anlatıyor: “Yatılı okumanın bana kazandırdıklarının başında kendi kararlarımı verme ve inandığım doğruların peşinden gitme becerisi geliyor. Gazi Üniversitesi’nde İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde okurken, adeta bir U dönüşü yaparak Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü’ne geçiş yaptım. Bu cesareti göstermek bile aslında bana yatılı okulun öğretmiş olduğu verdiğim kararların arkasında durabilme gücünün bir eseridir.”
Oyunculuk çocukluk yıllarından beri hayalini kurduğunuz bir meslek miydi? Yeteneğinizi nasıl keşfettiniz?
Oyunculuk benim hayalini kurduğum bir meslek değildi, hatta oyunculuğun bir meslek olduğunu bile bilmiyordum çocukken… Anadolu Lisesi’ni kazandıktan sonra da bu yönde bir girişimim olmadı, çünkü şimdi olduğu gibi o yıllarda da geleceğimizi cevap kağıdında işaretlediğimiz kutucuklar belirliyordu. İktisat Fakültesi’ni kazandıktan sonra dublaj yapma çabası içerisine girerek tiyatro ile tanıştım. Dublaj yaparken bir sınava girdim ama kazanamadım. Sınava girdiğim terde tiyatro ve dublaj kursu veriliyordu, ona katılmamla birlikte oyunculuğa karşı bir yeteneğimin olduğunu fark ettim.
İLK İŞİM KUKLA OYNATMAKTI
Üniversiteyi 1999 yılında bitirmenizin ardından TRT’de çocuk programlarında çalışmaya başlamışsınız. Yer aldığınız diğer projelerle kıyasladığınızda çocuklara yönelik bir programla ekranlarda olmanın keyifli ve zor yanları nelerdi? TRT’de görev almaya başladığımda çocuk programları bölümündeydim, profesyonel kuklalar oynatıyordum. Programımız Susam Sokağı’nın devamı niteliğindeydi. Her ne kadar çocuklarla birebir iletişim içerisinde olmasak da, onlar için bir şeyler yapmak çok keyifli ve eğlenceliydi. Kukla oynatmak aslında hobilerimden biri haline geldi diyebilirim ama artık zaman bulamıyorum. Bu alanda kabiliyetimi ilerletebilmeyi çok isterdim. Gelmiş geçmiş en iyi programlardan biri bana göre Muppet Show. Hala ara ara canım sıkıldığında seyrederim. Televizyon programının yanı sıra birkaç çocuk tiyatrosunda da oynamıştım, onları eğlendirmek gerçekten keyifli olduğu kadar zordu da…
Ekranlarda dizi oyunculuğuna nasıl geçiş yaptınız? İlk dizi projeniz olan ‘Ablam Böyle İstedi’nin kariyerinizde sizin için nasıl bir önemi var?
‘Ablam Böyle İstedi’ adlı dizide Zeynep Eronat ile beraber oynadık. Hem bu dizi hem de Zeynep Eronat ile tanışmak benim için İstanbul serüveninin de başlangıcıydı. Bu yüzden Zeynep Hanım’a çok şey borçluyum, kendisi beni çok severdi ve yeteneğime inanırdı. Zaten onun ısrarıyla İstanbul’a geldim. Dolayısıyla ilk dizi projemin hem hayatımda hem de kariyerimde benim için çok özel bir yeri var.
Önceliğiniz sinema mı, televizyon mu yoksa tiyatro mu? TV seyircisi için adeta bir fenomen haline gelen Bir Kadın Bir Erkek’in dışında gündeminizde başka projeler de var mı?
Ben bir oyuncuyum… Beni heyecanlandıracak, sevdiğim, inandığım tiyatro, dizi veya sinema filminde oynayabilirim. Bu konuda bir sıralama yapmayı doğru bulmuyorum ama tiyatro sahnesinin asıl beslendiğimiz ve kendimizi bulduğumuz yer olduğunu söyleyebilirim.
Çok sayıda sinema teklifi aldım ancak farklı projelerde yer almak istediğim için sadece birkaç filmde oynadım. İnandığım projeleri hayata geçirmek için 3 Artı Prodüksiyon adında bir yapım şirketi kurduk. En büyük derdim güzel sinema filmleri yapmak. Aynı zamanda TV yapımları da hazırlamayı planlıyoruz. Talk show programı sunmayı da istiyorum ama bu ciddi bir ekip işi, bu alanda da bir çalışmamız var. Eğer istediğimiz düzeye getirebilirsek televizyona taşımayı düşünüyoruz. Ayrıca bir çocuk dizisi üzerinde de çalışıyoruz. Hem çocuklara hem de büyüklere hitap edecek çok farklı bir proje olacak.
GENÇ BEYİNLERİ HAREKETE GEÇİRECEĞİZ
Size bir teklif geldiğinde hangi kriterleri gözeterek karar alıyorsunuz? Yeni mezunlarla ve yeni yönetmenlerle iş yapmayı tercih ediyor musunuz?
Gelen projelere yapımcı gözüyle değil, oyunculuk hissiyatıyla bakıyorum. Projeyi büyütebilir miyim, gerçekten bana ihtiyaçları var mı, ben onlar için neler yapabilirim diye kafa yoruyorum. Eğer bu sorulara tatmin edici cevaplar bulabilirsem mutlu oluyorum ve heyecanlanıyorum.
Diğer soruya gelince, yapım şirketini kurmamızın amacı genç beyinleri harekete geçirmek ve bu işi yapmak isteyenlere bir şans yaratmak.
Sizce oyunculukta eğitim şart mı? Oyuncu olmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?
Aslında okullu olmaya inananlardanım ama ‘Okullu olmayan oyuncu olamaz’ diye de bir önyargım yok. Bunu söylemek benim haddime düşmez. Dizi ve sinema bir yana, eğer tiyatroda bir kariyer düşünüyorsanız eğitimin rolü büyük. Tiyatro bir disiplin ve teknik işidir. Okul size bu temel eğitimleri verir, sonrasında da kendinizi geliştirmek size aittir. Bu nedenle alaylı olan arkadaşlarımızın da kendini geliştirmeleri için kişisel çalışmalar yapmaları gerektiğine inanıyorum.
Ozan’da Emre Karayel’den izler var!
Emre Karayel’in, Demet Evgar’la hayat verdiği “1 Kadın 1 Erkek” projesi tüm hızıyla devam ediyor. İkili ilişkilerde oluşan sinerjiyi ve hikayeleri keskin bir şekilde büyüterek dizideki karakterlere giydirdiklerini söyleyen Emre Karayel bu nedenle çiftlerin diziyi çok fazla sahiplendiğini düşünüyor. ‘Dizide canlandırdığınız Ozan karakteri ile benzer yönleriniz var mı?’ diye sorduğumuz Karayel’den şu yanıtı alıyoruz: “Her ne kadar genel hatları çizilmiş bir Ozan tiplemesi olsa da Demet’le ben bütün kadın ve erkeklerden bir şeyler katarak oynuyoruz. Dolayısıyla Ozan her şeyi yapabilir! Benzer yönlere gelecek olursak, bir kere Adanalı ve Fenerbahçeli oluşumuz tutuyor. Ayrıca Ozan benim gibi kırsal kökenli, üniversite okumak ya da çalışmak için büyük şehre gelen birini temsil ediyor. Dolayısıyla bu noktada da benden izler var.”
Shakespeare'in oyunu için Londra yolcusu
23 Nisan - 10 Haziran 2012 tarihlerinde Londra Olimpiyatları’nın bir bölümü olarak düzenlenen ve Shakespeare’nin 37 oyununun 37 değişik ülke tarafından oynanacağı Shakespeare’s Globe 2012 International Shakespeare Festivali’ne Türkiye’yi temsilen davet edilen Oyun Atölyesi 26-27 Mayıs tarihlerinde Londra’da Shakespeare’s Globe’da Antonius ile Kleopatra oyunuyla sahne alacak. Shakespeare’nin en ünlü oyunlarından olan Antonius ile Kleopatra’da Haluk Bilginer, Zerrin Tekindor, Kevork Malikyan ve Mert Fırat’la birlikte Emre Karayel de Pompeius rolüyle seyirci karşısına çıkacak. Dizinin yanısıra bu projeyle ilgili olarak da yoğun olarak çalıştığını anlatan Karayel, geriye kalan boş zamanlarını da kitap okuyarak geçirdiğini söylüyor.
Dünya sinemasını da yakından takip etmeye çalıştığını belirten Karayel, özellikle Güney Kore ve İran yapımı filmlesi son dönemde çok beğendiğini vurguluyor. Karayel, Oscar ödüllü Ayrılış filmini çok başarılı bulduğunu kaydediyor.
Üst Kategori: ROOT Kategori: Öne Çıkanlar
Gümüş, Kuzenlerim, Bir İstanbul Masalı, Kurtlar Vadisi gibi reyting rekorları kıran TV dizilerinin ardından soluğu Bir Kadın Bir Erkek adlı sit-com’da alan Emre Karayel canlandırdığı Ozan karakteriyle Türk erkeklerinin adeta sesi oldu.
‘Mesleğim oyunculuk ama yan kollarını da yapmayı seviyorum’ diyen Karayel şu sıralar kurduğu prodüksiyon şirketiyle seyircileri farklı projelerle buluşturmaya hazırlanıyor. Cesaretliliğini ve kararlılığını yatılı okuduğu yıllara borçlu olduğunu söyleyen Karayel ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Son yıllarda beyaz camın oyunculuk dünyasına kazandırdığı en başarılı aktörlerden biri olan Emre Karayel, ‘Ablam Böyle İstedi’ ile başlayan, ‘Bir İstanbul Masalı’ ile ivmelenen, Bir Kadın Bir Erkek ile de zirve yapan kariyerine yeni projelerle yön vermeye devam ediyor. 1972 yılında Çukurova’nın topraklarında, Adana Kadirli’de doğan Karayel’in İstanbul ve oyunculuk macerası üniversite yıllarına uzanıyor. İlkokulu Adana’da okuyan Emre Karayel’in hayatla çetin mücadelesi ise Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde yatılı okuduğu yıllarda başlıyor. Çok haylaz ve derslerine sadık olmayan bir öğrenci olduğunu itiraf eden Karayel, buna karşın hocalarının kendisini sıcak bir ilgiyle büyüttüğünü söylüyor. Karayel, geçen yıl mezun olduğu okuldan onur ödülü almasının kendisini çok duygulandırdığını vurgularken, yatılı okulda yaşadığı deneyimlerin büyük katkılarını gördüğünü anlatıyor: “Yatılı okumanın bana kazandırdıklarının başında kendi kararlarımı verme ve inandığım doğruların peşinden gitme becerisi geliyor. Gazi Üniversitesi’nde İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde okurken, adeta bir U dönüşü yaparak Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü’ne geçiş yaptım. Bu cesareti göstermek bile aslında bana yatılı okulun öğretmiş olduğu verdiğim kararların arkasında durabilme gücünün bir eseridir.”
Oyunculuk çocukluk yıllarından beri hayalini kurduğunuz bir meslek miydi? Yeteneğinizi nasıl keşfettiniz?
Oyunculuk benim hayalini kurduğum bir meslek değildi, hatta oyunculuğun bir meslek olduğunu bile bilmiyordum çocukken… Anadolu Lisesi’ni kazandıktan sonra da bu yönde bir girişimim olmadı, çünkü şimdi olduğu gibi o yıllarda da geleceğimizi cevap kağıdında işaretlediğimiz kutucuklar belirliyordu. İktisat Fakültesi’ni kazandıktan sonra dublaj yapma çabası içerisine girerek tiyatro ile tanıştım. Dublaj yaparken bir sınava girdim ama kazanamadım. Sınava girdiğim terde tiyatro ve dublaj kursu veriliyordu, ona katılmamla birlikte oyunculuğa karşı bir yeteneğimin olduğunu fark ettim.
İLK İŞİM KUKLA OYNATMAKTI
Üniversiteyi 1999 yılında bitirmenizin ardından TRT’de çocuk programlarında çalışmaya başlamışsınız. Yer aldığınız diğer projelerle kıyasladığınızda çocuklara yönelik bir programla ekranlarda olmanın keyifli ve zor yanları nelerdi? TRT’de görev almaya başladığımda çocuk programları bölümündeydim, profesyonel kuklalar oynatıyordum. Programımız Susam Sokağı’nın devamı niteliğindeydi. Her ne kadar çocuklarla birebir iletişim içerisinde olmasak da, onlar için bir şeyler yapmak çok keyifli ve eğlenceliydi. Kukla oynatmak aslında hobilerimden biri haline geldi diyebilirim ama artık zaman bulamıyorum. Bu alanda kabiliyetimi ilerletebilmeyi çok isterdim. Gelmiş geçmiş en iyi programlardan biri bana göre Muppet Show. Hala ara ara canım sıkıldığında seyrederim. Televizyon programının yanı sıra birkaç çocuk tiyatrosunda da oynamıştım, onları eğlendirmek gerçekten keyifli olduğu kadar zordu da…
Ekranlarda dizi oyunculuğuna nasıl geçiş yaptınız? İlk dizi projeniz olan ‘Ablam Böyle İstedi’nin kariyerinizde sizin için nasıl bir önemi var?
‘Ablam Böyle İstedi’ adlı dizide Zeynep Eronat ile beraber oynadık. Hem bu dizi hem de Zeynep Eronat ile tanışmak benim için İstanbul serüveninin de başlangıcıydı. Bu yüzden Zeynep Hanım’a çok şey borçluyum, kendisi beni çok severdi ve yeteneğime inanırdı. Zaten onun ısrarıyla İstanbul’a geldim. Dolayısıyla ilk dizi projemin hem hayatımda hem de kariyerimde benim için çok özel bir yeri var.
Önceliğiniz sinema mı, televizyon mu yoksa tiyatro mu? TV seyircisi için adeta bir fenomen haline gelen Bir Kadın Bir Erkek’in dışında gündeminizde başka projeler de var mı?
Ben bir oyuncuyum… Beni heyecanlandıracak, sevdiğim, inandığım tiyatro, dizi veya sinema filminde oynayabilirim. Bu konuda bir sıralama yapmayı doğru bulmuyorum ama tiyatro sahnesinin asıl beslendiğimiz ve kendimizi bulduğumuz yer olduğunu söyleyebilirim.
Çok sayıda sinema teklifi aldım ancak farklı projelerde yer almak istediğim için sadece birkaç filmde oynadım. İnandığım projeleri hayata geçirmek için 3 Artı Prodüksiyon adında bir yapım şirketi kurduk. En büyük derdim güzel sinema filmleri yapmak. Aynı zamanda TV yapımları da hazırlamayı planlıyoruz. Talk show programı sunmayı da istiyorum ama bu ciddi bir ekip işi, bu alanda da bir çalışmamız var. Eğer istediğimiz düzeye getirebilirsek televizyona taşımayı düşünüyoruz. Ayrıca bir çocuk dizisi üzerinde de çalışıyoruz. Hem çocuklara hem de büyüklere hitap edecek çok farklı bir proje olacak.
GENÇ BEYİNLERİ HAREKETE GEÇİRECEĞİZ
Size bir teklif geldiğinde hangi kriterleri gözeterek karar alıyorsunuz? Yeni mezunlarla ve yeni yönetmenlerle iş yapmayı tercih ediyor musunuz?
Gelen projelere yapımcı gözüyle değil, oyunculuk hissiyatıyla bakıyorum. Projeyi büyütebilir miyim, gerçekten bana ihtiyaçları var mı, ben onlar için neler yapabilirim diye kafa yoruyorum. Eğer bu sorulara tatmin edici cevaplar bulabilirsem mutlu oluyorum ve heyecanlanıyorum.
Diğer soruya gelince, yapım şirketini kurmamızın amacı genç beyinleri harekete geçirmek ve bu işi yapmak isteyenlere bir şans yaratmak.
Sizce oyunculukta eğitim şart mı? Oyuncu olmak isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz?
Aslında okullu olmaya inananlardanım ama ‘Okullu olmayan oyuncu olamaz’ diye de bir önyargım yok. Bunu söylemek benim haddime düşmez. Dizi ve sinema bir yana, eğer tiyatroda bir kariyer düşünüyorsanız eğitimin rolü büyük. Tiyatro bir disiplin ve teknik işidir. Okul size bu temel eğitimleri verir, sonrasında da kendinizi geliştirmek size aittir. Bu nedenle alaylı olan arkadaşlarımızın da kendini geliştirmeleri için kişisel çalışmalar yapmaları gerektiğine inanıyorum.
Ozan’da Emre Karayel’den izler var!
Emre Karayel’in, Demet Evgar’la hayat verdiği “1 Kadın 1 Erkek” projesi tüm hızıyla devam ediyor. İkili ilişkilerde oluşan sinerjiyi ve hikayeleri keskin bir şekilde büyüterek dizideki karakterlere giydirdiklerini söyleyen Emre Karayel bu nedenle çiftlerin diziyi çok fazla sahiplendiğini düşünüyor. ‘Dizide canlandırdığınız Ozan karakteri ile benzer yönleriniz var mı?’ diye sorduğumuz Karayel’den şu yanıtı alıyoruz: “Her ne kadar genel hatları çizilmiş bir Ozan tiplemesi olsa da Demet’le ben bütün kadın ve erkeklerden bir şeyler katarak oynuyoruz. Dolayısıyla Ozan her şeyi yapabilir! Benzer yönlere gelecek olursak, bir kere Adanalı ve Fenerbahçeli oluşumuz tutuyor. Ayrıca Ozan benim gibi kırsal kökenli, üniversite okumak ya da çalışmak için büyük şehre gelen birini temsil ediyor. Dolayısıyla bu noktada da benden izler var.”
Shakespeare'in oyunu için Londra yolcusu
23 Nisan - 10 Haziran 2012 tarihlerinde Londra Olimpiyatları’nın bir bölümü olarak düzenlenen ve Shakespeare’nin 37 oyununun 37 değişik ülke tarafından oynanacağı Shakespeare’s Globe 2012 International Shakespeare Festivali’ne Türkiye’yi temsilen davet edilen Oyun Atölyesi 26-27 Mayıs tarihlerinde Londra’da Shakespeare’s Globe’da Antonius ile Kleopatra oyunuyla sahne alacak. Shakespeare’nin en ünlü oyunlarından olan Antonius ile Kleopatra’da Haluk Bilginer, Zerrin Tekindor, Kevork Malikyan ve Mert Fırat’la birlikte Emre Karayel de Pompeius rolüyle seyirci karşısına çıkacak. Dizinin yanısıra bu projeyle ilgili olarak da yoğun olarak çalıştığını anlatan Karayel, geriye kalan boş zamanlarını da kitap okuyarak geçirdiğini söylüyor.
Dünya sinemasını da yakından takip etmeye çalıştığını belirten Karayel, özellikle Güney Kore ve İran yapımı filmlesi son dönemde çok beğendiğini vurguluyor. Karayel, Oscar ödüllü Ayrılış filmini çok başarılı bulduğunu kaydediyor.
Son Güncelleme: Cuma, 23 Mart 2012 17:19
Gösterim: 4121
Meslektaşlarına kanser hastalığı sürecinde yaşadıklarını anlattığı hikaye, tıp etiği dersine konu oldu.
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından düzenlenen ''Her Hastalık Bir Hikayedir'' yarışmasına ''Bir Doktor Kanser Olursa'' başlıklı hikayesiyle katılarak meslektaşlarına hastalığı sürecinde yaşadıklarını anlatan ve geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Uzman Doktor Aydemir Yalman'ın vasiyet niteliğindeki hikayesi tıp etiği derslerine konu oldu.
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin tıp eğitimine yeni bir bakış açısı kazandırmak amacıyla başlattığı ''Her Hastalık Bir Hikayedir'' yarışmasına ''Bir Doktor Kanser Olursa'' başlıklı yazısıyla katılan Uzm. Dr. Aydemir Yalman, yaklaşık bir ay önce kanser rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetti.
Hekim gözüyle kanser hastası olduğunu öğrendiğinde neler yaşadığını ''Önce klinikten uzaklaşıp bir kafeye gittim tek başıma. Ne yapacağımı düşünmeye çalıştım uzun bir süre. Beynimin içinde uğuldayan 'bu andan sonrası yok' düşüncesi sağlıklı karar vermemi engelliyor ve gözümün önüne sürekli olarak bugüne kadar yaşadığım hayat geliyordu. 40 yıllık hekimdim. Anatomi, patolojik anatomi okumuştum ve oradan edindiğim bilgiler sonumun pek hayırlı olmayacağını söylüyordu'' cümleleriyle anlatan Yalman, hikayesinde tedavisi sırasında doktorların kendisine nasıl davrandığına ilişkin de bilgiler veriyor.
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Etiği ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''O hikaye gelecek kuşaklarda iyi hekimler yetiştirmek için önemli bir mesaj'' dedi.
Ankara Üniversitesi (AÜ) Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Bilim Tarihi ve Tıp Etiği dersleri veren Prof. Dr. Esin Kahya da ''Hekimlerin hastalarına kendi yakınları gibi davranmaları gerektiğini bu hikaye çok da güzel özetliyor'' diye konuştu.
Üst Kategori: ROOT Kategori: Öne Çıkanlar
Meslektaşlarına kanser hastalığı sürecinde yaşadıklarını anlattığı hikaye, tıp etiği dersine konu oldu.
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından düzenlenen ''Her Hastalık Bir Hikayedir'' yarışmasına ''Bir Doktor Kanser Olursa'' başlıklı hikayesiyle katılarak meslektaşlarına hastalığı sürecinde yaşadıklarını anlatan ve geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Uzman Doktor Aydemir Yalman'ın vasiyet niteliğindeki hikayesi tıp etiği derslerine konu oldu.
İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi'nin tıp eğitimine yeni bir bakış açısı kazandırmak amacıyla başlattığı ''Her Hastalık Bir Hikayedir'' yarışmasına ''Bir Doktor Kanser Olursa'' başlıklı yazısıyla katılan Uzm. Dr. Aydemir Yalman, yaklaşık bir ay önce kanser rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetti.
Hekim gözüyle kanser hastası olduğunu öğrendiğinde neler yaşadığını ''Önce klinikten uzaklaşıp bir kafeye gittim tek başıma. Ne yapacağımı düşünmeye çalıştım uzun bir süre. Beynimin içinde uğuldayan 'bu andan sonrası yok' düşüncesi sağlıklı karar vermemi engelliyor ve gözümün önüne sürekli olarak bugüne kadar yaşadığım hayat geliyordu. 40 yıllık hekimdim. Anatomi, patolojik anatomi okumuştum ve oradan edindiğim bilgiler sonumun pek hayırlı olmayacağını söylüyordu'' cümleleriyle anlatan Yalman, hikayesinde tedavisi sırasında doktorların kendisine nasıl davrandığına ilişkin de bilgiler veriyor.
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Etiği ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nesrin Çobanoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ''O hikaye gelecek kuşaklarda iyi hekimler yetiştirmek için önemli bir mesaj'' dedi.
Ankara Üniversitesi (AÜ) Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde Bilim Tarihi ve Tıp Etiği dersleri veren Prof. Dr. Esin Kahya da ''Hekimlerin hastalarına kendi yakınları gibi davranmaları gerektiğini bu hikaye çok da güzel özetliyor'' diye konuştu.
Son Güncelleme: Cuma, 30 Mart 2012 17:41
Gösterim: 2336
Kuralları, duruşu, samimiyeti, içten gülümseyişi ve en önemlisi de farklı bir ışık saçan iri siyah gözleriyle hayatımızın tanıdık resmi Türkan Şoray. Yalnızca dizi ve sinema projelerinde kendini gösteren, her daim meraklı gözlerden tuttuğu özel hayatıyla örnek olan bir isim o… Hem muhteşem bir oyuncu, hem iyi bir anne hem de mükemmel bir kadın. Peki Türkan Şoray’ın yıllar önce sinemada rol aldığı için okul müdürünün onu okuldan uzaklaştırdığını biliyor muydunuz? Sarıyer’de adına bir okul yaptırdığını ve bunu Milli Eğitim Bakanlığı’na devrettiğini? Türkan Şoray’ın bilinmeyenleri bu röportajda.
Türk sinemasına damgasını vuran oyunculardan Türkan Şoray hafızalara kazınan filmleri kadar, özel hayatıyla da kadınlar için önemli bir idolü temsil ediyor. Sonu olmayan bir kariyer serüveni sergileyen Şoray, yorulacakmış gibi de görünmüyor. Ünlü ‘Türkan Şoray kuralları’ arasında asla pes etmemek ilk sırada yer alıyor…
28 Haziran 1945’te Eyüp’te başlıyor Türk sinemasının ‘Sultan’ının öyküsü. Memur bir ailenin ilk çocuğu olan, Nazan ve Figen adında iki kız kardeşi daha bulunan Şoray’ı sinemaya yönlendiren ise annesi... Fatih Kız Lisesi ortaokulu bölümünde okurken, Karagümrük’teki ev sahiplerinin kızı olan ve Panter Emel olarak tanınan sinema oyuncusu Emel Yıldız ile bir film setine giden Türkan Şoray, Türker İnanoğlu’nun teşviki ile Yeşilçam’a adım atıyor. Şoray kariyerinin başlangıcı anlamına gelen 1960 yılı yapımlı ‘Köyde Bir Kız Sevdim’ filminde Baki Tamer ile başrol oynuyor. Şoray sinemaya başlamasıyla ilgili anısını şöyle anlatıyor: “Sinemaya girmeden önce mahallemize bir film seti geldi. Filmin bir setini mahallemizde çekeceklerdi. Başrol oyuncusu kadını gördüğümde ‘ne kadar güzel bir kadın’ dedim. Bu kadın Muhterem Nur’du. Öyle şaşkın bir şekilde bakınırken yanıma bir adam geldi ve ‘Sen de filmlerde oynamak ister misin?’ diye sordu. Korktum ve hemen eve kaçtım. Bu adamın da daha sonra Memduh Ün olduğunu öğrendim. O zaman film setinden kaçmıştım ama daha sonra film setleri hayatım oldu.”
Bu filmin ardından yeni teklifler almaya başlayan Şoray, basının da ilgisini çekerek 1961 yılında sinema dergisine kapak olduğunu ve başarı grafiğinin hızla yükselmeye başladığını anlatıyor. Şoray için ‘Acı Hayat’ filmi sinema hayatındaki en önemli dönüm noktasını teşkil ediyor. Bu film ile 1964’te I. Antalya Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Şoray’ın meslek yaşamında yeni bir dönem ise 1972 yılında başlıyor. Film sayısını ciddi anlamda azaltan Şoray, ‘Dönüş’ filmi ile ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturuyor. Yılın en çok gişe yapan filmi olan Dönüş, 1973’te Moskova Film Festivali’nden de özel bir ödül alıyor. İkinci yönetmenlik denemesini Azap filminde gerçekleştiren Şoray, 1976’ya gelindiğinde ise üçüncü yönetmenliği olan ‘Bodrum Hakimi’ni çekiyor. Takvimler 1977’yi gösterdiğinde ise Türkan Sultan en güzel filmlerinden biri olan ‘Selvi Boylum, Al Yazmalım’ da oynuyor ve bu filmle Şoray’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü geliyor.
KIZIM BENİMLE İFTİHAR ETSİN İSTİYORUM
1980’li yıllara gelindiğinde Şoray hayatında yeni bir sayfa açılıyor ve anne oluyor. Kızı Yağmur’u 1984 yılında kucağına alan Şoray annelikle ilgili duygularını şu sözlerle ifade ediyor: “Anne olduğunuz zaman hayata farklı bakmaya başlıyorsunuz. Daha hoşgörülü oluyorsunuz, hayata daha çok asılıyorsunuz. Mesela ben anne olmadan önce hiç ölümü falan düşünmezdim, uçağa biner, oradan oraya giderdim. Şimdi sağlığıma daha dikkat etmeye çalışıyorum, uçaktan korkuyorum. Ve de hayatta daha başarılı olayım, kızım benimle iftihar etsin istiyorum. Anne olmak hayatımı daha anlamlı kıldı. Sinemaydı sırf yaşantım, şimdi sinema ve kızım oldu.”
Kızı Yağmur’un doğumunun ardından “Bir Sevgi İstiyorum”, “Bir Kadın Bir Hayat, Körebe”
“Gramafon Avrat” gibi önemli filmlerde oynayan sultanın çevirdiği son film ise 2004 yapımı “Mürüvvetsiz Mürvet” filmi...
ZAMAN VE TECRÜBE DÜNYA GÖRÜŞÜMÜ TÖRPÜLEDİ
40 yıllık kariyerine sayısız film ve ödül sığdıran Türkan Şoray, halen üretmeye ve sinema için çalışmaya devam ediyor. Şoray, şimdiki dinginliği ve yaşamını ise şöyle özetliyor: “İlk gençlik yıllarımda böyle sakin değildim. Zamanla hayata bakışınız, dünya görüşünüz her şey çok değişiyor. İnsan, gençlik yıllarında çok daha büyük heyecanlar ve büyük tutkular yaşıyor. Her şey toz pembe, her şey istediği gibi olacakmış gibi büyük hayaller kuruyor. Ondan sonra giderek hayatın gerçekleriyle karşılaşıyorsunuz. Tüm yaşadığınız yıllar içinde üzücü olaylar, yaşadıklarınız, sizi belli bir noktaya getiriyor, belli bir olgunluğa getiriyor. Ani tepkileriniz, feveranlarınız daha duruluyor. O hırslarınıza daha sakin bakmaya çalışıyorsunuz. Mesela ben yaşamım boyunca şöyle bir noktaya vardım: Her şey geçici, her şeyin bir sonu var. Nedir bu? Büyük hırslar, büyük istekler, her şey bitiyor. En güzel şey, en kötü şey bile bitiyor. Yani olaya böyle baktığınız zaman bir tevekkül geliyor insana. Ben şimdi o ruh hali içindeyim.”
‘ŞÖHRET TANRI’NIN BİR LÜTFU’
“Türk Sineması’nın sultanısınız. Bu unvanı size halk verdi. Peki yıllarca bunu taşımak zor olmadı mı?” diye sorduğumuz Şoray şu cevabı veriyor: “Tanınmanın, şöhretin benim için anlamı, toplumda saygı görmek ve sevilmek. Bu, Tanrı’nın bana bir lütfu. O yönüyle Türkan Şoray olmak beni çok mutlu ediyor. Ve ben bunu hiçbir zaman bir yük olarak görmüyorum. Bu bana çok büyük bir sorumluluk getiriyor. Nedir o sorumluluk? ‘Bizi yanıltmadınız’ diyorlar mesela, ‘Hayattaki duruşunuzla ve davranışınızla belli bir çizgiyi hep korudunuz’. İnsanlar beni kalplerinde bir yerlere koyduysa, hep orada kalmak benim için çok önemli. Orada kalmanın sorumluluğu ağır olabilir belki ama ben bu ağırlığı seve seve kaldırmaya gönüllüyüm.”
“Mutsuz bir çocukluğum oldu. Çocukları sevgiyle büyütmek lazım. Ben ve kardeşim maalesef bu ilgiden yoksun büyüdük. Annem, mücadeleci bir kadındı. Baba sevgisinden yoksun yaşamak hep büyük bir eksiklik olarak kalmıştır içimde…”
Bunları biliyor musunuz?
- 2010 yılında Unesco Türkiye İyi Niyet Elçisi seçildiğini…
- Adına ‘Türkan Şoray Efsanesi’ konulu bir sempozyum düzenlendiğini...
- Hiçbir tiyatro oyununda rol almadığını...
- Neredeyse bilmediği Klasik Türk Müziği parçası olmadığını...
- Sinemada rol aldığı için okul müdürünün onu okuldan uzaklaştırdığını...
- Sarıyer'de adına bir okul yaptırdığını ve bunu Milli Eğitim Bakanlığı'na devrettiğini...
- Resim kabiliyetinin de olduğunu...
“Mutsuz bir çocukluğum oldu. Çocukları sevgiyle büyütmek lazım. Ben ve kardeşim maalesef bu ilgiden yoksun büyüdük manlig-halsa.se. Annem, mücadeleci bir kadındı. Baba sevgisinden yoksun yaşamak hep büyük bir eksiklik olarak kalmıştır içimde…”
Üst Kategori: ROOT Kategori: Öne Çıkanlar
Kuralları, duruşu, samimiyeti, içten gülümseyişi ve en önemlisi de farklı bir ışık saçan iri siyah gözleriyle hayatımızın tanıdık resmi Türkan Şoray. Yalnızca dizi ve sinema projelerinde kendini gösteren, her daim meraklı gözlerden tuttuğu özel hayatıyla örnek olan bir isim o… Hem muhteşem bir oyuncu, hem iyi bir anne hem de mükemmel bir kadın. Peki Türkan Şoray’ın yıllar önce sinemada rol aldığı için okul müdürünün onu okuldan uzaklaştırdığını biliyor muydunuz? Sarıyer’de adına bir okul yaptırdığını ve bunu Milli Eğitim Bakanlığı’na devrettiğini? Türkan Şoray’ın bilinmeyenleri bu röportajda.
Türk sinemasına damgasını vuran oyunculardan Türkan Şoray hafızalara kazınan filmleri kadar, özel hayatıyla da kadınlar için önemli bir idolü temsil ediyor. Sonu olmayan bir kariyer serüveni sergileyen Şoray, yorulacakmış gibi de görünmüyor. Ünlü ‘Türkan Şoray kuralları’ arasında asla pes etmemek ilk sırada yer alıyor…
28 Haziran 1945’te Eyüp’te başlıyor Türk sinemasının ‘Sultan’ının öyküsü. Memur bir ailenin ilk çocuğu olan, Nazan ve Figen adında iki kız kardeşi daha bulunan Şoray’ı sinemaya yönlendiren ise annesi... Fatih Kız Lisesi ortaokulu bölümünde okurken, Karagümrük’teki ev sahiplerinin kızı olan ve Panter Emel olarak tanınan sinema oyuncusu Emel Yıldız ile bir film setine giden Türkan Şoray, Türker İnanoğlu’nun teşviki ile Yeşilçam’a adım atıyor. Şoray kariyerinin başlangıcı anlamına gelen 1960 yılı yapımlı ‘Köyde Bir Kız Sevdim’ filminde Baki Tamer ile başrol oynuyor. Şoray sinemaya başlamasıyla ilgili anısını şöyle anlatıyor: “Sinemaya girmeden önce mahallemize bir film seti geldi. Filmin bir setini mahallemizde çekeceklerdi. Başrol oyuncusu kadını gördüğümde ‘ne kadar güzel bir kadın’ dedim. Bu kadın Muhterem Nur’du. Öyle şaşkın bir şekilde bakınırken yanıma bir adam geldi ve ‘Sen de filmlerde oynamak ister misin?’ diye sordu. Korktum ve hemen eve kaçtım. Bu adamın da daha sonra Memduh Ün olduğunu öğrendim. O zaman film setinden kaçmıştım ama daha sonra film setleri hayatım oldu.”
Bu filmin ardından yeni teklifler almaya başlayan Şoray, basının da ilgisini çekerek 1961 yılında sinema dergisine kapak olduğunu ve başarı grafiğinin hızla yükselmeye başladığını anlatıyor. Şoray için ‘Acı Hayat’ filmi sinema hayatındaki en önemli dönüm noktasını teşkil ediyor. Bu film ile 1964’te I. Antalya Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Şoray’ın meslek yaşamında yeni bir dönem ise 1972 yılında başlıyor. Film sayısını ciddi anlamda azaltan Şoray, ‘Dönüş’ filmi ile ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturuyor. Yılın en çok gişe yapan filmi olan Dönüş, 1973’te Moskova Film Festivali’nden de özel bir ödül alıyor. İkinci yönetmenlik denemesini Azap filminde gerçekleştiren Şoray, 1976’ya gelindiğinde ise üçüncü yönetmenliği olan ‘Bodrum Hakimi’ni çekiyor. Takvimler 1977’yi gösterdiğinde ise Türkan Sultan en güzel filmlerinden biri olan ‘Selvi Boylum, Al Yazmalım’ da oynuyor ve bu filmle Şoray’a En İyi Kadın Oyuncu Ödülü geliyor.
KIZIM BENİMLE İFTİHAR ETSİN İSTİYORUM
1980’li yıllara gelindiğinde Şoray hayatında yeni bir sayfa açılıyor ve anne oluyor. Kızı Yağmur’u 1984 yılında kucağına alan Şoray annelikle ilgili duygularını şu sözlerle ifade ediyor: “Anne olduğunuz zaman hayata farklı bakmaya başlıyorsunuz. Daha hoşgörülü oluyorsunuz, hayata daha çok asılıyorsunuz. Mesela ben anne olmadan önce hiç ölümü falan düşünmezdim, uçağa biner, oradan oraya giderdim. Şimdi sağlığıma daha dikkat etmeye çalışıyorum, uçaktan korkuyorum. Ve de hayatta daha başarılı olayım, kızım benimle iftihar etsin istiyorum. Anne olmak hayatımı daha anlamlı kıldı. Sinemaydı sırf yaşantım, şimdi sinema ve kızım oldu.”
Kızı Yağmur’un doğumunun ardından “Bir Sevgi İstiyorum”, “Bir Kadın Bir Hayat, Körebe”
“Gramafon Avrat” gibi önemli filmlerde oynayan sultanın çevirdiği son film ise 2004 yapımı “Mürüvvetsiz Mürvet” filmi...
ZAMAN VE TECRÜBE DÜNYA GÖRÜŞÜMÜ TÖRPÜLEDİ
40 yıllık kariyerine sayısız film ve ödül sığdıran Türkan Şoray, halen üretmeye ve sinema için çalışmaya devam ediyor. Şoray, şimdiki dinginliği ve yaşamını ise şöyle özetliyor: “İlk gençlik yıllarımda böyle sakin değildim. Zamanla hayata bakışınız, dünya görüşünüz her şey çok değişiyor. İnsan, gençlik yıllarında çok daha büyük heyecanlar ve büyük tutkular yaşıyor. Her şey toz pembe, her şey istediği gibi olacakmış gibi büyük hayaller kuruyor. Ondan sonra giderek hayatın gerçekleriyle karşılaşıyorsunuz. Tüm yaşadığınız yıllar içinde üzücü olaylar, yaşadıklarınız, sizi belli bir noktaya getiriyor, belli bir olgunluğa getiriyor. Ani tepkileriniz, feveranlarınız daha duruluyor. O hırslarınıza daha sakin bakmaya çalışıyorsunuz. Mesela ben yaşamım boyunca şöyle bir noktaya vardım: Her şey geçici, her şeyin bir sonu var. Nedir bu? Büyük hırslar, büyük istekler, her şey bitiyor. En güzel şey, en kötü şey bile bitiyor. Yani olaya böyle baktığınız zaman bir tevekkül geliyor insana. Ben şimdi o ruh hali içindeyim.”
‘ŞÖHRET TANRI’NIN BİR LÜTFU’
“Türk Sineması’nın sultanısınız. Bu unvanı size halk verdi. Peki yıllarca bunu taşımak zor olmadı mı?” diye sorduğumuz Şoray şu cevabı veriyor: “Tanınmanın, şöhretin benim için anlamı, toplumda saygı görmek ve sevilmek. Bu, Tanrı’nın bana bir lütfu. O yönüyle Türkan Şoray olmak beni çok mutlu ediyor. Ve ben bunu hiçbir zaman bir yük olarak görmüyorum. Bu bana çok büyük bir sorumluluk getiriyor. Nedir o sorumluluk? ‘Bizi yanıltmadınız’ diyorlar mesela, ‘Hayattaki duruşunuzla ve davranışınızla belli bir çizgiyi hep korudunuz’. İnsanlar beni kalplerinde bir yerlere koyduysa, hep orada kalmak benim için çok önemli. Orada kalmanın sorumluluğu ağır olabilir belki ama ben bu ağırlığı seve seve kaldırmaya gönüllüyüm.”
“Mutsuz bir çocukluğum oldu. Çocukları sevgiyle büyütmek lazım. Ben ve kardeşim maalesef bu ilgiden yoksun büyüdük. Annem, mücadeleci bir kadındı. Baba sevgisinden yoksun yaşamak hep büyük bir eksiklik olarak kalmıştır içimde…”
Bunları biliyor musunuz?
- 2010 yılında Unesco Türkiye İyi Niyet Elçisi seçildiğini…
- Adına ‘Türkan Şoray Efsanesi’ konulu bir sempozyum düzenlendiğini...
- Hiçbir tiyatro oyununda rol almadığını...
- Neredeyse bilmediği Klasik Türk Müziği parçası olmadığını...
- Sinemada rol aldığı için okul müdürünün onu okuldan uzaklaştırdığını...
- Sarıyer'de adına bir okul yaptırdığını ve bunu Milli Eğitim Bakanlığı'na devrettiğini...
- Resim kabiliyetinin de olduğunu...
“Mutsuz bir çocukluğum oldu. Çocukları sevgiyle büyütmek lazım. Ben ve kardeşim maalesef bu ilgiden yoksun büyüdük manlig-halsa.se. Annem, mücadeleci bir kadındı. Baba sevgisinden yoksun yaşamak hep büyük bir eksiklik olarak kalmıştır içimde…”
Son Güncelleme: Cuma, 23 Mart 2012 12:25
Gösterim: 5635

