Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Bu yazıyı okumadan TTK’yı kapatmayın! MEB’de kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine doğru

MEB, her şeye rağmen demokratik bir sistem gibi çalışan bir bakanlıktı. Talim ve Terbiye Kurulu ve Teftiş Kurulu gibi organları yoluyla kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı bir şekilde oluşturulmuştu adeta.

Talim ve Terbiye Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın teşkilat yapısı, yönetmelik ve yönergeler çıkararak, müfredatları ve ders kitaplarını onaylayarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın adeta bir yasama birimi gibi görev yapmaktaydı.  Buna göre Genel Müdürlükler görev alanlarıyla ilgili icraatlarla yürütme, Teftiş Kurulu da denetimler yaparak yargı işlevini yerine getirmekteydi. 

Bu özgün yapı iki yıl kadar önce Teftiş Kurulu’nun yapısı ve statüsü değiştirilerek bozulmaya başladı. TTK ile ilgili düşünülen son düzenlemeyle de MEB, “kuvvetler ayrılığı”na dayalı yapısı tamamen sona ermiş olacak.   Ne demek istediğimi ifade etmek için TTK’nın tarihi seyri ile ilgili biraz bilgi vermek istiyorum.

Umarım yüce meclisin üyeleri bu yazıyı okuyarak Talim ve Terbiye Kurulu’nu ilgilendiren kısmı tekrar gözden geçirir.

Talim ve Terbiye Kurulu, 22 Mart 1926’da çıkarılan ve 3 Nisan 1926’da yürürlüğe giren Maarif Teşkilatına Dair Kanun’la Millî Eğitimin niteliksel gelişimini düzenlemek ve yürütmekle görevli bilimsel bir danışma ve karar organı olarak Talim ve Terbiye Dairesi adıyla kurulmuştu. Türk Milli Eğitim Sistemi içinde özel bir konuma sahip olan bu Dairenin kuruluşu, “Memlekette talim ve tedris esaslarını ilmî ve müstakil bir merkezden sevk ve idare maksadıyla tasavvur edilen Talim ve Terbiye Dairesi tesis edilmiştir.” sözleriyle Gazi Mustafa Kemal tarafından duyurulmuştu. 

Talim ve Terbiye Dairesinin kuruluş amacını, dönemin Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati şöyle açıklamaktadır: “Maarif teşkilâtımızı ilmî esaslar üzerine kurmak, terbiye ve tedris sistemlerimizi memleketin ihtiyaçlarına ve çağdaş uygarlık gereklerine uygun olarak düzenlemek için en yetkili kişilerle bizim böyle bir teşkilat vücuda getirmemize kâfi ihtiyaç vardır. Maarif Vekâleti için kişilerin değişmesinden müteessir olmayacak maarifin esas şartlarını, programını uzun tetkiklerle ancak böyle bir heyet hazırlayabilir. Bu heyet hakkında Heyet-i Vekile tarafından kabul edilen ve TBMM’ye sevk edilen kanunda özel madde vardır. Bu heyete şahsım namına bir ehemmiyet-i mahsusa vermekte olduğunu söylemeyi zait görmem. Genel eğitimimizde bizi usullerle muayyen hedefe götürecek, ancak böyle kuvvetli bir teşkilatın düşünerek, okuyarak, tetkik ederek vereceği kararlardır.

Eğitim sistemi içinde TTK gibi danışma ve karar organları, Tanzimat’ın ilanından itibaren var olmuştur. Nitekim 1838’de kurulan Meclis-i Umûr-ı Nâfia, 1845'te kurulan Maarif-i Meclis-i Muvakkat, 1846’da kurulan Maârif Meclisi, 1851’de kurulan Encümen-i Daniş, 1865’te oluşturulan Tercüme Cemiyeti ve 1869'da kurulan Meclis-i Maarif-i Kebir, işlevleri itibarıyla TTK’na benzeyen kurumlar olarak tarihe geçmişlerdir. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Ders Programı Heyeti’ni (1920) ve Telif ve Tercüme Dairesini (1922) de Talim ve Terbiye Kurulu’nun öncülü olan kurullar olarak görmek gerekir.

Türk eğitim tarihindeki eğitime yön veren önemli düzenlemeler bu kurullar tarafından yapılmıştır. Yönetmelik ve yönerge gibi belli düzenlemeler, müfredatların ve ders kitaplarının hazırlanması gibi önemli çalışmalar bu kurullarca yapılmıştır.

Ayrıca “istişari” nitelikteki ülkenin önde gelen eğitimcilerinin ve yetkililerinin katıldıkları çok önemli toplantılar da bu kurullar tarafından düzenlemiştir. Nitekim 1912 Maarif Nizamnamesiyle birlikte yapılan toplantılar (Senevi Kısım), 1923 ve 1925 yılları arasında düzenlenen Heyet-i İlmiye’ler ve 1939 yılından itibaren düzenlenen Milli Eğitim Şuraları bu çerçevede gerçekleştirilmiştir.

Bu kurullarda Münif Efendi (Paşa), Selim Sabit Efendi, Emrullah Efendi, Selim Sırrı, Ali Haydar,  Aristokli Efendi gibi eğitimciler başkan ve üye olarak görev yapmışlardır. Cumhuriyetle birlikte başlayan dönemde de Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura ve Mahmut Esat Bozkurt gibi isimler Talim ve Terbiye Kurulu’nun çekirdeğini oluşturan Tercüme Dairesinin ilk üyeleri olarak görev yapmışladır. Daha sonraları ise İbrahim A. Gövsa, Mithat Enç, Rüştü Uzel, Selman Erdem, Halil Fikret Kanat, Fatma Varış, Nevzat Ayas, Ferhan Oğuzkan, Sebattin Eyüboğlu, Hıfzı Doğan, Enver Ziya Karal, Kemal Güçlüol, Faik Reşit Unat, Feriha Baymur, Ahmet Kutsi Tecer, Turhan Oğuzkan, İsmail Hakkı Tonguç, Orhan Çaplı, Necdet Sakaoğlu gibi uzman ve otoriteler görev yapmışlardır.

Eğitim sistemine yön veren bu kurullarda görev yapacak kişilerin seçiminde gösterilen özen Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam etmiştir.

Aynı özen milli eğitime yön veren toplantılarda da gösterilmiştir.  Nitekim 15 Temmuz 1923’de toplanan Birinci Heyet-i İlmiyeye İsmail Safa, Ziya Gökalp, Mustafa Şekip Tunç, Nafi Atuf Kansu, Refet Ülgen, Cemal Hüsnü, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Fuat Köprülü, İhsan Sungu, Selim Sırrı, Mustafa Rahmi, İbrahim Alaaddin katılmıştı. Yaklaşık bir yıl sonra toplanan İkinci Heyeti İlmiye’ye de Vasıf Çınar, Ali Haydar, Refet Ülgen, Nafi Atuf, Fuat Köprülü, Mehmet Emin, İbrahim Alaattin, Ali Canip, İhsan Sungu, Reşat Nuri katılmıştı.

Talim ve Terbiye Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın teşkilat yapısı, yönetmelik ve yönergeler çıkararak, müfredatları ve ders kitaplarını onaylayarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın adeta bir yasama birimi gibi görev yapmaktaydı.  Buna göre Genel Müdürlükler görev alanlarıyla ilgili icraatlarla yürütme, Teftiş Kurulu da denetimler yaparak yargı işlevini yerine getirmekteydi. 

Talim ve Terbiye Kurulu’nun, milli eğitim sistemi içinde ülke genelindeki TBMM’ninkine benzer bir fonksiyonu yerine getirebilmesi için dönemin Maarif Vekili Mustafa Necati’nin, Talim ve Terbiye Dairesi kurulurken 1926 yılında Maarif Teşkilatına dair Kanunla ilgili Mecliste yaptığı aşağıdaki konuşma çok önemlidir.

 “Talim ve Terbiye Heyetini kurduğum zaman bunun nizamnamesini kendim yapabilirdim. Fakat düşündüm, Talim ve Terbiye müstakil bir heyet olacaktır. Büyük meselelerle meşgul olacaktır.  Bunun nizamnamesini kendim yaparsam hata etmek ihtimali vardır. Bunlar toplandığı vakit kendilerinin hudut ve vazifelerini kendileri tayin etsinler. İlme olan, ihtisasa ait olan işlerde mütehassıslara söz vermek, onları kendi halinde çalıştırmak mecburiyeti ve ihtiyacı vardır.”

Demokrasilerdeki “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin bir yansıması olan bu sözleri takiben Talim ve Terbiye Dairesinin özellikle kurulduğu yıllarda Bakanla uyuşmazlığa düşmesi hallerinde fikir birliğine varılamayan konularda milli eğitim şuralarına başvurmak bir teamül haline gelmişti. 

Talim ve Terbiye Kurulu’nun en temel görevleri arasında müfredatların onaylanması, okullarda okutulacak eğitim araçları ve ders kitaplarının, çeşitli yönetmelik ve yönergelerin onaylanması gelmekteydi. Bundan başka eğitime dair yurtiçi ve yurt dışı gelişmeleri takip etmekte ve Bakanlığa çeşitli konularda öneriler sunmaktaydı.

Talim ve Terbiye Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın örgütsel şeması içinde eğitimi en fazla etkileyebilecek güce ve konuma sahipti.  Bakanlığın genel politikalarını belirleme, eğitim sisteminin vizyonunu oluşturma, uluslar arası çalışmaları takip ederek iyi örnekleri ülkemize taşıma ve yapımıza uygun olanları sisteme yansıtmak gibi görevleri vardı. Eğitim öğretim kurumlarımızın standartlarını geliştirici önlemler almak, eğitim yönetiminin yapı ve işleyişiyle ilgili ilke ve esasları oluşturmak, eğitimde uygulamanın temellerini oluşturacak felsefi ve sosyolojik etütler yaptırmak ve bunlara ilişkin projeler geliştirmek gibi hizmetleri yerine getirmek Talim ve Terbiye Kurulu’nun görevleri arasındaydı.

Ancak bu görevleri uluorta sıradan bir kurum yerine getiremez. Bu nedenle Talim ve Terbiye Kurulu’nun yukarıdaki görevleri yerine getirebilmesi için güçlü bir kurum haline gelmesi gerekirdi. Bunun için de Talim ve Terbiye Kurulu’nun adeta vitrini olan üst yapısının yani Başkan ve üyelerinin de özenle seçilmesi gerekirdi.

Talim ve Terbiye Kurulu’nda 1926 yılından buyana birçok tanınmış eğitimci, şair, yazar ve bilim insanı görev yapmıştır. TTK’nın Osmanlı dönemindeki öncülleri sayılan kurullarda da aynı özen gösterilmişti. TTK’nın işlevlerini Osmanlı Döneminde yerine getiren İlmi Daireye üye olarak seçilebilmek için Arapça, Yunanca ve Latince gibi dillerden veyahut Batı ülkelerin dillerinden birini bilmeleri gerekliydi Üyelerin bir ilim alanında mahareti olması ve Türkçe yazı ve kitabet yazma ve çevirme gücünde, bilgi sahibi insanlardan seçilmesi gerekmekteydi.

Nitekim bu ölçüye hem mevzuat gereği hem de teamül gereği dikkat edilmiştir. Ancak son dönemlerde bu konuya gerektiği kadar özen gösterilmedi. Bunun için kurul üst yapısının her halükarda eğitime yön verebilecek yeterliliğe sahip olmasını sağlayacak şekilde bazı yapısal düzenlemelere gidilmesi gerekirdi. 

Durum buyken MEB’in, TTK ile ilgili, tarihi kurulun kapatılması sayılabilecek nitelikte bir düzenleme gündeme geldi. Yasa taslağının TTK ile olan kısmını Türkiye’deki eğitimin geleceği açısından iyi görmüyorum. TTK’nın mevcut fonksiyonu ile devam etmesi gerekir.

> MEB’de kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine doğru

Bu yazıyı okumadan TTK’yı kapatmayın! MEB’de kuvvetler ayrılığından kuvvetler birliğine doğru

MEB, her şeye rağmen demokratik bir sistem gibi çalışan bir bakanlıktı. Talim ve Terbiye Kurulu ve Teftiş Kurulu gibi organları yoluyla kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı bir şekilde oluşturulmuştu adeta.

Talim ve Terbiye Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın teşkilat yapısı, yönetmelik ve yönergeler çıkararak, müfredatları ve ders kitaplarını onaylayarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın adeta bir yasama birimi gibi görev yapmaktaydı.  Buna göre Genel Müdürlükler görev alanlarıyla ilgili icraatlarla yürütme, Teftiş Kurulu da denetimler yaparak yargı işlevini yerine getirmekteydi. 

Bu özgün yapı iki yıl kadar önce Teftiş Kurulu’nun yapısı ve statüsü değiştirilerek bozulmaya başladı. TTK ile ilgili düşünülen son düzenlemeyle de MEB, “kuvvetler ayrılığı”na dayalı yapısı tamamen sona ermiş olacak.   Ne demek istediğimi ifade etmek için TTK’nın tarihi seyri ile ilgili biraz bilgi vermek istiyorum.

Umarım yüce meclisin üyeleri bu yazıyı okuyarak Talim ve Terbiye Kurulu’nu ilgilendiren kısmı tekrar gözden geçirir.

Talim ve Terbiye Kurulu, 22 Mart 1926’da çıkarılan ve 3 Nisan 1926’da yürürlüğe giren Maarif Teşkilatına Dair Kanun’la Millî Eğitimin niteliksel gelişimini düzenlemek ve yürütmekle görevli bilimsel bir danışma ve karar organı olarak Talim ve Terbiye Dairesi adıyla kurulmuştu. Türk Milli Eğitim Sistemi içinde özel bir konuma sahip olan bu Dairenin kuruluşu, “Memlekette talim ve tedris esaslarını ilmî ve müstakil bir merkezden sevk ve idare maksadıyla tasavvur edilen Talim ve Terbiye Dairesi tesis edilmiştir.” sözleriyle Gazi Mustafa Kemal tarafından duyurulmuştu. 

Talim ve Terbiye Dairesinin kuruluş amacını, dönemin Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati şöyle açıklamaktadır: “Maarif teşkilâtımızı ilmî esaslar üzerine kurmak, terbiye ve tedris sistemlerimizi memleketin ihtiyaçlarına ve çağdaş uygarlık gereklerine uygun olarak düzenlemek için en yetkili kişilerle bizim böyle bir teşkilat vücuda getirmemize kâfi ihtiyaç vardır. Maarif Vekâleti için kişilerin değişmesinden müteessir olmayacak maarifin esas şartlarını, programını uzun tetkiklerle ancak böyle bir heyet hazırlayabilir. Bu heyet hakkında Heyet-i Vekile tarafından kabul edilen ve TBMM’ye sevk edilen kanunda özel madde vardır. Bu heyete şahsım namına bir ehemmiyet-i mahsusa vermekte olduğunu söylemeyi zait görmem. Genel eğitimimizde bizi usullerle muayyen hedefe götürecek, ancak böyle kuvvetli bir teşkilatın düşünerek, okuyarak, tetkik ederek vereceği kararlardır.

Eğitim sistemi içinde TTK gibi danışma ve karar organları, Tanzimat’ın ilanından itibaren var olmuştur. Nitekim 1838’de kurulan Meclis-i Umûr-ı Nâfia, 1845'te kurulan Maarif-i Meclis-i Muvakkat, 1846’da kurulan Maârif Meclisi, 1851’de kurulan Encümen-i Daniş, 1865’te oluşturulan Tercüme Cemiyeti ve 1869'da kurulan Meclis-i Maarif-i Kebir, işlevleri itibarıyla TTK’na benzeyen kurumlar olarak tarihe geçmişlerdir. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Ders Programı Heyeti’ni (1920) ve Telif ve Tercüme Dairesini (1922) de Talim ve Terbiye Kurulu’nun öncülü olan kurullar olarak görmek gerekir.

Türk eğitim tarihindeki eğitime yön veren önemli düzenlemeler bu kurullar tarafından yapılmıştır. Yönetmelik ve yönerge gibi belli düzenlemeler, müfredatların ve ders kitaplarının hazırlanması gibi önemli çalışmalar bu kurullarca yapılmıştır.

Ayrıca “istişari” nitelikteki ülkenin önde gelen eğitimcilerinin ve yetkililerinin katıldıkları çok önemli toplantılar da bu kurullar tarafından düzenlemiştir. Nitekim 1912 Maarif Nizamnamesiyle birlikte yapılan toplantılar (Senevi Kısım), 1923 ve 1925 yılları arasında düzenlenen Heyet-i İlmiye’ler ve 1939 yılından itibaren düzenlenen Milli Eğitim Şuraları bu çerçevede gerçekleştirilmiştir.

Bu kurullarda Münif Efendi (Paşa), Selim Sabit Efendi, Emrullah Efendi, Selim Sırrı, Ali Haydar,  Aristokli Efendi gibi eğitimciler başkan ve üye olarak görev yapmışlardır. Cumhuriyetle birlikte başlayan dönemde de Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura ve Mahmut Esat Bozkurt gibi isimler Talim ve Terbiye Kurulu’nun çekirdeğini oluşturan Tercüme Dairesinin ilk üyeleri olarak görev yapmışladır. Daha sonraları ise İbrahim A. Gövsa, Mithat Enç, Rüştü Uzel, Selman Erdem, Halil Fikret Kanat, Fatma Varış, Nevzat Ayas, Ferhan Oğuzkan, Sebattin Eyüboğlu, Hıfzı Doğan, Enver Ziya Karal, Kemal Güçlüol, Faik Reşit Unat, Feriha Baymur, Ahmet Kutsi Tecer, Turhan Oğuzkan, İsmail Hakkı Tonguç, Orhan Çaplı, Necdet Sakaoğlu gibi uzman ve otoriteler görev yapmışlardır.

Eğitim sistemine yön veren bu kurullarda görev yapacak kişilerin seçiminde gösterilen özen Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam etmiştir.

Aynı özen milli eğitime yön veren toplantılarda da gösterilmiştir.  Nitekim 15 Temmuz 1923’de toplanan Birinci Heyet-i İlmiyeye İsmail Safa, Ziya Gökalp, Mustafa Şekip Tunç, Nafi Atuf Kansu, Refet Ülgen, Cemal Hüsnü, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Fuat Köprülü, İhsan Sungu, Selim Sırrı, Mustafa Rahmi, İbrahim Alaaddin katılmıştı. Yaklaşık bir yıl sonra toplanan İkinci Heyeti İlmiye’ye de Vasıf Çınar, Ali Haydar, Refet Ülgen, Nafi Atuf, Fuat Köprülü, Mehmet Emin, İbrahim Alaattin, Ali Canip, İhsan Sungu, Reşat Nuri katılmıştı.

Talim ve Terbiye Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın teşkilat yapısı, yönetmelik ve yönergeler çıkararak, müfredatları ve ders kitaplarını onaylayarak Milli Eğitim Bakanlığı’nın adeta bir yasama birimi gibi görev yapmaktaydı.  Buna göre Genel Müdürlükler görev alanlarıyla ilgili icraatlarla yürütme, Teftiş Kurulu da denetimler yaparak yargı işlevini yerine getirmekteydi. 

Talim ve Terbiye Kurulu’nun, milli eğitim sistemi içinde ülke genelindeki TBMM’ninkine benzer bir fonksiyonu yerine getirebilmesi için dönemin Maarif Vekili Mustafa Necati’nin, Talim ve Terbiye Dairesi kurulurken 1926 yılında Maarif Teşkilatına dair Kanunla ilgili Mecliste yaptığı aşağıdaki konuşma çok önemlidir.

 “Talim ve Terbiye Heyetini kurduğum zaman bunun nizamnamesini kendim yapabilirdim. Fakat düşündüm, Talim ve Terbiye müstakil bir heyet olacaktır. Büyük meselelerle meşgul olacaktır.  Bunun nizamnamesini kendim yaparsam hata etmek ihtimali vardır. Bunlar toplandığı vakit kendilerinin hudut ve vazifelerini kendileri tayin etsinler. İlme olan, ihtisasa ait olan işlerde mütehassıslara söz vermek, onları kendi halinde çalıştırmak mecburiyeti ve ihtiyacı vardır.”

Demokrasilerdeki “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin bir yansıması olan bu sözleri takiben Talim ve Terbiye Dairesinin özellikle kurulduğu yıllarda Bakanla uyuşmazlığa düşmesi hallerinde fikir birliğine varılamayan konularda milli eğitim şuralarına başvurmak bir teamül haline gelmişti. 

Talim ve Terbiye Kurulu’nun en temel görevleri arasında müfredatların onaylanması, okullarda okutulacak eğitim araçları ve ders kitaplarının, çeşitli yönetmelik ve yönergelerin onaylanması gelmekteydi. Bundan başka eğitime dair yurtiçi ve yurt dışı gelişmeleri takip etmekte ve Bakanlığa çeşitli konularda öneriler sunmaktaydı.

Talim ve Terbiye Kurulu, Milli Eğitim Bakanlığı’nın örgütsel şeması içinde eğitimi en fazla etkileyebilecek güce ve konuma sahipti.  Bakanlığın genel politikalarını belirleme, eğitim sisteminin vizyonunu oluşturma, uluslar arası çalışmaları takip ederek iyi örnekleri ülkemize taşıma ve yapımıza uygun olanları sisteme yansıtmak gibi görevleri vardı. Eğitim öğretim kurumlarımızın standartlarını geliştirici önlemler almak, eğitim yönetiminin yapı ve işleyişiyle ilgili ilke ve esasları oluşturmak, eğitimde uygulamanın temellerini oluşturacak felsefi ve sosyolojik etütler yaptırmak ve bunlara ilişkin projeler geliştirmek gibi hizmetleri yerine getirmek Talim ve Terbiye Kurulu’nun görevleri arasındaydı.

Ancak bu görevleri uluorta sıradan bir kurum yerine getiremez. Bu nedenle Talim ve Terbiye Kurulu’nun yukarıdaki görevleri yerine getirebilmesi için güçlü bir kurum haline gelmesi gerekirdi. Bunun için de Talim ve Terbiye Kurulu’nun adeta vitrini olan üst yapısının yani Başkan ve üyelerinin de özenle seçilmesi gerekirdi.

Talim ve Terbiye Kurulu’nda 1926 yılından buyana birçok tanınmış eğitimci, şair, yazar ve bilim insanı görev yapmıştır. TTK’nın Osmanlı dönemindeki öncülleri sayılan kurullarda da aynı özen gösterilmişti. TTK’nın işlevlerini Osmanlı Döneminde yerine getiren İlmi Daireye üye olarak seçilebilmek için Arapça, Yunanca ve Latince gibi dillerden veyahut Batı ülkelerin dillerinden birini bilmeleri gerekliydi Üyelerin bir ilim alanında mahareti olması ve Türkçe yazı ve kitabet yazma ve çevirme gücünde, bilgi sahibi insanlardan seçilmesi gerekmekteydi.

Nitekim bu ölçüye hem mevzuat gereği hem de teamül gereği dikkat edilmiştir. Ancak son dönemlerde bu konuya gerektiği kadar özen gösterilmedi. Bunun için kurul üst yapısının her halükarda eğitime yön verebilecek yeterliliğe sahip olmasını sağlayacak şekilde bazı yapısal düzenlemelere gidilmesi gerekirdi. 

Durum buyken MEB’in, TTK ile ilgili, tarihi kurulun kapatılması sayılabilecek nitelikte bir düzenleme gündeme geldi. Yasa taslağının TTK ile olan kısmını Türkiye’deki eğitimin geleceği açısından iyi görmüyorum. TTK’nın mevcut fonksiyonu ile devam etmesi gerekir.

Son Güncelleme: Cuma, 07 Şubat 2014 14:56

Gösterim: 4062

MEB Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan, eğitimi yönetme konusunda performansı giderek düşen bakanlığın, dershaneleri kapatması halinde eğitimin bugünkünden daha iyi bir işleyişe ve sisteme kavuşacağını belirtti.

Dershanelerle ilgili tartışmaya MEB Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan'dan farklı bir yorum geldi. Dershanelerin kapatılmasını köklü bir reform olarak niteleyen Prof. Dr. Erdoğan, eğitimi yönetme konusunda performansı giderek düşen bakanlığın, dershaneleri kapatması halinde eğitimin bugünkünden daha iyi bir işleyişe ve sisteme kavuşacağını söylüyor. İşte Erdoğan’ın açıklamaları:

Bakanlık köklü bir adım atabilir mi?

Dershaneler kapatılabilir. Bu asla mümkün değilmiş gibi düşünmemek gerekir. Diğer taraftan dershaneler devam edebilir ve okullar kapatılabilir. Bu da olabilir. Her şey mümkün, yeter ki bilinçli ve sistemli olsun. Dershaneleri kapatmayı doğru veya yanlış fark etmez, çok köklü bir adım olarak görmek gerekir. Ancak Türkiye'deki eğitimi yönetme konusunda performansı iyice düşen Bakanlık köklü bir adım atabilir mi? Bu sorunun cevaplanması gerekir.

Son 10 yıldır reform adı altında birçok çalışma yapıldı. Bu çalışmaların önemli bir kısmı özellikle müfredatlarla ilgili olanları sadece laf kalabalığından ibaret kaldı.

Dershane konusu ilk, orta ve lise yapılanmasına geçişten sonraki en etkili çalışma olacak. Çalışmanın etki alanı çok büyük olduğu için kervan yolda düzelecek ve eğitim bugünkünden daha iyi bir işleyişe ve sisteme kavuşacak.

Türk eğitim sistemi kamusal hüviyetini ilk kez kaybedecek

Peki dershaneler gerçekten kapanacak mı? Dershaneler dönüşecek ve Türk eğitim sistemi belki de ilk kez kamusallığa dayalı hüviyetini kaybedecek, özel teşebbüs ile daha çok ilişkilendirilmiş olacak. Dershaneler belki de uğrayacağı metamorfoz ile daha da güçlenecek.

Endişeye mahal yok. Nehir, yön vermeye çalışacakların birikimi, bilinci ve niyeti ne olursa olsun yatağını bulacak.

> Dershaneler de okullar da kapatılabilir!

MEB Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan, eğitimi yönetme konusunda performansı giderek düşen bakanlığın, dershaneleri kapatması halinde eğitimin bugünkünden daha iyi bir işleyişe ve sisteme kavuşacağını belirtti.

Dershanelerle ilgili tartışmaya MEB Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı Prof. Dr. İrfan Erdoğan'dan farklı bir yorum geldi. Dershanelerin kapatılmasını köklü bir reform olarak niteleyen Prof. Dr. Erdoğan, eğitimi yönetme konusunda performansı giderek düşen bakanlığın, dershaneleri kapatması halinde eğitimin bugünkünden daha iyi bir işleyişe ve sisteme kavuşacağını söylüyor. İşte Erdoğan’ın açıklamaları:

Bakanlık köklü bir adım atabilir mi?

Dershaneler kapatılabilir. Bu asla mümkün değilmiş gibi düşünmemek gerekir. Diğer taraftan dershaneler devam edebilir ve okullar kapatılabilir. Bu da olabilir. Her şey mümkün, yeter ki bilinçli ve sistemli olsun. Dershaneleri kapatmayı doğru veya yanlış fark etmez, çok köklü bir adım olarak görmek gerekir. Ancak Türkiye'deki eğitimi yönetme konusunda performansı iyice düşen Bakanlık köklü bir adım atabilir mi? Bu sorunun cevaplanması gerekir.

Son 10 yıldır reform adı altında birçok çalışma yapıldı. Bu çalışmaların önemli bir kısmı özellikle müfredatlarla ilgili olanları sadece laf kalabalığından ibaret kaldı.

Dershane konusu ilk, orta ve lise yapılanmasına geçişten sonraki en etkili çalışma olacak. Çalışmanın etki alanı çok büyük olduğu için kervan yolda düzelecek ve eğitim bugünkünden daha iyi bir işleyişe ve sisteme kavuşacak.

Türk eğitim sistemi kamusal hüviyetini ilk kez kaybedecek

Peki dershaneler gerçekten kapanacak mı? Dershaneler dönüşecek ve Türk eğitim sistemi belki de ilk kez kamusallığa dayalı hüviyetini kaybedecek, özel teşebbüs ile daha çok ilişkilendirilmiş olacak. Dershaneler belki de uğrayacağı metamorfoz ile daha da güçlenecek.

Endişeye mahal yok. Nehir, yön vermeye çalışacakların birikimi, bilinci ve niyeti ne olursa olsun yatağını bulacak.

Son Güncelleme: Çarşamba, 20 Kasım 2013 11:59

Gösterim: 3608

50 yıldır sürdürülen bir klasik: Beş Yıllık Kalkınma Planları

Şu sıralarda 1961 Anayasası ile kurulan Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan Beş Yıllık Kalkınma Planlarının Onuncusu üzerinde çalışılmaktadır. Şu ana kadar hazırlanan bu planların her biri, Türkiye’nin gelişim seyrine ışık tutmuştur. Özellikle ilk planların belirttiği hedeflere, eşgüdümlü bir şekilde harfiyen uyulmuştur. Unutulmamalıdır ki, Beş Yıllık Kalkınma Planları sadece sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelere ışık tutmamış aynı zamanda eğitim alanındaki gelişmelere da yön vermiştir. Aşağıda şimdiye kadar hazırlanan ve uygulanan dokuz ayrı planda eğitime dair geçen belli başlı hedeflere dikkat çekilecektir.

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 1963-1967 yıllarını kapsamıştır. Bu planda gençlerin mesleki ve teknik eğitime yöneltilmesi ve öğretmenlik mesleğinin cazip hale gelmesi planlanmıştır. Türkiye’de uzun yıllar öğretmenlik, işsiz kalan kişiler için ‘bari öğretmen olsaydın’ diye anlamlandırılan bir meslekti. Neyse ki bugün öğretmen olmak artık zordur.  Bu sonucun, devletin birinci planda öngördüğü gibi şartların iyileştirilmesi ile değil, işsizlik sorununa dayalı olarak elde edilmiş olduğu da bir gerçektir.

İkinci Beş Yıllık Plan ise 1968-1972 yıllarını kapsamaktaydı. Planda milli savunma, sağlık, tarım ve emniyetle ilgili eğitim kurumları dışındaki bütün eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması hedeflendi. Aslında Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öngörüldüğü halde, bu plana kadar bahsi bile geçmeyen bu hedefe 2000’li yılların ortalarına doğru Bakan Hüseyin Çelik döneminde ulaşılmıştır. Bu planda ilkokullara bağlı anasınıflarının kurulması ve geliştirilmesi de hedeflenmiş olsa da 2000’li yılların ikinci yarısına kadar istenen sonuçlara maalesef ulaşılamadı.

Üçüncü Beş Yıllık Plan’da (1973-1977) ise yüksek öğretim kademesinde 1-2 yıllık mesleki ara uygulayıcı eleman yetiştiren bölümlerin kurulması önerildi. Bu hedefe de daha sonraki dönemlerde uyuldu ve çok sayıda meslek yüksek okulu açıldı. Dördüncü Beş Yıllık Plan (1979-1983)’nda ilkokullardaki kitap giderlerinin devlet tarafından karşılanması öngörüldü. Bu hedef yaklaşık 25 yıl sonra Bakan Hüseyin Çelik’in öncülüğüyle ilk önce ilköğretim, daha sonra da ortaöğretim kurumlarını da kapsayacak şekilde gerçekleştirildi. 

Beşinci Beş Yıllık Planda ise (1985-1989) ortaöğretimde edinilen meslek alanında yüksek öğretime devamı sağlayacak teşviklerin geliştirilmesi önerildi. Bu hedef, TTK Başkanı iken organize ettiğimiz 17. Milli Eğitim Şurası’nın en önemli kararlarından biriydi. Ancak bu hedefe hala ulaşılamadı. Altıncı Beş Yıllık Planda (1990-1994), okullarda bilgisayar destekli eğitimin yaygınlaştırılması, özel eğitim gerektiren çocukların eğitimi için gerekli tedbirlerin alınması, meslek lisesi mezunlarının alanlarının devamı niteliğindeki üniversite programlarına devam edebilmelerini sağlayan düzenlemelerin yapılması, hizmet içi eğitimin ücret terfi sistemi ile ilişkilendirilmesi hedeflendi. Hizmet içi eğitimler kısmi de olsa atamalarda dikkate alınmaya başlandı.

Yedinci Beş Yıllık Planda da (1996-2000) zorunlu temel eğitim süresinin 8 yıla çıkarılması, mesleki ve teknik eğitimde modüler sisteme geçilmesi, zorunlu eğitimin dışındaki kademelerde özel sektörden hizmet satın alınması önerildi. Mesleki eğitimde modüler sisteme geçiş, 2006 yılının Haziran ayında, Talim ve Terbiye Kurulu kararıyla gerçekleşti. Özel sektörün eğitimdeki yerine dair bu düşüncenin önümüzdeki dönemlerde hayata geçmesi söz konusu olabilir. Sekizinci Beş Yıllık Planında (2001-2005), zorunlu temel eğitimin 12 yıla çıkarılması için altyapının hazırlanması, öğretmen ihtiyacının karşılanması için sözleşmeli statüde istihdam yapılması, toplam kalite yönetimi anlayışına geçilmesi, YÖK’ün üst düzeyde planlama ve koordinasyon işlevini yürütecek yapıya kavuşturulması, bakanlık yetkilerinin azaltılması, hizmet içi eğitimlerin özlük haklarına yansıtılması ve sözleşmeli öğretmen uygulamasına geçilmesi önerildi. Sözleşmeli öğretmenlik uygulamasına geçildi ancak daha sonra kaldırıldı. Sözleşmeli öğretmenliğin tekrar gündeme gelmesi muhtemeldir. YÖK ile ilgili bu hedefe doğru belli adımlar atılmaktadır. TKY bir tarafa, modern yönetim kavramları özellikle son yıllarda sıkça telaffuz edilmeye başlanmıştır.

Dokuzuncu Beş Yıllık Planda ise (2007-2013) özel eğitim gerektiren çocuklar için kaynaştırma eğitimine ağırlık verilmesi, öğrenci katkı paylarının arttırılması, eğitim sisteminin sınav odaklı yapıdan kurtulması, yüksek öğretime giriş sisteminin okul başarısına ve müfredatla uyumlu hale getirilmesi planlandı. Ayrıca dershanelerin özel okullara dönüştürülmesinin teşvik edilmesi, yetki ve sorumlulukların taşra teşkilatlarına ve eğitim kurumlarına devredilmesi, eğitim kurumlarında kalite güvence sistemlerinin kurulması, kalite standartlarının belirlenerek yaygınlaştırılması hedeflendi. Kaynaştırma eğitimi yaygınlaştırılmakla birlikte, yeterince dikkat çekilen bir uygulama olamamıştır. Bu planda öngörülen kaynaştırma eğitiminin yaygınlaştırılmasına dair hedefin iyi anlaşılıp gerçekleşmesi için yeni çabalara ihtiyaç bulunmaktadır. Şu sıralarda gündeme gelen dershanelerin özel okula dönüştürülmesine dair düşünce de ilk kez ifade edilmemiş olup, daha önce Dokuzuncu Beş Yıllık Planda da dile getirilmiştir. Bu arada planda yer alan harçların payının arttırılmasıyla ilgili hedef bir tarafa, harçlar tamamen kaldırılmıştır.

Şu an Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmaktadır. Bu planın da diğer planlar gibi eğitimin daha sonraki dönemlerde gündemine girebilecek hedefleri ortaya koyup koyamayacağını zaman gösterecek. Bu planın, bizim öngörümüze göre havada kalma gibi bir riski açık görünmektedir. Çünkü eğitimdeki gelişmeleri uzun süreli öngörülerden ziyade, zamanın ruhuna uygun dinamik gelişmelerin seyri etkilemektedir. Okullaşma oranlarının düşük olduğu dönemlerde bu planlar daha gerçekçiydi. Zaten planların en çarpıcı ve etkili kısmı okullaşma oranlarına dair belirlenen hedeflere dayanmaktaydı. Şimdi ise eğitimde niceliğe dayalı sorunlar hızla geride kalmaktadır. Okul, öğretmen, öğrenci oranlarında artık belli bir noktaya gelinmiştir. Popüler tabirle paradigma değişmiştir artık… Nitekim 2014-2018 dönemini kapsayacak olan Onuncu Beş Yıllık Planın eğitime dair odaklandığı husus isabetli bir şekilde eğitimde kalitenin arttırılması üzerinde olmuştur.  Planlı kalkınma Türkiye’nin diğer alanlarda hala gerçeği olabilir, ancak eğitimde artık uzun vadeli planlar yapmaya ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü içinde yaşadığımız zamanın ruhu ve niteliği beş yıllık bir zaman diliminin, yani geleceğin planlanmasını işlevsiz kılabilir. Bu yüzden eğitimin beş yıllık dönemlere göre planlanmasına dayalı uygulamadan artık vazgeçilmelidir.  

Bu öneriyi saklı tutarak, yine de Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, yer alırsa aşağıdaki hedefin belki de son kez hazırlanmış olacak olan bu plana karizma kazandıracağını düşünmekteyim. “MEB’in ortaöğretimde Anadolu liseleri ve liseler şeklindeki farklılaşmayı ortadan kaldıran ‘Bütün genel liselerin Anadolu lisesi haline dönüştürülmesi’ hususunda yaptığı çalışmalar son derece yerindedir. Bu doğrultuda yeni dönemde de lise ve meslek lisesi şeklindeki ayrışma ortadan kaldırılmalı ve bütün liseler bütünleştirilerek bu ikilik ortadan kaldırılmalıdır. Bu anlamda liselerin dönüştürülmesiyle oluşturulan Anadolu liselerinin programlarına mesleki eğitime dayalı bir içeriğin dahil edilmesiyle birlikte, meslek liseleri kapatılmalıdır. Bu anlamda, uzun zamandır anlamsızca açık tutulan Anadolu Öğretmen Liseleri de kapatılmalıdır.

Eğitimtercihi

Prof. İrfan Erdoğan

Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı

> Kalkınma planları sürecinde eğitim ve öğretmenlik

50 yıldır sürdürülen bir klasik: Beş Yıllık Kalkınma Planları

Şu sıralarda 1961 Anayasası ile kurulan Devlet Planlama Teşkilatı tarafından hazırlanan Beş Yıllık Kalkınma Planlarının Onuncusu üzerinde çalışılmaktadır. Şu ana kadar hazırlanan bu planların her biri, Türkiye’nin gelişim seyrine ışık tutmuştur. Özellikle ilk planların belirttiği hedeflere, eşgüdümlü bir şekilde harfiyen uyulmuştur. Unutulmamalıdır ki, Beş Yıllık Kalkınma Planları sadece sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelere ışık tutmamış aynı zamanda eğitim alanındaki gelişmelere da yön vermiştir. Aşağıda şimdiye kadar hazırlanan ve uygulanan dokuz ayrı planda eğitime dair geçen belli başlı hedeflere dikkat çekilecektir.

Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 1963-1967 yıllarını kapsamıştır. Bu planda gençlerin mesleki ve teknik eğitime yöneltilmesi ve öğretmenlik mesleğinin cazip hale gelmesi planlanmıştır. Türkiye’de uzun yıllar öğretmenlik, işsiz kalan kişiler için ‘bari öğretmen olsaydın’ diye anlamlandırılan bir meslekti. Neyse ki bugün öğretmen olmak artık zordur.  Bu sonucun, devletin birinci planda öngördüğü gibi şartların iyileştirilmesi ile değil, işsizlik sorununa dayalı olarak elde edilmiş olduğu da bir gerçektir.

İkinci Beş Yıllık Plan ise 1968-1972 yıllarını kapsamaktaydı. Planda milli savunma, sağlık, tarım ve emniyetle ilgili eğitim kurumları dışındaki bütün eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması hedeflendi. Aslında Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öngörüldüğü halde, bu plana kadar bahsi bile geçmeyen bu hedefe 2000’li yılların ortalarına doğru Bakan Hüseyin Çelik döneminde ulaşılmıştır. Bu planda ilkokullara bağlı anasınıflarının kurulması ve geliştirilmesi de hedeflenmiş olsa da 2000’li yılların ikinci yarısına kadar istenen sonuçlara maalesef ulaşılamadı.

Üçüncü Beş Yıllık Plan’da (1973-1977) ise yüksek öğretim kademesinde 1-2 yıllık mesleki ara uygulayıcı eleman yetiştiren bölümlerin kurulması önerildi. Bu hedefe de daha sonraki dönemlerde uyuldu ve çok sayıda meslek yüksek okulu açıldı. Dördüncü Beş Yıllık Plan (1979-1983)’nda ilkokullardaki kitap giderlerinin devlet tarafından karşılanması öngörüldü. Bu hedef yaklaşık 25 yıl sonra Bakan Hüseyin Çelik’in öncülüğüyle ilk önce ilköğretim, daha sonra da ortaöğretim kurumlarını da kapsayacak şekilde gerçekleştirildi. 

Beşinci Beş Yıllık Planda ise (1985-1989) ortaöğretimde edinilen meslek alanında yüksek öğretime devamı sağlayacak teşviklerin geliştirilmesi önerildi. Bu hedef, TTK Başkanı iken organize ettiğimiz 17. Milli Eğitim Şurası’nın en önemli kararlarından biriydi. Ancak bu hedefe hala ulaşılamadı. Altıncı Beş Yıllık Planda (1990-1994), okullarda bilgisayar destekli eğitimin yaygınlaştırılması, özel eğitim gerektiren çocukların eğitimi için gerekli tedbirlerin alınması, meslek lisesi mezunlarının alanlarının devamı niteliğindeki üniversite programlarına devam edebilmelerini sağlayan düzenlemelerin yapılması, hizmet içi eğitimin ücret terfi sistemi ile ilişkilendirilmesi hedeflendi. Hizmet içi eğitimler kısmi de olsa atamalarda dikkate alınmaya başlandı.

Yedinci Beş Yıllık Planda da (1996-2000) zorunlu temel eğitim süresinin 8 yıla çıkarılması, mesleki ve teknik eğitimde modüler sisteme geçilmesi, zorunlu eğitimin dışındaki kademelerde özel sektörden hizmet satın alınması önerildi. Mesleki eğitimde modüler sisteme geçiş, 2006 yılının Haziran ayında, Talim ve Terbiye Kurulu kararıyla gerçekleşti. Özel sektörün eğitimdeki yerine dair bu düşüncenin önümüzdeki dönemlerde hayata geçmesi söz konusu olabilir. Sekizinci Beş Yıllık Planında (2001-2005), zorunlu temel eğitimin 12 yıla çıkarılması için altyapının hazırlanması, öğretmen ihtiyacının karşılanması için sözleşmeli statüde istihdam yapılması, toplam kalite yönetimi anlayışına geçilmesi, YÖK’ün üst düzeyde planlama ve koordinasyon işlevini yürütecek yapıya kavuşturulması, bakanlık yetkilerinin azaltılması, hizmet içi eğitimlerin özlük haklarına yansıtılması ve sözleşmeli öğretmen uygulamasına geçilmesi önerildi. Sözleşmeli öğretmenlik uygulamasına geçildi ancak daha sonra kaldırıldı. Sözleşmeli öğretmenliğin tekrar gündeme gelmesi muhtemeldir. YÖK ile ilgili bu hedefe doğru belli adımlar atılmaktadır. TKY bir tarafa, modern yönetim kavramları özellikle son yıllarda sıkça telaffuz edilmeye başlanmıştır.

Dokuzuncu Beş Yıllık Planda ise (2007-2013) özel eğitim gerektiren çocuklar için kaynaştırma eğitimine ağırlık verilmesi, öğrenci katkı paylarının arttırılması, eğitim sisteminin sınav odaklı yapıdan kurtulması, yüksek öğretime giriş sisteminin okul başarısına ve müfredatla uyumlu hale getirilmesi planlandı. Ayrıca dershanelerin özel okullara dönüştürülmesinin teşvik edilmesi, yetki ve sorumlulukların taşra teşkilatlarına ve eğitim kurumlarına devredilmesi, eğitim kurumlarında kalite güvence sistemlerinin kurulması, kalite standartlarının belirlenerek yaygınlaştırılması hedeflendi. Kaynaştırma eğitimi yaygınlaştırılmakla birlikte, yeterince dikkat çekilen bir uygulama olamamıştır. Bu planda öngörülen kaynaştırma eğitiminin yaygınlaştırılmasına dair hedefin iyi anlaşılıp gerçekleşmesi için yeni çabalara ihtiyaç bulunmaktadır. Şu sıralarda gündeme gelen dershanelerin özel okula dönüştürülmesine dair düşünce de ilk kez ifade edilmemiş olup, daha önce Dokuzuncu Beş Yıllık Planda da dile getirilmiştir. Bu arada planda yer alan harçların payının arttırılmasıyla ilgili hedef bir tarafa, harçlar tamamen kaldırılmıştır.

Şu an Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmaktadır. Bu planın da diğer planlar gibi eğitimin daha sonraki dönemlerde gündemine girebilecek hedefleri ortaya koyup koyamayacağını zaman gösterecek. Bu planın, bizim öngörümüze göre havada kalma gibi bir riski açık görünmektedir. Çünkü eğitimdeki gelişmeleri uzun süreli öngörülerden ziyade, zamanın ruhuna uygun dinamik gelişmelerin seyri etkilemektedir. Okullaşma oranlarının düşük olduğu dönemlerde bu planlar daha gerçekçiydi. Zaten planların en çarpıcı ve etkili kısmı okullaşma oranlarına dair belirlenen hedeflere dayanmaktaydı. Şimdi ise eğitimde niceliğe dayalı sorunlar hızla geride kalmaktadır. Okul, öğretmen, öğrenci oranlarında artık belli bir noktaya gelinmiştir. Popüler tabirle paradigma değişmiştir artık… Nitekim 2014-2018 dönemini kapsayacak olan Onuncu Beş Yıllık Planın eğitime dair odaklandığı husus isabetli bir şekilde eğitimde kalitenin arttırılması üzerinde olmuştur.  Planlı kalkınma Türkiye’nin diğer alanlarda hala gerçeği olabilir, ancak eğitimde artık uzun vadeli planlar yapmaya ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü içinde yaşadığımız zamanın ruhu ve niteliği beş yıllık bir zaman diliminin, yani geleceğin planlanmasını işlevsiz kılabilir. Bu yüzden eğitimin beş yıllık dönemlere göre planlanmasına dayalı uygulamadan artık vazgeçilmelidir.  

Bu öneriyi saklı tutarak, yine de Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, yer alırsa aşağıdaki hedefin belki de son kez hazırlanmış olacak olan bu plana karizma kazandıracağını düşünmekteyim. “MEB’in ortaöğretimde Anadolu liseleri ve liseler şeklindeki farklılaşmayı ortadan kaldıran ‘Bütün genel liselerin Anadolu lisesi haline dönüştürülmesi’ hususunda yaptığı çalışmalar son derece yerindedir. Bu doğrultuda yeni dönemde de lise ve meslek lisesi şeklindeki ayrışma ortadan kaldırılmalı ve bütün liseler bütünleştirilerek bu ikilik ortadan kaldırılmalıdır. Bu anlamda liselerin dönüştürülmesiyle oluşturulan Anadolu liselerinin programlarına mesleki eğitime dayalı bir içeriğin dahil edilmesiyle birlikte, meslek liseleri kapatılmalıdır. Bu anlamda, uzun zamandır anlamsızca açık tutulan Anadolu Öğretmen Liseleri de kapatılmalıdır.

Eğitimtercihi

Prof. İrfan Erdoğan

Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı

Son Güncelleme: Cuma, 14 Aralık 2012 14:09

Gösterim: 9051

Ortaöğretime öğrenci seçme karmaşası bir faciaya doğru ilerliyor

Başa dönelim ve anlamaya çalışalım.  On beş yıl öncesine kadar az sayıda ayrıcalıklı sayılabilecek Fen ve Anadolu liseleri vardı. O yıllara kadar liseler ve meslek liseleri de değersiz değildi.   Bu üç lise türünün hiç biriyle ilgili olarak katı bir tabakalamaya dayalı bir yapı oluşmamıştı henüz. Mesela çok başarılı çocukların devam ettiği okul sadece fen ve Anadolu liselerinde ibarettir şeklinde bir kast oluşmamıştı. Liselere ve meslek liselerine de devam eden başarılı çocuklar bulunmaktaydı.  Ancak 1998 yılında üniversiteye girişte mezun olunan okula dayalı ağırlıklı ortaöğretim başarı puanı uygulamasına başlandı ve okullar belli puan aralıklarına göre sınıflanmaya başladı. İşte bu sistem tam on dört yıl boyunca liselerin başarısı düşük olan çocukların devam ettiği okullar olarak etiketlenmesine yol açtı. Benzer algı meslek liseleri için de oluştu. 

Bu gidişatın düzeltilmesi gerekirdi.  Bu anlamda üniversitelere geçişte uygulanan ağırlıklı ortaöğretim başarı puan uygulamasının kaldırılması ve ardından bütün liselerin Anadolu liselerine dönüştürülmesi çok doğru adımlardı.  Bu sayede yirmi otuz yıl öncesine kadar olduğu gibi ortaöğretim kurumlarının tamamı anlamlı ve değerli olacaktı. 

Ancak bugünkü geldiğimiz noktada yaşananlar tam bir faciadır.  Meslek liseleri, Anadolu liselerine yerleşemeyen öğrencilerin devam ettiği değersizleştirilmiş okullar olma durumuna düşürülmektedir.  Bir zamanlar meslek liselerinden mezun olanların üniversiteye devam edebilmelerini önlemek ne kadar zulümse bugün de sayıları ne olursa olsun yüz binlerce öğrencinin arzu etmediği bir lise türüne üstelik “başarısız” diye damgalanarak mahkum bırakılması da aynı şekilde bir zulümdür.

Liselerin tamamının tek bir ad altında toplanması yani Anadolu lisesi adını alması ortaöğretime yerleştirme sistemini yeniden ele almayı gerektirmektedir. Bakanlığın yetkili birim ve kurulları bu durumu maalesef kavrayamamış durumdadır.  Çok şey söylemeye gerek yok. Liselerin Anadolu liselerine dönüştürülmesi vizyonu doğru anlaşılmalı ve adımlar ona göre atılmalıdır.  Yapılacak her düzenleme ilköğretimi bitiren her öğrencinin zorunlu eğitim kapsamına giren ortaöğretim kademesinde istediği lise türünde öğrenim görme hakkına sahip olması kabulüne dayanmalıdır.   Ve bu modeli geliştirmek mümkündür…

Prof. İrfan Erdoğan

Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı

> Ortaöğretime geçiş sistemi bir faciaya doğru ilerliyor

Ortaöğretime öğrenci seçme karmaşası bir faciaya doğru ilerliyor

Başa dönelim ve anlamaya çalışalım.  On beş yıl öncesine kadar az sayıda ayrıcalıklı sayılabilecek Fen ve Anadolu liseleri vardı. O yıllara kadar liseler ve meslek liseleri de değersiz değildi.   Bu üç lise türünün hiç biriyle ilgili olarak katı bir tabakalamaya dayalı bir yapı oluşmamıştı henüz. Mesela çok başarılı çocukların devam ettiği okul sadece fen ve Anadolu liselerinde ibarettir şeklinde bir kast oluşmamıştı. Liselere ve meslek liselerine de devam eden başarılı çocuklar bulunmaktaydı.  Ancak 1998 yılında üniversiteye girişte mezun olunan okula dayalı ağırlıklı ortaöğretim başarı puanı uygulamasına başlandı ve okullar belli puan aralıklarına göre sınıflanmaya başladı. İşte bu sistem tam on dört yıl boyunca liselerin başarısı düşük olan çocukların devam ettiği okullar olarak etiketlenmesine yol açtı. Benzer algı meslek liseleri için de oluştu. 

Bu gidişatın düzeltilmesi gerekirdi.  Bu anlamda üniversitelere geçişte uygulanan ağırlıklı ortaöğretim başarı puan uygulamasının kaldırılması ve ardından bütün liselerin Anadolu liselerine dönüştürülmesi çok doğru adımlardı.  Bu sayede yirmi otuz yıl öncesine kadar olduğu gibi ortaöğretim kurumlarının tamamı anlamlı ve değerli olacaktı. 

Ancak bugünkü geldiğimiz noktada yaşananlar tam bir faciadır.  Meslek liseleri, Anadolu liselerine yerleşemeyen öğrencilerin devam ettiği değersizleştirilmiş okullar olma durumuna düşürülmektedir.  Bir zamanlar meslek liselerinden mezun olanların üniversiteye devam edebilmelerini önlemek ne kadar zulümse bugün de sayıları ne olursa olsun yüz binlerce öğrencinin arzu etmediği bir lise türüne üstelik “başarısız” diye damgalanarak mahkum bırakılması da aynı şekilde bir zulümdür.

Liselerin tamamının tek bir ad altında toplanması yani Anadolu lisesi adını alması ortaöğretime yerleştirme sistemini yeniden ele almayı gerektirmektedir. Bakanlığın yetkili birim ve kurulları bu durumu maalesef kavrayamamış durumdadır.  Çok şey söylemeye gerek yok. Liselerin Anadolu liselerine dönüştürülmesi vizyonu doğru anlaşılmalı ve adımlar ona göre atılmalıdır.  Yapılacak her düzenleme ilköğretimi bitiren her öğrencinin zorunlu eğitim kapsamına giren ortaöğretim kademesinde istediği lise türünde öğrenim görme hakkına sahip olması kabulüne dayanmalıdır.   Ve bu modeli geliştirmek mümkündür…

Prof. İrfan Erdoğan

Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı

Son Güncelleme: Çarşamba, 17 Temmuz 2013 15:31

Gösterim: 3290

Kayhan Karlı / Eğitimci - Yazar

kayhan_karliBu sınav hem içeriği hem de yöntemleri nedeniyle yıllardır en çok tartışılan, değişim gören sınavdır. Hemen hemen tüm bakanlar bu sistem üzerinde değişiklikler yaptı ancak tüm değişiklikler sınavın içeriğiyle ilgiliydi ve esas problemimiz olan okullar arası niteliksel farklarıortadan kaldırmadığı içinişe yaramadı.

Herkesin neredeyse iki sınavın tarihini konuştuğu şu dönem itibariyle bence esas sorunu gözden kaçırıyoruz.Bana göre üniversite seçme ve yerleştirme sınavlarının bu yıl yapılmaması kimse için bir kayıp olmaz ve kesinlikle yapılmamalıdır… Öte yandan liseye geçiş sınavı ise her çocuğun yaşamında sadece bir kez karşısına çıkacak olduğu için çok daha önemli bir sınav tartışması. Bu sınavın böyle bir dönemde, hangi tarihte yapılırsa yapılsın bazı öğrencileri mağdur edeceği ve adil olmayacağı açık bir şekilde görülüyor. Bu nedenle benim önerim aslında bu yıl lise giriş sınavlarını kaldıralım, yapmayalım…

RADİKAL BİR DEĞİŞİKLİK ÖNERİSİ

Aslında yola çıktığım nokta şu ki; bu sınav hem içeriği hem de yöntemleri nedeniyle yıllardır en çok tartışılan, değişim gören sınavdır. Hemen hemen tüm bakanlar bu sistem üzerinde değişiklikler yaptı ancak tüm değişiklikler sınavın içeriğiyle ilgiliydi ve esas problemimiz olan okullar arası niteliksel farklarıortadan kaldırmadığı içinişe yaramadı. Şimdi de baktığımız zaman okullarımız arası nitelik sorunlarını bir çırpıda çözme şansımız yok ancak alınacak radikal bir kararla bu süreç hızlandırılabilir. Benim önerim bu liselere geçiş sürecini bu yıldan başlayarak 9. Sınıfın sonuna alalım. Böylelikle bu yıl yapılacak sınavda her türlü adaletsizliği ortadan kaldırarak öğrencilere hem psikolojik hem de yetkinlik olarak hazırlanabilecekleri bir yıl kazandırmış olacağız. Elbette bu kararın liselerimizin değişimi sürecine de büyük katkıları olacaktır. Aslında pek çok kişinin bu çocukların bazıları için yeni bir sürenin stresi artıracağı yönünde itirazlarını duyar gibiyim. Unutmayın ki şu durumda da binlerce ebeveyn ve öğrenci böyle bir ortamda yapılacak sınav nedeniyle yoğun stres ve baskı altındalar ve bu durum yıllarca devam edecek travmalara sebep oluşturacaktır. Sınavı gelecek yıla bırakmak kesinlikle şimdiki durumdan daha az sayıda sorun oluşturacaktır.

MEVCUT LİSELERE NASIL BİR KATKISI OLACAK?

Mevcut durumda eğitim sistemimizde en sorunlu okul türleri ortaokul ve liseler Özellikle ortaokullarımızın 4+4+4 sistemiyle birlikte arada kalmış ve ergenliğin en sıkıntılı dönemlerinde mezuniyet duygusuyla başa çıkmaları gereken, sınavlar yoluyla ezilmelerine sebep olan bir okul türüne dönüştü. Ne yazık ki bugün özellikle büyük kentlerimizde şiddet, bağımlılık ve akran zorbalığını en fazla gözlemlediğimiz okul türü ortaokullarımızdır. Ayrıca başladıkları yıldan itibaren sınav baskısı nedeniyle kişilik ve kimlik gelişimini sağlayacak sosyal ve duygusal beceriler üzerine hiç çalışılamamakta. Bir diğer önemli konu ise; sistem değişikliği sonrasında 4 yıllık lisenin en baştan hata olduğunun açıklıkla ortaya çıkmasıdır. Liselerimizin bu sıkıntılı durumunu çözmek için MEB kısa bir süre önce yeni program taslağını tanıtmıştı, çünkü mevcut durumda lise türlerini azaltmak adına hepsinin adını Anadolu Lisesi yaptığımız zavallı liselerimiz, gelenekleriyle yok oldular. Konya Lisesi, Adana Lisesi, Bursa Lisesi, Afyon Lisesi ve daha niceleri şimdi neredeler?

İşte tam bu bağlamda benim önerim şöyle; gelin zaten liselerin müfredatını değiştirmeye çalıştığımız bu dönemde ve mevzuatta da 9. Sınıf ortak genel sınıf olarak tarif edildiğine göre, bu sınıfa özel bir içerik belirleyelim. Bizim çocukların hem anadil hem yabancı dil okuryazarlığı gelişmiyor, Matematik ve Bilim okuryazarlığı da aynı durumda. Tam bu yaşlarda yani 15 yaşında yapılan PISA araştırmaları da durumumuzu ortaya koyuyor. 9. Sınıfı içerik olarak beş dersle yeniden yapılandıralım ve gerçekten her çocuk için ortak ara sınıf olsun, bir çeşit hazırlık sınıfı gibi. Bu dersler;

* Türkçe

* İngilizce

* Matematik

* Doğa Bilimleri

* Sosyal Bilimler

Böylelikle tüm çocuklarımızın asgari yetkinliklere erişebilmesi için fırsat eşitliği de yaratmış olacağız…

Bu arada çocuklar mekan anlamında mevcut ortaokul binalarında bile 9. Sınıf okuyabilirler. Mahallesindeki liseye gidenler de başka bir liseyi hedefliyorsa çalışıp iyi bir 9. Sınıf geçirmeli ve gitmeli veya aynı okulda kalabilmeli. Örneğin Beyoğlu bölgesinde oturan ve 9. Sınıfı Galatasaray Lisesinde okuyan öğrencinin orada kalabilmesi için gerekeni yapması veya Bağcılar x lisesinde okuyan öğrencinin Galatasaray Lisesine gidebilmesi için çalışıp çok iyi bir 9. Sınıf geçirmesi gerekir.

YERLEŞTİRME KRİZİ

Bu önerim bir anlamda uzun zamandır tartıştığımız sınavın tek tip araç olmasını da değiştirebilecektir. 9. sınıf boyunca takip edilecek bir çoklu değerlendirme modeli kurgulayabiliriz ve şüphesiz bu konuda üzerinde konuşarak çok sağlıklı bir model ortaya koyabiliriz. Ana hatları ise şu şekilde olabilir;

* Yıl boyunca okuduğu bu beş dersten elde ettikleri ortalamalar

* Bu beş ders üzerinden alacakları projelerden oluşan bir portfolyo

* Yazacakları bir araştırma makalesi

* Sosyal etkinlik ve kişisel gelişim portfolyosu

* Senenin somunda bir oturumluk bu beş dersten oluşan bir sınav

ÖZETLE;

Salgın dönemine bir kriz dönemi olarak bakıyorum. Her kriz içinde tehlikeleri de fırsatları da barındırır. Bu nedenle gelin bunu radikal bir dönüşüm fırsatı olarak kullanalım. Elbette, bu söylediklerim bir netliğe ulaşmış, somutlaşmış fikirlerim değil, herkes açısından bakılarak tartışılsın, farklı bakabilmemize fırsat sağlasın diye paylaştığım düşüncelerimdir…

 

> Liselere Giriş Sınavları hakkında bir görüş

Kayhan Karlı / Eğitimci - Yazar

kayhan_karliBu sınav hem içeriği hem de yöntemleri nedeniyle yıllardır en çok tartışılan, değişim gören sınavdır. Hemen hemen tüm bakanlar bu sistem üzerinde değişiklikler yaptı ancak tüm değişiklikler sınavın içeriğiyle ilgiliydi ve esas problemimiz olan okullar arası niteliksel farklarıortadan kaldırmadığı içinişe yaramadı.

Herkesin neredeyse iki sınavın tarihini konuştuğu şu dönem itibariyle bence esas sorunu gözden kaçırıyoruz.Bana göre üniversite seçme ve yerleştirme sınavlarının bu yıl yapılmaması kimse için bir kayıp olmaz ve kesinlikle yapılmamalıdır… Öte yandan liseye geçiş sınavı ise her çocuğun yaşamında sadece bir kez karşısına çıkacak olduğu için çok daha önemli bir sınav tartışması. Bu sınavın böyle bir dönemde, hangi tarihte yapılırsa yapılsın bazı öğrencileri mağdur edeceği ve adil olmayacağı açık bir şekilde görülüyor. Bu nedenle benim önerim aslında bu yıl lise giriş sınavlarını kaldıralım, yapmayalım…

RADİKAL BİR DEĞİŞİKLİK ÖNERİSİ

Aslında yola çıktığım nokta şu ki; bu sınav hem içeriği hem de yöntemleri nedeniyle yıllardır en çok tartışılan, değişim gören sınavdır. Hemen hemen tüm bakanlar bu sistem üzerinde değişiklikler yaptı ancak tüm değişiklikler sınavın içeriğiyle ilgiliydi ve esas problemimiz olan okullar arası niteliksel farklarıortadan kaldırmadığı içinişe yaramadı. Şimdi de baktığımız zaman okullarımız arası nitelik sorunlarını bir çırpıda çözme şansımız yok ancak alınacak radikal bir kararla bu süreç hızlandırılabilir. Benim önerim bu liselere geçiş sürecini bu yıldan başlayarak 9. Sınıfın sonuna alalım. Böylelikle bu yıl yapılacak sınavda her türlü adaletsizliği ortadan kaldırarak öğrencilere hem psikolojik hem de yetkinlik olarak hazırlanabilecekleri bir yıl kazandırmış olacağız. Elbette bu kararın liselerimizin değişimi sürecine de büyük katkıları olacaktır. Aslında pek çok kişinin bu çocukların bazıları için yeni bir sürenin stresi artıracağı yönünde itirazlarını duyar gibiyim. Unutmayın ki şu durumda da binlerce ebeveyn ve öğrenci böyle bir ortamda yapılacak sınav nedeniyle yoğun stres ve baskı altındalar ve bu durum yıllarca devam edecek travmalara sebep oluşturacaktır. Sınavı gelecek yıla bırakmak kesinlikle şimdiki durumdan daha az sayıda sorun oluşturacaktır.

MEVCUT LİSELERE NASIL BİR KATKISI OLACAK?

Mevcut durumda eğitim sistemimizde en sorunlu okul türleri ortaokul ve liseler Özellikle ortaokullarımızın 4+4+4 sistemiyle birlikte arada kalmış ve ergenliğin en sıkıntılı dönemlerinde mezuniyet duygusuyla başa çıkmaları gereken, sınavlar yoluyla ezilmelerine sebep olan bir okul türüne dönüştü. Ne yazık ki bugün özellikle büyük kentlerimizde şiddet, bağımlılık ve akran zorbalığını en fazla gözlemlediğimiz okul türü ortaokullarımızdır. Ayrıca başladıkları yıldan itibaren sınav baskısı nedeniyle kişilik ve kimlik gelişimini sağlayacak sosyal ve duygusal beceriler üzerine hiç çalışılamamakta. Bir diğer önemli konu ise; sistem değişikliği sonrasında 4 yıllık lisenin en baştan hata olduğunun açıklıkla ortaya çıkmasıdır. Liselerimizin bu sıkıntılı durumunu çözmek için MEB kısa bir süre önce yeni program taslağını tanıtmıştı, çünkü mevcut durumda lise türlerini azaltmak adına hepsinin adını Anadolu Lisesi yaptığımız zavallı liselerimiz, gelenekleriyle yok oldular. Konya Lisesi, Adana Lisesi, Bursa Lisesi, Afyon Lisesi ve daha niceleri şimdi neredeler?

İşte tam bu bağlamda benim önerim şöyle; gelin zaten liselerin müfredatını değiştirmeye çalıştığımız bu dönemde ve mevzuatta da 9. Sınıf ortak genel sınıf olarak tarif edildiğine göre, bu sınıfa özel bir içerik belirleyelim. Bizim çocukların hem anadil hem yabancı dil okuryazarlığı gelişmiyor, Matematik ve Bilim okuryazarlığı da aynı durumda. Tam bu yaşlarda yani 15 yaşında yapılan PISA araştırmaları da durumumuzu ortaya koyuyor. 9. Sınıfı içerik olarak beş dersle yeniden yapılandıralım ve gerçekten her çocuk için ortak ara sınıf olsun, bir çeşit hazırlık sınıfı gibi. Bu dersler;

* Türkçe

* İngilizce

* Matematik

* Doğa Bilimleri

* Sosyal Bilimler

Böylelikle tüm çocuklarımızın asgari yetkinliklere erişebilmesi için fırsat eşitliği de yaratmış olacağız…

Bu arada çocuklar mekan anlamında mevcut ortaokul binalarında bile 9. Sınıf okuyabilirler. Mahallesindeki liseye gidenler de başka bir liseyi hedefliyorsa çalışıp iyi bir 9. Sınıf geçirmeli ve gitmeli veya aynı okulda kalabilmeli. Örneğin Beyoğlu bölgesinde oturan ve 9. Sınıfı Galatasaray Lisesinde okuyan öğrencinin orada kalabilmesi için gerekeni yapması veya Bağcılar x lisesinde okuyan öğrencinin Galatasaray Lisesine gidebilmesi için çalışıp çok iyi bir 9. Sınıf geçirmesi gerekir.

YERLEŞTİRME KRİZİ

Bu önerim bir anlamda uzun zamandır tartıştığımız sınavın tek tip araç olmasını da değiştirebilecektir. 9. sınıf boyunca takip edilecek bir çoklu değerlendirme modeli kurgulayabiliriz ve şüphesiz bu konuda üzerinde konuşarak çok sağlıklı bir model ortaya koyabiliriz. Ana hatları ise şu şekilde olabilir;

* Yıl boyunca okuduğu bu beş dersten elde ettikleri ortalamalar

* Bu beş ders üzerinden alacakları projelerden oluşan bir portfolyo

* Yazacakları bir araştırma makalesi

* Sosyal etkinlik ve kişisel gelişim portfolyosu

* Senenin somunda bir oturumluk bu beş dersten oluşan bir sınav

ÖZETLE;

Salgın dönemine bir kriz dönemi olarak bakıyorum. Her kriz içinde tehlikeleri de fırsatları da barındırır. Bu nedenle gelin bunu radikal bir dönüşüm fırsatı olarak kullanalım. Elbette, bu söylediklerim bir netliğe ulaşmış, somutlaşmış fikirlerim değil, herkes açısından bakılarak tartışılsın, farklı bakabilmemize fırsat sağlasın diye paylaştığım düşüncelerimdir…

 

Son Güncelleme: Perşembe, 28 May 2020 11:06

Gösterim: 1205


Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.