Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.
Faruk Köprülü / ÖZDEBİR Özel Dershaneler ve Özel Öğretim Kurumları Birliği Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
Yeni bir öğretim yılına, çözülmeyen eğitim sorunları ve bunlara eklenen yeni sorunlarla giriyoruz. Üstüne üstlük ekonomiden güvenliğe pek çok alanda ülkemiz önemli sorunlarla karşı karşıya.
Bu sorunlar kuşkusuz birbirinden bağımsız düşünülmese de eğitime, özel olarak da özel öğretime ve dershanelerin dönüşüm sürecine ilişkin bir değerlendirme ile sınırlı olacak söyleyeceklerimiz.
Hatırlanacağı gibi Özel dershanelerin özel öğretim kurumlarına dönüşmeleri dönüşemeyenlerin kapanmaları 14 Mart 2014’te yürürlüğe giren 6528 sayılı Yasa’yla kabul edilmişti. Gerek bu yasanın kabul edilmesinden önce, gerek Anayasa Mahkemesine götürülmesi ve sonraki süreçte hem özel dershanelerin köklü bir kurumu ÖZDEBİR adına hem de şahsım olarak yaptığımız tüm çalışmalarımızda toplumsal yararı önde tuttuğumuzu, her aşamasında; üyelerimizi, eğitim çevrelerini, kamuoyunu konuyla ilgili olarak bilgilendirmeye çalıştığımızı bir kez daha belirtmek isterim.
18 Nisan 2014’te Anayasa Mahkemesine taşınan ve Mahkemenin 14 Mayıs 2014'teki toplantısında esastan görüşülmesine karar verilen bu Yasa’nın itiraza konu maddeleri 14 ay sonra Anayasa Mahkemesi’nin 13 Temmuz 2015 tarihli toplantısında görüşülmüş ve Özel Öğretim Kurumları Kanununda yer alan, dershanelerin özel öğretin kurumları kapsamından çıkarılması ve mevcut dershanelerin faaliyetlerinin 1 Eylül 2015 tarihine kadar devam edeceğine ilişkin düzenlemeler iptal edilmişti.
Anayasa Mahkemesi, bu kararından önce 8 Temmuz 2015 tarihinde sektör temsilcisi olarak ÖZDEBİR’i davet etmiş ve Kurumum adına Anayasa Mahkemesi Heyeti önünde “Türkiye’de dershaneciliğin gelişim süreci, Dünya’da dershanecilik ve ek eğitim hizmeti veren kurumlar, Dünya’da eğitim kurumlarının yasayla kapatılmasının örneğinin olmadığı ve Ülkemizde de dershanelere ihtiyacın devam ettiği ve yasayla kapatılmaması gerektiği” gibi bu ve buna benzer daha birçok konuya değinerek dershanelerin devamını savunmuştum. Burada yeri gelmişken AYM üyelerine; “birçok kurumun dönüştüğünü verilecek kararın her ne olursa olsun mutlaka bir diğer tarafın bundan zarar göreceğini, mahkemenin kararının çok gecikmiş bir karar olduğunu…” ifade ettiğimi de belirmek isterim.
Yüksek Mahkemenin konu hakkındaki gerekçeli kararının Resmi Gazete’de yayımlanmasından sonra MEB tarafından gerekli düzenlemelerin yapılacağı bildirilmiş, 8 Ağustos 2015 tarih ve 9439 sayılı Resmi Gazete’de Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde değişiklik yapan Yönetmelik yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Dönüşen kurumlarımızın gecikme nedeniyle mevcut durumlarıyla kalması talepleri, dönüşemeyen kurumlarımızın haklı olarak dershanelerin devamını arzulamaları ikilemi bizleri de gerçekten çok zorlamıştır. Bir yanda dönüşüm sürecine dahil olan kurumlar, diğer yanda dönüşüme şu ya da bu nedenle dahil olamayan/olmayan kurumlarımızın durumları karşısında sürecin ÖZDEBİR açısından da ne kadar zor bir süreç olduğunu kamuoyunun ve özel öğretimcilerimizin takdirine sunuyorum.
Yayınlanan yönetmelik değişikliği ile gelinen nokta da henüz dönüşümünü gerçekleştirmeyen dershanelerin Özel Temel Liselerin yanı sıra Özel Öğretim Kurslarına ve Etüt Eğitim Merkezlerine dönüşebilmelerinin yolu açılmıştır.
Özel dershaneciler olarak bugüne değin eğitim sistemimizdeki değişiklikler karşısında zarar görsek, maddi kayıplara uğrasak da değişen koşullara göre eğitim hizmetlerimizi sürdürmeye çalıştık. Ancak bu son düzenlemelerle pek çok kurumumuzun önemli hak kayıplarına uğradığı da belirtilmesi gereken başka bir gerçektir.
MEB yetkililerinin açıklamalarına göre; Kanun’un yayımlandığı 14 Mart 2014 tarihi itibariyle faal olan 3530 dershanenin 2290’ı dönüşüm programına başvurduğunu, Ağustos 2015 itibariyle bu kurumlardan 1233’ü temel lise ve diğer özel öğretim kurumlarına dönüşüm işlemlerini tamamladığını biliyoruz.
Bu döneme kadar farklı nedenlerle dönüşüme başvurmayan ve faaliyetlerine devam edecek dershanelerin Özel Temel Lise, Özel Öğretim Kursları ve Etüt Eğitim Merkezlerine veya diğer özel öğretim kurumlarına dönüşebilmeleri için Bakanlığın açıkladığı son tarih 31 Ağustos 2015’e kadar başvuruda bulunmaları gerekmektedir.
Bu tarihten sonra dönüşemeyen kurumların kapanmak durumunda kalacağı, bunların uğradıkları/uğrayacakları hak kayıpları, dönüşen kurumların yaşayabileceği sorunlar, mevcut ve ortaya çıkabilecek izinsiz faaliyetlerin artması gibi sorunların yanı sıra açılmış ve yeni açılan özel okulların ve örgün eğitim sisteminin bu süreçten nasıl etkilenecekleri gibi pek çok konu özel öğretim kurumları açısından bakıldığında üzerinde durulmayı gerektiren sorunlardan olacaktır.
Gerek özel öğretim gerek eğitim çalışmalarıyla, temsil ettiği sektörün görüş ve önerilerini kamuoyuyla paylaşma, ülke genelinde öğrencilerimizi bir üst öğrenim kurumlarına hazırlama ve onların örgün eğitimdeki eksikliklerini tamamlama, ülke geneli sınav denemeleri uygulamaları, yayıncılık faaliyetleri, farklı eğitim etkinlikleriyle ve 30 yıllık geçmişiyle kamuoyunun saygınlığını kazanmış olan ÖZDEBİR; özel dershane kurucuları tarafından 1985’te kurulan ve 30 yıldır özel dershanelerimizin sorunlarına çözümler üretmenin yanında ülkemiz eğitimine de önemli katkılar veren; çağdaş, demokratik, laik ve bilimsel eğitim ilkelerini önde tutan ilk örgütlü yapısıdır.
2013 Kasım’ına kadar Özel Dershaneler Birliği Derneği adıyla çalışmalarını sürdüren ve sektörün önemli bir bölümünü çatısı altında toplayan ÖZDEBİR, 18 Kasım 2013’te yapılan 17. Olağan Genel Kurulundaki tüzük değişikliğiyle tüm özel öğretim kurumlarını kucaklayacak bir yapıya dönülmesine karar vermiş ve Özel Dershaneler ve Özel Öğretim Kurumları Birliği Derneği adını almıştır.
Özel Dershaneler ve Özel Öğretim Kurumları Birliği Derneği olarak son yıllarda 1300’e yakın dershaneye ve 500’e yakın resmi ve özel öğretim kurumuna kendi alanında hizmet sunmuştur. Yaptığımız tüm çalışmalarda dün olduğu gibi bugün de eğitimi, ulusal çıkarlarımızla bütünleştiren, üyelerinin yasal hak ve taleplerini önceliklendiren bir sivil toplum örgütü olma kararlılığımızla çalışmalarımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
31 Ağustos 2015’e kadar devam edecek dönüşüm başvuruları ile sürece dahil olacak dershane sayısı da ortaya çıkacaktır. Sürece dahil olamayan dershanelerimiz önemli hak kayıplarına uğrayacak ve ne yazık ki mevzuat gereği kapanmak durumunda kalacaklardır. ÖZDEBİR, yasal sınırlar içinde mevcut ve yeni üyelerinin sorunlarını yüksek sesle dillendirmeyi; eğitim öğretim hizmetlerini üyelerinden, hukuktan ve yasalardan aldığı güçle sürdürecektir.
Bu duygu ve düşüncelerle 2015-2016 Öğretim Yılının ülkemize, tüm eğitimcilerimize, tüm ebeveyn ve öğrencilerimize hayırlı olmasını diliyorum.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Faruk Köprülü / ÖZDEBİR Özel Dershaneler ve Özel Öğretim Kurumları Birliği Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
Yeni bir öğretim yılına, çözülmeyen eğitim sorunları ve bunlara eklenen yeni sorunlarla giriyoruz. Üstüne üstlük ekonomiden güvenliğe pek çok alanda ülkemiz önemli sorunlarla karşı karşıya.
Bu sorunlar kuşkusuz birbirinden bağımsız düşünülmese de eğitime, özel olarak da özel öğretime ve dershanelerin dönüşüm sürecine ilişkin bir değerlendirme ile sınırlı olacak söyleyeceklerimiz.
Hatırlanacağı gibi Özel dershanelerin özel öğretim kurumlarına dönüşmeleri dönüşemeyenlerin kapanmaları 14 Mart 2014’te yürürlüğe giren 6528 sayılı Yasa’yla kabul edilmişti. Gerek bu yasanın kabul edilmesinden önce, gerek Anayasa Mahkemesine götürülmesi ve sonraki süreçte hem özel dershanelerin köklü bir kurumu ÖZDEBİR adına hem de şahsım olarak yaptığımız tüm çalışmalarımızda toplumsal yararı önde tuttuğumuzu, her aşamasında; üyelerimizi, eğitim çevrelerini, kamuoyunu konuyla ilgili olarak bilgilendirmeye çalıştığımızı bir kez daha belirtmek isterim.
18 Nisan 2014’te Anayasa Mahkemesine taşınan ve Mahkemenin 14 Mayıs 2014'teki toplantısında esastan görüşülmesine karar verilen bu Yasa’nın itiraza konu maddeleri 14 ay sonra Anayasa Mahkemesi’nin 13 Temmuz 2015 tarihli toplantısında görüşülmüş ve Özel Öğretim Kurumları Kanununda yer alan, dershanelerin özel öğretin kurumları kapsamından çıkarılması ve mevcut dershanelerin faaliyetlerinin 1 Eylül 2015 tarihine kadar devam edeceğine ilişkin düzenlemeler iptal edilmişti.
Anayasa Mahkemesi, bu kararından önce 8 Temmuz 2015 tarihinde sektör temsilcisi olarak ÖZDEBİR’i davet etmiş ve Kurumum adına Anayasa Mahkemesi Heyeti önünde “Türkiye’de dershaneciliğin gelişim süreci, Dünya’da dershanecilik ve ek eğitim hizmeti veren kurumlar, Dünya’da eğitim kurumlarının yasayla kapatılmasının örneğinin olmadığı ve Ülkemizde de dershanelere ihtiyacın devam ettiği ve yasayla kapatılmaması gerektiği” gibi bu ve buna benzer daha birçok konuya değinerek dershanelerin devamını savunmuştum. Burada yeri gelmişken AYM üyelerine; “birçok kurumun dönüştüğünü verilecek kararın her ne olursa olsun mutlaka bir diğer tarafın bundan zarar göreceğini, mahkemenin kararının çok gecikmiş bir karar olduğunu…” ifade ettiğimi de belirmek isterim.
Yüksek Mahkemenin konu hakkındaki gerekçeli kararının Resmi Gazete’de yayımlanmasından sonra MEB tarafından gerekli düzenlemelerin yapılacağı bildirilmiş, 8 Ağustos 2015 tarih ve 9439 sayılı Resmi Gazete’de Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde değişiklik yapan Yönetmelik yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Dönüşen kurumlarımızın gecikme nedeniyle mevcut durumlarıyla kalması talepleri, dönüşemeyen kurumlarımızın haklı olarak dershanelerin devamını arzulamaları ikilemi bizleri de gerçekten çok zorlamıştır. Bir yanda dönüşüm sürecine dahil olan kurumlar, diğer yanda dönüşüme şu ya da bu nedenle dahil olamayan/olmayan kurumlarımızın durumları karşısında sürecin ÖZDEBİR açısından da ne kadar zor bir süreç olduğunu kamuoyunun ve özel öğretimcilerimizin takdirine sunuyorum.
Yayınlanan yönetmelik değişikliği ile gelinen nokta da henüz dönüşümünü gerçekleştirmeyen dershanelerin Özel Temel Liselerin yanı sıra Özel Öğretim Kurslarına ve Etüt Eğitim Merkezlerine dönüşebilmelerinin yolu açılmıştır.
Özel dershaneciler olarak bugüne değin eğitim sistemimizdeki değişiklikler karşısında zarar görsek, maddi kayıplara uğrasak da değişen koşullara göre eğitim hizmetlerimizi sürdürmeye çalıştık. Ancak bu son düzenlemelerle pek çok kurumumuzun önemli hak kayıplarına uğradığı da belirtilmesi gereken başka bir gerçektir.
MEB yetkililerinin açıklamalarına göre; Kanun’un yayımlandığı 14 Mart 2014 tarihi itibariyle faal olan 3530 dershanenin 2290’ı dönüşüm programına başvurduğunu, Ağustos 2015 itibariyle bu kurumlardan 1233’ü temel lise ve diğer özel öğretim kurumlarına dönüşüm işlemlerini tamamladığını biliyoruz.
Bu döneme kadar farklı nedenlerle dönüşüme başvurmayan ve faaliyetlerine devam edecek dershanelerin Özel Temel Lise, Özel Öğretim Kursları ve Etüt Eğitim Merkezlerine veya diğer özel öğretim kurumlarına dönüşebilmeleri için Bakanlığın açıkladığı son tarih 31 Ağustos 2015’e kadar başvuruda bulunmaları gerekmektedir.
Bu tarihten sonra dönüşemeyen kurumların kapanmak durumunda kalacağı, bunların uğradıkları/uğrayacakları hak kayıpları, dönüşen kurumların yaşayabileceği sorunlar, mevcut ve ortaya çıkabilecek izinsiz faaliyetlerin artması gibi sorunların yanı sıra açılmış ve yeni açılan özel okulların ve örgün eğitim sisteminin bu süreçten nasıl etkilenecekleri gibi pek çok konu özel öğretim kurumları açısından bakıldığında üzerinde durulmayı gerektiren sorunlardan olacaktır.
Gerek özel öğretim gerek eğitim çalışmalarıyla, temsil ettiği sektörün görüş ve önerilerini kamuoyuyla paylaşma, ülke genelinde öğrencilerimizi bir üst öğrenim kurumlarına hazırlama ve onların örgün eğitimdeki eksikliklerini tamamlama, ülke geneli sınav denemeleri uygulamaları, yayıncılık faaliyetleri, farklı eğitim etkinlikleriyle ve 30 yıllık geçmişiyle kamuoyunun saygınlığını kazanmış olan ÖZDEBİR; özel dershane kurucuları tarafından 1985’te kurulan ve 30 yıldır özel dershanelerimizin sorunlarına çözümler üretmenin yanında ülkemiz eğitimine de önemli katkılar veren; çağdaş, demokratik, laik ve bilimsel eğitim ilkelerini önde tutan ilk örgütlü yapısıdır.
2013 Kasım’ına kadar Özel Dershaneler Birliği Derneği adıyla çalışmalarını sürdüren ve sektörün önemli bir bölümünü çatısı altında toplayan ÖZDEBİR, 18 Kasım 2013’te yapılan 17. Olağan Genel Kurulundaki tüzük değişikliğiyle tüm özel öğretim kurumlarını kucaklayacak bir yapıya dönülmesine karar vermiş ve Özel Dershaneler ve Özel Öğretim Kurumları Birliği Derneği adını almıştır.
Özel Dershaneler ve Özel Öğretim Kurumları Birliği Derneği olarak son yıllarda 1300’e yakın dershaneye ve 500’e yakın resmi ve özel öğretim kurumuna kendi alanında hizmet sunmuştur. Yaptığımız tüm çalışmalarda dün olduğu gibi bugün de eğitimi, ulusal çıkarlarımızla bütünleştiren, üyelerinin yasal hak ve taleplerini önceliklendiren bir sivil toplum örgütü olma kararlılığımızla çalışmalarımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
31 Ağustos 2015’e kadar devam edecek dönüşüm başvuruları ile sürece dahil olacak dershane sayısı da ortaya çıkacaktır. Sürece dahil olamayan dershanelerimiz önemli hak kayıplarına uğrayacak ve ne yazık ki mevzuat gereği kapanmak durumunda kalacaklardır. ÖZDEBİR, yasal sınırlar içinde mevcut ve yeni üyelerinin sorunlarını yüksek sesle dillendirmeyi; eğitim öğretim hizmetlerini üyelerinden, hukuktan ve yasalardan aldığı güçle sürdürecektir.
Bu duygu ve düşüncelerle 2015-2016 Öğretim Yılının ülkemize, tüm eğitimcilerimize, tüm ebeveyn ve öğrencilerimize hayırlı olmasını diliyorum.
Son Güncelleme: Salı, 29 Eylül 2015 16:02
Gösterim: 3813
İbrahim Taşel / TÖDER Genel Başkanı
28 Eylül’de her yaştan milyonlarca öğrenci ders başı yaptı. Aslında özel okulların birçoğunda dersler başladı bile. 18 milyona yaklaşan öğrencisiyle Türkiye, Avrupa ülkelerinden ve komşularından oldukça farklı bir durumda. Bizim öğrenci sayımız birçok ülkenin nüfusundan bile fazla. Sayının bu ölçüde fazla olması ve eğitim sistemimizde hala yerine oturmamış noktaların varlığı, her yıl okul açılışlarını ülkenin önemli bir gündemi haline getiriyor.
Özellikle bu yıl eğitimle ilgi dershanelerin dönüşüm süreci önemli bir yer tuttu. Bilindiği gibi 14 Mart 2014’te çıkan kanunla dershaneler, 1 Eylül 2015 itibariyle kapatıldı. Ancak dershanelere temel lise, ortaokul, ilkokul ya da okul öncesi eğitim kurumlarına dönüşme imkanı verildi. Bu tartışmaların olduğu dönemde kanunun iptali için, ana muhalefet partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne açılan davadan, tam 16 ay sonra iptal kararı çıktı. Bu kararla kafalar daha çok karıştı. Gerekçeli kararın yayınlanmasının ardından Milli Eğitim Bakanlığı, “öğrencilerin okul dışı kaynaklardan eğitim alabilme hakkı”nı korumak ve okul dışı eğitim kurumlarını çeşitlendirmek yolunda adımlar attı. “Özel öğretim kursları” adıyla yeni bir kurs türü tanımlandı. Etüt eğitim merkezlerinde 12 olan yaş sınırı da kaldırılarak tüm ortaokul öğrencilerine etüt eğitim merkezlerinden yararlanabilme hakkı tanındı. Ayrıca mezun öğrencilere hafta sonları temel liselerden kurs alabilme imkanı sağlandı. Bütün bu değişiklikler sonucunda 1.400 civarında dönüşüm okulu oluştu. Şimdi Türkiye’nin dört bir yanında hızla “özel öğretim kursları” ve “etüt eğitim merkezleri” açılıyor.
Okul dışı destek kurumları konusunda atılan adımlar, çocuklarına takviye kursu aldırmak isteyen veliler ve eksikliklerini gidermek isteyen öğrenciler tarafından memnuniyetle karşılandı.
Dershaneler, Türkiye’de 60-70 yıllık bir geçmişe sahip köklü kurumlardı. Okulları tamamlama, öğrencilerin eksikliklerini giderme konusunda önemli bir işlev üstlenmişti. Bu köklü kurumların yetiştirdiği 100 bine yakın başarılı öğretmen kadrosu vardı. Bütün bunların bir anda hayatımızdan çıkması önemli bir eksiklik oluşturacaktı. Temel liseler, özel öğretim kursları ve etüt eğitim merkezleri bu birikimin doğru ve verimli kullanılması adına verilmiş olumlu kararlardır.
Dönüşüm sürecinde, özellikle sivil toplum kuruluşlarının görüşleri, sürecin sağlıklı yürütülmesi adına önemli katkılar sağladı. TÖDER olarak biz de bu süreçte yer aldık ve ülke eğitiminin zarar görmemesi için önerilerimizi sunduk. Bakanlık yetkililerinin bu önerileri dikkate alması olası sıkıntıları da önledi.
Şimdi sektörümüze de önemli görevler düşüyor. Yeni açılan temel liselerin dershanelerden farklı işlevler taşıdığı unutulmadan kaliteli bir eğitim kurumu haline getirilmesi için kurucularımızın çaba göstermesi lazım. Temel liseler sadece “dershane” gibi çalışan kurumlar olmamalı, okul işlerini de en sorumlu biçimde yerine getirmeli. Sektördeki eğitim personeline bu konuda seminerler verilmeli, hizmet içi eğitim çalışmaları düzenlenmeli. Temel liselerin dershanelere göre daha kurumsal bir yapı kazanması sağlanmalı.
Bu süreçte ortaya çıkabilecek en önemli sorun, dershanelerin yerine mantar gibi türeyen kaçak bürolar yani merdiven altı kurumlardır. Dershaneler; Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı, öğretmen atamaları, öğrenci kayıtları, ücretleri ve programları kontrol altında olan kurumlardı. Ancak koçluk, kariyer danışmanlığı, dergi bürosu, eğitim danışmanlığı gibi adlar altında açılan kaçak ders büroları, tümüyle kayıt dışı oluşumlardır. Bunların ülke eğitiminde önemli sıkıntılar oluşturacağı açıktır. İlgili kurumların bu konuda önlem alması ve bu tür kurumların dikkatle izlenmesi şarttır.
Dönüşüm süreci gelecek günlerde de iyi organize edilirse ve sektör temsilcileri bu organizasyona yeterli desteği verirse eğitim sistemimize önemli katkılar sağlar. Aksi halde dökülen kap yerini doldurmaz ve bu alanda ortaya çıkan boşluk doldurulamaz.
Yeni öğretim yılının bütün eğitim camiamız için hayırlı olmasını diliyorum.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
İbrahim Taşel / TÖDER Genel Başkanı
28 Eylül’de her yaştan milyonlarca öğrenci ders başı yaptı. Aslında özel okulların birçoğunda dersler başladı bile. 18 milyona yaklaşan öğrencisiyle Türkiye, Avrupa ülkelerinden ve komşularından oldukça farklı bir durumda. Bizim öğrenci sayımız birçok ülkenin nüfusundan bile fazla. Sayının bu ölçüde fazla olması ve eğitim sistemimizde hala yerine oturmamış noktaların varlığı, her yıl okul açılışlarını ülkenin önemli bir gündemi haline getiriyor.
Özellikle bu yıl eğitimle ilgi dershanelerin dönüşüm süreci önemli bir yer tuttu. Bilindiği gibi 14 Mart 2014’te çıkan kanunla dershaneler, 1 Eylül 2015 itibariyle kapatıldı. Ancak dershanelere temel lise, ortaokul, ilkokul ya da okul öncesi eğitim kurumlarına dönüşme imkanı verildi. Bu tartışmaların olduğu dönemde kanunun iptali için, ana muhalefet partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne açılan davadan, tam 16 ay sonra iptal kararı çıktı. Bu kararla kafalar daha çok karıştı. Gerekçeli kararın yayınlanmasının ardından Milli Eğitim Bakanlığı, “öğrencilerin okul dışı kaynaklardan eğitim alabilme hakkı”nı korumak ve okul dışı eğitim kurumlarını çeşitlendirmek yolunda adımlar attı. “Özel öğretim kursları” adıyla yeni bir kurs türü tanımlandı. Etüt eğitim merkezlerinde 12 olan yaş sınırı da kaldırılarak tüm ortaokul öğrencilerine etüt eğitim merkezlerinden yararlanabilme hakkı tanındı. Ayrıca mezun öğrencilere hafta sonları temel liselerden kurs alabilme imkanı sağlandı. Bütün bu değişiklikler sonucunda 1.400 civarında dönüşüm okulu oluştu. Şimdi Türkiye’nin dört bir yanında hızla “özel öğretim kursları” ve “etüt eğitim merkezleri” açılıyor.
Okul dışı destek kurumları konusunda atılan adımlar, çocuklarına takviye kursu aldırmak isteyen veliler ve eksikliklerini gidermek isteyen öğrenciler tarafından memnuniyetle karşılandı.
Dershaneler, Türkiye’de 60-70 yıllık bir geçmişe sahip köklü kurumlardı. Okulları tamamlama, öğrencilerin eksikliklerini giderme konusunda önemli bir işlev üstlenmişti. Bu köklü kurumların yetiştirdiği 100 bine yakın başarılı öğretmen kadrosu vardı. Bütün bunların bir anda hayatımızdan çıkması önemli bir eksiklik oluşturacaktı. Temel liseler, özel öğretim kursları ve etüt eğitim merkezleri bu birikimin doğru ve verimli kullanılması adına verilmiş olumlu kararlardır.
Dönüşüm sürecinde, özellikle sivil toplum kuruluşlarının görüşleri, sürecin sağlıklı yürütülmesi adına önemli katkılar sağladı. TÖDER olarak biz de bu süreçte yer aldık ve ülke eğitiminin zarar görmemesi için önerilerimizi sunduk. Bakanlık yetkililerinin bu önerileri dikkate alması olası sıkıntıları da önledi.
Şimdi sektörümüze de önemli görevler düşüyor. Yeni açılan temel liselerin dershanelerden farklı işlevler taşıdığı unutulmadan kaliteli bir eğitim kurumu haline getirilmesi için kurucularımızın çaba göstermesi lazım. Temel liseler sadece “dershane” gibi çalışan kurumlar olmamalı, okul işlerini de en sorumlu biçimde yerine getirmeli. Sektördeki eğitim personeline bu konuda seminerler verilmeli, hizmet içi eğitim çalışmaları düzenlenmeli. Temel liselerin dershanelere göre daha kurumsal bir yapı kazanması sağlanmalı.
Bu süreçte ortaya çıkabilecek en önemli sorun, dershanelerin yerine mantar gibi türeyen kaçak bürolar yani merdiven altı kurumlardır. Dershaneler; Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı, öğretmen atamaları, öğrenci kayıtları, ücretleri ve programları kontrol altında olan kurumlardı. Ancak koçluk, kariyer danışmanlığı, dergi bürosu, eğitim danışmanlığı gibi adlar altında açılan kaçak ders büroları, tümüyle kayıt dışı oluşumlardır. Bunların ülke eğitiminde önemli sıkıntılar oluşturacağı açıktır. İlgili kurumların bu konuda önlem alması ve bu tür kurumların dikkatle izlenmesi şarttır.
Dönüşüm süreci gelecek günlerde de iyi organize edilirse ve sektör temsilcileri bu organizasyona yeterli desteği verirse eğitim sistemimize önemli katkılar sağlar. Aksi halde dökülen kap yerini doldurmaz ve bu alanda ortaya çıkan boşluk doldurulamaz.
Yeni öğretim yılının bütün eğitim camiamız için hayırlı olmasını diliyorum.
Son Güncelleme: Salı, 29 Eylül 2015 15:50
Gösterim: 3614
Kısa bir süre önce Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2014 yılı kütüphane istatistiklerini açıkladı. Türkiye genelinde 2014 yılında bir millî kütüphane, 1.121 halk kütüphanesi, 559 üniversite kütüphanesi ve 27.948 örgün ve yaygın eğitim kurumu kütüphanesi olmak üzere toplam 29.629 kütüphane var. Üye sayısı, kitap sayıları ve artış oranları gibi alt verilere bakarak okuyucuyu istatistiklere boğmak istemiyoruz. Seçilmiş birkaç veriden hareket etmek ve önemli bulduğumuz bazı noktalara değinmek istiyoruz.
Resmî okul, özel okul ve özel kurs kütüphanelerini kapsayan örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerinin sayısı 2014 yılında 2013 yılına göre %9,4; kitap sayısı ise %10,9 azaldı. Son beş yılda bu gruptaki kütüphanelerin sayısı %6,6 artarken kitap sayısı %15,5 azaldı.
Bu kurumlarda toplam 27.948 kütüphane ve 27.861.210 kitap olduğuna göre demek ki kurum başına ortalama 997 kitap var. Bu sayının üstünde kitabı olan pek çok okul bulunduğunu varsayarsak ortalamayı buraya çeken ve yalnızca birkaç yüz kitabı olan okullar da olduğunu görebiliriz. Ortalama bin tane kitabın yaklaşık 15-20 metrekarelik bir odaya sığabileceğini düşününce bizim “kütüphane” olarak adlandırdığımız birimin aslında kitaplık, kitap odası veya okuma salonu türünde bir şeyler olduğu anlaşılıyor.
Üniversite kütüphanelerine gelince; bu grupta 2014 yılında 2013 yılına göre %4,9 artışla 559 kütüphane ve toplam 14.365.326 kitap olduğunu görüyoruz. Üniversite kütüphanesi başına kitap sayısı ise 25.698 oluyor. Aynı şekilde bu ortalama sayının üstünde, birkaç yüz bin kitabı olan üniversitelerimiz olduğuna göre anlaşılan birkaç bin kitabı olan üniversitelerimiz de var. Bu sayı, bir kitap meraklısının evindeki kişisel kütüphanesi kadar bir büyüklüğü ifade ediyor (gösteriş için, belli yerlerden evine birkaç bin kitabı aynı anda sipariş veren, görgüsüz yeni zenginlerden söz etmiyoruz).
Kamudaki maaşlar, kişi başına düşen otomobil sayısı, bankalardaki ortalama mevduat, vb. istatistiklerde sıkça görüldüğü gibi refah toplumlarıyla kıyaslamalar yapıp toplumumuzun, “diğerleri” karşısında ne kadar da yetersiz olduğunu ispat etmeye çalışan neo-oryantalistler gibi yapmayacağız. Buna ait bazı verilere sahibiz; ancak biz başka şeyler söylemek istiyoruz.
Öncelikle, kimi kişilerin bu verilere çok takılmamak gerektiğini çünkü teknolojideki gelişmeler nedeniyle bilgiye erişim araçlarının değiştiğine yönelik tespitine katılmıyoruz. Kütüphanelerine oluk oluk para akıtan refah toplumlarındaki insanların bizden daha az teknoloji kullandıklarını mı düşünüyoruz? Teknoloji geliştikçe batılı toplumlarda daha az kitap okunduğuna veya kütüphane bütçelerinin kısıldığına dair bir araştırma varsa sonuçlarını okumak isteriz.
Bu konunun ne zaman bahsi geçse aklımıza gelen bir anekdot var. Harvard’a ziyaretinde burada doktora öğrenimi gören Türkleri, kurduğu üniversitesinde görev almaya davet eden “uluslararası eğitim öncüsü” bir zata genç akademisyen adaylarından birisi “Bizi Türkiye’ye davet ediyorsunuz ama üniversitenizin araştırma olanakları ve kütüphanesinin büyüklüğü nasıl?” diye sorar ve mealen “Artık klasik kütüphanelerin devri geçiyor; her şey CD’lerde” cevabını alır. Cevap sahibinin biriktirdiği kültürü bir kenara bırakalım. ABD’nin en eski “kütüphane sistemi” olan, bu ülkenin en büyük üçüncü kütüphanesi, dünyanın en büyük “özel kütüphane sistemi” ve “üniversite kütüphane sistemi” konumunda bulunan, yaklaşık 90 kütüphanesi, 18 milyon eseri, 1.000’e yakın çalışanı ve yıllık 160 milyon dolarlık bütçesi olan Harvard Üniversitesi Kütüphanesi’nin yanı başında bu sözü söylemek insanı bayağı küçük düşürüyor. Zaten konuyu aktaran dostumuz da epey güldüklerini söylemişti.
İkincisi, Türkiye orta gelir grubundaki bir ülkedir. Bu nedenle en zengin ülkelerle ülkemiz arasında hemen hemen tüm parametrelerde fark olması doğaldır. Kütüphane ve kitap istatistikleri de bundan muaf değildir. Ancak teknolojik cihaz kullanımında harcama sınırı tanımayan, gelir seviyesinin çok üstündeki otomobil ve evlere borçlanma limitlerinde her türlü sınırı zorlayarak sahip olmak isteyen de bu ülkenin yurttaşları değil midir? Kısaca, canımız istediğinde harcamayı ve bir ürüne, eşyaya sahip olmayı biliyoruz. O hâlde denilebilir ki kitap / kütüphane için para harcama gibi yaygın bir alışkanlığımız yok.
Bunu somutlaştırmak mümkün. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan en son hane halkı tüketim harcamaları istatistiklerine göre insanımız her 100 TL’lik harcamasının 2,4 TL’sini eğitime ayırıyor. İnsanların asli ihtiyaçlarının konut, gıda ve ulaşım olduğunun elbette farkındayız. Peki alkollü içecek, sigara ve tütün harcamalarının 4,2 TL ile eğitim grubunu neredeyse ikiye katladığını biliyor muyuz? (Bu arada 4,2 TL’lik alkol ve sigara kullanan insanımızın, bu maddelerle tehlikeye attığı sağlığı için 2,1 TL’lik -yani yarısı kadar- bir sağlık harcaması olması da ayrı bir ironidir.)
Üçüncüsü, kitap okumak için muhakkak para harcamak da gerekmiyor. Mütevazı üniversite, okul, halk kütüphanelerimizden kitap alarak okumak mümkün. Kaldı ki, teknoloji sayesinde sıfıra yakın maliyetlerle okuma ve bilgiye erişme imkânı da var. İnternete okul veya iş yerinden değil, kendi ödediği bedelle bağlanan kişiler: Eviniz veya akıllı telefonlarınız için harcadığınız bedel, ekonomik tabiriyle bir “batık maliyet”tir. Kitap okusanız da, okumasanız da onu harcıyorsunuz.
Dördüncüsü, bu işlerin parasal bir boyutu olduğu gibi yaşam tarzıyla da alakası var. Meşhur, “tatilde havuz başında akıllı telefonuyla eğlence amaçlı vakit geçiren kişi görürseniz yerli turisttir, kitap okuyan ise yabancı” benzetmesi tatsız olduğu kadar çoğu zaman gerçeğe uygundur. Bu hususta herkesin benzer gözlemleri olduğuna eminiz.
Amacımız hiçbir meslek grubunu küçük düşürmek değil; ancak birkaç yıl önce bir edebiyat öğretmeniyle mülakatımız sırasında son üç ayda kaç kitap okuduğunu sorduğumuzda “bu dönemde biraz yoğun olduğu ve pek de okumaya vakit bulamadığı” cevabını almıştık. İşi insan yetiştirmek olan bu mesleğin içinde bu konumda olan hatırı sayılır bir grubun bulunduğuna dair şüphemiz nedense hiç eksilmiyor.
Bu yaşam tarzının özellikle görsel medyayla “dışarıdan” oluşturulması ve dayatılması ayrı bir iddiamızdır. Eğlence, yarışma, giyim-kuşam amaçlı televizyon programlarının bugünkü gençler üzerinde rahatsız edici bir etkisi var. Yakın zamanda, kişi başına günlük televizyon izleme süremizin altı saat civarında olduğunu iddia eden bir haber okumuştuk. Günlük yaşam süremizin dörtte birine karşılık gelen sürenin bu şekilde harcanması korkunç bir tercihtir.
Beşincisi, ancak kitap okuma sayesinde ortaya konabilecek yazılı ödevlerle öğrenci yetiştirme pratiği bizim okullarımızda yaygın değildir. Bu nedenle, üniversiteyi bitirdiğinde ortalama 16 yıllık bir öğrencilik yaşamını geride bırakıp tek bir makale yazmadan mezun olan büyük bir genç grubumuz var. Bu ülkedeki insanların ciddi bir kısmının dilekçe yazmayı bile becerememesi geçiştirilecek bir husus değildir.
Son olarak, birinci sınıf devletimiz olsun istiyoruz ama önce bizim birinci sınıf yurttaş olmamız gerektiğini akla getirmiyoruz. Eğitime erişiminde sorun olan, büyük maddi problemleri nedeniyle “okumak” eylemine yaşam tercihlerinin en altında bile yer vermeyen kalabalık kitleleri anlayışla karşılayabiliriz. Ancak hiç olmazsa “mürekkep yalayan” nüfusun, gelişmiş ülkelerin insanlarıyla yarış hâlinde olmasını isteme hakkımız olduğunu düşünüyoruz.
Yaklaşık üç yıl önce Kütüphaneler Haftası dolayısıyla hazırlanan bir raporu hatırlıyoruz. Buna göre bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, bir Fransız 7 kitap okurken bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor. Bu istatistik doğruysa bir Japonun bir Türk’ten 250 kat fazla kitap okuduğu ortaya çıkar. Bunu hazmedebiliyorsak mesele yok. İyi yetiştiğini iddia eden her yurttaşın bu istatistikteki ülkelerin vatandaşlarını âdeta bir uluslararası rakip gibi görüp kitap okuma yoluyla onlara meydan okuyarak da ülkesine hizmet edebileceğini düşünmesi gerekiyor. Her okullu kişinin ayda ikiden az kitap okuması durumunda kendisi ve toplumu adına bir sorun olduğunu düşünmesinde yarar var. Hatta oku(ya)mayan, ekonomik olarak dezavantajlı nüfusun ülke ortalamasını düşürdüğünü düşünerek bu sayının daha da fazla olması gerektiğini hesaba katmak gerekiyor.
Bu ülkenin derme-çatma okulları da olsa, eğitimin niteliği yüksek olmasa da her sabah -okul öncesinden üniversiteye- okula giden yirmi milyondan fazla öğrencisi var. Bu muazzam bir kaynaktır. Yer altında büyük bir maddi zenginliğimiz yoksa yer üstünde de mi yok? Bu nüfusun küçük bir kısmının bile bu ülkenin kaderini değiştirebileceğini düşünüyoruz.
Yansı Eraslan
Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Kısa bir süre önce Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2014 yılı kütüphane istatistiklerini açıkladı. Türkiye genelinde 2014 yılında bir millî kütüphane, 1.121 halk kütüphanesi, 559 üniversite kütüphanesi ve 27.948 örgün ve yaygın eğitim kurumu kütüphanesi olmak üzere toplam 29.629 kütüphane var. Üye sayısı, kitap sayıları ve artış oranları gibi alt verilere bakarak okuyucuyu istatistiklere boğmak istemiyoruz. Seçilmiş birkaç veriden hareket etmek ve önemli bulduğumuz bazı noktalara değinmek istiyoruz.
Resmî okul, özel okul ve özel kurs kütüphanelerini kapsayan örgün ve yaygın eğitim kütüphanelerinin sayısı 2014 yılında 2013 yılına göre %9,4; kitap sayısı ise %10,9 azaldı. Son beş yılda bu gruptaki kütüphanelerin sayısı %6,6 artarken kitap sayısı %15,5 azaldı.
Bu kurumlarda toplam 27.948 kütüphane ve 27.861.210 kitap olduğuna göre demek ki kurum başına ortalama 997 kitap var. Bu sayının üstünde kitabı olan pek çok okul bulunduğunu varsayarsak ortalamayı buraya çeken ve yalnızca birkaç yüz kitabı olan okullar da olduğunu görebiliriz. Ortalama bin tane kitabın yaklaşık 15-20 metrekarelik bir odaya sığabileceğini düşününce bizim “kütüphane” olarak adlandırdığımız birimin aslında kitaplık, kitap odası veya okuma salonu türünde bir şeyler olduğu anlaşılıyor.
Üniversite kütüphanelerine gelince; bu grupta 2014 yılında 2013 yılına göre %4,9 artışla 559 kütüphane ve toplam 14.365.326 kitap olduğunu görüyoruz. Üniversite kütüphanesi başına kitap sayısı ise 25.698 oluyor. Aynı şekilde bu ortalama sayının üstünde, birkaç yüz bin kitabı olan üniversitelerimiz olduğuna göre anlaşılan birkaç bin kitabı olan üniversitelerimiz de var. Bu sayı, bir kitap meraklısının evindeki kişisel kütüphanesi kadar bir büyüklüğü ifade ediyor (gösteriş için, belli yerlerden evine birkaç bin kitabı aynı anda sipariş veren, görgüsüz yeni zenginlerden söz etmiyoruz).
Kamudaki maaşlar, kişi başına düşen otomobil sayısı, bankalardaki ortalama mevduat, vb. istatistiklerde sıkça görüldüğü gibi refah toplumlarıyla kıyaslamalar yapıp toplumumuzun, “diğerleri” karşısında ne kadar da yetersiz olduğunu ispat etmeye çalışan neo-oryantalistler gibi yapmayacağız. Buna ait bazı verilere sahibiz; ancak biz başka şeyler söylemek istiyoruz.
Öncelikle, kimi kişilerin bu verilere çok takılmamak gerektiğini çünkü teknolojideki gelişmeler nedeniyle bilgiye erişim araçlarının değiştiğine yönelik tespitine katılmıyoruz. Kütüphanelerine oluk oluk para akıtan refah toplumlarındaki insanların bizden daha az teknoloji kullandıklarını mı düşünüyoruz? Teknoloji geliştikçe batılı toplumlarda daha az kitap okunduğuna veya kütüphane bütçelerinin kısıldığına dair bir araştırma varsa sonuçlarını okumak isteriz.
Bu konunun ne zaman bahsi geçse aklımıza gelen bir anekdot var. Harvard’a ziyaretinde burada doktora öğrenimi gören Türkleri, kurduğu üniversitesinde görev almaya davet eden “uluslararası eğitim öncüsü” bir zata genç akademisyen adaylarından birisi “Bizi Türkiye’ye davet ediyorsunuz ama üniversitenizin araştırma olanakları ve kütüphanesinin büyüklüğü nasıl?” diye sorar ve mealen “Artık klasik kütüphanelerin devri geçiyor; her şey CD’lerde” cevabını alır. Cevap sahibinin biriktirdiği kültürü bir kenara bırakalım. ABD’nin en eski “kütüphane sistemi” olan, bu ülkenin en büyük üçüncü kütüphanesi, dünyanın en büyük “özel kütüphane sistemi” ve “üniversite kütüphane sistemi” konumunda bulunan, yaklaşık 90 kütüphanesi, 18 milyon eseri, 1.000’e yakın çalışanı ve yıllık 160 milyon dolarlık bütçesi olan Harvard Üniversitesi Kütüphanesi’nin yanı başında bu sözü söylemek insanı bayağı küçük düşürüyor. Zaten konuyu aktaran dostumuz da epey güldüklerini söylemişti.
İkincisi, Türkiye orta gelir grubundaki bir ülkedir. Bu nedenle en zengin ülkelerle ülkemiz arasında hemen hemen tüm parametrelerde fark olması doğaldır. Kütüphane ve kitap istatistikleri de bundan muaf değildir. Ancak teknolojik cihaz kullanımında harcama sınırı tanımayan, gelir seviyesinin çok üstündeki otomobil ve evlere borçlanma limitlerinde her türlü sınırı zorlayarak sahip olmak isteyen de bu ülkenin yurttaşları değil midir? Kısaca, canımız istediğinde harcamayı ve bir ürüne, eşyaya sahip olmayı biliyoruz. O hâlde denilebilir ki kitap / kütüphane için para harcama gibi yaygın bir alışkanlığımız yok.
Bunu somutlaştırmak mümkün. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan en son hane halkı tüketim harcamaları istatistiklerine göre insanımız her 100 TL’lik harcamasının 2,4 TL’sini eğitime ayırıyor. İnsanların asli ihtiyaçlarının konut, gıda ve ulaşım olduğunun elbette farkındayız. Peki alkollü içecek, sigara ve tütün harcamalarının 4,2 TL ile eğitim grubunu neredeyse ikiye katladığını biliyor muyuz? (Bu arada 4,2 TL’lik alkol ve sigara kullanan insanımızın, bu maddelerle tehlikeye attığı sağlığı için 2,1 TL’lik -yani yarısı kadar- bir sağlık harcaması olması da ayrı bir ironidir.)
Üçüncüsü, kitap okumak için muhakkak para harcamak da gerekmiyor. Mütevazı üniversite, okul, halk kütüphanelerimizden kitap alarak okumak mümkün. Kaldı ki, teknoloji sayesinde sıfıra yakın maliyetlerle okuma ve bilgiye erişme imkânı da var. İnternete okul veya iş yerinden değil, kendi ödediği bedelle bağlanan kişiler: Eviniz veya akıllı telefonlarınız için harcadığınız bedel, ekonomik tabiriyle bir “batık maliyet”tir. Kitap okusanız da, okumasanız da onu harcıyorsunuz.
Dördüncüsü, bu işlerin parasal bir boyutu olduğu gibi yaşam tarzıyla da alakası var. Meşhur, “tatilde havuz başında akıllı telefonuyla eğlence amaçlı vakit geçiren kişi görürseniz yerli turisttir, kitap okuyan ise yabancı” benzetmesi tatsız olduğu kadar çoğu zaman gerçeğe uygundur. Bu hususta herkesin benzer gözlemleri olduğuna eminiz.
Amacımız hiçbir meslek grubunu küçük düşürmek değil; ancak birkaç yıl önce bir edebiyat öğretmeniyle mülakatımız sırasında son üç ayda kaç kitap okuduğunu sorduğumuzda “bu dönemde biraz yoğun olduğu ve pek de okumaya vakit bulamadığı” cevabını almıştık. İşi insan yetiştirmek olan bu mesleğin içinde bu konumda olan hatırı sayılır bir grubun bulunduğuna dair şüphemiz nedense hiç eksilmiyor.
Bu yaşam tarzının özellikle görsel medyayla “dışarıdan” oluşturulması ve dayatılması ayrı bir iddiamızdır. Eğlence, yarışma, giyim-kuşam amaçlı televizyon programlarının bugünkü gençler üzerinde rahatsız edici bir etkisi var. Yakın zamanda, kişi başına günlük televizyon izleme süremizin altı saat civarında olduğunu iddia eden bir haber okumuştuk. Günlük yaşam süremizin dörtte birine karşılık gelen sürenin bu şekilde harcanması korkunç bir tercihtir.
Beşincisi, ancak kitap okuma sayesinde ortaya konabilecek yazılı ödevlerle öğrenci yetiştirme pratiği bizim okullarımızda yaygın değildir. Bu nedenle, üniversiteyi bitirdiğinde ortalama 16 yıllık bir öğrencilik yaşamını geride bırakıp tek bir makale yazmadan mezun olan büyük bir genç grubumuz var. Bu ülkedeki insanların ciddi bir kısmının dilekçe yazmayı bile becerememesi geçiştirilecek bir husus değildir.
Son olarak, birinci sınıf devletimiz olsun istiyoruz ama önce bizim birinci sınıf yurttaş olmamız gerektiğini akla getirmiyoruz. Eğitime erişiminde sorun olan, büyük maddi problemleri nedeniyle “okumak” eylemine yaşam tercihlerinin en altında bile yer vermeyen kalabalık kitleleri anlayışla karşılayabiliriz. Ancak hiç olmazsa “mürekkep yalayan” nüfusun, gelişmiş ülkelerin insanlarıyla yarış hâlinde olmasını isteme hakkımız olduğunu düşünüyoruz.
Yaklaşık üç yıl önce Kütüphaneler Haftası dolayısıyla hazırlanan bir raporu hatırlıyoruz. Buna göre bir Japon yılda ortalama 25, bir İsviçreli 10, bir Fransız 7 kitap okurken bir Türk ise 10 yılda ancak 1 kitap okuyor. Bu istatistik doğruysa bir Japonun bir Türk’ten 250 kat fazla kitap okuduğu ortaya çıkar. Bunu hazmedebiliyorsak mesele yok. İyi yetiştiğini iddia eden her yurttaşın bu istatistikteki ülkelerin vatandaşlarını âdeta bir uluslararası rakip gibi görüp kitap okuma yoluyla onlara meydan okuyarak da ülkesine hizmet edebileceğini düşünmesi gerekiyor. Her okullu kişinin ayda ikiden az kitap okuması durumunda kendisi ve toplumu adına bir sorun olduğunu düşünmesinde yarar var. Hatta oku(ya)mayan, ekonomik olarak dezavantajlı nüfusun ülke ortalamasını düşürdüğünü düşünerek bu sayının daha da fazla olması gerektiğini hesaba katmak gerekiyor.
Bu ülkenin derme-çatma okulları da olsa, eğitimin niteliği yüksek olmasa da her sabah -okul öncesinden üniversiteye- okula giden yirmi milyondan fazla öğrencisi var. Bu muazzam bir kaynaktır. Yer altında büyük bir maddi zenginliğimiz yoksa yer üstünde de mi yok? Bu nüfusun küçük bir kısmının bile bu ülkenin kaderini değiştirebileceğini düşünüyoruz.
Yansı Eraslan
Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi
Son Güncelleme: Çarşamba, 02 Eylül 2015 15:09
Gösterim: 3566
Yrd. Doç. Dr. Oktay Aydın / Marmara Üniversitesi
Öğretim yılı boyunca büyük emekler harcayan öğretmenlerin yaz tatili süresince bedenlerini ve zihinlerini tazelemiş olmaları çok önemlidir. Yaz aylarında, ortam değiştirebilen, kendi istediklerini yapmaya fırsat bulan, görüşemediği arkadaşlarıyla görüşebilen öğretmenler elbette tatilin hakkını daha çok vermişlerdir. Tazelenmiş enerjileri ile öğretim yılına daha hazır hale gelmiş olduklarını düşünmek mümkün. Hatta birçok öğretmenin okulunu, meslektaşlarını ve öğrencilerinin yürekten gelen seslerini özlediklerine de şüphe yok.
İnsan beyni, değişiklikleri sever. Değişimler beyni uyarır ve enerjisini artırır. Farklı şeylere yöneldiğinde de merak duygusu beslenir. Yeni durumlara uyum sağlamaya çalışırken yeni şeyler öğrenir ve bilgilerini zenginleştirir. Umarım ki, bütün öğretmenler, tatilin sunduğu fırsatları iyi değerlendirmiş ve beyinlerine iyi gelecek yatırımları yapmışlardır.
Yeni öğretim yılına başlarken öğretmenlere önerim, beyinle ilgili bilgilerini artırmaları ve beyni daha yakından tanımalarıdır.
Beyni Tanımak Neden Çok Önemlidir?
İnsanın çevre ile olan ilişkisi beyin aracılığıyla olur. Beynimiz, dış dünya ile sürekli alışveriş halindedir. Dış dünyadan etkilenir; dış dünyayı etkiler. Öğretmenlerin bu ilişkiyi kavraması ve söz konusu etkileşimin nasıl gerçekleştiğini bilmesi eğitim adına sanıldığından çok daha önemlidir. Psikoloji ve pedagojinin ortaya koyduğu kavram ve modeller elbette ki çok önemlidir. Ancak, günümüzde bu bilgileri beyne dair bilgilerle derinleştirmez ve büyük ölçüde sadece yorumlarla içinde bulunduğumuz durumları algılarsak yanılma olasılığımız da büyük olur.
Dünyada son 20-30 yıldır gelişen teknolojilerin sunduğu imkanlarla beyinle ilgili yapılan araştırmalarda büyük artış oldu. Elde edilen sonuçlar da öyle gösteriyor ki, insana dair bilgilerimizi fazlasıyla gözden geçirmemize yol açacak. İnsanı anladıkça, günlük hayatımıza dair yaşanacak değişimlerin hayal ettiğimizden daha büyük olacağı kesin. Bu konuda bir ufuk açması açısından öğretmenlerin “2045 Avatar Projesi”ni internet ortamında takip etmelerini öneririm. Bugün artık “nöro pazarlama”, “nöro hukuk” gibi kavramlardan söz edilmektedir. Aynı şekilde eğitimde de, “nöro öğrenme”, “nöro sınıf yönetimi”, “nöro disiplin” gibi kavramlardan daha fazla söz edilecektir.
Beyne dair bilgilerin artmasıyla birlikte, çocuk ve ergenlerin beyin gelişimi, düşünme becerileri, öğrenme özellikleri, çalışma alışkanlıkları, duygusal tepkileri, davranış sorunları vb. pek çok konuda yeniden değerlendirmeler yapmak kaçınılmaz olacaktır. Bu konuların yüzeysel bir bilgiden öte daha derinlemesine bir anlayışla kavranması gerekir. Bir öğretmen, çocuğun davranışlarını “işine geldiği için öyle yapıyor” diye algılamak yerine, “beynin zorunlu ya da iradi fonksiyonu” olarak algıladığında, içindeki “sıkıntı”, merak edilen bir “bulmaca”ya dönüşecektir.
Unutmamak gerekir ki, her öğretmenin sınıfında öğrenci sayısı kadar beyin var. Sınıfta olup bitenler de, bu beyinlerin tepkilerine bağlıdır. Kendisinin verdiği tepkiler de kendi beyninin çıktısıdır. O halde, “Beyin nasıl çalışır?”, “Beynimiz neyi, niye yapar?”, “Beyin neleri sever, neleri sevmez?” gibi birçok soru artık eğitimcilerin daha fazla gündeminde olmalıdır.
Beynin Sevdiği Dört Şey
Yeni öğretim yılına başlarken, öğretmenlere beyinle ilgili birkaç ipucu vermekte yarar var. Sınıfa girdiğimiz andan itibaren karşımızda duran çocukların asla küçümsenmemesi gereken beyinleri, bizlerden kritik birkaç şeye özen göstermemizi ister.
Yeni Olan
Beyin “yeni” olanı sever. Yeni ortamlar, yeni insanlar, yeni konular beyin için ilgi çekicidir. Yeni olanın belirsizliği ve bilinmezliği beyni kendine doğru çeker. Beyin, keşfetmek, anlamak, kavramak ister. Böylece kendini daha güvende hisseder.
Öğretmenlerin, bir konuyu sınıfa sunmadan önce, o konuyla ilgili öğrencilerinde yenilik ve bilinmezlik duygusunu yaratmaları gerekir. Bunu da, soracakları soru, izletecekleri film, başlatacakları bir tartışma ile yapabilirler.
Zor Olan
Beyin, tehditler karşısında çok duyarlıdır. Öfkeli bir öğretmen, zorlu bir sınav, fazlaca verilmiş ödev, zor bir soru beyin açısından tehdittir. Tehditler karşısında beyin ya çözüm üretmek için harekete geçer ya da o tehditten uzaklaşır. Örneğin, akıldan hesaplama yapmamızı gerektirecek bir soru sorulursa, beynimiz çözüm üretene kadar o soruya takılıp kalır.
Öğretmenlerin, ders konularıyla ilgili olarak öğrencilerin beynini harekete geçirecek türden zorlayıcı soru ve sorgulamalar sunmalıdır öğrencilere. Ancak, bu zorlamalar çok abartılmamalı, beynin sadece bir iki adım önünde olmalıdır. Basit ama kritik bir öneri de “pedagojik kaygı” ile ilgilidir. Sınıfta, öğrencilere hafif düzeyde kaygı yaratarak öğrenme motivasyonu ve dikkati artırılabilir. Buna bağlı olarak, sınıfa bir soru sorulduğunda “Kim cevap verecek?” demek yerine, kendi seçeceği öğrenciden cevap istemelidir. Öğrencilere, “Bu konuda senin görüşün nedir?”, “Soruya nasıl bir cevap verebilirsin?” gibi hamleler yaparak her an hazır kalmaları sağlanabilir.
Anlamlı Olan
Öğrencilerle öğretmenleri sık sık karşı karşıya getiren temel sorunlardan biri de, öğrencilerin “Öğretmenim bu konu bizim ne işimize yarayacak?” sorusunda saklıdır. Öğrencinin bu sorusu genellikle öğretmen tarafından ukalalık olarak yorumlanır. Verilen cevaplar da daha çok “Bilginin iyisi kötüsü olmaz.”, “Sen uzmanlardan daha mı iyi bileceksin?” türündendir. Aslında öğrencinin sorduğu bu soru beyninin anlam arayışından kaynaklanmaktadır. Beyin, öğreneceği şeyle kendisi arasında bir anlam bağlantısı kurmak ister. Bu bağı kurduğunda daha iyi öğrenir.
Öğretmenler, öğrencilerle kuracakları kişisel ilişkileriyle, anlatacakları konunun hayatla bağlantısını kurarak, vereceği bilginin öğrencinin ne işine yarayacağını açık seçik ortaya koyarak, beynin bu anlam ihtiyacını gidermeleri beklenir.
Haz Verici Olan
Beynin birincil görevi güvenliği sağlamak, ikincil görevi ise haz almaktır. Güvende olduğunu hisseden beyin, en kısa sürede eğlenmeye yönelir. Bu nedenle, hangi işi yaparsa yapsın, severse, olumlu duygular hissederse, işi yaparken keyif alırsa çok daha iyi öğrenir. Buna karşın okullarımızda sınıf ortamlarının çok da eğlenceli olduğu söylenemez. Bu nedenle, öğrencilerin okula gitme heyecanı genellikle düşük olur.
Öğretmenler, öğretecekleri konunun ilgi çekici yanlarını ortaya koyarak, öğrencilerin hoşuna gidecek öğrenme-öğretme yöntemlerini kullanarak, beynin eğlenme ve haz alma ihtiyacını giderebilirler. Bu açıdan, derslerde müzikten yararlanmak, drama yöntemlerini kullanmak, film izletmek, dans ettirmek, espri ve mizahtan yararlanmak oldukça etkili sonuçlar doğuracaktır.
Öğretmenler Beyinle İlgili Bilgilerini Nasıl Artırabilir?
Öğretmenlerin beynimize dair bilgilerini geliştirmek adına fırsatlar sunulmalıdır. Bu kapsamda hem Milli Eğitim Bakanlığı’nın hem üniversitelerin hem de eğitim kurumlarının üzerlerine düşen sorumlulukları almaları gerekir. Beyne dair son yapılan bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gerçeklerin, öğretmenlerin gündeminde olması gerekir.
Bu ihtiyacın bir ifadesi olarak Marmara Üniversitesi bünyesinde kurulan “Eğitim ve Beyin (Nöroeğitim) Platformu” ile iki yıldır düzenli eğitim ve seminer çalışmaları yapılmaktadır. Kurumsal kimliğe kavuşması için çalışmaların başlatıldığı platforma bütün eğitimcileri davet ediyoruz.
Hep birlikte yapacağımız “beyni öğrenme yolculuğu” sayesinde çocuklarımıza çok daha büyük değerler katacağız.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Yrd. Doç. Dr. Oktay Aydın / Marmara Üniversitesi
Öğretim yılı boyunca büyük emekler harcayan öğretmenlerin yaz tatili süresince bedenlerini ve zihinlerini tazelemiş olmaları çok önemlidir. Yaz aylarında, ortam değiştirebilen, kendi istediklerini yapmaya fırsat bulan, görüşemediği arkadaşlarıyla görüşebilen öğretmenler elbette tatilin hakkını daha çok vermişlerdir. Tazelenmiş enerjileri ile öğretim yılına daha hazır hale gelmiş olduklarını düşünmek mümkün. Hatta birçok öğretmenin okulunu, meslektaşlarını ve öğrencilerinin yürekten gelen seslerini özlediklerine de şüphe yok.
İnsan beyni, değişiklikleri sever. Değişimler beyni uyarır ve enerjisini artırır. Farklı şeylere yöneldiğinde de merak duygusu beslenir. Yeni durumlara uyum sağlamaya çalışırken yeni şeyler öğrenir ve bilgilerini zenginleştirir. Umarım ki, bütün öğretmenler, tatilin sunduğu fırsatları iyi değerlendirmiş ve beyinlerine iyi gelecek yatırımları yapmışlardır.
Yeni öğretim yılına başlarken öğretmenlere önerim, beyinle ilgili bilgilerini artırmaları ve beyni daha yakından tanımalarıdır.
Beyni Tanımak Neden Çok Önemlidir?
İnsanın çevre ile olan ilişkisi beyin aracılığıyla olur. Beynimiz, dış dünya ile sürekli alışveriş halindedir. Dış dünyadan etkilenir; dış dünyayı etkiler. Öğretmenlerin bu ilişkiyi kavraması ve söz konusu etkileşimin nasıl gerçekleştiğini bilmesi eğitim adına sanıldığından çok daha önemlidir. Psikoloji ve pedagojinin ortaya koyduğu kavram ve modeller elbette ki çok önemlidir. Ancak, günümüzde bu bilgileri beyne dair bilgilerle derinleştirmez ve büyük ölçüde sadece yorumlarla içinde bulunduğumuz durumları algılarsak yanılma olasılığımız da büyük olur.
Dünyada son 20-30 yıldır gelişen teknolojilerin sunduğu imkanlarla beyinle ilgili yapılan araştırmalarda büyük artış oldu. Elde edilen sonuçlar da öyle gösteriyor ki, insana dair bilgilerimizi fazlasıyla gözden geçirmemize yol açacak. İnsanı anladıkça, günlük hayatımıza dair yaşanacak değişimlerin hayal ettiğimizden daha büyük olacağı kesin. Bu konuda bir ufuk açması açısından öğretmenlerin “2045 Avatar Projesi”ni internet ortamında takip etmelerini öneririm. Bugün artık “nöro pazarlama”, “nöro hukuk” gibi kavramlardan söz edilmektedir. Aynı şekilde eğitimde de, “nöro öğrenme”, “nöro sınıf yönetimi”, “nöro disiplin” gibi kavramlardan daha fazla söz edilecektir.
Beyne dair bilgilerin artmasıyla birlikte, çocuk ve ergenlerin beyin gelişimi, düşünme becerileri, öğrenme özellikleri, çalışma alışkanlıkları, duygusal tepkileri, davranış sorunları vb. pek çok konuda yeniden değerlendirmeler yapmak kaçınılmaz olacaktır. Bu konuların yüzeysel bir bilgiden öte daha derinlemesine bir anlayışla kavranması gerekir. Bir öğretmen, çocuğun davranışlarını “işine geldiği için öyle yapıyor” diye algılamak yerine, “beynin zorunlu ya da iradi fonksiyonu” olarak algıladığında, içindeki “sıkıntı”, merak edilen bir “bulmaca”ya dönüşecektir.
Unutmamak gerekir ki, her öğretmenin sınıfında öğrenci sayısı kadar beyin var. Sınıfta olup bitenler de, bu beyinlerin tepkilerine bağlıdır. Kendisinin verdiği tepkiler de kendi beyninin çıktısıdır. O halde, “Beyin nasıl çalışır?”, “Beynimiz neyi, niye yapar?”, “Beyin neleri sever, neleri sevmez?” gibi birçok soru artık eğitimcilerin daha fazla gündeminde olmalıdır.
Beynin Sevdiği Dört Şey
Yeni öğretim yılına başlarken, öğretmenlere beyinle ilgili birkaç ipucu vermekte yarar var. Sınıfa girdiğimiz andan itibaren karşımızda duran çocukların asla küçümsenmemesi gereken beyinleri, bizlerden kritik birkaç şeye özen göstermemizi ister.
Yeni Olan
Beyin “yeni” olanı sever. Yeni ortamlar, yeni insanlar, yeni konular beyin için ilgi çekicidir. Yeni olanın belirsizliği ve bilinmezliği beyni kendine doğru çeker. Beyin, keşfetmek, anlamak, kavramak ister. Böylece kendini daha güvende hisseder.
Öğretmenlerin, bir konuyu sınıfa sunmadan önce, o konuyla ilgili öğrencilerinde yenilik ve bilinmezlik duygusunu yaratmaları gerekir. Bunu da, soracakları soru, izletecekleri film, başlatacakları bir tartışma ile yapabilirler.
Zor Olan
Beyin, tehditler karşısında çok duyarlıdır. Öfkeli bir öğretmen, zorlu bir sınav, fazlaca verilmiş ödev, zor bir soru beyin açısından tehdittir. Tehditler karşısında beyin ya çözüm üretmek için harekete geçer ya da o tehditten uzaklaşır. Örneğin, akıldan hesaplama yapmamızı gerektirecek bir soru sorulursa, beynimiz çözüm üretene kadar o soruya takılıp kalır.
Öğretmenlerin, ders konularıyla ilgili olarak öğrencilerin beynini harekete geçirecek türden zorlayıcı soru ve sorgulamalar sunmalıdır öğrencilere. Ancak, bu zorlamalar çok abartılmamalı, beynin sadece bir iki adım önünde olmalıdır. Basit ama kritik bir öneri de “pedagojik kaygı” ile ilgilidir. Sınıfta, öğrencilere hafif düzeyde kaygı yaratarak öğrenme motivasyonu ve dikkati artırılabilir. Buna bağlı olarak, sınıfa bir soru sorulduğunda “Kim cevap verecek?” demek yerine, kendi seçeceği öğrenciden cevap istemelidir. Öğrencilere, “Bu konuda senin görüşün nedir?”, “Soruya nasıl bir cevap verebilirsin?” gibi hamleler yaparak her an hazır kalmaları sağlanabilir.
Anlamlı Olan
Öğrencilerle öğretmenleri sık sık karşı karşıya getiren temel sorunlardan biri de, öğrencilerin “Öğretmenim bu konu bizim ne işimize yarayacak?” sorusunda saklıdır. Öğrencinin bu sorusu genellikle öğretmen tarafından ukalalık olarak yorumlanır. Verilen cevaplar da daha çok “Bilginin iyisi kötüsü olmaz.”, “Sen uzmanlardan daha mı iyi bileceksin?” türündendir. Aslında öğrencinin sorduğu bu soru beyninin anlam arayışından kaynaklanmaktadır. Beyin, öğreneceği şeyle kendisi arasında bir anlam bağlantısı kurmak ister. Bu bağı kurduğunda daha iyi öğrenir.
Öğretmenler, öğrencilerle kuracakları kişisel ilişkileriyle, anlatacakları konunun hayatla bağlantısını kurarak, vereceği bilginin öğrencinin ne işine yarayacağını açık seçik ortaya koyarak, beynin bu anlam ihtiyacını gidermeleri beklenir.
Haz Verici Olan
Beynin birincil görevi güvenliği sağlamak, ikincil görevi ise haz almaktır. Güvende olduğunu hisseden beyin, en kısa sürede eğlenmeye yönelir. Bu nedenle, hangi işi yaparsa yapsın, severse, olumlu duygular hissederse, işi yaparken keyif alırsa çok daha iyi öğrenir. Buna karşın okullarımızda sınıf ortamlarının çok da eğlenceli olduğu söylenemez. Bu nedenle, öğrencilerin okula gitme heyecanı genellikle düşük olur.
Öğretmenler, öğretecekleri konunun ilgi çekici yanlarını ortaya koyarak, öğrencilerin hoşuna gidecek öğrenme-öğretme yöntemlerini kullanarak, beynin eğlenme ve haz alma ihtiyacını giderebilirler. Bu açıdan, derslerde müzikten yararlanmak, drama yöntemlerini kullanmak, film izletmek, dans ettirmek, espri ve mizahtan yararlanmak oldukça etkili sonuçlar doğuracaktır.
Öğretmenler Beyinle İlgili Bilgilerini Nasıl Artırabilir?
Öğretmenlerin beynimize dair bilgilerini geliştirmek adına fırsatlar sunulmalıdır. Bu kapsamda hem Milli Eğitim Bakanlığı’nın hem üniversitelerin hem de eğitim kurumlarının üzerlerine düşen sorumlulukları almaları gerekir. Beyne dair son yapılan bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gerçeklerin, öğretmenlerin gündeminde olması gerekir.
Bu ihtiyacın bir ifadesi olarak Marmara Üniversitesi bünyesinde kurulan “Eğitim ve Beyin (Nöroeğitim) Platformu” ile iki yıldır düzenli eğitim ve seminer çalışmaları yapılmaktadır. Kurumsal kimliğe kavuşması için çalışmaların başlatıldığı platforma bütün eğitimcileri davet ediyoruz.
Hep birlikte yapacağımız “beyni öğrenme yolculuğu” sayesinde çocuklarımıza çok daha büyük değerler katacağız.
Son Güncelleme: Perşembe, 17 Eylül 2015 16:18
Gösterim: 4151
Prof. Dr. Z. Fulya TEMEL / Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Eğitimi ABD Öğretim Üyesi
Erken çocukluk dönemi pek çok becerinin kazanılması açısından çocuğun yaşamında kritik bir önem arz etmektedir. Bu nedenle çocuklara bu dönemde nitelikli bir eğitim sağlamak gerekmektedir. Dünya’da özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yapılan gerek boylamsal, gerekse kesitsel araştırmalar erken çocukluk döneminin öneminin anlaşılmasını sağlamıştır. Bu araştırmalar neticesinde de çeşitli eğitim programları geliştirilmiş; çocuk eğitimi konusunda farklı yaklaşımlar ortaya atılmıştır. Eğitim programlarının ve yaklaşımların geliştirilmesinin ardından bu programların niteliklerinin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiği soruları ortaya atılmıştır. Çünkü ancak iyi bir şekilde planlanan nitelikli programlar, eğitimin niteliğini artırmaktadır. Bu bağlamda da eğitim programlarının niteliği arttıkça, nitelikli insan yetiştirmek durumu söz konusu olacaktır.
Erken çocukluk eğitim programlarında, programın planlanması ve yürütülmesinde niteliği belirleyen temel ölçüt çocuğun gelişimsel gereksinimlerin karşılanmasıdır. Bu hususa “Her çocuk bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaksal ve toplumsal gelişimini sağlayacak bir hayat seviyesine, potansiyelini geliştirme hakkına sahiptir.” maddesi ile 1989 yılında yayımlanan Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’de vurgu yapılmaktadır. Bu maddenin varlığına ve çeşitli sosyal yardım kuruluşlarının çalışmalarına rağmen dünya genelinde erken yaşta milyonlarca çocuğun potansiyellerini en üst derece geliştirme hakkından yararlanamadığı bilinmektedir. Bu çocukların gelişimlerinin risk altında olduğu ve dezavantajlı bölgelerde yaşadıkları göz önüne alındığında, çocukların gereksinimlerine uygun programlarca desteklenmesi gerektiği fikri ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda nitelikli bir erken çocukluk eğitim programı çocukların farklı gereksinimlerine ve ilgilerine cevap vermeli; kaynaştırılmış bir yaklaşımla çocuğun tüm gelişim alanlarını birlikte ele alarak bütünsel gelişimini desteklemelidir. Bugün dünyada uygulanan birçok program bu unsura önem vermekte olup, High Scope ve Head Start gibi birçok programın ortaya çıkmasında da çocukların gelişimsel geriliklerini ortadan kaldırma amacı etkili olmuştur.
Nitelikli erken çocukluk eğitim programları çocukların bireysel farklılıklarına göre gelişimsel gereksinimlerine cevap vermelidir. Çocuk eğitimindeki amacı çocuğun kendi kendine yeterli hale gelmesi ve karşılaştığı engellerle baş edebilmesi olarak ifade edilen Reggio Emilia Yaklaşımı’na göre her çocuğun büyümeye, bireysel bir varlık olmaya ve kendini serbestçe ifade etmeye hakkı vardır. Montessori Eğitim Yöntemi’nde de çocuğun bireysel gelişimini sağlamak temel hedeflerden biridir. Montessori Yöntemi, çocukların bireysel gelişimlerini, iç disiplin geliştirmelerini saygının hakim olduğu huzurlu bir atmosferde desteklemeyi amaçlamaktadır. Felsefesi “Kendim yapabilmem için bana yardım et” olan Montessori Eğitim Yöntemi sağladığı oto eğitim ile çocuklara hatalarını kendi kendilerine bulma ve düzeltme olanağı sağlamaktadır. Reggio Emila Yaklaşımı ve Montessori Eğitim Yöntemi gibi Waldorf Yaklaşımı ve Steiner Pedagojisi de çocukları bireyselleştirmeye önem vermektedir. Waldorf Yaklaşımı ve Steiner Pedagojisi aynı zamanda çocukların bireyselleştirilirken, kendi doğalarına uygun olmayan deneyimler yaşamak zorunda bırakılmasına karşı çıkmaktadır.
Nitelikli erken çocukluk eğitim programlarının etkin öğrenmeye önem vermeleri beklenmektedir. Etkin öğrenme çocukların kendi öğrenme süreçlerinin karar vericisi olarak, aktif oldukları bir süreçtir. Bu süreçte çocuklar aktif olup, pasif birer alıcı değillerdir. İsmi etkin öğrenme ile özdeşleşmiş olan High Scope Programı’nda etkin öğrenme malzeme, kullanma, seçim, dil ve destek olmak üzere beş ana noktadan oluşmaktadır. High Scope Programı’nda çocuğun çok farklı biçimlerde kullanabileceği çok amaçlı malzeme ve materyaller bulunmakta olup, bu materyaller ilgi alanlarına göre çocukların ilgi ve gelişim düzeylerini yansıtacak şekilde seçilmektedir. Seçilen bu malzemelerin açık uçlu olabilmesinin yanı sıra doğal ve gerçek olmasına özen gösterilmektedir. Çocuk bu materyal zenginliği içerisinde seçim yaparak hangi malzemeyi kullanarak ne yapacağına karar vermektedir. High Scope programında süreç içerisinde yetişkinler çocuğa yapmakta olduğu şeyi ifade etmesini sağlayan açık uçlu sorular sorarak çocuğun yaratıcılık çabalarını desteklemektedirler.
Nitelikli erken çocukluk eğitim programlarında yetişkin çocuk etkileşiminin doğası da önemli bir boyuttur. Bir diğer adı Gelişimsel Etkileşim Yaklaşımı olan Bank Street Yaklaşımı’nda öğretmenler çocuklar ile bire bir iletişim kurup, bu iletişim aracılığı ile aynı zamanda çocuk hakkında bilgi sahibi olmaktadırlar. Bu yaklaşımda çocuklar öğretmenin yanı sıra onlara yardımcı olan diğer yetişkinler ile de etkileşimde bulunmaktadırlar. Piramit Metodu’nda ise eğitim esnasında çocuk ile eğitimci arasındaki bağa oldukça önem verilmektedir. Bu noktada çocuğun eğitimciyi kendine yakın hissetmesi önem kazanmaktadır. Diğer bir ifade ile öğretmen ile çocuk arasındaki psikolojik yakınlık, öğrenmenin başlayabilmesi için bir ön koşul olarak görülmektedir. Sosyal etkileşim açısından önemli olan bir diğer program olan High Scope Programı’dır. High Scope Program’nda ise çocuk ve öğretmen programın öğrenenleri olarak ifade edilmekte ve bu her iki öğrenen arasında ciddi bir etkileşim olduğu vurgulanmaktadır.
Kültürel çeşitliliğe sahip olan bu dünyada bütün insanların kendilerini gerçekleştirmek üzere fırsat ve kaynakları kullanmak için eşit haklarının olduğu bilinmektedir. Bu noktada nitelikli eğitim programları kültürel çeşitlilik ve eşitliği vurgulaması ile de ön plana çıkmaktadır. Bu programlarda çocuğun gelişiminin desteklenmesinde çevresi ile olan karşılıklı ve dinamik etkileşimine önem verilmektedir. Bugün tüm dünyada kültürel çeşitliliği sağlayan programların başında Ayrımcılık Karşıtı Program gelmektedir. Ayrımcılık Karşıtı Program, çocukların gerek kendilerine, gerekse ailelerine karşı saygı duyulması gerektiğini vurgulamaktadır. İnsanların birbirinden farklı olduğu ve de farklı olmaya devam edecekleri gerçeğinden yola çıkan Ayrımcılık Karşıtı Program, erken çocukluk eğitim programlarının bütün çocukları kapsaması gerektiğine vurgulamaktadır.
Aile çocuğun gelişimini desteklemek ve kalıcılığı sağlamak için en etkili ve ekonomik sistemdir. Erken çocukluk eğitim programlarının etkilerinin devamlılığını koruması beklenmektedir. Bu noktada nitelikli ve başarılı bir erken çocukluk eğitim programının içerisinde bulundurması gereken en önemli faktörlerden biri de ebeveyn katılımıdır. Nitelikli erken çocukluk eğitim programları olarak ifade edilebilen Waldorf, Piramit, High Scope, Bank Street’in tamamında aile eğitimi ve katılımına değer verilmektedir. Bu programlara ilaveten Reggio Emilia Yaklaşımı, II. Dünya Savaşı sonrasında ailelerin çocukları için bir okul yapma girişimi ile ortaya çıkması itibari ile diğer programlardan aile katılımı hususunda daha değerlidir.
Değerlendirme, eğitimcilerin çocukların ilgi ve ihtiyaçlarını belirleyebilmesi hususunda programın önemli ögelerinden biridir. Çoğu araştırma tarafından başarılı programların en temel unsurlarının işleyişini öğretmen, program ve çocuk açısından çok yönlü olarak değerlendirdikleri ortaya konulmaktadır. Erken çocukluk eğitim programlarında çocuğun özel ilgi alanlarının ve bireysel gelişiminin ortaya konulmasında değerlendirme oldukça önemli bir unsurdur. Piramit Metodu’nda çocuğun, öğretmenin ve programın değerlendirmesi olmak üzere üç şekilde değerlendirme yapılmaktadır. Bütün bu değerlendirme sürecinde de hem geleneksel hem de otantik değerlendirme yöntemlerinden yararlanılmaktadır. Reggio Emilia Yaklaşımı ise çocukların çalışmalarını ve deneyimlerini içeren okulda yapılan çalışmaları dökümante ederek, erken çocukluk eğitimi alanına önemli bir katkıda bulunmaktadır. Reggio Emilia Yaklaşımı’ndaki dökümantasyonu diğer erken çocukluk eğitim sınıflarındaki çocukların çalışmalarının sergilenmesinden farklı kılan yön, zengin betimlemelerle çocukların öğrenme aşamalarını içermesi ve bunları sistemli bir şekilde düzenleyerek analiz etmesidir. Dökümantasyon, portfolyo sisteminden oldukça farklı bir kavramdır. Portfolyoda çocukların resimleri, çalışmaları kronolojik bir şekilde saklanmakta ve çocuğun gelişim çizgisi belirlenmektedir. Dökümantasyon ise portfolyonun aksine tek bir çocuğa değil tüm çocuklara odaklanmaktadır. Tek bir çocuğa odaklanılması durumunda dahi çocuğun etkileşimleri kaydedilerek gelişimi takip edilmektedir. Diğer bir deyişle dökümantasyon okul ruhunu açıkça ortaya koymaktadır.
Erken çocukluk eğitimi alanında dünya çapında kabul gören programların, bazı program nitelikleri açısından diğerlerinden ayrıldığı görülmektedir. Bu noktada son yıllarda erken çocukluk eğitiminin yaygınlaşması amacı ile gösterilen çabalar çok kıymetli olmakla birlikte, bu süreçte erken çocukluk eğitim programlarının nitelik boyutunun da sorgulanması ve bu hususta gerekli ilginin gösterilmesi gerekmektedir.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Prof. Dr. Z. Fulya TEMEL / Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Okul Öncesi Eğitimi ABD Öğretim Üyesi
Erken çocukluk dönemi pek çok becerinin kazanılması açısından çocuğun yaşamında kritik bir önem arz etmektedir. Bu nedenle çocuklara bu dönemde nitelikli bir eğitim sağlamak gerekmektedir. Dünya’da özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında yapılan gerek boylamsal, gerekse kesitsel araştırmalar erken çocukluk döneminin öneminin anlaşılmasını sağlamıştır. Bu araştırmalar neticesinde de çeşitli eğitim programları geliştirilmiş; çocuk eğitimi konusunda farklı yaklaşımlar ortaya atılmıştır. Eğitim programlarının ve yaklaşımların geliştirilmesinin ardından bu programların niteliklerinin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiği soruları ortaya atılmıştır. Çünkü ancak iyi bir şekilde planlanan nitelikli programlar, eğitimin niteliğini artırmaktadır. Bu bağlamda da eğitim programlarının niteliği arttıkça, nitelikli insan yetiştirmek durumu söz konusu olacaktır.
Erken çocukluk eğitim programlarında, programın planlanması ve yürütülmesinde niteliği belirleyen temel ölçüt çocuğun gelişimsel gereksinimlerin karşılanmasıdır. Bu hususa “Her çocuk bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaksal ve toplumsal gelişimini sağlayacak bir hayat seviyesine, potansiyelini geliştirme hakkına sahiptir.” maddesi ile 1989 yılında yayımlanan Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’de vurgu yapılmaktadır. Bu maddenin varlığına ve çeşitli sosyal yardım kuruluşlarının çalışmalarına rağmen dünya genelinde erken yaşta milyonlarca çocuğun potansiyellerini en üst derece geliştirme hakkından yararlanamadığı bilinmektedir. Bu çocukların gelişimlerinin risk altında olduğu ve dezavantajlı bölgelerde yaşadıkları göz önüne alındığında, çocukların gereksinimlerine uygun programlarca desteklenmesi gerektiği fikri ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda nitelikli bir erken çocukluk eğitim programı çocukların farklı gereksinimlerine ve ilgilerine cevap vermeli; kaynaştırılmış bir yaklaşımla çocuğun tüm gelişim alanlarını birlikte ele alarak bütünsel gelişimini desteklemelidir. Bugün dünyada uygulanan birçok program bu unsura önem vermekte olup, High Scope ve Head Start gibi birçok programın ortaya çıkmasında da çocukların gelişimsel geriliklerini ortadan kaldırma amacı etkili olmuştur.
Nitelikli erken çocukluk eğitim programları çocukların bireysel farklılıklarına göre gelişimsel gereksinimlerine cevap vermelidir. Çocuk eğitimindeki amacı çocuğun kendi kendine yeterli hale gelmesi ve karşılaştığı engellerle baş edebilmesi olarak ifade edilen Reggio Emilia Yaklaşımı’na göre her çocuğun büyümeye, bireysel bir varlık olmaya ve kendini serbestçe ifade etmeye hakkı vardır. Montessori Eğitim Yöntemi’nde de çocuğun bireysel gelişimini sağlamak temel hedeflerden biridir. Montessori Yöntemi, çocukların bireysel gelişimlerini, iç disiplin geliştirmelerini saygının hakim olduğu huzurlu bir atmosferde desteklemeyi amaçlamaktadır. Felsefesi “Kendim yapabilmem için bana yardım et” olan Montessori Eğitim Yöntemi sağladığı oto eğitim ile çocuklara hatalarını kendi kendilerine bulma ve düzeltme olanağı sağlamaktadır. Reggio Emila Yaklaşımı ve Montessori Eğitim Yöntemi gibi Waldorf Yaklaşımı ve Steiner Pedagojisi de çocukları bireyselleştirmeye önem vermektedir. Waldorf Yaklaşımı ve Steiner Pedagojisi aynı zamanda çocukların bireyselleştirilirken, kendi doğalarına uygun olmayan deneyimler yaşamak zorunda bırakılmasına karşı çıkmaktadır.
Nitelikli erken çocukluk eğitim programlarının etkin öğrenmeye önem vermeleri beklenmektedir. Etkin öğrenme çocukların kendi öğrenme süreçlerinin karar vericisi olarak, aktif oldukları bir süreçtir. Bu süreçte çocuklar aktif olup, pasif birer alıcı değillerdir. İsmi etkin öğrenme ile özdeşleşmiş olan High Scope Programı’nda etkin öğrenme malzeme, kullanma, seçim, dil ve destek olmak üzere beş ana noktadan oluşmaktadır. High Scope Programı’nda çocuğun çok farklı biçimlerde kullanabileceği çok amaçlı malzeme ve materyaller bulunmakta olup, bu materyaller ilgi alanlarına göre çocukların ilgi ve gelişim düzeylerini yansıtacak şekilde seçilmektedir. Seçilen bu malzemelerin açık uçlu olabilmesinin yanı sıra doğal ve gerçek olmasına özen gösterilmektedir. Çocuk bu materyal zenginliği içerisinde seçim yaparak hangi malzemeyi kullanarak ne yapacağına karar vermektedir. High Scope programında süreç içerisinde yetişkinler çocuğa yapmakta olduğu şeyi ifade etmesini sağlayan açık uçlu sorular sorarak çocuğun yaratıcılık çabalarını desteklemektedirler.
Nitelikli erken çocukluk eğitim programlarında yetişkin çocuk etkileşiminin doğası da önemli bir boyuttur. Bir diğer adı Gelişimsel Etkileşim Yaklaşımı olan Bank Street Yaklaşımı’nda öğretmenler çocuklar ile bire bir iletişim kurup, bu iletişim aracılığı ile aynı zamanda çocuk hakkında bilgi sahibi olmaktadırlar. Bu yaklaşımda çocuklar öğretmenin yanı sıra onlara yardımcı olan diğer yetişkinler ile de etkileşimde bulunmaktadırlar. Piramit Metodu’nda ise eğitim esnasında çocuk ile eğitimci arasındaki bağa oldukça önem verilmektedir. Bu noktada çocuğun eğitimciyi kendine yakın hissetmesi önem kazanmaktadır. Diğer bir ifade ile öğretmen ile çocuk arasındaki psikolojik yakınlık, öğrenmenin başlayabilmesi için bir ön koşul olarak görülmektedir. Sosyal etkileşim açısından önemli olan bir diğer program olan High Scope Programı’dır. High Scope Program’nda ise çocuk ve öğretmen programın öğrenenleri olarak ifade edilmekte ve bu her iki öğrenen arasında ciddi bir etkileşim olduğu vurgulanmaktadır.
Kültürel çeşitliliğe sahip olan bu dünyada bütün insanların kendilerini gerçekleştirmek üzere fırsat ve kaynakları kullanmak için eşit haklarının olduğu bilinmektedir. Bu noktada nitelikli eğitim programları kültürel çeşitlilik ve eşitliği vurgulaması ile de ön plana çıkmaktadır. Bu programlarda çocuğun gelişiminin desteklenmesinde çevresi ile olan karşılıklı ve dinamik etkileşimine önem verilmektedir. Bugün tüm dünyada kültürel çeşitliliği sağlayan programların başında Ayrımcılık Karşıtı Program gelmektedir. Ayrımcılık Karşıtı Program, çocukların gerek kendilerine, gerekse ailelerine karşı saygı duyulması gerektiğini vurgulamaktadır. İnsanların birbirinden farklı olduğu ve de farklı olmaya devam edecekleri gerçeğinden yola çıkan Ayrımcılık Karşıtı Program, erken çocukluk eğitim programlarının bütün çocukları kapsaması gerektiğine vurgulamaktadır.
Aile çocuğun gelişimini desteklemek ve kalıcılığı sağlamak için en etkili ve ekonomik sistemdir. Erken çocukluk eğitim programlarının etkilerinin devamlılığını koruması beklenmektedir. Bu noktada nitelikli ve başarılı bir erken çocukluk eğitim programının içerisinde bulundurması gereken en önemli faktörlerden biri de ebeveyn katılımıdır. Nitelikli erken çocukluk eğitim programları olarak ifade edilebilen Waldorf, Piramit, High Scope, Bank Street’in tamamında aile eğitimi ve katılımına değer verilmektedir. Bu programlara ilaveten Reggio Emilia Yaklaşımı, II. Dünya Savaşı sonrasında ailelerin çocukları için bir okul yapma girişimi ile ortaya çıkması itibari ile diğer programlardan aile katılımı hususunda daha değerlidir.
Değerlendirme, eğitimcilerin çocukların ilgi ve ihtiyaçlarını belirleyebilmesi hususunda programın önemli ögelerinden biridir. Çoğu araştırma tarafından başarılı programların en temel unsurlarının işleyişini öğretmen, program ve çocuk açısından çok yönlü olarak değerlendirdikleri ortaya konulmaktadır. Erken çocukluk eğitim programlarında çocuğun özel ilgi alanlarının ve bireysel gelişiminin ortaya konulmasında değerlendirme oldukça önemli bir unsurdur. Piramit Metodu’nda çocuğun, öğretmenin ve programın değerlendirmesi olmak üzere üç şekilde değerlendirme yapılmaktadır. Bütün bu değerlendirme sürecinde de hem geleneksel hem de otantik değerlendirme yöntemlerinden yararlanılmaktadır. Reggio Emilia Yaklaşımı ise çocukların çalışmalarını ve deneyimlerini içeren okulda yapılan çalışmaları dökümante ederek, erken çocukluk eğitimi alanına önemli bir katkıda bulunmaktadır. Reggio Emilia Yaklaşımı’ndaki dökümantasyonu diğer erken çocukluk eğitim sınıflarındaki çocukların çalışmalarının sergilenmesinden farklı kılan yön, zengin betimlemelerle çocukların öğrenme aşamalarını içermesi ve bunları sistemli bir şekilde düzenleyerek analiz etmesidir. Dökümantasyon, portfolyo sisteminden oldukça farklı bir kavramdır. Portfolyoda çocukların resimleri, çalışmaları kronolojik bir şekilde saklanmakta ve çocuğun gelişim çizgisi belirlenmektedir. Dökümantasyon ise portfolyonun aksine tek bir çocuğa değil tüm çocuklara odaklanmaktadır. Tek bir çocuğa odaklanılması durumunda dahi çocuğun etkileşimleri kaydedilerek gelişimi takip edilmektedir. Diğer bir deyişle dökümantasyon okul ruhunu açıkça ortaya koymaktadır.
Erken çocukluk eğitimi alanında dünya çapında kabul gören programların, bazı program nitelikleri açısından diğerlerinden ayrıldığı görülmektedir. Bu noktada son yıllarda erken çocukluk eğitiminin yaygınlaşması amacı ile gösterilen çabalar çok kıymetli olmakla birlikte, bu süreçte erken çocukluk eğitim programlarının nitelik boyutunun da sorgulanması ve bu hususta gerekli ilginin gösterilmesi gerekmektedir.
Son Güncelleme: Çarşamba, 19 Ağustos 2015 17:45
Gösterim: 6979

