Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.
Alpaslan Dartan
Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
MEB'e bağlı okullarda eğitim alan yaklaşık 21 milyon öğrenci ve 1 milyon 200 bin civarındaki öğretmen 2024-2025 eğitim öğretim yılı ikinci dönemine 3 Şubat 2025 Pazartesi günü başladılar. 20 Haziran 2025 tarihinde verilecek karneler ile sona erecek olan resmi eğitim süreci sınav döneminde bulunan 8 ve 12. Sınıf öğrenci ve velileri için Lise ve Üniversite giriş sınavları nedeniyle Temmuz ve Ağustos aylarında da heyecanlı bir şekilde devam edecek.
Hem devlet hem de özel okullarda ikinci dönemler çok hızlı geçen bir süreç, zaman neredeyse su gibi akıp geçiyor. Maalesef son üç yılda bu dönemlerde yaşanan facialar ülkemizi yasa boğsa da hayatın akışında yaşamak ve hayata tutunmak zorunda kalıyoruz. 21 Ocak 2025'te Kartalkaya'daki Grand Kartal otelinde meydana gelen yangında 36'sı çocuk 78 kişi hayatını kaybetti.
Bundan 2 yıl önce de ülkemizin yaşadığı en büyük deprem felaketiyle karşı karşıya kalmıştık. 6 Şubat 2023 tarihinde yerel saat ile 04.17'de ve 13.24'de merkez üssü Pazarcık (Kahramanmaraş) ve Elbistan (Kahramanmaraş) olan Mw 7.7 (8.6 km derinliğinde) ve Mw 7.6 (7.6 km derinliğinde) büyüklüğündeki iki deprem Türkiye, tarihinin en yıkıcı ve ölümcül felaketi oldu. İki depremde, resmi verilere göre 53 binden fazla kişi hayatını kaybetti.
Yakın zamanda yaşanan bu iki felaketin öncesinde de Covid-19 pandemisi yaşanmıştı. Nisan 2020’de başlayan ve iki yıl kadar tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınını da dâhil edersek son 5 yıla damga vuran felaketler zinciri ülkemizin ekonomik, sosyal ve duygusal dengesini alt üst etmeye yetmiştir. Bu süreç okul çağında bulunan milyonlarca öğrencinin eğitimlerini de sürdürmelerini zorlaştırdı. Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen eğitim, ülke için aileler için öncelikli olmaya devam ediyor. Okullar, öğrenciler ve öğretmenler sistemin tüm girdileri ve paydaşları zamanın akışında kendilerine ayrılan verilen rolleri yerine getiremeye çalışıyorlar.
İkinci dönemin başlangıcı ile bitimi arasında (3 Şubat 2025 ile 20 Haziran 2025) resmi tatil günlerini çıkarırsak (Nisan Ara Tatili, bir hafta aynı zamanda Ramazan Bayramı, 23 Nisan, 1 ve 19 Mayıs ile Kurban Bayramı tatilleri) eğitim ve öğretim ile geçecek gün sayısı toplam 18 hafta yani iş günü olarak 90 gün kalıyor. Zaten toplam eğitim süresinin 180 gün, bu 90 gün içerisinde en az 2-3 haftadan ortak sınav haftaları da eklendiğinde eğitimle geçecek gün sayısı azalıyor. İlkbahar ve yaz ayları, günlerin uzaması, ısınması nedeniyle okulda geçen günlerin saatlerin kısa olacağı hissi.
Bu dönemde her yıl 15 tatil döneminde gerçekleştirilen Geleneksel Antalya Eğitim Sempozyumlarının 23. cüsü de 29 Ocak – 1 Şubat 2025 tarihlerinde yine son yıllarda olduğu gibi Antalya Kaya Palazzo Otel’de gerçekleştirildi. Milli Eğitim Bakanı Sayın Prof. Dr. Yusuf Tekin’in da katıldığı 23. Geleneksel Antalya Eğitim Sempozyumu “Türkiye'de ve Dünyada Özel Okullar ” temasıyla özel okulları masaya yatırdı.
Devletlerin eğitim hakkını sağlaması konusu sosyal devlet anlayışının gereklerinden birisidir. Türkiye’de eğitim hakkı başta Anayasa’nın 42. Maddesi olmak üzere birçok kanun ve yönetmelik ile güvence altına alınmıştır. Türkiye’de eğitimin erişilebilirliği, eşitliği, kapsayıcılığı ve devamlılığının sağlanması adına pek çok araştırmalar yapılmıştır yapılmaktadır da.
Yıllardır resmi ve özel okullar arasında özellikle akademik yönden karşılaştırmalar yapılır, devletin ücretsiz olarak sunması gereken eğitim hizmetinin bir kısmını özel okullara devretmesi üzerinden hep öğrenci ve öğretmen sayıları, okullaşma oranları, akademik başarılar, ulusal sınavlardaki (LGS ve YKS) başarılar karşılaştırılır. Eğitim türleri açısından akademik liselerin devletin resmi kurumlarında sayıca azaldığı, İmam Hatip ve Meslek Liselerinin sayısının ağırlık kazandığı, buna bağlı olarak paralı eğitimin yaygınlaştırılmak istendiği özel okul sayısının oldukça arttığı gibi pek çok konu da bu karşılaştırmalarda kendine bir yer bulmaktadır.
Özel okulların daha güvenli, daha az öğrenci sayısıyla, daha çok sosyal aktiviteye olanak sunduğu, akademik başarıya odaklanabildiği, yabancı dil eğitimini daha iyi başardığı gibi olumlu yönleri öne çıkarılırken özlük hakları ve sosyal güvenceleri açısından öğretmen ve çalışanlarını daha çok mağdur ettiği, çalışma saatleri ve görev tanımlarındaki esneklik nedeniyle daha baskıcı bir yönetim şekli olduğu da oldukça konuşulan konular arsındadır.
MEB verileri ve İstatistikler ise okul öncesi de dâhil tüm kademelerde eğitime erişimin sayısal olarak arttığını gösteriyor. Eğitime erişimin artmasına rağmen özel okullardaki öğrenci sayılarının görece artması ya da okul dışında kalan çocukların hala bir sorun olmaya devam ediyor olması. ERG’nin raporlarına bakıldığında yaş büyüdükçe ve okul seviyeleri arttıkça okullaşma oranı düşüyor, buna bir de okula devam etmeyenlerin sayısı eklendiğinde zorunlu eğitim çağında 500 bine yakın öğrencinin eğitimine devam etmediği/edemediği görülüyor. Devlet ya da özel, çocuğun okul yaşamı sırasında ailelerin beklentilerinin tümünün karşılanması pek olası olamamaktadır. Anne-babanın yetiştiği çevre, eğitim seviyesi, iş hayatı ve edindiği yaşam tecrübesi bu beklentilerin en çok nerede karşılanabileceği konusunu da düşünmeye itmektedir.
İPA’NIN RAPORU
Bu çerçeveden bakıldığında İstanbul Planlama Ajansı (İPA)’nın Kent Gündemine Bakış Eylül 2024 raporu “Eğitim Kurumlarında Özelleşme ve Dönüşümün Eğitim Hakkı Üzerinden Değerlendirilmesi” başlığıyla resmi/özel okullar bağlamında hem genel hem de İstanbul özelinde bazı önemli bilgileri veriyor.
Örneğin; 2022-2023 itibarıyla Türkiye’de okul öncesi kurumlar arasında özel öğretim kurumlarının oranı %19,76 iken, bu oran İstanbul’da %43,43’e çıkmaktadır. İstanbul’da 2012-2013 eğitim öğretim yılında %17,93 olan özel ilkokul oranı, 2022-2023 eğitim öğretim yılında %35,44’e yükselmiştir. Türkiye ve İstanbul’daki özel ortaokulların tüm ortaokullar arasındaki oranına bakıldığında İstanbul’da Türkiye’ye göre üç kattan fazla özel ortaokul bulunduğu görülüyor.
Rapora göre Türkiye’deki özel lise sayısı tüm liselerin %46,2’sini, İstanbul’da ise %68,10’unu oluşturmaktadır. Türkiye’de özel liselerde okuyan öğrencilerin oranı %8,48 iken İstanbul’da bu oran %12,26’dır. Türkiye’deki mesleki ve teknik liselerin sadece %0,79’u özel meslek ve teknik lisesi iken bu oran 2022-2023 döneminde %6,45’e çıkmıştır. İstanbul’da ise bu oranlar %1.25’ten %5.64’e çıkmıştır. Türkiye’de okullarda aynı tip homojen bir yapının içerisinde eğitim veriliyor öğrenciler de bu yapının içerisinde eğitim alıyorlar. Eğitim, devletin resmi okullarında da özel okullarda da veliler için lüks olmasa bile pahalı bir yatırım. Anne babanın geliri, eğitim durumu, sosyal kültürel özellikleri ne ise öğrencilerin de devam ettikleri okullar da ona göre oluyor. Bu okullarda okuyan diğer tüm öğrencilerin de durumu sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan üç aşağı beş yukarı birbirlerine benziyor. Devlet okullarında ya da özel okullarda da benzer bir yapı vardır. Aileleri birbirine benzeyenlerin çocukların okullarıdır o okullar, eğitim olanakları açısından çok kısıtlı olan okullarda hiç olanağı olmayan vatandaşların çocukları okur. Eğitim verenler de görenler de çan eğrisinin orta göbeğine yerleşmişlerdir.
HIZLANDIRILMIŞ GELECEK!
Türkiye’nin en dâhi öğrencisi olun en pahalı özel okulda maddi gücünüz yoksa okuma şansınız binde bir ya vardır ya yoktur yani işiniz şansa kalmıştır, mümkün değildir. Eğitim politikacıları, eğitim emekçileri, eğitim verenler ve eğitim görenler yani hepimiz, işte bu tablo içerisinde hızlandırılmış eğitim çabasındayız. Her şey bir an önce bitsin istiyoruz, bu yılı sindirmeden gelecek yılı önümüze indirmeye çalışıyoruz. Birinci dönem bitince ikinci dönemi atlayalım geleceğe bakalım diyoruz.
Gelecek dediğimiz de hızlandırılmış gelecek. Okul öncesinden Liseye hatta Liseden Üniversiteye kadar mevcut yapıdaki eksiklikleri gideremeden belki de görmeden önümüze bakalım diyoruz. Sınavların yarattığı sosyal duygusal ve ekonomik baskıyı gideremeden sınavlara hazırlıyoruz gençleri ergenleri. Akademik liseleri toparlayamadan meslek liselerini meslek liselerini çözemeden okula gidemeyen gençleri göremiyoruz. Öğretmenlerin özlük haklarından ekonomik özgürlüklerine, aday öğretmenlikten başöğretmenliğe aralarında oluşan statü farklarından, eşit işe eşit ücret girdabından, öğretmen atamalarından mülakata özel okul/devlet okulları farklılaştırılmasından kurtulamıyor ve çözüm bulamıyoruz.
Sınavlardan, bitmeyen kaygılardan kurtulamıyoruz. Okullarda MEB’in de ısrarla üzerinde durduğu disiplin vakalarından ve akran zorbalığından mutsuz gençlikten, umutsuz ebeveynden tükenmiş öğretmenden söz etmekten kurtulamıyoruz.
Şubat- Haziran dönemi eğitim açısından yokuştan aşağı inen iki tekerlekli bisiklet gibiyiz. Öğretmenler açısından mevcut müfredat programlarının yetiştirilmesi, öğrencilere yazılı ve performans notları ile değerlendirilmesi ve branşları uygun ise LGS ve YKS sınavlarına dönük öğrencilerin sınava hazırlıklarının yürütülmesi,
Öğrenciler açısından sınıf geçme yönetmeliğine göre derslerini başarmak zorunluluğu ve sınıflarını geçmek, sosyal ve duygusal sağlamlık, sınavlara hazırlık, sınavlara girmek ve tercihlerde bulunmak.
Veliler açısından çocuklarının akademik başarısını takip etmek, beklentilerinin karşılanması yönünde sorumluluk almak, çocuklarının iyi eğitim almasına fırsat yaratmak, ekonomik yeterlilik yaratmak. Mevcut koşullarda çocuklarına uygun okul seçimleri yapmak karar vermek.
MEB açısından nitelik ve nicelik açısından olması gerekenleri sözde ve yazıda değil uygulamada gerçekleştirebilmek. Nitelikli eğitim, erişilebilir eğitim, okul öncesi eğitimin zorunlu kılınmasını sağlamak, sürekliliği olan teknolojik alt yapısı güçlü okullar yaratmak, okullaşma oranının yükseltilmesi görevlerini yerine getirilmesi.
Özel okullar açısından, yeni yılın ücretlerini belirlemek, okul tanıtımları düzenlemek, reklam yapmak, bursluluk sınavları yapmak, erken kayıt dönemi altında gelecek yılın ücretlerini şimdiden toplamak, mevcut öğretmenlerini performans açısından değerlendirmek, iş akitlerini yenilemek ve yeni öğretmenlere kapılarını açmak, potansiyel velilere ulaşmak ve onları ikna etmek vb.
Kaynak
https://ipa.istanbul/wp-content/uploads/2024/10/KENT-GUNDEMI-EGITIM2.pdf
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan
Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
MEB'e bağlı okullarda eğitim alan yaklaşık 21 milyon öğrenci ve 1 milyon 200 bin civarındaki öğretmen 2024-2025 eğitim öğretim yılı ikinci dönemine 3 Şubat 2025 Pazartesi günü başladılar. 20 Haziran 2025 tarihinde verilecek karneler ile sona erecek olan resmi eğitim süreci sınav döneminde bulunan 8 ve 12. Sınıf öğrenci ve velileri için Lise ve Üniversite giriş sınavları nedeniyle Temmuz ve Ağustos aylarında da heyecanlı bir şekilde devam edecek.
Hem devlet hem de özel okullarda ikinci dönemler çok hızlı geçen bir süreç, zaman neredeyse su gibi akıp geçiyor. Maalesef son üç yılda bu dönemlerde yaşanan facialar ülkemizi yasa boğsa da hayatın akışında yaşamak ve hayata tutunmak zorunda kalıyoruz. 21 Ocak 2025'te Kartalkaya'daki Grand Kartal otelinde meydana gelen yangında 36'sı çocuk 78 kişi hayatını kaybetti.
Bundan 2 yıl önce de ülkemizin yaşadığı en büyük deprem felaketiyle karşı karşıya kalmıştık. 6 Şubat 2023 tarihinde yerel saat ile 04.17'de ve 13.24'de merkez üssü Pazarcık (Kahramanmaraş) ve Elbistan (Kahramanmaraş) olan Mw 7.7 (8.6 km derinliğinde) ve Mw 7.6 (7.6 km derinliğinde) büyüklüğündeki iki deprem Türkiye, tarihinin en yıkıcı ve ölümcül felaketi oldu. İki depremde, resmi verilere göre 53 binden fazla kişi hayatını kaybetti.
Yakın zamanda yaşanan bu iki felaketin öncesinde de Covid-19 pandemisi yaşanmıştı. Nisan 2020’de başlayan ve iki yıl kadar tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınını da dâhil edersek son 5 yıla damga vuran felaketler zinciri ülkemizin ekonomik, sosyal ve duygusal dengesini alt üst etmeye yetmiştir. Bu süreç okul çağında bulunan milyonlarca öğrencinin eğitimlerini de sürdürmelerini zorlaştırdı. Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen eğitim, ülke için aileler için öncelikli olmaya devam ediyor. Okullar, öğrenciler ve öğretmenler sistemin tüm girdileri ve paydaşları zamanın akışında kendilerine ayrılan verilen rolleri yerine getiremeye çalışıyorlar.
İkinci dönemin başlangıcı ile bitimi arasında (3 Şubat 2025 ile 20 Haziran 2025) resmi tatil günlerini çıkarırsak (Nisan Ara Tatili, bir hafta aynı zamanda Ramazan Bayramı, 23 Nisan, 1 ve 19 Mayıs ile Kurban Bayramı tatilleri) eğitim ve öğretim ile geçecek gün sayısı toplam 18 hafta yani iş günü olarak 90 gün kalıyor. Zaten toplam eğitim süresinin 180 gün, bu 90 gün içerisinde en az 2-3 haftadan ortak sınav haftaları da eklendiğinde eğitimle geçecek gün sayısı azalıyor. İlkbahar ve yaz ayları, günlerin uzaması, ısınması nedeniyle okulda geçen günlerin saatlerin kısa olacağı hissi.
Bu dönemde her yıl 15 tatil döneminde gerçekleştirilen Geleneksel Antalya Eğitim Sempozyumlarının 23. cüsü de 29 Ocak – 1 Şubat 2025 tarihlerinde yine son yıllarda olduğu gibi Antalya Kaya Palazzo Otel’de gerçekleştirildi. Milli Eğitim Bakanı Sayın Prof. Dr. Yusuf Tekin’in da katıldığı 23. Geleneksel Antalya Eğitim Sempozyumu “Türkiye'de ve Dünyada Özel Okullar ” temasıyla özel okulları masaya yatırdı.
Devletlerin eğitim hakkını sağlaması konusu sosyal devlet anlayışının gereklerinden birisidir. Türkiye’de eğitim hakkı başta Anayasa’nın 42. Maddesi olmak üzere birçok kanun ve yönetmelik ile güvence altına alınmıştır. Türkiye’de eğitimin erişilebilirliği, eşitliği, kapsayıcılığı ve devamlılığının sağlanması adına pek çok araştırmalar yapılmıştır yapılmaktadır da.
Yıllardır resmi ve özel okullar arasında özellikle akademik yönden karşılaştırmalar yapılır, devletin ücretsiz olarak sunması gereken eğitim hizmetinin bir kısmını özel okullara devretmesi üzerinden hep öğrenci ve öğretmen sayıları, okullaşma oranları, akademik başarılar, ulusal sınavlardaki (LGS ve YKS) başarılar karşılaştırılır. Eğitim türleri açısından akademik liselerin devletin resmi kurumlarında sayıca azaldığı, İmam Hatip ve Meslek Liselerinin sayısının ağırlık kazandığı, buna bağlı olarak paralı eğitimin yaygınlaştırılmak istendiği özel okul sayısının oldukça arttığı gibi pek çok konu da bu karşılaştırmalarda kendine bir yer bulmaktadır.
Özel okulların daha güvenli, daha az öğrenci sayısıyla, daha çok sosyal aktiviteye olanak sunduğu, akademik başarıya odaklanabildiği, yabancı dil eğitimini daha iyi başardığı gibi olumlu yönleri öne çıkarılırken özlük hakları ve sosyal güvenceleri açısından öğretmen ve çalışanlarını daha çok mağdur ettiği, çalışma saatleri ve görev tanımlarındaki esneklik nedeniyle daha baskıcı bir yönetim şekli olduğu da oldukça konuşulan konular arsındadır.
MEB verileri ve İstatistikler ise okul öncesi de dâhil tüm kademelerde eğitime erişimin sayısal olarak arttığını gösteriyor. Eğitime erişimin artmasına rağmen özel okullardaki öğrenci sayılarının görece artması ya da okul dışında kalan çocukların hala bir sorun olmaya devam ediyor olması. ERG’nin raporlarına bakıldığında yaş büyüdükçe ve okul seviyeleri arttıkça okullaşma oranı düşüyor, buna bir de okula devam etmeyenlerin sayısı eklendiğinde zorunlu eğitim çağında 500 bine yakın öğrencinin eğitimine devam etmediği/edemediği görülüyor. Devlet ya da özel, çocuğun okul yaşamı sırasında ailelerin beklentilerinin tümünün karşılanması pek olası olamamaktadır. Anne-babanın yetiştiği çevre, eğitim seviyesi, iş hayatı ve edindiği yaşam tecrübesi bu beklentilerin en çok nerede karşılanabileceği konusunu da düşünmeye itmektedir.
İPA’NIN RAPORU
Bu çerçeveden bakıldığında İstanbul Planlama Ajansı (İPA)’nın Kent Gündemine Bakış Eylül 2024 raporu “Eğitim Kurumlarında Özelleşme ve Dönüşümün Eğitim Hakkı Üzerinden Değerlendirilmesi” başlığıyla resmi/özel okullar bağlamında hem genel hem de İstanbul özelinde bazı önemli bilgileri veriyor.
Örneğin; 2022-2023 itibarıyla Türkiye’de okul öncesi kurumlar arasında özel öğretim kurumlarının oranı %19,76 iken, bu oran İstanbul’da %43,43’e çıkmaktadır. İstanbul’da 2012-2013 eğitim öğretim yılında %17,93 olan özel ilkokul oranı, 2022-2023 eğitim öğretim yılında %35,44’e yükselmiştir. Türkiye ve İstanbul’daki özel ortaokulların tüm ortaokullar arasındaki oranına bakıldığında İstanbul’da Türkiye’ye göre üç kattan fazla özel ortaokul bulunduğu görülüyor.
Rapora göre Türkiye’deki özel lise sayısı tüm liselerin %46,2’sini, İstanbul’da ise %68,10’unu oluşturmaktadır. Türkiye’de özel liselerde okuyan öğrencilerin oranı %8,48 iken İstanbul’da bu oran %12,26’dır. Türkiye’deki mesleki ve teknik liselerin sadece %0,79’u özel meslek ve teknik lisesi iken bu oran 2022-2023 döneminde %6,45’e çıkmıştır. İstanbul’da ise bu oranlar %1.25’ten %5.64’e çıkmıştır. Türkiye’de okullarda aynı tip homojen bir yapının içerisinde eğitim veriliyor öğrenciler de bu yapının içerisinde eğitim alıyorlar. Eğitim, devletin resmi okullarında da özel okullarda da veliler için lüks olmasa bile pahalı bir yatırım. Anne babanın geliri, eğitim durumu, sosyal kültürel özellikleri ne ise öğrencilerin de devam ettikleri okullar da ona göre oluyor. Bu okullarda okuyan diğer tüm öğrencilerin de durumu sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan üç aşağı beş yukarı birbirlerine benziyor. Devlet okullarında ya da özel okullarda da benzer bir yapı vardır. Aileleri birbirine benzeyenlerin çocukların okullarıdır o okullar, eğitim olanakları açısından çok kısıtlı olan okullarda hiç olanağı olmayan vatandaşların çocukları okur. Eğitim verenler de görenler de çan eğrisinin orta göbeğine yerleşmişlerdir.
HIZLANDIRILMIŞ GELECEK!
Türkiye’nin en dâhi öğrencisi olun en pahalı özel okulda maddi gücünüz yoksa okuma şansınız binde bir ya vardır ya yoktur yani işiniz şansa kalmıştır, mümkün değildir. Eğitim politikacıları, eğitim emekçileri, eğitim verenler ve eğitim görenler yani hepimiz, işte bu tablo içerisinde hızlandırılmış eğitim çabasındayız. Her şey bir an önce bitsin istiyoruz, bu yılı sindirmeden gelecek yılı önümüze indirmeye çalışıyoruz. Birinci dönem bitince ikinci dönemi atlayalım geleceğe bakalım diyoruz.
Gelecek dediğimiz de hızlandırılmış gelecek. Okul öncesinden Liseye hatta Liseden Üniversiteye kadar mevcut yapıdaki eksiklikleri gideremeden belki de görmeden önümüze bakalım diyoruz. Sınavların yarattığı sosyal duygusal ve ekonomik baskıyı gideremeden sınavlara hazırlıyoruz gençleri ergenleri. Akademik liseleri toparlayamadan meslek liselerini meslek liselerini çözemeden okula gidemeyen gençleri göremiyoruz. Öğretmenlerin özlük haklarından ekonomik özgürlüklerine, aday öğretmenlikten başöğretmenliğe aralarında oluşan statü farklarından, eşit işe eşit ücret girdabından, öğretmen atamalarından mülakata özel okul/devlet okulları farklılaştırılmasından kurtulamıyor ve çözüm bulamıyoruz.
Sınavlardan, bitmeyen kaygılardan kurtulamıyoruz. Okullarda MEB’in de ısrarla üzerinde durduğu disiplin vakalarından ve akran zorbalığından mutsuz gençlikten, umutsuz ebeveynden tükenmiş öğretmenden söz etmekten kurtulamıyoruz.
Şubat- Haziran dönemi eğitim açısından yokuştan aşağı inen iki tekerlekli bisiklet gibiyiz. Öğretmenler açısından mevcut müfredat programlarının yetiştirilmesi, öğrencilere yazılı ve performans notları ile değerlendirilmesi ve branşları uygun ise LGS ve YKS sınavlarına dönük öğrencilerin sınava hazırlıklarının yürütülmesi,
Öğrenciler açısından sınıf geçme yönetmeliğine göre derslerini başarmak zorunluluğu ve sınıflarını geçmek, sosyal ve duygusal sağlamlık, sınavlara hazırlık, sınavlara girmek ve tercihlerde bulunmak.
Veliler açısından çocuklarının akademik başarısını takip etmek, beklentilerinin karşılanması yönünde sorumluluk almak, çocuklarının iyi eğitim almasına fırsat yaratmak, ekonomik yeterlilik yaratmak. Mevcut koşullarda çocuklarına uygun okul seçimleri yapmak karar vermek.
MEB açısından nitelik ve nicelik açısından olması gerekenleri sözde ve yazıda değil uygulamada gerçekleştirebilmek. Nitelikli eğitim, erişilebilir eğitim, okul öncesi eğitimin zorunlu kılınmasını sağlamak, sürekliliği olan teknolojik alt yapısı güçlü okullar yaratmak, okullaşma oranının yükseltilmesi görevlerini yerine getirilmesi.
Özel okullar açısından, yeni yılın ücretlerini belirlemek, okul tanıtımları düzenlemek, reklam yapmak, bursluluk sınavları yapmak, erken kayıt dönemi altında gelecek yılın ücretlerini şimdiden toplamak, mevcut öğretmenlerini performans açısından değerlendirmek, iş akitlerini yenilemek ve yeni öğretmenlere kapılarını açmak, potansiyel velilere ulaşmak ve onları ikna etmek vb.
Kaynak
https://ipa.istanbul/wp-content/uploads/2024/10/KENT-GUNDEMI-EGITIM2.pdf
Son Güncelleme: Pazartesi, 24 Şubat 2025 14:33
Gösterim: 379
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Ülkesini tutkuyla sevenlerin oluşturduğu bir toplulukta insanların, tutkuyla bağlı oldukları değerleri korumaya, yaşatmaya çalışması beklenen ve olması gereken bir şeydir. Bir toplumu bir arada tutan sıkı bağların ve toplumsal değerlerin içerisinde; aile ilişkileri, demografik yapı, aile yapısı, sosyo-ekonomik koşullar ve eğitim sayılabilir. Ülkemizde bu değerlerin omurgasını oluşturan taşıyıcısı gördüğümüz kadınlarımızın değerini, üstlendikleri ve toplumu da ayakta tutan rollerinin önemini yeteri kadar kavrayamadığımızı görüyoruz. Son on yıllarda kadınlarımızın maalesef uğradıkları şiddet olaylarında eğitilmemiş, ilkel dürtü ve güdülerinin hâkim değere dönüştüğü gerçeğini görüyoruz.
Son yıllarda toplumuza egemen olan “iletişim becerilerini kullanarak sorunları çözmek yerine bir tane vururum, bağırırım, çağırırım ve gerekirse öldürürüm” yaklaşımının öznesi hep kadınlarımız olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
PSİKOLOJİMİZ BOZULDU!
Ruh sağlığımızı korumadan, korunmanın önündeki engelleri kaldırmadan ne sağlıklı bir toplum yaratabilir ne geleceğe yönelik umutlarımızı canlı tutabiliriz. Şiddet sarmalının yoğun yaşandığı günümüz koşullarında kendimiz için istediğimizi başkaları için de isteyebilir olmalıyız. Çocuklarımızın ve onların çocuklarının geleceğini düşünebilmek, duygudaşlık yeteneğinden yoksun olmamak ve geleceğin bilinmezliğine karşı geleceği öngörülebilir kılmak oldukça zor görünüyor.
GÜVENLİ OKUL
Çocukluktan yetişkinliğe ve hatta yaşlılığa uzanan uzun yaşam yolculuğunun eğitimle öğretimle şekillenen davranış kalıplarına genetik özelliklerimiz çevresel koşullarınız ailesel ve okulda edindiğimiz tüm birikimlerin etkisi bulunuyor. Okul öncesinden Üniversiteye çocuk haklarının temel alındığı evrensel değerlerle donatılmış okul temelli şiddeti önleme programlarının en önemli boyutu olumlu okul ikliminin yaratılmasıdır.
Hayat başarısı ile sınav başarısı arasında sıkışmışlık eğitim gören milyonlarca gencin sorunu. Bu sorun çocukluktan yetişkinliğe kadar hayatın tüm evrelerinde farklı biçimlerde karşımıza çıkabilir. Saldırganlık veya öfke, dürtüsel eğilimler, olumsuz düşünceler, sinirlilik, saldırganlık, uygunsuz davranışlar, dikkatsizlik, antisosyal davranışlar/tutumlar pek çok genç için, buz dağının altında yatan duygu durumlarıdır. Bu nedenle güvenli okulun inşası daha çocukluktan itibaren şiddet sarmalının önüne geçebilmenin ön koşulu gibidir.
Güvenli okul kavramı ise eğitim-öğretim faaliyetlerinin korkudan, şiddetten ve endişeden arınmış, keyifli bir ortamda gerçekleştirilebileceği bir mekânı tarif eder. Böyle bir ortam, her öğrencinin kendisini özen görmekte ve kabul edilmiş hissettiği bir eğitim iklimi sağlar. Güven ortamı oluşmuş okul; zorbalıktan uzak, davranış beklentilerinin açık bir şekilde ifade edildiği ve destekleyici ve özenli bir şekilde uygulandığı bir yerdir.
GÜVENLİ HAYAT
Toplumsal değişimin hızının değişkenlik göstermesinde bu değişimi tetikleyen faktörlerin çeşitliliğinin önemi vardır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sosyal ve siyasal yapıdaki değişimler, kırsal ve kentsel alanlardaki demografik yapı ve üretim biçimlerinin değişimi, aile yapısı ve üretim ve tüketim dengesindeki arz talep değişimleri ve ekonomik koşullar, eğitime dair yürütülen politikalar, doğal ve ekolojik dengeyi olumsuz etkileyen faktörlerdir.
Bu faktörlerin her biri toplumsal yaralarımızı travmalarımızı tetikliyor ve içinde bulunduğumuz zamana, koşullara, aidiyet hissettiğimiz toplumsal yapılara göre hızlı ya da yavaş, daha güçlü olanın daha zayıf olana baskın olmasına neden oluyor, şiddet olgusu da buradan besleniyor.
Dünya Sağlık Örgütünün, korona virüsü pandemik bir hastalık olarak ilan etmesinden bu yana 4 yılı aşkın bir süre geçti. Dünya küresel sağlık savaşından zor da olsa çıkarken bizler ataerkil erkek egemen kültürümüzle yıldan yıla günden güne bizi sarıp sarmalayan sınırları aşılmış bir öfke ve cinnet sarmalının, başka bir ruhsal sağlık savaşının “şiddet” döngüsünün girdabından çıkamıyoruz. Toplumun bütününü farklı biçimlerde etkileyen şiddetin önlenmesine yönelik çabalar da yetersiz kaldığından şiddete başvuru eğilimi bir ruh sağlığı/toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü de (DSÖ) 2002 yılında yayınlamış olduğu “Şiddet ve Sağlık Raporu”nda şiddeti; kişinin kendisine, başka bir kişiye veya bir gruba veya topluluğa karşı, yaralanma, ölüm, psikolojik zarar, gelişme geriliği veya yoksunluğa neden olan ya da neden olabilme olasılığı yüksek olan, tehdit etme veya kasıtlı biçimde fiili olarak fiziksel güç veya güç kullanımı olarak tanımlamıştır.
TOPLUMUN RUH SAĞLIĞI
2022 yılında klinik psikiyatri dergisinde Prof. Burhanettin Kaya tarafından yayınlanan “Türkiye’nin ruh sağlığı modelini yeniden tartışmak; Nereye gidiyoruz?” konulu makalede toplumun ruh sağlığı merkezlerine olan ihtiyacı ve bu ihtiyacın zamanla giderileceği yerde nasıl geriye gittiğine ilişkin çok değerli tespitlere yer verilmiştir.
Kaya’ya göre, ruh sağlığı politikaları, yasal düzenlemeler, geliştirilen programlar bir ülkenin ruh sağlığı uygulamaları açısından son derece önemli ve vazgeçilmez öğelerdir. Dünya ülkelerinin yaklaşık %60’ının bir ruh sağlığı politikası ve ruh sağlığı yasası var. Çağdaş ülkelerin neredeyse tamamına yakınında var.
Türkiye’nin birçok ülkeye politika geliştirmede öncülük etmiş ama yok edilmiş bir sosyalizasyon yasası, tozlu arşivlerde bir ruh sağlığı politikası ve kötürüm kalmış bir ruh sağlığı eylem planı var. Ancak halen bir ruh sağlığı yasası yok… Türkiye Psikiyatri Derneği 30 yıla yakın zamanda şimdiye dek 18 yasa taslağı hazırlamış ve çeşitli dönemlerde hem kamuoyuna hem de siyaset dünyasına sunmuştur.
Ülkemizde dünyada eşi görülmeyen ve tanımsız, tarifsiz bir Sağlık Bilimler Üniversitesi modeli ile tıp eğitimi, psikiyatri eğitimi ve sağlık hizmetleri tuhaf bir görünüme büründürülmüş. Eğitimin niteliği ve tıp tarihi, geleneği bilimsel birikimi ile teması bozulmuş durumda. Kamu üniversiteleri büyük borç altında ve kötü yönetiliyor.
Psikiyatri klinikleri giderek küçülüyor, yataklı servisler kapatılıyor, yatak sayıları azalıyor. Poliklinik birimleri azalıyor. Kent merkezlerindeki köklü eğitim hastaneleri ve devlet hastaneleri kapatılıp şehir hastaneleri adı sağlık kampüslerine taşınıyor. Kapanan hastanelerle birlikte psikiyatri yatak sayıları giderek düşüyor. Kapatılan hastaneler ile yüzlerce yatak kaybı olurken tüm hastanelerin taşındığı şehir hastanelerinde en fazla 30 yataklı tek bir psikiyatri servisi oluşturuluyor. Ruh Sağlığı hastanelerinde durum çok daha kötü…
Uzun yıllardır Türkiye’de ruh sağlığı politikaları geliştirmeye olanak verecek ve ülkeye genelleyebilecek nitelikte epidemiyolojik araştırmalar yapılmıyor. 1998 yılında Hacettepe Üniversitesi ve Sağlık Bakanlığı işbirliği ile yapılan ve “Erişkin Ruh Sağlığı Profili” araştırmasından (5) sonra şimdiye dek kapsamlı bir araştırma yapılmadı ne yazık ki... Bu koşullar çerçevesinde, yeni bilgi, yeni epidemiyolojik veriler olmaksızın, toplum ruh sağlığının güncel durumunu anlamak, nedenselliği tartışmak, toplumun gereksinimlerini karşılayacak ruh sağlığı politikaları geliştirmek ve ruh sağlığına yön verebilmek çok olanaklı görünmüyor.
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun 2022’de kadına yönelik şiddetin yaygınlaşması üzerine yayınladığı bir basın açıklamasından alıntıyla son sözü söylemek gerekiyor.
Yaşam hakkı, en kutsal ve temel insan hakkıdır. Diğer bütün haklar yaşam hakkının varlığına bağlıdır.
Bir ülkede bireyler birbirlerinin hayatına son veriyorlarsa, başkalarının haklarına saygıyı öğretemeyen aileler sorumludur. Yaşam hakkına saygıyı öğretemeyen bir eğitim sistemi sorumludur. Makul düzenlemeler yapamayan bir yasama erki sorumludur. Gerekli önlemleri alamayan kolluk kuvvetleri ve yürütme gücü sorumludur. Etkin soruşturma yapamayan ve adil cezalar veremeyen yargı sorumludur. Şiddetin yayılmasına sebep olan medya ve toplum sorumludur.
Kaynak
https://orgm.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2018_04/05104357_4._GYvenli_Okul.pdf
https://file.klinikpsikiyatri.org/book/25-4.pdf
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Ülkesini tutkuyla sevenlerin oluşturduğu bir toplulukta insanların, tutkuyla bağlı oldukları değerleri korumaya, yaşatmaya çalışması beklenen ve olması gereken bir şeydir. Bir toplumu bir arada tutan sıkı bağların ve toplumsal değerlerin içerisinde; aile ilişkileri, demografik yapı, aile yapısı, sosyo-ekonomik koşullar ve eğitim sayılabilir. Ülkemizde bu değerlerin omurgasını oluşturan taşıyıcısı gördüğümüz kadınlarımızın değerini, üstlendikleri ve toplumu da ayakta tutan rollerinin önemini yeteri kadar kavrayamadığımızı görüyoruz. Son on yıllarda kadınlarımızın maalesef uğradıkları şiddet olaylarında eğitilmemiş, ilkel dürtü ve güdülerinin hâkim değere dönüştüğü gerçeğini görüyoruz.
Son yıllarda toplumuza egemen olan “iletişim becerilerini kullanarak sorunları çözmek yerine bir tane vururum, bağırırım, çağırırım ve gerekirse öldürürüm” yaklaşımının öznesi hep kadınlarımız olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
PSİKOLOJİMİZ BOZULDU!
Ruh sağlığımızı korumadan, korunmanın önündeki engelleri kaldırmadan ne sağlıklı bir toplum yaratabilir ne geleceğe yönelik umutlarımızı canlı tutabiliriz. Şiddet sarmalının yoğun yaşandığı günümüz koşullarında kendimiz için istediğimizi başkaları için de isteyebilir olmalıyız. Çocuklarımızın ve onların çocuklarının geleceğini düşünebilmek, duygudaşlık yeteneğinden yoksun olmamak ve geleceğin bilinmezliğine karşı geleceği öngörülebilir kılmak oldukça zor görünüyor.
GÜVENLİ OKUL
Çocukluktan yetişkinliğe ve hatta yaşlılığa uzanan uzun yaşam yolculuğunun eğitimle öğretimle şekillenen davranış kalıplarına genetik özelliklerimiz çevresel koşullarınız ailesel ve okulda edindiğimiz tüm birikimlerin etkisi bulunuyor. Okul öncesinden Üniversiteye çocuk haklarının temel alındığı evrensel değerlerle donatılmış okul temelli şiddeti önleme programlarının en önemli boyutu olumlu okul ikliminin yaratılmasıdır.
Hayat başarısı ile sınav başarısı arasında sıkışmışlık eğitim gören milyonlarca gencin sorunu. Bu sorun çocukluktan yetişkinliğe kadar hayatın tüm evrelerinde farklı biçimlerde karşımıza çıkabilir. Saldırganlık veya öfke, dürtüsel eğilimler, olumsuz düşünceler, sinirlilik, saldırganlık, uygunsuz davranışlar, dikkatsizlik, antisosyal davranışlar/tutumlar pek çok genç için, buz dağının altında yatan duygu durumlarıdır. Bu nedenle güvenli okulun inşası daha çocukluktan itibaren şiddet sarmalının önüne geçebilmenin ön koşulu gibidir.
Güvenli okul kavramı ise eğitim-öğretim faaliyetlerinin korkudan, şiddetten ve endişeden arınmış, keyifli bir ortamda gerçekleştirilebileceği bir mekânı tarif eder. Böyle bir ortam, her öğrencinin kendisini özen görmekte ve kabul edilmiş hissettiği bir eğitim iklimi sağlar. Güven ortamı oluşmuş okul; zorbalıktan uzak, davranış beklentilerinin açık bir şekilde ifade edildiği ve destekleyici ve özenli bir şekilde uygulandığı bir yerdir.
GÜVENLİ HAYAT
Toplumsal değişimin hızının değişkenlik göstermesinde bu değişimi tetikleyen faktörlerin çeşitliliğinin önemi vardır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, sosyal ve siyasal yapıdaki değişimler, kırsal ve kentsel alanlardaki demografik yapı ve üretim biçimlerinin değişimi, aile yapısı ve üretim ve tüketim dengesindeki arz talep değişimleri ve ekonomik koşullar, eğitime dair yürütülen politikalar, doğal ve ekolojik dengeyi olumsuz etkileyen faktörlerdir.
Bu faktörlerin her biri toplumsal yaralarımızı travmalarımızı tetikliyor ve içinde bulunduğumuz zamana, koşullara, aidiyet hissettiğimiz toplumsal yapılara göre hızlı ya da yavaş, daha güçlü olanın daha zayıf olana baskın olmasına neden oluyor, şiddet olgusu da buradan besleniyor.
Dünya Sağlık Örgütünün, korona virüsü pandemik bir hastalık olarak ilan etmesinden bu yana 4 yılı aşkın bir süre geçti. Dünya küresel sağlık savaşından zor da olsa çıkarken bizler ataerkil erkek egemen kültürümüzle yıldan yıla günden güne bizi sarıp sarmalayan sınırları aşılmış bir öfke ve cinnet sarmalının, başka bir ruhsal sağlık savaşının “şiddet” döngüsünün girdabından çıkamıyoruz. Toplumun bütününü farklı biçimlerde etkileyen şiddetin önlenmesine yönelik çabalar da yetersiz kaldığından şiddete başvuru eğilimi bir ruh sağlığı/toplum sağlığı sorunu haline gelmiştir.
Dünya Sağlık Örgütü de (DSÖ) 2002 yılında yayınlamış olduğu “Şiddet ve Sağlık Raporu”nda şiddeti; kişinin kendisine, başka bir kişiye veya bir gruba veya topluluğa karşı, yaralanma, ölüm, psikolojik zarar, gelişme geriliği veya yoksunluğa neden olan ya da neden olabilme olasılığı yüksek olan, tehdit etme veya kasıtlı biçimde fiili olarak fiziksel güç veya güç kullanımı olarak tanımlamıştır.
TOPLUMUN RUH SAĞLIĞI
2022 yılında klinik psikiyatri dergisinde Prof. Burhanettin Kaya tarafından yayınlanan “Türkiye’nin ruh sağlığı modelini yeniden tartışmak; Nereye gidiyoruz?” konulu makalede toplumun ruh sağlığı merkezlerine olan ihtiyacı ve bu ihtiyacın zamanla giderileceği yerde nasıl geriye gittiğine ilişkin çok değerli tespitlere yer verilmiştir.
Kaya’ya göre, ruh sağlığı politikaları, yasal düzenlemeler, geliştirilen programlar bir ülkenin ruh sağlığı uygulamaları açısından son derece önemli ve vazgeçilmez öğelerdir. Dünya ülkelerinin yaklaşık %60’ının bir ruh sağlığı politikası ve ruh sağlığı yasası var. Çağdaş ülkelerin neredeyse tamamına yakınında var.
Türkiye’nin birçok ülkeye politika geliştirmede öncülük etmiş ama yok edilmiş bir sosyalizasyon yasası, tozlu arşivlerde bir ruh sağlığı politikası ve kötürüm kalmış bir ruh sağlığı eylem planı var. Ancak halen bir ruh sağlığı yasası yok… Türkiye Psikiyatri Derneği 30 yıla yakın zamanda şimdiye dek 18 yasa taslağı hazırlamış ve çeşitli dönemlerde hem kamuoyuna hem de siyaset dünyasına sunmuştur.
Ülkemizde dünyada eşi görülmeyen ve tanımsız, tarifsiz bir Sağlık Bilimler Üniversitesi modeli ile tıp eğitimi, psikiyatri eğitimi ve sağlık hizmetleri tuhaf bir görünüme büründürülmüş. Eğitimin niteliği ve tıp tarihi, geleneği bilimsel birikimi ile teması bozulmuş durumda. Kamu üniversiteleri büyük borç altında ve kötü yönetiliyor.
Psikiyatri klinikleri giderek küçülüyor, yataklı servisler kapatılıyor, yatak sayıları azalıyor. Poliklinik birimleri azalıyor. Kent merkezlerindeki köklü eğitim hastaneleri ve devlet hastaneleri kapatılıp şehir hastaneleri adı sağlık kampüslerine taşınıyor. Kapanan hastanelerle birlikte psikiyatri yatak sayıları giderek düşüyor. Kapatılan hastaneler ile yüzlerce yatak kaybı olurken tüm hastanelerin taşındığı şehir hastanelerinde en fazla 30 yataklı tek bir psikiyatri servisi oluşturuluyor. Ruh Sağlığı hastanelerinde durum çok daha kötü…
Uzun yıllardır Türkiye’de ruh sağlığı politikaları geliştirmeye olanak verecek ve ülkeye genelleyebilecek nitelikte epidemiyolojik araştırmalar yapılmıyor. 1998 yılında Hacettepe Üniversitesi ve Sağlık Bakanlığı işbirliği ile yapılan ve “Erişkin Ruh Sağlığı Profili” araştırmasından (5) sonra şimdiye dek kapsamlı bir araştırma yapılmadı ne yazık ki... Bu koşullar çerçevesinde, yeni bilgi, yeni epidemiyolojik veriler olmaksızın, toplum ruh sağlığının güncel durumunu anlamak, nedenselliği tartışmak, toplumun gereksinimlerini karşılayacak ruh sağlığı politikaları geliştirmek ve ruh sağlığına yön verebilmek çok olanaklı görünmüyor.
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun 2022’de kadına yönelik şiddetin yaygınlaşması üzerine yayınladığı bir basın açıklamasından alıntıyla son sözü söylemek gerekiyor.
Yaşam hakkı, en kutsal ve temel insan hakkıdır. Diğer bütün haklar yaşam hakkının varlığına bağlıdır.
Bir ülkede bireyler birbirlerinin hayatına son veriyorlarsa, başkalarının haklarına saygıyı öğretemeyen aileler sorumludur. Yaşam hakkına saygıyı öğretemeyen bir eğitim sistemi sorumludur. Makul düzenlemeler yapamayan bir yasama erki sorumludur. Gerekli önlemleri alamayan kolluk kuvvetleri ve yürütme gücü sorumludur. Etkin soruşturma yapamayan ve adil cezalar veremeyen yargı sorumludur. Şiddetin yayılmasına sebep olan medya ve toplum sorumludur.
Kaynak
https://orgm.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2018_04/05104357_4._GYvenli_Okul.pdf
https://file.klinikpsikiyatri.org/book/25-4.pdf
Son Güncelleme: Pazartesi, 04 Kasım 2024 11:14
Gösterim: 590
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Merak, kendi kendine öğrenme, deneysellik, keşif ve sorgulama, modern eğitimin ayar damgası olmalıdır.
Bu tür bir eğitim yaratıcılığı arttırır.
100 yıllık bir Cumhuriyet tarihinde Milli Eğitim Bakanlığına 4 Mayıs 2020’de atanan ilk Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur Beyefendiden başlayan, 4 Haziran 2023’te Milli Eğitim Bakanlığına atanan Sayın Yusuf Tekin’e kadar toplam 67 Milli Eğitim Bakanımızın görev yaptığını görüyoruz. 100 yıllık bir Cumhuriyetin eğitim politikalarını emanet ettiği 67 önemli isimden söz ediyoruz. Uzun soluklu bir yolculukta önemli kilometre taşlarını döşeyen 67 isim.
Tarihsel sürecimize baktığımızda Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan eğitim yolculuğunda tüm benzer örneklerinde olduğu gibi, yeni cumhuriyetin bir ulus devlet olarak şekillenmesinde ve oluşumunda en temel enstrümanın eğitim olduğunu görebiliyoruz. Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihinden bu yana, Türk toplumunda hayata geçirilen yeniliklere sahip çeşitli alanlara, eğitim alanı da dâhil olmuş; eğitimde farklı reformlar gerçekleştirilmiş, köklü değişiklikler yapılmıştır. Özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan yeniliklerin ve dönemin siyasal, kültürel, ekonomik değişimlerinin halka anlatılması, benimsetilmesi hususunda eğitim çok önemli rol oynamıştır.
Eğitimin aracı kurumu niteliğindeki okullarbir toplumun sosyalleşmesinde ve değerlerinin bireylere aktarımında en önemli kurumlardan birisidir. Kabuk değiştiren sosyal hayatın ve devlet anlayışının içerisinde işlevleri bakımından eskisi kadar tek çıkış yolu olmamalarına rağmen üstlendikleri misyon açısından okullar varlıklarını sürdürebilmek için daha fazla yaratıcı daha fazla dinamik, yaratıcı daha fazla üretken ve daha fazla rekabet gücüne sahip olmalıdırlar. Bunun gerçekleşebilmesi için ise mevcut değişimlere, gelişmelere cevap verebilmeyi, toplumun önceliklerini önceden keşfetmeyi, tüm yıpratıcı sosyal ve siyasi sarsıntılara direnebilmeyi, eğitim ilkelerine uygun ve tarihsel birikimlerini doğru yönde kullanmayı başarmak gerekir.
Cumhuriyetin kuruluşundan önce II. Meşrutiyet (1908 ve sonrası) dönemi eğitim düşünürlerinin görüşlerinde “yeni eğitim” in, psikoloji temelli, çocuk temelli olması gerektiği hâkim anlayıştır. Bu dönemin önemli eğitim düşünürleri İ. H. Baltacıoğlu, S. C. Antel, M. Ş. Tunç, Z. Gökalp, T. Fikret, Satı bey, NafiAtuf (Kansu), Emrullah Efendi, Ethem Nejat, Kazım Nami Duru gibi isimler eğitim üzerine yarattıkları fikir tartışmalarıyla cumhuriyetimizin kuruluş dönemi için hazırlık anlamında bir katkı sağlamışlardır. Millî mücadele sonrasında; 23 Nisan 1920’de TBMM açılışı, 2 Mayıs 1920’de Millî Eğitim Bakanlığının kurulması ve Rıza Nur Milli Eğitim Bakanı olarak atanması ve yaklaşık üç yıl sonrasında 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyetin ilânı bu yolculuğun önemini ve kurucuların kararlılığını da göstermektedir.
Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında sosyal, siyasal, ideolojik ve ekonomik değişimlerin ülkelerin sınırlarını, dillerini, coğrafyalarını, kültürlerini değiştirdiği bu çağda hep ayakta kalabilmek günümüzün koşullarında eğitim sisteminin dünü bugüne, bugünü de geleceğe taşıyacak olan eğitimsel ve kültürel mirasın gerçek sahipleri olan öğrencileri yetiştirme işinde öncü olunmasıyla sağlanabilir.
Yıllar önce Yüksek Lisans eğitimimde rahmetli hocam Prof. Dr. Muhsin Hesapçıoğlu “Eğitim Ekonomisi” dersinde ülkelerin kalkınmışlıklarında eğitim ve ekonomi ilişkisine değinir ve eğitim sorunlarını felsefi düzeyde tartışırken ülkemizdeki eğitim felsefesinin toplumcu ya da bireyci yapısı hakkında tespitlerini paylaşırdı. Kendisi 2009 yılında M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisinde yayımladığı “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Eğitim Politikası ve Felsefesi” başlıklı makalesinde Cumhuriyet eğitim sistemi hakkında ifade ettiklerine katılmamak elde değil.
Hesapçıoğlu’na göre; Türk eğitim sistemi epistemolojik açıdan (= bilginin kaynağı) rasyonalist bir felsefeye,problem çözme yaklaşımları bakımından dedüktif/ tümdengelimci bir felsefeye, yönetim anlayışları açısından merkezî yönetimli bir felsefeye ve doğru bilginin kriteri açısından toplum merkezli (Durkheimci) bir felsefeye sahiptir.
Yani; eğitim, bireyin anlam arayışı yolunda beyninin, yüreğinin ve elinin özgürleştirilmesidir. Çünkü eğitim, bir sınır koyma uğraşısı değil, ufukları genişletme çalışması olmalıdır. İnsanoğluna yakışır bir eğitim, korkudan bağımsız bir eğitimdir. Korku dolu birey, özgür düşünme gücünü yitirir. Birey özgürlüğünü yitirince de yeteneklerini yitirir.
Türkiye eğer AB seviyesinde bir gelişmişliği ki bu da eğitimin geliştirilmesiyle olur, yakalama iddiasında samimi ise ve dünya çapında Nobel ödüllü bilim insanları, yazarlar ve sanatkârlar yetişmesini gerçekten istiyorsa, fobilerini terk edip genç dimağların serbest düşünce ve yaratıcılığını iğdiş etmeyi bırakmalı ve artık iyice sırıtan “düşünce özürlü” bireyler yetiştirme politikasına son vermelidir.
Zira bilimin ve ülkelerin önünü açan hür düşünce ve hayâl gücüdür ve bunları canlı tutan da özgürlük ve merak hissidir. “Merak, kendi kendine öğrenme, deneysellik, keşif ve sorgulama, modern eğitimin ayar damgası olmalıdır. Bu tür bir eğitim yaratıcılığı arttırır. […]. Rekabete dayalı dünyada pozisyonumuzu korumak için yenilikçilik ve yaratıcılık şarttır.” (Rowe 2007, s. 162-168).
Kısaca ifade etmek gerekirse Cumhuriyet Dönemi Türk Eğitim Sistemi; rasyonalist ve pragmatist eğitim felsefesi üzere inşa edilirken; merkezi yönetime bağlı ve toplum merkezli bir anlayış hâkim olmuştur. Cumhuriyet dönemi eğitim sisteminin temelleri atılırken Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” ifadesi ile gençliği ve eğitim sisteminin olması gerektiği niteliklere yönelik vurgusu, yaşanan eğitim sorunları ve hızla değişen yaşam şartları doğrultusunda amacına çok ulaşamamıştır.
Geçmişten günümüze eğitim politikaları belirlenirken bugün olduğu gibi ve de önceki tüm iktidarların yaptığı gibi gerek sosyal hayata etkisi ve gerekse de gelecek nesillerin yetiştirilmesinde kendi siyasi görüş ve beklentileri çerçevesinde hareket etmek en büyük yanılgı olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığının merkez ve taşra teşkilatıyla büyük ve devasa sorunları bulunuyor. Bu sorunların bir kısmı ve muhtemel ki pek çoğu bakanlığın değişime ve gelişime ayak uydurmakta zorlanan bürokratik kesimlerini ilgilendiriyor ve gizil kalıyor.
Bu sorunlar yumağının görünen yüzünde ise ulusal ve uluslararası sınavlar ve elde edilen sonuçlar, öğretmen niteliği, okul öncesinden lise son sınıfa kadar her kademede görülen nitelikli eğitim sorunu, fiziki alt yapı eksiklikleri vb sorunlar bulunuyor. Veriye dayalı ve uzun soluklu bir mücadelenin ortasında hem yeni şeyler yapmak hem de mevcut sistemin arızalarını gidermek mevcut hantal yapıda oldukça zor görünüyor. Prof. Dr. Ziya Hocamızın dediği gibi, ülkemizde her şeyde olduğu gibi eğitimde de hemen her şey siyah beyaz, ya var ya yok, ya hep ya hiç, ya sev ya terk et, ya benimsin ya kara toprağın gibi bir patolojik ikilem içerisinde gidiyor ve arada gri alanımız maalesef yok.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde, eğitimin her kademesinde; bilim, teknik, ileri teknoloji, bilimsel düşünce ile toplumsal değerlerini tanıyan, insan haklarına saygılı, dünya, sağlık ve çevre sorunlarına duyarlı, yurdunu, milletini ve devletini seven ve başarılarla yüceltmeye çalışan bir nesil yetiştirilmelidir.
Bunun için toplumcu değil bireyci, ezberci değil bilgiye ulaşmayı bilen ve bilgiyi kullanan, hür düşünce ve hayâl gücünü zenginleştiren daha özgürlükçü ve daha bir merak hissine alan açan bir eğitim felsefesi anlayışına ihtiyaç vardır. Cumhuriyetin kurucu felsefesi o günün koşullarında ulus devlet olma anlayışıyla hızlı karar alma ve politika üretme zorunluluğu taşıyordu. Ancak günümüzün sorunları gelecek nesillerin nasıl bir eğitim felsefesinin süzgecinden geçeceğini öğreten de bir süreç ifade ediyor. Yolculuğumuzun sonunu merak, kendi kendine öğrenme, deneysellik, keşif ve sorgulama üzerinden görelim isteriz.
Kaynak: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1833
HTTPS://DERGİPARK.ORG.TR/TR/PUB/EGİTİM/İSSUE/58093/789027
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Merak, kendi kendine öğrenme, deneysellik, keşif ve sorgulama, modern eğitimin ayar damgası olmalıdır.
Bu tür bir eğitim yaratıcılığı arttırır.
100 yıllık bir Cumhuriyet tarihinde Milli Eğitim Bakanlığına 4 Mayıs 2020’de atanan ilk Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur Beyefendiden başlayan, 4 Haziran 2023’te Milli Eğitim Bakanlığına atanan Sayın Yusuf Tekin’e kadar toplam 67 Milli Eğitim Bakanımızın görev yaptığını görüyoruz. 100 yıllık bir Cumhuriyetin eğitim politikalarını emanet ettiği 67 önemli isimden söz ediyoruz. Uzun soluklu bir yolculukta önemli kilometre taşlarını döşeyen 67 isim.
Tarihsel sürecimize baktığımızda Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan eğitim yolculuğunda tüm benzer örneklerinde olduğu gibi, yeni cumhuriyetin bir ulus devlet olarak şekillenmesinde ve oluşumunda en temel enstrümanın eğitim olduğunu görebiliyoruz. Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923 tarihinden bu yana, Türk toplumunda hayata geçirilen yeniliklere sahip çeşitli alanlara, eğitim alanı da dâhil olmuş; eğitimde farklı reformlar gerçekleştirilmiş, köklü değişiklikler yapılmıştır. Özellikle Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan yeniliklerin ve dönemin siyasal, kültürel, ekonomik değişimlerinin halka anlatılması, benimsetilmesi hususunda eğitim çok önemli rol oynamıştır.
Eğitimin aracı kurumu niteliğindeki okullarbir toplumun sosyalleşmesinde ve değerlerinin bireylere aktarımında en önemli kurumlardan birisidir. Kabuk değiştiren sosyal hayatın ve devlet anlayışının içerisinde işlevleri bakımından eskisi kadar tek çıkış yolu olmamalarına rağmen üstlendikleri misyon açısından okullar varlıklarını sürdürebilmek için daha fazla yaratıcı daha fazla dinamik, yaratıcı daha fazla üretken ve daha fazla rekabet gücüne sahip olmalıdırlar. Bunun gerçekleşebilmesi için ise mevcut değişimlere, gelişmelere cevap verebilmeyi, toplumun önceliklerini önceden keşfetmeyi, tüm yıpratıcı sosyal ve siyasi sarsıntılara direnebilmeyi, eğitim ilkelerine uygun ve tarihsel birikimlerini doğru yönde kullanmayı başarmak gerekir.
Cumhuriyetin kuruluşundan önce II. Meşrutiyet (1908 ve sonrası) dönemi eğitim düşünürlerinin görüşlerinde “yeni eğitim” in, psikoloji temelli, çocuk temelli olması gerektiği hâkim anlayıştır. Bu dönemin önemli eğitim düşünürleri İ. H. Baltacıoğlu, S. C. Antel, M. Ş. Tunç, Z. Gökalp, T. Fikret, Satı bey, NafiAtuf (Kansu), Emrullah Efendi, Ethem Nejat, Kazım Nami Duru gibi isimler eğitim üzerine yarattıkları fikir tartışmalarıyla cumhuriyetimizin kuruluş dönemi için hazırlık anlamında bir katkı sağlamışlardır. Millî mücadele sonrasında; 23 Nisan 1920’de TBMM açılışı, 2 Mayıs 1920’de Millî Eğitim Bakanlığının kurulması ve Rıza Nur Milli Eğitim Bakanı olarak atanması ve yaklaşık üç yıl sonrasında 29 Ekim 1923’te de Cumhuriyetin ilânı bu yolculuğun önemini ve kurucuların kararlılığını da göstermektedir.
Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında sosyal, siyasal, ideolojik ve ekonomik değişimlerin ülkelerin sınırlarını, dillerini, coğrafyalarını, kültürlerini değiştirdiği bu çağda hep ayakta kalabilmek günümüzün koşullarında eğitim sisteminin dünü bugüne, bugünü de geleceğe taşıyacak olan eğitimsel ve kültürel mirasın gerçek sahipleri olan öğrencileri yetiştirme işinde öncü olunmasıyla sağlanabilir.
Yıllar önce Yüksek Lisans eğitimimde rahmetli hocam Prof. Dr. Muhsin Hesapçıoğlu “Eğitim Ekonomisi” dersinde ülkelerin kalkınmışlıklarında eğitim ve ekonomi ilişkisine değinir ve eğitim sorunlarını felsefi düzeyde tartışırken ülkemizdeki eğitim felsefesinin toplumcu ya da bireyci yapısı hakkında tespitlerini paylaşırdı. Kendisi 2009 yılında M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisinde yayımladığı “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Eğitim Politikası ve Felsefesi” başlıklı makalesinde Cumhuriyet eğitim sistemi hakkında ifade ettiklerine katılmamak elde değil.
Hesapçıoğlu’na göre; Türk eğitim sistemi epistemolojik açıdan (= bilginin kaynağı) rasyonalist bir felsefeye,problem çözme yaklaşımları bakımından dedüktif/ tümdengelimci bir felsefeye, yönetim anlayışları açısından merkezî yönetimli bir felsefeye ve doğru bilginin kriteri açısından toplum merkezli (Durkheimci) bir felsefeye sahiptir.
Yani; eğitim, bireyin anlam arayışı yolunda beyninin, yüreğinin ve elinin özgürleştirilmesidir. Çünkü eğitim, bir sınır koyma uğraşısı değil, ufukları genişletme çalışması olmalıdır. İnsanoğluna yakışır bir eğitim, korkudan bağımsız bir eğitimdir. Korku dolu birey, özgür düşünme gücünü yitirir. Birey özgürlüğünü yitirince de yeteneklerini yitirir.
Türkiye eğer AB seviyesinde bir gelişmişliği ki bu da eğitimin geliştirilmesiyle olur, yakalama iddiasında samimi ise ve dünya çapında Nobel ödüllü bilim insanları, yazarlar ve sanatkârlar yetişmesini gerçekten istiyorsa, fobilerini terk edip genç dimağların serbest düşünce ve yaratıcılığını iğdiş etmeyi bırakmalı ve artık iyice sırıtan “düşünce özürlü” bireyler yetiştirme politikasına son vermelidir.
Zira bilimin ve ülkelerin önünü açan hür düşünce ve hayâl gücüdür ve bunları canlı tutan da özgürlük ve merak hissidir. “Merak, kendi kendine öğrenme, deneysellik, keşif ve sorgulama, modern eğitimin ayar damgası olmalıdır. Bu tür bir eğitim yaratıcılığı arttırır. […]. Rekabete dayalı dünyada pozisyonumuzu korumak için yenilikçilik ve yaratıcılık şarttır.” (Rowe 2007, s. 162-168).
Kısaca ifade etmek gerekirse Cumhuriyet Dönemi Türk Eğitim Sistemi; rasyonalist ve pragmatist eğitim felsefesi üzere inşa edilirken; merkezi yönetime bağlı ve toplum merkezli bir anlayış hâkim olmuştur. Cumhuriyet dönemi eğitim sisteminin temelleri atılırken Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” ifadesi ile gençliği ve eğitim sisteminin olması gerektiği niteliklere yönelik vurgusu, yaşanan eğitim sorunları ve hızla değişen yaşam şartları doğrultusunda amacına çok ulaşamamıştır.
Geçmişten günümüze eğitim politikaları belirlenirken bugün olduğu gibi ve de önceki tüm iktidarların yaptığı gibi gerek sosyal hayata etkisi ve gerekse de gelecek nesillerin yetiştirilmesinde kendi siyasi görüş ve beklentileri çerçevesinde hareket etmek en büyük yanılgı olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığının merkez ve taşra teşkilatıyla büyük ve devasa sorunları bulunuyor. Bu sorunların bir kısmı ve muhtemel ki pek çoğu bakanlığın değişime ve gelişime ayak uydurmakta zorlanan bürokratik kesimlerini ilgilendiriyor ve gizil kalıyor.
Bu sorunlar yumağının görünen yüzünde ise ulusal ve uluslararası sınavlar ve elde edilen sonuçlar, öğretmen niteliği, okul öncesinden lise son sınıfa kadar her kademede görülen nitelikli eğitim sorunu, fiziki alt yapı eksiklikleri vb sorunlar bulunuyor. Veriye dayalı ve uzun soluklu bir mücadelenin ortasında hem yeni şeyler yapmak hem de mevcut sistemin arızalarını gidermek mevcut hantal yapıda oldukça zor görünüyor. Prof. Dr. Ziya Hocamızın dediği gibi, ülkemizde her şeyde olduğu gibi eğitimde de hemen her şey siyah beyaz, ya var ya yok, ya hep ya hiç, ya sev ya terk et, ya benimsin ya kara toprağın gibi bir patolojik ikilem içerisinde gidiyor ve arada gri alanımız maalesef yok.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde, eğitimin her kademesinde; bilim, teknik, ileri teknoloji, bilimsel düşünce ile toplumsal değerlerini tanıyan, insan haklarına saygılı, dünya, sağlık ve çevre sorunlarına duyarlı, yurdunu, milletini ve devletini seven ve başarılarla yüceltmeye çalışan bir nesil yetiştirilmelidir.
Bunun için toplumcu değil bireyci, ezberci değil bilgiye ulaşmayı bilen ve bilgiyi kullanan, hür düşünce ve hayâl gücünü zenginleştiren daha özgürlükçü ve daha bir merak hissine alan açan bir eğitim felsefesi anlayışına ihtiyaç vardır. Cumhuriyetin kurucu felsefesi o günün koşullarında ulus devlet olma anlayışıyla hızlı karar alma ve politika üretme zorunluluğu taşıyordu. Ancak günümüzün sorunları gelecek nesillerin nasıl bir eğitim felsefesinin süzgecinden geçeceğini öğreten de bir süreç ifade ediyor. Yolculuğumuzun sonunu merak, kendi kendine öğrenme, deneysellik, keşif ve sorgulama üzerinden görelim isteriz.
Kaynak: https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1833
HTTPS://DERGİPARK.ORG.TR/TR/PUB/EGİTİM/İSSUE/58093/789027
Son Güncelleme: Pazartesi, 06 Kasım 2023 14:34
Gösterim: 622
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Millî Eğitim Bakanlığı, geçen yıl Eylül ayında öğrencilerin gelişimini takip etmek, müfredatın işlenmesinde okullar arasında bütünlük sağlamak ve uygulama birliği oluşturmak amacıyla ortaokul 6. sınıfların "Türkçe" ve "matematik" dersleri ile lise 9. sınıfların "Türk dili ve edebiyatı" ve "matematik" derslerinin ikinci yazılı sınavlarını " ülke genelinde ortak sınav" olarak yapılması kararını almıştı.
Bu kapsamda da, ülke genelindeki ilk ortak sınavları, 6. sınıf Türkçe ve matematik dersleri için 26 Aralık 2023 Salı, 9. sınıf Türk dili ve edebiyatı ile matematik dersleri için 27 Aralık 2023 Çarşamba günü yapılmasını zorunlu kılmıştı. Bakanlıkça hazırlanan sorular okullara İllerdeki ölçme ve Değerlendirme Birimleri ya da İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerince okullara teslim edildi ya da pdf olarak okullara gönderilerek çoğaltılıp uygulanması istendi. Yapılan sınavlar okul müdürü ya da müdür yardımcıları tarafından İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerine teslim edilerek oradan da il ölçme değerlendirme merkezlerine gönderilerek değerlendirilmesi sağlandı.
Aynı anda Resmî Gazete'de yayımlanan Ölçme ve Değerlendirme Yönetmeliği ile okul öncesinden 12. sınıfa kadar okullarda ölçme değerlendirme uygulamalarına ilişkin yeni esaslar getirilmiş bu kapsamda da ortaokul ve liselerde ortak yazılı sınavların zorluk ve kapsam açısından okullarda yapılan diğer yazılı sınavlar gibi olacağı yapılan bu sınavların diğer yazılı sınavlar gibi not olarak değerlendirilip karnede ilgili dersin geçme kriterleri arasında kabul edileceği belirtilmişti ve öyle de oldu. Ancak Milli Eğitim Bakanlığınca açıklanan ortak sınav uygulamalarına ilişkin tüm açıklamaların içerisinde dikkat çekici bir bölüm bulunmaktaydı. Gerek ülke geneli gerek il ve ilçe geneli ortak sınavlarda öğrencilerin sıralanmaları ya da okulların karşılaştırılması gibi uygulamalardan kaçınılacaktı. Yani ilk kez yapılan ortak sınavlar sonrası il, ilçe ya da ülke genelinde yapılan sınavların sonuçlarına ilişkin herhangi bir veri eğitimcilerle ve velilerle paylaşılmayacak deniyordu.
Sınavın yapılma amaçları arasında yer alan bir başka ifade de “eğitim müfredatının uygulanmasında birlik, bütünlük sağlamak ve öğrencilerin geçerli, güvenilir ölçme araçları ile değerlendirilmesine olanak sağlamak” cümlesi de diğer dikkat çeken bir ifade olmuştur.
Yüz yılı aşkın bir süredir önünde Milli Eğitim Bakanlığı ismi bulunan devasa büyüklükte ve bir ülkenin ekonomi bütçesinden en büyük payı alan bir bakanlığın yıllardır işinin bir parçası olan eğitim müfredatının uygulanmasında birlik, bütünlük sağlayamadığını ve hatta bugüne kadar yapılan ölçme ve değerlendirmelerin de geçerli ve güvenilir olmadığı anlamına gelecek bir vurgu yapıyor olması tuhaf olmuştur.
Daha yeni, 6 Ocak 2024’te MEB tarafından yayımlanan “Geleceğe Bakış Raporu” nda Cumhuriyetin ikinci yüzyılında eğitim felsefesi ve değerleri, eğitimde yeni yaklaşımlar, teknolojik gelişmeler ile sürdürülebilirlik ve eğitim konularında mevcut durum analizlerinden hareketle geleceğe dair öngörü ve fırsatları açıklamaya çalışan bir rapor yayımlandı. Bu raporla 4 ana başlıkta eğitim sisteminin geliştirilmesi yönünde bir projeksiyon çizilmeye çalışılmışken hem müredatta birlik hem de ölçmede geçerli ve güvenirliliğin gerçekleşmesinin anahtarının ülke genelinde 2 sınıf seviyesinde ve sadece 2 ders üzerinden yapılan ortak sınavlar yoluyla gerçekleşebileceğini beklemek doğru bir amaç ifadesi olmamıştır.
Eski Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk, bakanlığı döneminde okullarımız arasındaki öğrenme ve imkân farkının giderilmesi konusu üzerinde ısrarla durduğu bir konuydu. "İmkân bakımından en alttaki okullarımızı yükseltmezsek okullarımız arasındaki öğrenme ve imkân farkını kapatamayız. Bunu kapatamazsak da sınav baskısını azaltamayız demişti Sayın Selçuk. Okulları karşılaştırma, rekabet ortamına sokma, yarıştırma gibi bakış açılarının olmadığını vurgulamış her okulun, imkânları çerçevesine gelişmesine önem verilmesi gerektiğini belirtip okullarla ilgili kararların da kanıt temelli ve veriye dayalı alınması gerektiğini sıkça dile getirmişti.
LGS VE YKS DE ORTAK SINAVLARDIR
Okullarımız arasında bölgesel ve niteliksel farkların olduğunun bilindiği bir dönemde uzun yıllardır ülkemizde yapılan ulusal düzeydeki dikey geçiş sınavlarının da aslında bir ortak yazılı sınav denemesi olduğunu söylemek mümkün, bugünkü isimleriyle LGS ve YKS sınavları aslında birer ortak sınav mahiyetindedir. Belirli yaş ya da mezun grubuna yılda bir kez uygulanan sınavlardır bunlar karnede yer almazlar ama nitelikli bir üst öğrenime devam etmek isteyen öğrenciler için MEB ya da ÖSYM tarafından hazırlanan ortak sıralama sınavlarıdırlar. Bu sınavlarla ilgili de yeterli düzeyde bir bilgi ve veri açıklanmamaktadır. Özellikle Ortaöğretime geçiş sınavı olan LGS sonuçları ile ilgili ilçe, il ya da okullar özelinde herhangi bir kapsayıcı değerlendirmeye olanak sağlayacak bir bilgi edinememekteyiz. Az da olsa Yükseköğretime geçiş aşamasında TYT/AYT sınav sonuçlarına ilişkin bilgiler kamuoyuyla paylaşılmakta ve adayların, eğitimcilerin erişimine açılabilmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 2007 yılında kullanıma açılan e-okul sistemi ile öğrencilerin eğitime başladığı günden itibaren tüm süreçlerine tüm detaylarıyla mezun olana kadar ulaşabilecek bir sistem devreye girmiştir. Tüm özel veya resmi anasınıfı, ilköğretim, ortaöğretim ve lise kurumlarının zorunlu olarak da kullandığı, 17 yıldır Milli Eğitime köy, kasaba, ilçe, il ve okul okul bilgi sunan bir yazılım olarak işlev görmektedir e-okul. Burada okul öncesinden lise mezuniyetine kadar tüm eğitim çağındaki çocuk ve gençlerin tüm akademik gelişimine öğrenciler ve velileri erişilebilmektedirler.
İstatistik veriler oldukça önemlidir, bugün ilkokuldan liseye tüm kademelerde öğrencilerin devam devamsızlık durumlarına, her girdikleri yazılı sınav sonuçlarına, performans ve proje notlarına ve pek çok veriye resmi özel tüm kurumlarda kullanılan e-okul sistemi üzerinden ulaşmak mümkün. Aslında hangi il ilçe kasaba ve köy okulunda okursanız okuyun, Edirne’ den İstanbul’dan Kars’a İzmir’den Trabzon’a kadar tüm ülkede bölgesi ve ekonomisi ne olursa olsun tüm detay bilgiye erişim mümkün.
Bu da MEB’in elinde inanılmaz bir veri kaynağı var demektir. Ancak bu bilgilerin varlığına rağmen eğitimin adil ve eşit olarak planlanabilmesi ve bölgesel farklılıkların nedenleri ve nasıl giderileceğine ilişkin ortak akıl yaratılmasına yönelik katılımcı şeffaf bir veri paylaşımı da maalesef yapılmamaktadır.
Kamuoyu her şeyi bilmek zorunda değil ama yapılan ortak sınavların ciddi değerlendirilebilmesi de önemli. Yakın geçmişte uygulanan TEOG sınavları da bunun bir örneği idi. Sınavlar üzerinden sıkıntılar yaşandı, geçerliliği ve güvenirliliği sorgulandı. 2024 te yapılan ortak sınavların da sonucunu ülke çapında değerlendirmesini bilemiyoruz. Genel ortalamalar, bölgesel farklılıklar, özel ve resmi devlet okulları arasındaki farklar bilinemiyor.
Öğrencilerin gelişimini takip etmek, müfredatın işlenmesinde okullar arasında bütünlük sağlamak ve uygulama birliği oluşturmak amacıyla bir ortak sınav uygulanıyorsa bunun sonuçları hakkında sadece kişisel ve karneye yansıyan sonucu değil daha geniş ve kapsayıcı bir bilgi paylaşımına da ihtiyaç vardır. Okullar, bölgeler arasındaki nitelik faklarının eğitimin niteliğine ilişkin yeni yargılar oluşturmaya olanak sağlaması ancak bu bilgilerin de ayrıntılı analizi ile mümkündür.
Daha önce de dile getirdiğim gibi isim değiştirerek ya da farklı kademelerde sınavlar yaparak eğitimin sorunlarının giderilebilmesi mümkün değildir. Millî Eğitim Bakanlığının yine bu yıl yeniden düzenlediği Ölçme ve Değerlendirme Yönetmeliği’nde esas amacın okullardaki sınıf içi ölçme uygulamalarının; ülke genelinde birlik içerisinde, ölçme araçlarının sahip olması gereken geçerlik, güvenirlik ve kullanışlılık özelliklerine dikkat edilerek yapılması ilkesi olduğu yer almaktadır. Metinde yer aldığı gibi Yönetmeliğin ruhunda süreç odaklı değerlendirmeler de yer almaktadır. Ancak yönetmeliklerde yer aldığı gibi uygulamalarda örtüşük ve birbirini tamamlayan uygulamalar göremiyoruz maalesef.
Sınavlar bir geri bildirim aracıdır. Bilgiye, veriye erişiminiz yoksa sınavların sonuçlarını nasıl yorumlayacaksınız. Sınavın adını, soruluş biçimini, uygulanma dönemini, yazılı sözlü ya da çoktan
seçmeli gibi formatını kısaca neyi değiştirirseniz değiştirin açıklanan amaca ulaşmak eldeki bilinen verilerle mümkün değildir. Millî Eğitim Bakanlığının bazı düzeylerde bazı sınavları ortak yaparak öğrencilerin gelişimini takip etmesi, müfredatın işlenmesinde okullar arasında bütünlüğün sağlayabileceğini düşünmesi ya da uygulama birliği oluşturabilmesi mümkün müdür?
Bu pencereden bakınca Eğitimin nicel verilerinden çok niteliği üzerine yoğunlaşabilmeli, 20-25 yıldır yaptığımız gibi sınavlar üzerinde oynamalar yaparak eğitim sistemimizi geliştirmeye çalışmalıyız ancak bu sayede tüm seviyelerde okullar arasındaki nicelik ve nitelik farklılıklarını ortadan kaldıracak çözümler üretebiliriz.
Bakanlık PISA ve TIMMS gibi uluslararası sınavların sonuçları ile ilgili ayrıntılı bir değerlendirme raporu hazırlayıp web sitesi aracılığıyla kamuoyuyla paylaşıyor. Bu ortak sınavlarla da elde edilen bilgi kazanımları ve verileri de paylaşabilir ama tercih etmiyor. Sonuçların okullar ya da bölgeler arası eğitim farklılıklarını görmemize ve ortak akıl üretmemize olanak yaratacağını düşünüyorum.
Değişimin hızlı, üretilenlerin çabuk tüketildiği, değerlerin önemini yitirdiği bu çağda eğitimin iyileştirilmesi ve niteliğinin artırılması her şeyden önemli hale gelmelidir. Bütünü parçadan az önemsedikçe, sınavları iyi ve nitelikli eğitimin ön koşulu ya da tek yolu olarak düşünmekten vazgeçmedikçe bunu başarabilmek, nitelikli eğitime ulaşmak ve/veya geleceğin eğitimini tasarlamak maalesef pek mümkün görünmüyor.
Kısaca, nitelikli eğitimin sorgulandığı, bilgi birikimini ölçmekten çok kendi mecrasına dolaylı yoldan müdahale etme yolu olarak sınavın kullanılmasını, şişirilmiş notlarla buna zemin hazırlanmasını, sınava hazırlayan dershaneler gibi sınava hazırlayan okulların sayıca çoğalmasını, eğitimdeki denetim eksikliğini, ölçme ve değerlendirmedeki noksanlıkları ve daha da önemlisi günümüzün koşullarına uygun müfredat geliştirilmesi gerekliliğini eğitimin ve gençlerimizin geleceği için zorunlu görüyorum.
Kaynakça.
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Millî Eğitim Bakanlığı, geçen yıl Eylül ayında öğrencilerin gelişimini takip etmek, müfredatın işlenmesinde okullar arasında bütünlük sağlamak ve uygulama birliği oluşturmak amacıyla ortaokul 6. sınıfların "Türkçe" ve "matematik" dersleri ile lise 9. sınıfların "Türk dili ve edebiyatı" ve "matematik" derslerinin ikinci yazılı sınavlarını " ülke genelinde ortak sınav" olarak yapılması kararını almıştı.
Bu kapsamda da, ülke genelindeki ilk ortak sınavları, 6. sınıf Türkçe ve matematik dersleri için 26 Aralık 2023 Salı, 9. sınıf Türk dili ve edebiyatı ile matematik dersleri için 27 Aralık 2023 Çarşamba günü yapılmasını zorunlu kılmıştı. Bakanlıkça hazırlanan sorular okullara İllerdeki ölçme ve Değerlendirme Birimleri ya da İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerince okullara teslim edildi ya da pdf olarak okullara gönderilerek çoğaltılıp uygulanması istendi. Yapılan sınavlar okul müdürü ya da müdür yardımcıları tarafından İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerine teslim edilerek oradan da il ölçme değerlendirme merkezlerine gönderilerek değerlendirilmesi sağlandı.
Aynı anda Resmî Gazete'de yayımlanan Ölçme ve Değerlendirme Yönetmeliği ile okul öncesinden 12. sınıfa kadar okullarda ölçme değerlendirme uygulamalarına ilişkin yeni esaslar getirilmiş bu kapsamda da ortaokul ve liselerde ortak yazılı sınavların zorluk ve kapsam açısından okullarda yapılan diğer yazılı sınavlar gibi olacağı yapılan bu sınavların diğer yazılı sınavlar gibi not olarak değerlendirilip karnede ilgili dersin geçme kriterleri arasında kabul edileceği belirtilmişti ve öyle de oldu. Ancak Milli Eğitim Bakanlığınca açıklanan ortak sınav uygulamalarına ilişkin tüm açıklamaların içerisinde dikkat çekici bir bölüm bulunmaktaydı. Gerek ülke geneli gerek il ve ilçe geneli ortak sınavlarda öğrencilerin sıralanmaları ya da okulların karşılaştırılması gibi uygulamalardan kaçınılacaktı. Yani ilk kez yapılan ortak sınavlar sonrası il, ilçe ya da ülke genelinde yapılan sınavların sonuçlarına ilişkin herhangi bir veri eğitimcilerle ve velilerle paylaşılmayacak deniyordu.
Sınavın yapılma amaçları arasında yer alan bir başka ifade de “eğitim müfredatının uygulanmasında birlik, bütünlük sağlamak ve öğrencilerin geçerli, güvenilir ölçme araçları ile değerlendirilmesine olanak sağlamak” cümlesi de diğer dikkat çeken bir ifade olmuştur.
Yüz yılı aşkın bir süredir önünde Milli Eğitim Bakanlığı ismi bulunan devasa büyüklükte ve bir ülkenin ekonomi bütçesinden en büyük payı alan bir bakanlığın yıllardır işinin bir parçası olan eğitim müfredatının uygulanmasında birlik, bütünlük sağlayamadığını ve hatta bugüne kadar yapılan ölçme ve değerlendirmelerin de geçerli ve güvenilir olmadığı anlamına gelecek bir vurgu yapıyor olması tuhaf olmuştur.
Daha yeni, 6 Ocak 2024’te MEB tarafından yayımlanan “Geleceğe Bakış Raporu” nda Cumhuriyetin ikinci yüzyılında eğitim felsefesi ve değerleri, eğitimde yeni yaklaşımlar, teknolojik gelişmeler ile sürdürülebilirlik ve eğitim konularında mevcut durum analizlerinden hareketle geleceğe dair öngörü ve fırsatları açıklamaya çalışan bir rapor yayımlandı. Bu raporla 4 ana başlıkta eğitim sisteminin geliştirilmesi yönünde bir projeksiyon çizilmeye çalışılmışken hem müredatta birlik hem de ölçmede geçerli ve güvenirliliğin gerçekleşmesinin anahtarının ülke genelinde 2 sınıf seviyesinde ve sadece 2 ders üzerinden yapılan ortak sınavlar yoluyla gerçekleşebileceğini beklemek doğru bir amaç ifadesi olmamıştır.
Eski Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk, bakanlığı döneminde okullarımız arasındaki öğrenme ve imkân farkının giderilmesi konusu üzerinde ısrarla durduğu bir konuydu. "İmkân bakımından en alttaki okullarımızı yükseltmezsek okullarımız arasındaki öğrenme ve imkân farkını kapatamayız. Bunu kapatamazsak da sınav baskısını azaltamayız demişti Sayın Selçuk. Okulları karşılaştırma, rekabet ortamına sokma, yarıştırma gibi bakış açılarının olmadığını vurgulamış her okulun, imkânları çerçevesine gelişmesine önem verilmesi gerektiğini belirtip okullarla ilgili kararların da kanıt temelli ve veriye dayalı alınması gerektiğini sıkça dile getirmişti.
LGS VE YKS DE ORTAK SINAVLARDIR
Okullarımız arasında bölgesel ve niteliksel farkların olduğunun bilindiği bir dönemde uzun yıllardır ülkemizde yapılan ulusal düzeydeki dikey geçiş sınavlarının da aslında bir ortak yazılı sınav denemesi olduğunu söylemek mümkün, bugünkü isimleriyle LGS ve YKS sınavları aslında birer ortak sınav mahiyetindedir. Belirli yaş ya da mezun grubuna yılda bir kez uygulanan sınavlardır bunlar karnede yer almazlar ama nitelikli bir üst öğrenime devam etmek isteyen öğrenciler için MEB ya da ÖSYM tarafından hazırlanan ortak sıralama sınavlarıdırlar. Bu sınavlarla ilgili de yeterli düzeyde bir bilgi ve veri açıklanmamaktadır. Özellikle Ortaöğretime geçiş sınavı olan LGS sonuçları ile ilgili ilçe, il ya da okullar özelinde herhangi bir kapsayıcı değerlendirmeye olanak sağlayacak bir bilgi edinememekteyiz. Az da olsa Yükseköğretime geçiş aşamasında TYT/AYT sınav sonuçlarına ilişkin bilgiler kamuoyuyla paylaşılmakta ve adayların, eğitimcilerin erişimine açılabilmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından 2007 yılında kullanıma açılan e-okul sistemi ile öğrencilerin eğitime başladığı günden itibaren tüm süreçlerine tüm detaylarıyla mezun olana kadar ulaşabilecek bir sistem devreye girmiştir. Tüm özel veya resmi anasınıfı, ilköğretim, ortaöğretim ve lise kurumlarının zorunlu olarak da kullandığı, 17 yıldır Milli Eğitime köy, kasaba, ilçe, il ve okul okul bilgi sunan bir yazılım olarak işlev görmektedir e-okul. Burada okul öncesinden lise mezuniyetine kadar tüm eğitim çağındaki çocuk ve gençlerin tüm akademik gelişimine öğrenciler ve velileri erişilebilmektedirler.
İstatistik veriler oldukça önemlidir, bugün ilkokuldan liseye tüm kademelerde öğrencilerin devam devamsızlık durumlarına, her girdikleri yazılı sınav sonuçlarına, performans ve proje notlarına ve pek çok veriye resmi özel tüm kurumlarda kullanılan e-okul sistemi üzerinden ulaşmak mümkün. Aslında hangi il ilçe kasaba ve köy okulunda okursanız okuyun, Edirne’ den İstanbul’dan Kars’a İzmir’den Trabzon’a kadar tüm ülkede bölgesi ve ekonomisi ne olursa olsun tüm detay bilgiye erişim mümkün.
Bu da MEB’in elinde inanılmaz bir veri kaynağı var demektir. Ancak bu bilgilerin varlığına rağmen eğitimin adil ve eşit olarak planlanabilmesi ve bölgesel farklılıkların nedenleri ve nasıl giderileceğine ilişkin ortak akıl yaratılmasına yönelik katılımcı şeffaf bir veri paylaşımı da maalesef yapılmamaktadır.
Kamuoyu her şeyi bilmek zorunda değil ama yapılan ortak sınavların ciddi değerlendirilebilmesi de önemli. Yakın geçmişte uygulanan TEOG sınavları da bunun bir örneği idi. Sınavlar üzerinden sıkıntılar yaşandı, geçerliliği ve güvenirliliği sorgulandı. 2024 te yapılan ortak sınavların da sonucunu ülke çapında değerlendirmesini bilemiyoruz. Genel ortalamalar, bölgesel farklılıklar, özel ve resmi devlet okulları arasındaki farklar bilinemiyor.
Öğrencilerin gelişimini takip etmek, müfredatın işlenmesinde okullar arasında bütünlük sağlamak ve uygulama birliği oluşturmak amacıyla bir ortak sınav uygulanıyorsa bunun sonuçları hakkında sadece kişisel ve karneye yansıyan sonucu değil daha geniş ve kapsayıcı bir bilgi paylaşımına da ihtiyaç vardır. Okullar, bölgeler arasındaki nitelik faklarının eğitimin niteliğine ilişkin yeni yargılar oluşturmaya olanak sağlaması ancak bu bilgilerin de ayrıntılı analizi ile mümkündür.
Daha önce de dile getirdiğim gibi isim değiştirerek ya da farklı kademelerde sınavlar yaparak eğitimin sorunlarının giderilebilmesi mümkün değildir. Millî Eğitim Bakanlığının yine bu yıl yeniden düzenlediği Ölçme ve Değerlendirme Yönetmeliği’nde esas amacın okullardaki sınıf içi ölçme uygulamalarının; ülke genelinde birlik içerisinde, ölçme araçlarının sahip olması gereken geçerlik, güvenirlik ve kullanışlılık özelliklerine dikkat edilerek yapılması ilkesi olduğu yer almaktadır. Metinde yer aldığı gibi Yönetmeliğin ruhunda süreç odaklı değerlendirmeler de yer almaktadır. Ancak yönetmeliklerde yer aldığı gibi uygulamalarda örtüşük ve birbirini tamamlayan uygulamalar göremiyoruz maalesef.
Sınavlar bir geri bildirim aracıdır. Bilgiye, veriye erişiminiz yoksa sınavların sonuçlarını nasıl yorumlayacaksınız. Sınavın adını, soruluş biçimini, uygulanma dönemini, yazılı sözlü ya da çoktan
seçmeli gibi formatını kısaca neyi değiştirirseniz değiştirin açıklanan amaca ulaşmak eldeki bilinen verilerle mümkün değildir. Millî Eğitim Bakanlığının bazı düzeylerde bazı sınavları ortak yaparak öğrencilerin gelişimini takip etmesi, müfredatın işlenmesinde okullar arasında bütünlüğün sağlayabileceğini düşünmesi ya da uygulama birliği oluşturabilmesi mümkün müdür?
Bu pencereden bakınca Eğitimin nicel verilerinden çok niteliği üzerine yoğunlaşabilmeli, 20-25 yıldır yaptığımız gibi sınavlar üzerinde oynamalar yaparak eğitim sistemimizi geliştirmeye çalışmalıyız ancak bu sayede tüm seviyelerde okullar arasındaki nicelik ve nitelik farklılıklarını ortadan kaldıracak çözümler üretebiliriz.
Bakanlık PISA ve TIMMS gibi uluslararası sınavların sonuçları ile ilgili ayrıntılı bir değerlendirme raporu hazırlayıp web sitesi aracılığıyla kamuoyuyla paylaşıyor. Bu ortak sınavlarla da elde edilen bilgi kazanımları ve verileri de paylaşabilir ama tercih etmiyor. Sonuçların okullar ya da bölgeler arası eğitim farklılıklarını görmemize ve ortak akıl üretmemize olanak yaratacağını düşünüyorum.
Değişimin hızlı, üretilenlerin çabuk tüketildiği, değerlerin önemini yitirdiği bu çağda eğitimin iyileştirilmesi ve niteliğinin artırılması her şeyden önemli hale gelmelidir. Bütünü parçadan az önemsedikçe, sınavları iyi ve nitelikli eğitimin ön koşulu ya da tek yolu olarak düşünmekten vazgeçmedikçe bunu başarabilmek, nitelikli eğitime ulaşmak ve/veya geleceğin eğitimini tasarlamak maalesef pek mümkün görünmüyor.
Kısaca, nitelikli eğitimin sorgulandığı, bilgi birikimini ölçmekten çok kendi mecrasına dolaylı yoldan müdahale etme yolu olarak sınavın kullanılmasını, şişirilmiş notlarla buna zemin hazırlanmasını, sınava hazırlayan dershaneler gibi sınava hazırlayan okulların sayıca çoğalmasını, eğitimdeki denetim eksikliğini, ölçme ve değerlendirmedeki noksanlıkları ve daha da önemlisi günümüzün koşullarına uygun müfredat geliştirilmesi gerekliliğini eğitimin ve gençlerimizin geleceği için zorunlu görüyorum.
Kaynakça.
Son Güncelleme: Salı, 06 Şubat 2024 13:01
Gösterim: 557
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Okullar açılırken öğrenciler, öğretmenler ve anne babalar için heyecanlı, endişeli bir süreç de başlamış oldu. Türkiye’de farklı yaş gruplarında okula başlayan 20 Milyon 481 bin öğrenci ve 1 milyon 178 bin öğretmen bulunuyor.İlkokuldan ortaöğretime 3 farklı seviyede bu kadar çok öğrencinin bulunduğu bir ülkede eğitimi idare edebilmek elbette zor olsa gerek. Her yıl sadece ilkokulda 1 milyonu aşkın öğrenci okula başlıyor ve bu çocukların heyecanları, kaygıları ve korkuları baş edilmesi, üstesinden gelinmesi gereken bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bu sorun sadece çocukların değil anne babalar başta olmak üzere yakın aile çevresini ve okul ikliminin paydaşları olan öğretmen ve yöneticilerin de bir sorunu haline geliyor. Kabaca tahminle yaklaşık 6-7 milyon insanımız için okul açılışları önemli bir dönem haline geliyor.
Okula başlama kronolojik bir süreci ifade etse de aslında içerisinde sosyal, duygusal ve ruhsal olan pek çok değişkeni barındırıyor. Bu nedenle her anne baba okula başlama yaşı gelmiş çocuğu için doğru karar verme aşamasında tereddüt yaşar. Çünkü biyolojik yaşın uygun olması çocuğun okula başlaması için yeterli bir koşul değildir. Önemli olan çocuğun bilişsel, sosyal, duygusal ve ruhsal yönden yaş düzeyinin beklentilerini yerine getirebilecek olgunluğa sahip olmasıdır.
Okulların başlamasıyla 20 Milyon 481 bin öğrencinin ders başı yapacağından bahsetmiştik. Bu öğrencilerin okula başlama heyecanlarını belirleyen ana faktörlerden biri öğrencilerin hangi yaş grubunda eğitim alacak olmalarıyla ilgilidir. İlkokul, ortaokul ve liselerde okuyan tüm öğrencilerin heyecanlarına ortak olan aileler ve ailelerin çocuklarından bekledikleri de önemlidir. Ara sınıflar düzeyinde en rahat grup ilkokul çocukları oluyor. Ortaokul 5. Sınıftan itibaren sınavlar nedeniyle bu çocukların ailelerininve toplumun diğer unsurlarının baskısı ile okula ve eğitim sistemine bakışları değişiyor ve heyecanlarının yerini stres ve kaygı alıyor. Ön ergenlikle başlayan süreç, ergenlikle birlikte çocukların, gençlerin okul kavramına bakışını ve okuldan beklentileri değiştiriyor.
OKULLARIN İŞLEVİ
Değişen dünyada birey davranışlarındaki değişiklikleri kalıcı hale getirebilmek, gelişmelere ayak uydurabilen, çağın beklentilerine cevap verebilen, araştıran, sorgulayan ve kendini gerçekleştirmiş, özgüven duygusu gelişmiş bireyler yetiştirmek, ancak eğitimle mümkün olabilmektedir. Yaşam boyu süren öğrenmelerin ve eğitimlerin resmi boyutu da eğitim kurumlarında yani okullarda gerçekleşir.
Eğitim dünyası bugünden yarına kazandırılması gerekli temel becerilerinin neler olduğunu ve bunların nasıl kazandırılacağını tartışırken aynı zamanda teknolojinin eğitimdeki yerini ve insani özelliklerden uzak yapay zeka uygulamalarını eğitimin içerisine entegre etme çalışmalarına da hız veriyor. Anaokulundan üniversiteye günümüzün ve geleceğin eğitim kurumları, bilim insanları insan faktörünün yanında yapay zekâ ürünü tasarımların öğrencinin sosyal, duygusal ve bilişsel hayatına nasıl etki edeceğine karar verememektedir.
Öğretmen olmadan eğitimin, okul olmadan da öğretimin mümkün olup olmadığı da sıkça sorgulanmaktadır.
VELİ OKUL İŞBİRLİĞİ
Burada devreye veli ile doğru şekilde ve doğru zamanda kurulan iletişim ve işbirliği girmektedir. Okullar ve dahi eğitim bilim uzmanları sorguladıkları kavramlara ve gerçekliliklere karşın insani boyutlarda sorumluluklarını bilerek gerçekleştirdikleri bilgi alışverişlerinin öğrenci başarısını artırdığını, güven ortamını pekiştirdiğini görmektedirler. Ve gerektiği kadar açık ve şeffaf olabilen eğitim kurumlarının sorumluluklarını eşit paylaşımını önemsediklerini ve bunu paydaşlarına hissettirdiklerini söylemek gerekir.
ÇOCUKLARDA OKUL KAYGISI
Çocuklarda okul kaygısının en önemli sebeplerinden birisi bilinmezlik ve alışık olduğu korunaklı oramdan uzaklaşma duygusudur. Son yıllarda okul öncesi deneyimi yaşayan çocuk sayısındaki artışların kısaca okul öncesindeki okullaşma oranlarının artıyor olmasının çocuklarda okula hazır olma becerisini ve duygusunu olumlu yönde etkilediğini görüyoruz.Milli Eğitim Bakanlığının okula başlayacak öğrenciler için okula uyum programı adında bir oryantasyon haftası düzenlemesi öğrencilerin okula uyumlarını olumlu yönde etkilemiştir.
Pek çok özel okul da zaten erken açılmakta ve öğretmen ve velilerini çocukların yaş dönemlerine uygun tutum ve davranışlarının neler olabileceğine ilişkin bilinçlendirme etkinlikleri yapmaktadır. Tüm bu çabalar 6-7 yaş grubu çocukların okula uyum süreçlerini kolaylaştırmak için atılan adımlar.
Okula başlama fiziksel olduğu kadar duygusal olgunlukla da ilgili bir kavram. Son yıllarda kronolojik yaş ne kadar önemliyse duygusal hazır oluşluk da bir o kadar önem kazanmıştır. Son on yılda özellikle duygusal olgunluk için okul öncesi eğitimin önemine ilişkin gerçekleştirilen eğitimler, yayınlanmış bilimsel makaleler, ulusal ve uluslararası etkinliklerle gerçekleştirilen bilinçlendirme çalışmaları oldukça anlamlı kazanımlar edinilmesini sağlamıştır. Bu nedenle okul öncesinde eğitim alma oranları son yıllarda niceliksel olarak artması çocukların okul ortamlarına ilişkin deneyimlerini artırmış ve uyum sorunlarını en aza indirmiştir.
Burada sistemik yaklaşımlar kadar okul aile işbirliğinin de önemini artırmıştır.
Uyum Sorunlarında;
* Kaygı ve güven eksikliği, anne babadan başlayarak giderilmeli,
* Okula gitmek istememe durumlarında ısrar etmeli ve desteği hissettirebilmeli,
* Ne ile karşılaşacağını bilememe/belirsizlik, yerine açık ve net ifadelerle ne ile karşılaşacağını söylemeli,
* Hangi saatlerde evde olacağını, kimin evde onu karşılayacağını bilmesi de güven duygusunu geliştirir.
Okula başlama kronolojik bir süreci ifade etse de aslında içerisinde sosyal, duygusal ve ruhsal olan pek çok değişkeni barındırdığını söylemiştik. Biyolojik yaşın uygun olması çocuğun okula başlaması için yeterli bir koşul değildir. Önemli olan çocuğun bilişsel, sosyal, duygusal ve ruhsal yönden yaş düzeyinin beklentilerini yerine getirebilecek olgunluğa sahip olmasıdır.
Eğitimin ve eğitimcilerin ana sorumluluğu da 20 milyonu aşkın öğrencinin bu olgunluğa erişimini mümkün kılmaktır. Bunun için süreçte gerekli iş ve eylemleri, plan ve projeleri hayata geçirmeyi başarabilmesidir.
Üst Kategori: ROOT Kategori: Alparslan Dartan
Alpaslan Dartan - Eğitim Yöneticisi / PDR Uzmanı
Okullar açılırken öğrenciler, öğretmenler ve anne babalar için heyecanlı, endişeli bir süreç de başlamış oldu. Türkiye’de farklı yaş gruplarında okula başlayan 20 Milyon 481 bin öğrenci ve 1 milyon 178 bin öğretmen bulunuyor.İlkokuldan ortaöğretime 3 farklı seviyede bu kadar çok öğrencinin bulunduğu bir ülkede eğitimi idare edebilmek elbette zor olsa gerek. Her yıl sadece ilkokulda 1 milyonu aşkın öğrenci okula başlıyor ve bu çocukların heyecanları, kaygıları ve korkuları baş edilmesi, üstesinden gelinmesi gereken bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Elbette bu sorun sadece çocukların değil anne babalar başta olmak üzere yakın aile çevresini ve okul ikliminin paydaşları olan öğretmen ve yöneticilerin de bir sorunu haline geliyor. Kabaca tahminle yaklaşık 6-7 milyon insanımız için okul açılışları önemli bir dönem haline geliyor.
Okula başlama kronolojik bir süreci ifade etse de aslında içerisinde sosyal, duygusal ve ruhsal olan pek çok değişkeni barındırıyor. Bu nedenle her anne baba okula başlama yaşı gelmiş çocuğu için doğru karar verme aşamasında tereddüt yaşar. Çünkü biyolojik yaşın uygun olması çocuğun okula başlaması için yeterli bir koşul değildir. Önemli olan çocuğun bilişsel, sosyal, duygusal ve ruhsal yönden yaş düzeyinin beklentilerini yerine getirebilecek olgunluğa sahip olmasıdır.
Okulların başlamasıyla 20 Milyon 481 bin öğrencinin ders başı yapacağından bahsetmiştik. Bu öğrencilerin okula başlama heyecanlarını belirleyen ana faktörlerden biri öğrencilerin hangi yaş grubunda eğitim alacak olmalarıyla ilgilidir. İlkokul, ortaokul ve liselerde okuyan tüm öğrencilerin heyecanlarına ortak olan aileler ve ailelerin çocuklarından bekledikleri de önemlidir. Ara sınıflar düzeyinde en rahat grup ilkokul çocukları oluyor. Ortaokul 5. Sınıftan itibaren sınavlar nedeniyle bu çocukların ailelerininve toplumun diğer unsurlarının baskısı ile okula ve eğitim sistemine bakışları değişiyor ve heyecanlarının yerini stres ve kaygı alıyor. Ön ergenlikle başlayan süreç, ergenlikle birlikte çocukların, gençlerin okul kavramına bakışını ve okuldan beklentileri değiştiriyor.
OKULLARIN İŞLEVİ
Değişen dünyada birey davranışlarındaki değişiklikleri kalıcı hale getirebilmek, gelişmelere ayak uydurabilen, çağın beklentilerine cevap verebilen, araştıran, sorgulayan ve kendini gerçekleştirmiş, özgüven duygusu gelişmiş bireyler yetiştirmek, ancak eğitimle mümkün olabilmektedir. Yaşam boyu süren öğrenmelerin ve eğitimlerin resmi boyutu da eğitim kurumlarında yani okullarda gerçekleşir.
Eğitim dünyası bugünden yarına kazandırılması gerekli temel becerilerinin neler olduğunu ve bunların nasıl kazandırılacağını tartışırken aynı zamanda teknolojinin eğitimdeki yerini ve insani özelliklerden uzak yapay zeka uygulamalarını eğitimin içerisine entegre etme çalışmalarına da hız veriyor. Anaokulundan üniversiteye günümüzün ve geleceğin eğitim kurumları, bilim insanları insan faktörünün yanında yapay zekâ ürünü tasarımların öğrencinin sosyal, duygusal ve bilişsel hayatına nasıl etki edeceğine karar verememektedir.
Öğretmen olmadan eğitimin, okul olmadan da öğretimin mümkün olup olmadığı da sıkça sorgulanmaktadır.
VELİ OKUL İŞBİRLİĞİ
Burada devreye veli ile doğru şekilde ve doğru zamanda kurulan iletişim ve işbirliği girmektedir. Okullar ve dahi eğitim bilim uzmanları sorguladıkları kavramlara ve gerçekliliklere karşın insani boyutlarda sorumluluklarını bilerek gerçekleştirdikleri bilgi alışverişlerinin öğrenci başarısını artırdığını, güven ortamını pekiştirdiğini görmektedirler. Ve gerektiği kadar açık ve şeffaf olabilen eğitim kurumlarının sorumluluklarını eşit paylaşımını önemsediklerini ve bunu paydaşlarına hissettirdiklerini söylemek gerekir.
ÇOCUKLARDA OKUL KAYGISI
Çocuklarda okul kaygısının en önemli sebeplerinden birisi bilinmezlik ve alışık olduğu korunaklı oramdan uzaklaşma duygusudur. Son yıllarda okul öncesi deneyimi yaşayan çocuk sayısındaki artışların kısaca okul öncesindeki okullaşma oranlarının artıyor olmasının çocuklarda okula hazır olma becerisini ve duygusunu olumlu yönde etkilediğini görüyoruz.Milli Eğitim Bakanlığının okula başlayacak öğrenciler için okula uyum programı adında bir oryantasyon haftası düzenlemesi öğrencilerin okula uyumlarını olumlu yönde etkilemiştir.
Pek çok özel okul da zaten erken açılmakta ve öğretmen ve velilerini çocukların yaş dönemlerine uygun tutum ve davranışlarının neler olabileceğine ilişkin bilinçlendirme etkinlikleri yapmaktadır. Tüm bu çabalar 6-7 yaş grubu çocukların okula uyum süreçlerini kolaylaştırmak için atılan adımlar.
Okula başlama fiziksel olduğu kadar duygusal olgunlukla da ilgili bir kavram. Son yıllarda kronolojik yaş ne kadar önemliyse duygusal hazır oluşluk da bir o kadar önem kazanmıştır. Son on yılda özellikle duygusal olgunluk için okul öncesi eğitimin önemine ilişkin gerçekleştirilen eğitimler, yayınlanmış bilimsel makaleler, ulusal ve uluslararası etkinliklerle gerçekleştirilen bilinçlendirme çalışmaları oldukça anlamlı kazanımlar edinilmesini sağlamıştır. Bu nedenle okul öncesinde eğitim alma oranları son yıllarda niceliksel olarak artması çocukların okul ortamlarına ilişkin deneyimlerini artırmış ve uyum sorunlarını en aza indirmiştir.
Burada sistemik yaklaşımlar kadar okul aile işbirliğinin de önemini artırmıştır.
Uyum Sorunlarında;
* Kaygı ve güven eksikliği, anne babadan başlayarak giderilmeli,
* Okula gitmek istememe durumlarında ısrar etmeli ve desteği hissettirebilmeli,
* Ne ile karşılaşacağını bilememe/belirsizlik, yerine açık ve net ifadelerle ne ile karşılaşacağını söylemeli,
* Hangi saatlerde evde olacağını, kimin evde onu karşılayacağını bilmesi de güven duygusunu geliştirir.
Okula başlama kronolojik bir süreci ifade etse de aslında içerisinde sosyal, duygusal ve ruhsal olan pek çok değişkeni barındırdığını söylemiştik. Biyolojik yaşın uygun olması çocuğun okula başlaması için yeterli bir koşul değildir. Önemli olan çocuğun bilişsel, sosyal, duygusal ve ruhsal yönden yaş düzeyinin beklentilerini yerine getirebilecek olgunluğa sahip olmasıdır.
Eğitimin ve eğitimcilerin ana sorumluluğu da 20 milyonu aşkın öğrencinin bu olgunluğa erişimini mümkün kılmaktır. Bunun için süreçte gerekli iş ve eylemleri, plan ve projeleri hayata geçirmeyi başarabilmesidir.
Son Güncelleme: Pazar, 24 Eylül 2023 12:33
Gösterim: 651