Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.
Prof. Dr. Mustafa Zülküf ALTAN /Erciyes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi
Son birkaç yıldır hem yazılı hem görsel medyada ayrıca eğitim camiasında gün geçmiyor ki üstün yetenekli/zekâlı öğrenciler konusu gündeme gelmesin. Onlarca haber çıktı ve program yapıldı. Yapılmaya da devam ediyor.
Bunlara ilaveten birçok özel/vakıf ve devlet üniversitesinde bu çocuklara yönelik adeta mantar gibi biten araştırma merkezleri veya programlar açılmaktadır. TÜBİTAK okullar açmak için çalışmalar yapıyor, belediyeler ve özel üniversiteler sözde üstün yetenekli/zekâlı çocuklar için “eğitim köyü” kurma anlaşmaları imzalıyor hatta bu tür çocukların üniversitelere sınavsız ve istedikleri bölümlere girme hakkı verilmesi için kanun teklifleri hazırlanıyor!
Bu çocuklara gösterilen yoğun ve ani ilginin nedenini anlayabilmek oldukça zordur. “Normal çocuklara” çağın çok gerisinde kalan bir anlayışla eğitim verilen, çağın gerektirdiği öğretmen donanımına sahip olmayan öğretmenlerin sınıflara doldurulduğu bir sistemin neden bu konuya aşırı ilgi gösterdiğini birilerinin açıklaması gerekir! Yazboz tahtasına dönmüş, alınan hiçbir kararın sonucu beklenmeden yeni bir sisteme geçilen, her gün yeni bir uygulama veya sınav formatı ortaya atılan ve ne yazık ki hemen hepsinde sorunlar veya sıkıntılar yaşanan bir ortamda bir de bu konunun ortaya çıkması pek de hayra alamet bir durum olmasa gerek. Açıkçası bu kaotik durumun çok ciddi sorunlara gebe olduğu çok nettir.
Zekâ testlerinin hikâyesi, Alfred Binet isimli Fransız bir psikologdan dönemin yetkililerinin, Paris okullarının ilk yıllarında hangi öğrencilerin başarılı, hangilerinin başarısız olacağını tespit edecek bir sistem geliştirmesinin istenmesiyle başlar. Binet başarılı olur ve hepimizin bildiği IQ (Intelligence Quotient), zekâ katsayısı, olgusu ve bunu tespite yarayan zekâ testi ortaya çıkar. Sayısal ve sözel zekâların kullanılmasına yönelik bu test daha sonraları ABD’ye ve diğer ülkelere ulaşır. Günümüze kadar milyonlarca insan üzerinde uygulanan bu test psikologların en büyük başarılarından biri olarak görülür.
Klasik zekâ kuramlarına baktığımız zaman, zekânın doğuştan geldiği, teklik içerdiği yani ya vardır ya yoktur ve büyük ölçüde kalıtımın etkisiyle belirlendiği düşünülür. Bu görüşü savunan çalışmalarda çocuğun zekâsı ile ana-babanın zekâsı arasında yüksek düzeyde ilişki olduğu saptandığı pek çok yerde karşımıza çıkar. Annenin hamilelik sırasında uygun beslenmesi, beyin kanlanma ve oksijen alımının yolunda gitmesi gerekir. Doğum sırasında da oksijen alımı konusunda bir sıkıntının yaşanmaması gerekmektedir. Doğum sonrasında da beyin dokusuna zarar verecek yaralanmalar ve ateşli rahatsızlıklar da zekâ potansiyelini düşüren etkenlerdendir. Böyle düşünüldüğünde zekâ, tek bir yapıdan oluşan sabit bir varlıktır!
Bu klasik zekâ kuramına dayalı Dünya Sağlık Örgütünün önerdiği zekâ sınıflandırması şu şekildedir:
0-20 Derin zekâ geriliği/zihinsel engel
21-35 Ağır derecede zekâ geriliği/zihinsel engel
36-50 Orta derecede zekâ geriliği/zihinsel engel
51-70 Hafif derecede zekâ geriliği/zihinsel engel
71-79 Sınırda zekâ
80-89 Donuk zekâ
90-109 Normal ya da ortalama zekâ
110-119 Parlak zekâ
120-129 Üstün zekâ
130 ve üstü Çok üstün zekâ
Daha yeni ve günümüz zekâ kuram ve yöntemlerine baktığımız zaman en önemli farkın zekânın tek bir unsurdan kaynaklanmadığı ve zaman içinde hem geliştirilebileceği hem de değişebileceği görüşünün ağır olmasıdır. Bu kuramlara örnek olarak Carroll’un (1993) 3’lü bilişsel yetenekler tabakası, Gardner’ın (1983) çoklu zekâ, Stenberg’in (1985) 3’lü zekâ kuramı ve Ceci’nin (1990) biyoekolojik kuramını sayabiliriz.
Yeni ortaya çıkan ve geleceğe yönelik kuramlar arasında da Das ve arkadaşlarının (1994) PASS kuramı, Mayer ve arkadaşlarının (2001) ve Pfeiffer’in (2001) duygusal zekâsını ve Ritchhart’ın (2001) diğer perspektiflerini sayabiliriz. Ancak bu zekâ çalışmaları maalesef ülkemizde yeteri kadar bilinmemekte dolayısıyla da hala klasik anlayıştaki 19.yy anlayışı zekâ uygulamaları devam etmektedir.
Üstün zekâlılık için yapılmış birçok tanımdan bahsetmek mümkün ancak son zamanlarda sıklıkla kullanılan bir tanımda bu gruba giren bireyler “zekâ, yaratıcılık, sanat, liderlik kapasitesi veya özel akademik alanlarda yaşıtlarına göre yüksek düzeyde performans gösterdiği uzmanlar tarafından belirlenen çocuklar” olarak tanımlanıyor. Bu farklılığı tespit için de bahsedilen zekâ testleri kullanılıyor.
Klasik zekâ anlayışına göre tasarlanmış bütün eğitim sistemleri hem tespit hem sınıflandırma hem de derecelendirme amacıyla yaptıkları bütün değerlendirme sistemleri IQ odaklı ve dolayısıyla sayısal ve sözel zekâ temelleri üzerine oturtulmuştur. Bu durum sözde üstün zekâlı bireyler için de geçerlidir!
Bu tür testlerden “donuk veya sınırda zekâ” diye sonuç alan insanların hayatta çok başarılı oldukları bilinmektedir. Bu konuya ışık tutacak en ilginç eserlerden biri olarak, 1994 yapımı “Forrest Gump” filmi gösterilebilir. Konusunu gerçek hayattan alan bu filmde; yapılan test sonucunda, okula kabul sınırının az altındaki IQ’ su yüzünden okula zorla kabul edilen(!) ancak yaşamda çok önemli şeyleri başaran ve her defasında başkalarının hayal ettiğinden çok daha fazlasını hatta imkânsızı başararak tarihi sayılabilecek anlarda ayakta kalabilen, yaşama devam edebilen ve çok başarılı bir iş adamı olan Forrest Gump’ın hayatı konu edilmektedir.
Zekâ testlerinin temelini oluşturan sayısal ve sözel yeterliliklerdir. Eğitim sistemleri de hep bu iki yeterlilik üzerine oluşturulmuştur. Böylece bu iki yeterliliği yeteri kadar gelişmemiş olanlar hep sistemin dışında bırakıldı. Bu zekâları daha gelişmiş veya uzun yıllara yayılan ve sürekli tekrarlar sayesinde bu zekâları daha da gelişen bireylerin önü açılarak birbirine benzer beceriler sergileyen hep aynı tür bireylerin yetişmesi sağlanarak bir toplum mühendisliği gerçekleştirilmiş oldu, olmaya da devam ediyor! Yani aynı şekilde düşünen, hareket eden, tepki veren hemen her meslekten milyonlarca insan! Yapılan sınavlarda da akranlarına göre belli bir sınırın üzerinde puan alanlara da üstün zekâlı dendi ve denmeye devam ediliyor!
Çocukların ve gençlerin potansiyellerini anlamaya yönelik yapılan klasik IQ testleri bu çocukların ve gençlerin potansiyellerini en iyi şartlarda kısıtlıyor dahası tahrip ediyor! Bu çocukların benzer ihtiyaçları yok ki aynı IQ puanıyla değerlendiriliyorlar! Çok iyi yapılmış ve çok iyi sonuçlar alınmış olsa bile, merkezi yapılan standart testlerin tek tip insan yetiştirmekten başka bir işe yaramadıklarını biliyoruz.
Okullardaki sayısal/sözel zekâ üzerine oturmuş değerlendirme sistemleri üzerine bir de merkezî yapılan yine benzer zekâların kullanıldığı ve tamamen bilginin transferini veya hatırlanmasını içeren sözde standart testler yüzünden çocukların ve gençlerin yaratıcılıkları, bireysel farklılıkları, özgünlükleri ve cesaretleri maalesef kırılmaktadır. Böylece bireyler sıradanlaştırılmaktadır.
Bu yüzdendir ki bu mevcut sisteme ayak uyduramayanlar başarısız addedilerek sistemin dışına itilmektedir. Başarılı sayılanlar ise zekâ profillerindeki diğer zekâlara göre daha gelişmiş olan sayısal/sözel zekâları ve uzun süreli soru çözmeden kaynaklanan test yetenekleri sayesinde hepsi birbirine benzeyen bireylerden oluşmaktadır! Çünkü sistem bu gruba hitap etmekte ve açıkçası bu tür bireylere açık şekilde destek vermektedir. Yani ciddi bir hile, adaletsizlik ve eşitsizlik söz konusudur!
Türkiye’de de sayısal ve sözel zekâları diğer akranlarına göre daha gelişmiş olanlar zaten yapılan merkezi ve standart sınavlar yoluyla hem ortaöğretimde hem de yükseköğretimde belli okullara ve alanlara yerleştiriliyor, öğrenim sonrasında da ALES, KPSS ve benzeri merkezi sınavlar yoluyla da kendilerine avantaj sağlanarak ödüllendirilmektedir. Bu durum aynen hatta artan bir şekilde devam etmektedir.
Bu arada, hasbelkader sayısal sözel zekâ tabanlı ve sol beyin odaklı bu sistem içinde farklı zekâ profiline; müzik zekâsı, uzamsal zekâ gibi zekâlara sahip oldukları fark edilen bireyler de ki genellikle aileler bunu fark ediyor, ne acıdır ki üstün yetenekli hatta bazen üstün zekâlı diye sınıflandırıldı. Bu bireylerin farklı bir yol izlemeleri sağlandı. Şimdilerde ise okullaşma yoluyla bu gruptaki çocuklara hizmet verilmeye çalışılıyor. Sistemin değer vermediği zekâ profiline sahip bireylere üstün yetenekli muamelesi yapılması başlı başına bir sorundur. Bu bireyler üstün yetenekli veya zekâlı değil, sistemin dikkate almadığı farklı zekâ profillerine sahip olduklarından farklı görünen gayet normal bireylerdir. Sistem bu zekâlara kucak açmadığı için bu bireylere adeta “uzaylı” muamelesi yapılmaktadır.
Bu farklı zekâları, diğerlerine göre daha ön planda olup da üstün yetenekli diye adlandırılıp sistemden ayrılan ve o zekâlarını geliştirmeleri için seferber olunarak genellikle seçilerek yurt dışı eğitim kurumlarına gönderilmiş onlarca isim mevcuttur. Genellikle resim ve müzik alanındaki bu şahıslar için, ilki 1948 yılında, bir “Harika Çocuklar Yasası” çıkarılmış ve İdil Biret, Suna Kan gibi isimlerin eğitimlerini yurt dışında devlet bursuyla tamamlamaları sağlanmıştır. Bu isimlere başkalarını da dâhil etmek mümkündür. Ayrıca 70’li yıllarda bu gruba örnek çocukların Devlet Konservatuvarında yoğun ve hızlı bir müzik eğitimi görmeleri için “özel statü” yönetmeliği çıkartılmış ve bu statüde eğitim görüp konservatuvarın yüksek bölümünü bitiren bazı gençler çeşitli burslarla yurt dışına gönderilmiştir. Piyanist Fazıl Say, bu statüden yararlananlara örnek gösterilebilir.
MEB 2007 yılında bir yönerge hazırlamış ayrıca 2009 yılında da bir ek ve değişikliklerle okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretim çağındaki üstün yetenekli/zekâlı çocukların bireysel yeteneklerinin farkında olmalarını ve kapasitelerini geliştirerek en üst düzeyde kullanmalarını sağlamak üzere öğrenci seçimi, kayıt kabul, eğitim-öğretim, yönetici ve öğretmen seçimi ile yetiştirilmesi çalışmalarını başlatmıştır. Bu amaçla üstün yetenekli/zekâlı çocukların tespit edilerek özel eğitime tabi tutulması için Bilim ve Sanat Merkezi adı altında yeni bir kurum açılmıştır. Bilim ve Sanat Merkezi’nde eğitim almak isteyen öğrencilerin ilk olarak BİLSEM sınavına giriş yapması ve geçerli not alması gerekmektedir. Belirlenen taban puanları almayı başaran öğrenciler, zihinsel olarak bireysel incelemeye tabi tutuluyor ve yapılacak olan değerlendirmeden de geçen öğrenciler, kurum bünyesinde eğitim almaya başlıyorlar.
2015 yılında yapılan merkezi sınav sonucunda; Genel zihinsel alanda başarılı olan ve bireysel incelemeye alınan 14.187 öğrenciden 2.607'i, Müzik alanında bireysel incelemeye alınan 25.698 öğrenciden 1.368'i, Resim alanında bireysel incelemeye alınan 54.432 öğrenciden 1.396'sı olmak üzere toplam 5.371 öğrenci 2015-2016 eğitim öğretim yılında BİLSEM'lere kayıt yaptırmaya hak kazanmıştır. 2015-2016 eğitim öğretim yılında tahmini öğrenci sayısı 19,761 olacaktır. Türkiye'de hali hazırda 67 ilde 77 adet BİLSEM bulunuyor. 81 ilin tamamında BİLSEM açılması ile ilgili faaliyetler devam ediyor.
İlk başlarda sadece testlerle yapılan tespit işlemleri şimdilerde alanlara yönelik performanslar eklenerek yapılmaktadır. Bu eklentilerinde birçok hatalı ve tutarsız tarafları vardır. Testlerle sadece sayısal ve sözel zekâları daha gelişmiş olanlara bir avantaj sağlanırken, alana özgü performanslar yoluyla da bir şekilde bu alana özgü performans çalışmalarını çok erken yaşlardan beri yapanlara adeta doğal bir yetenekmiş gibi davranılarak bir avantaj sağlandığı maalesef hep göz ardı edilmektedir! Çoklu yöntemler kullanılsa bile çocukların yeteneklerinin tüm resmini çekmeye yönelik değillerdir. Bu yüzden sadece IQ tabanlı yapılan seçme ve değerlendirmeler çok dar bir alanı ve belli kültürden gelen bireyleri değerlendirmekten, bireyleri etiketlemekten başka hiçbir işe yaramamaktadır! Örneğin, sıklıkla kullanılan standart klasik zekâ testleri, azınlık ve ekonomik olarak dezavantajlı gruplara mensup çocukların bu testlerden daha düşük puanlar almalarına bu durumun da bu gruplara mensup çocukların belli kurumlarda temsil edilememelerine sebep olmaktadır.
Merkezî yapılan, sözde standart testler; sadece test çözme becerilerini geliştirmiş, ezber yeteneği ön planda olan, sayısal, sözel zekâları diğer zekâlarına göre daha gelişmiş olan ve beyninin sol tarafını daha etkin kullanan “sistem” bireylerine yaramaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır. Performanslarla da uzun süredir özel çalışmalar yoluyla bu yeteneğini kısmen geliştirmiş yani öğrenilen yeteneği gelişmiş bireylere avantaj sağlanmaktadır. Maalesef birileri de bu çocukları üstün yetenekli/ zekâlı olarak ayırarak farklı bir uygulama ile ikinci kez ödüllendirmiş, diğerlerini de ikinci kez cezalandırmış olmaktadır. Bu kabul edilebilecek bir durum olmasa gerek.
Peki, bu özel yetenek ve/veya üstün zekâ profiline sahip çocukları, öğrencileri kim, nerede ve nasıl eğitiyor? Bu öğretmenler hangi özelliklerinden ötürü bu programlarda görevlendirilmişlerdir? Bu çocukların eğitim programlarında neler var? Bu programlar, liderlik, yaratıcılık risk alabilme, eleştirel düşünebilme, problem çözebilme, girişimci ruha sahip olabilme gibi günümüz becerilerinin gelişmesine yardımcı olabilecek aktiviteler içeriyor mu? Yoksa normal okul programlarındaki konular daha derinlemesine ve karmaşıklığında mı işleniyor? Hem müfredat hem de öğretmenler bu çocukların beklenti ve ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaksa bu kadar çocuğun yaşayabilecekleri travma ve çöküntü ne olacak?
Unutulmaması gereken en önemli hususlardan biri özel yetenekliliğin tıpkı diğer öğrenme stilleri gibi beslenmesi gereken bir başka öğrenme stili, öğrenenin öğrenme hızı ve kolaylığı ile ilgili bir durumdan başka bir şey olmadığı gerçeğidir! Üstün zekâ/özel yeteneklilik bu çocukların daha iyi oldukları veya akranlarına göre hayatta daha başarılı olacakları anlamına asla gelmiyor! Standardın üstü zeka kapasitesi ve özel yeteneklilik bir öğrenme ihtiyacıdır, bir ayrıcalık ya da üstünlük değildir!
Yetenekler ve beceriler yaş ilerledikçe değişebilmektedir ancak IQ ağırlıklı bilişsel yeteneğe dayalı testler çok erken yaşlarda alınmakta ve bu testlerden alınan sonuçlar çocuğun hem okul hem de hayatı boyunca kendisine eşlik etmekte ve asla değişmemektedir. Bu çok ciddi bir hata ve çelişkidir!
Kötü şekilde ve beceriksizce akademik olarak tasarlanan ve yürütülen bir program on binlerce öğrenciye nasıl bir hasar vereceği hiç düşünüldü mü? İleri düzeyde öğretim yapıldığı ve müfredatın da böyle hazırlandığı yazılı evrakta söyleniyor. Ancak benzer yazılımlar normal öğretim için de yazılmaktadır. Gerçek durum ise hiç de yazıldığı gibi değildir. Bu bakımdan BİLSEM’lerde yapılan öğretim bir tür hızlandırmadır ve asla zenginleştirme, çeşitlendirme ve ihtiyaçları karşılamak değildir!
Bütün yeteneklileri bir sınıfa doldurup bunların kolay öğrenebileceklerini düşünmek akademik açıdan son derece yanlış bir yaklaşımdır. Böylesi bir durumda bile ihmal edilecek yetenekler olacağı nasıl düşünülemez? Bu durum fen liselerinin üniversiteye öğrenci yerleştirme oranlarında kendini açık bir şekilde göstermektedir.
Bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız var. İnsanları üstün zekâ, özel/üstün yetenekli veya yeteneksiz diye ayırmak yerine farklı bireysel özellikleri ve çevresel faktörleri olası potansiyel özellikler olarak tanımlamalıyız ve eğitim kültürünü bunları geliştirmeye olanak sağlayan ve katkı veren bir hale getirmeliyiz. Bunun için de mutlaka bireysel farklılıklar odaklı, performans tabanlı değerlendirme sistemlerinin eğitimin her kademesinde uygulanmaya başlanması gereklidir. Böylesi bir yaklaşım hemen her bireyin kendini realize etmesine yardımcı olacak ve sınıflandırılmadan ve etiketlendirilmeden hayata hazırlanmaları sağlanacaktır.
İnsanların çoğunun, yüksek zekâlı ve üstün yetenekli çocukların özel, bazen de seçkin programlarda öğrenim gören gerçek başarılı çocuklar olduğunu düşünmesi küresel bir yanlış inanıştır.
Çocuğun üstün zekâ, özel/üstün yetenekli olarak tespit edilmesi ve özel programlı bir okulda öğrenim görmesi, okulların, öğretmenlerin yani eğitim sisteminin bir işlevinden başka bir şey değildir! Zekâ ve üstün yetenek kültüre göre değişkenlik gösterdiğinden göreceli bir kavramdır.
Üstün zekâya sahip veya özel yetenekli birey güçlü sebep/sonuç ilişkisi kurabilen, yaratıcı düşünebilen, risk alabilen, eleşirel düşünebilen veya analitik becerileri olan birisi olmayabilir. Beyin sadece öğrenme ve akademik görevleri yerine getirmek için kullanılmaz ki. Beynimiz aynı zamanda bizim duygularımızın, sosyal becerilerimizin, tutumlarımızın ve bütün bu olup bitenlere cevaplarımızın ortaya çıktığı yerdir. Üstün yetenekli bireyler, bu durumlarda da akranlarına göre daha yoğun sosyal ve duygusal ihtiyaçlar göstermektedirler. Bu ihtiyaçları karşılanmadığı için de bu bireylerin çok ciddi psikolojik sorunlar ve travmalar yaşadıkları hemen herkesin gözlemlediği bir olgudur. Bu bakımdan bazı araştırmalar, duyuşsal özellikleri (ışığa, kokuya, sese ve deriye dokunuşa aşırı duyarlılığın) bu tür bireylerin ileriki yaşlarda karşı karşıya kalabilecekleri zorluklar olarak sıralamaktadır.
Kısacası, özel ve üstün yetenekli çocuklar her ne kadar yüksek başarılı olarak değerlendirilseler de duygusal, sosyal ve duyuşsal özellikleri eğitim sistemi içinde pek dikkate alınmamaktadır. Tarihsel olarak eğitim sistemleri özel yetenekli çocukları tespit edip onlara ihtiyaç duydukları hizmeti veremediği gibi onlar hakkındaki yanlış inançların maalesef artmasına ve onlara daha fazla zarar verilmesine yardım etmiştir. Bu olumsuz durum, kontrolsüz ve bilinçsiz uygulamalar yoluyla maalesef artarak devam etmektedir.
Bu çocuklar okullarda veya yaşantılarında sorunlar yaşadıklarında sorunlarının asla onların özel yeteneklerinden kaynaklanabileceği düşünülmemektedir. Aksine bu davranışları yüzünden ukala, tembel veya motivasyon eksikliğiyle suçlanmaktadırlar ve düzelme yolunun da daha fazla çalışmaktan geçtiği telkin edilmektedir! Bu durum son derece sakıncalı ve tahrip edicidir. Bu çocukların akademik ihtiyaçları kadar hatta onlardan daha fazla olarak duygusal, sosyal, fiziksel ve ruhsal ihtiyaçları karşılanmak zorundadır. Çünkü insan bir bütündür!
Özel/üstün yetenekliliğe sadece daha zeki ve farklı penceresinden bakmaya devam edersek yanlış inançlara hizmet etmekten başka bir şey yapmayacağız. Başarıyı, yetenekliliğin üzerinde görmeye devam edersek bu çocukları yanlış eğitmeye ve var olan yeteneklerini de tıpkı diğer öğrencilerde olduğu gibi kör hatta yok etmeye devam edeceğiz! Yeteneklilik, eğitim etiketinden çok daha fazla bir gerçekliktir!
Çocuklara, zekânın çabayla gelişebileceği ve kapasitesinin artabileceği, sabit, doğuştan gelen ve asla değişmeyecek bir özellik olmadığının öğretilmesi, çağdaş eğitim kurumlarında ve ortamlarında giderek yaygınlaşmaktadır. Örneğin, son zamanlarda Stanford üniversitesinde yapılan bir çalışmayla “beynin büyüyebileceği ve gelişebileceği düşüncesini” beslemenin çocukların gerçek potansiyellerini anlamalarına yardım ettiği gösterilmiştir. Eğer bu beslenme öğretmenlere öğretilebilir ve günlük öğretimlerinde düzenli olarak yararlanmaları sağlanabilirse çok daha iyi sonuçlar elde edilebilecektir. Bu tür bir bakış açısı değişimi, çocukların okul ve sınıf kültürlerini değiştirecek ve bireylerin sürdürülebilir büyüme düşüncesine sahip olmak için gerekli uygulama ve stratejileri kullanma yollarını kazanmalarına yardım edilebilecektir. Böylesine bir değişim sürecinden geçecek bir okul kültürü çok daha verimli olacaktır. Ancak ülke olarak bu gerçeğin hem çok uzağındayız hem de hala 1900lerdeki anlayışa mutlak gerçekmiş gibi hizmet etmeye devam ediyoruz. Bu içler acısı bir durumdur.
Öğrenme bilimi; bilişsel bilim, psikoloji, felsefe ve nörobilim gibi bazı alanların bir araya gelmesiyle oluşan nispeten yeni bir disiplindir. Bu yeni bilimin amacı, bilimin yöntemlerini uzun yıllardır bir sanat olarak işlem gören öğrenme ve öğretme gibi insana dair çabalarda uygulamaktır. Bu bilim bizlere çocuklarımızı nasıl yönlendirebileceğimize ve onları eğitebileceğimize yardım edebilir. Zekâya dair bildiklerimizin değişmesi ister istemez tüm eğitim uygulamalarının da değişmesine sebep olacaktır. Örneğin, şartlar ve içinde bulunduğumuz ortam bizleri daha zeki yapabilir. Çünkü bu ortam ve şartlar mevcut zekâmızı bastırabilir de, parlamasına ve gelişmesine de sebep olabilir. Zekânın doğuştan sabit ve genetik olarak kalıtımsal aktarılan bir olgu olarak görülmesi bir tür umutsuzluk yarattığından bireyler çaresiz bırakılmaktadır. Oysa şartların ve ortamın bizlere neler sunduğunun bilinmesi bu umutsuzluğu yıkmamıza yardımcı olacaktır. İnançlarımız bizleri daha zeki yapabilir. Sabit fikirli olmakla, büyüyen ve gelişen bir zekâ yapısına sahip olduğumuz konusundaki düşünce ve inançlarımız bizlere farklı kapılar açabilir. Neye inanıyorsak biz o’yuz! İnançlarımız, yeteneklerimiz hakkında neler düşündüğümüzü, dünyayı nasıl algıladığımızı, zorluklarla karşılaştığımızda nasıl davrandığımızı etkiler. Uzmanlıklarımız bizi daha zeki yapabilir. Öğrenme biliminin en güçlü taraflarından birisi uzmanlık psikolojisiyle ilgilidir. Bir uzmanın beyninde neler oluyor? Örneğin araştırmacılar bir uzmanın daha fazla bilmediğini ama farklı bildiklerini ve uzmanlık alanlarına yönelik daha zekice ve alternatifli olarak düşünebildiklerini söylüyor. Uzmanın bilgi düzeyi asla sığ ya da yüzeysel değildir. Derinlemesine bilir, organzedir, otomatik olarak fazla bilinçli ve çaba gerektirmeden yeni durumlara adapte olur ve bilgilerini aktarabilir. Dikkat bizi daha zeki yapabilir. 1960’larda yapılan marshmallow testini hatırlarsak, dikkati toplamanın zaman içinde bizlere nasıl fayları olacağını anlayabiliriz. Bunu çocukların ve gençlerin kişiliklerinin bir parçası haline getirebilmek pek çok sorunun üstesinden gelmelerine yardımcı olacaktır. Pek çok çocuğun ve gencin yanlış yetiştirilmek ve teknolojinin yanlış kullanımından kaynaklanan dikkat sorunu yaşadığı ve bunun da öğrenimlerini aksattığı düşünülürse, dikkatin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. Merak bizi daha zeki yapabilir. Öğrenmenin temelinde merak yatar. Merak ettikçe öğreniriz. Her yeni öğrenilen beyinde yeni sinapsların oluşmasına ve kıvrımlarım derinleşmesine dolayısı ile daha çok öğrenmeye davet eder bizi. Mevcut eğitim sistemimiz maalesef çocukları bırakın meraklandırmayı, mevcut merak etme isteklerini de kör hatta yok etmektedir. Eğitim sistemleri Duygularımız bizi daha zeki yapabilir. Genelde akademik başarıdan konuştuğumuzda, duygularımıza çok az önem veririz. Ancak öğrenme bilimi duygusal durumumuzun ne kadar zekice hareket edip düşünebileceğimiz konusunda içsel bir etkiye sahip olduğunu kanıtlıyor bizlere. Teknoloji bizleri daha akıllı yapabilir. Felsefe ve bilişsel bilimlerde son zamanlarda üzerinde çalışılan konulardan birisi de uzayan/genişleyen hafıza konusudur. Bu hafızanın kafatasının içinde kalmadığı; vücudumuza, uzuvlarımıza, diğer insanlara hatta teknolojik aygıtlarımıza kadar uzandığı iddia ediliyor. Teknolojinin, hayatımızın her safhasına girdiği bir çağda teknolojiyi etkin ve yerinde kullanabilecek büyüyen bir hafıza ve beyne sahip olmanın bizleri ne kadar zeki yapabileceği, kullanamamaktan kaynaklanan eziklik ve eksikliğinde bizleri ne kadar geride bırakacağı son derece açıktır! Çocukların teknolojiden uygun şekilde yararlanmaları ve ne zaman bir kenara koymaları gerektiği mutlaka kazandırılması gereken bir davranıştır. Vücutlarımız bizi daha zeki yapabilir. Bilişsel bilim 70’lerde ortaya çıktığında beyin için kullanılan en yaygın metafor bilgisayardı! Ancak artık beyni bilgisayarla tarif etmek çok da gerçekçi değildir. Beyni kalbe benzetmek belki de çok daha sağlıklı olacaktır. Örneğin kalbe iyi gelen hemen her şeyin aynı zamanda beyne de iyi geldiğini hiç düşündünüz mü? İyi beslenme, düzenli egzersiz yapma, nitelikli uyku, stresten uzak kalma, sağlıklı çevre, gibi! İlişkilerimiz bizi daha zeki yapabilir. Sosyal genetik diye de adlandırdığım bu durum kimlerden beslendiğimiz konusuyla ilgilidir. Çocukların arkadaş grupları, bu gruplar içindeki ilişki şekilleri, bulundukları okul kültürü, öğretmenlerle olan ilişkileri vs., bizlerin çok daha zeki olmamıza ve zeki kararlar verebilmemize katkı sağlayacaktır. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim! Ev alma komşu al gibi!
Görüldüğü gibi zeki olmak sadece IQ yani sayısal ve sözel zekâların ön plana çıkarıldığı, merkezi yapılan standart testler sonucunda ortaya çıkan bir durum değilmiş! Bu köhnemiş zihniyetin mutlak gerçeklikmiş gibi 21. Yüzyılda dayatılması bu ülke geleceğine yapılan çok büyük bir hata olduğunu düşünüyorum.
Eğitim sistemini; merkezî, standart, sayısal/sözel zekâ tabanlı ve sol beyin odaklı yapmak yerine sistem dışına attığımız insanların da barınabileceği ve beslenebileceği bir sisteme (bireysel farklılar odaklı ve performans tabanlı değerlendirmeler) dönüştürebilirsek, bireylerin kendi gerçek potansiyellerini ortaya çıkarmalarına yardım etmiş oluruz. Ayrıca pek çok sayıda yaratıcı müzisyen, sanatçı, yazar, şair, mimar, sporcu; pek çok sayıda sorun çözebilen alternatif düşünebilen, kültürel farklılıklara dolayısı ile bu konulara duyarlı sosyal uzmanlar, politikacılar, valiler, büyükelçiler, hâkimler, savcılar ve iş adamları yani girişimci ruha sahip bireyler yetiştirebilir ve ortaya çıkmalarına imkân verebilir. Bu etiketlendirme ve ayrıcalık tanıma sistemine son vererek hem bu çocukların gelecekleri hem de ülkenin geleceği kurtarılacaktır. Bu çocuklara ve geleceklerine nasıl bir zarar verildiğini kimsenin düşündüğünü sanmıyorum, aileleri de dâhil!
Yararlanılan Kaynaklar
Altan, M. Z. (2015). Türkiye’nin eğitim Çıkmazı girişimci öğretim girişimci öğretmen. (2. Baskı). Ankara: PEGEM
Carol, Dweck (2006). Mindset: The New Psychology of Success. NY: Random House.
Carroll, J.B. (1993). Human cognitive abilities: A survey of factor-analytic studies. New York: Cambridge
Ceci, S.J. (1990). On intelligence-more or less: A bio-ecological treatise on intellectual development. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall
Das, J.P., Naglieri, J.A., & Kirby, J.R. (1994). Assessment of cognitive processes. The PASS theory of intelligence. Boston: Allyn & Bacon
Gardner, H. (1983). Frames of Mind: The theory of multiple intelligences. New York: Basic Books
Mayer, J. D., Perkins, D., Caruso, D. R., & Salovey, P. (2001). Emotional intelligence and giftedness. Roeper Review, 23 (3), 131 137.
Pfeiffer, S. I. (2001), Emotional Intelligence: Popular But Elusive Construct. Roeper Review, 23 (3), 138-142.
Ritchhart, R. (2001). From IQ to IC: A dispositional view of intelligence. Roeper Review, 23 (3), 143-150.
Sternberg, R.J. (1985). Beyond IQ. New York: Cambridge University Press.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Prof. Dr. Mustafa Zülküf ALTAN /Erciyes Üniversitesi, Eğitim Fakültesi
Son birkaç yıldır hem yazılı hem görsel medyada ayrıca eğitim camiasında gün geçmiyor ki üstün yetenekli/zekâlı öğrenciler konusu gündeme gelmesin. Onlarca haber çıktı ve program yapıldı. Yapılmaya da devam ediyor.
Bunlara ilaveten birçok özel/vakıf ve devlet üniversitesinde bu çocuklara yönelik adeta mantar gibi biten araştırma merkezleri veya programlar açılmaktadır. TÜBİTAK okullar açmak için çalışmalar yapıyor, belediyeler ve özel üniversiteler sözde üstün yetenekli/zekâlı çocuklar için “eğitim köyü” kurma anlaşmaları imzalıyor hatta bu tür çocukların üniversitelere sınavsız ve istedikleri bölümlere girme hakkı verilmesi için kanun teklifleri hazırlanıyor!
Bu çocuklara gösterilen yoğun ve ani ilginin nedenini anlayabilmek oldukça zordur. “Normal çocuklara” çağın çok gerisinde kalan bir anlayışla eğitim verilen, çağın gerektirdiği öğretmen donanımına sahip olmayan öğretmenlerin sınıflara doldurulduğu bir sistemin neden bu konuya aşırı ilgi gösterdiğini birilerinin açıklaması gerekir! Yazboz tahtasına dönmüş, alınan hiçbir kararın sonucu beklenmeden yeni bir sisteme geçilen, her gün yeni bir uygulama veya sınav formatı ortaya atılan ve ne yazık ki hemen hepsinde sorunlar veya sıkıntılar yaşanan bir ortamda bir de bu konunun ortaya çıkması pek de hayra alamet bir durum olmasa gerek. Açıkçası bu kaotik durumun çok ciddi sorunlara gebe olduğu çok nettir.
Zekâ testlerinin hikâyesi, Alfred Binet isimli Fransız bir psikologdan dönemin yetkililerinin, Paris okullarının ilk yıllarında hangi öğrencilerin başarılı, hangilerinin başarısız olacağını tespit edecek bir sistem geliştirmesinin istenmesiyle başlar. Binet başarılı olur ve hepimizin bildiği IQ (Intelligence Quotient), zekâ katsayısı, olgusu ve bunu tespite yarayan zekâ testi ortaya çıkar. Sayısal ve sözel zekâların kullanılmasına yönelik bu test daha sonraları ABD’ye ve diğer ülkelere ulaşır. Günümüze kadar milyonlarca insan üzerinde uygulanan bu test psikologların en büyük başarılarından biri olarak görülür.
Klasik zekâ kuramlarına baktığımız zaman, zekânın doğuştan geldiği, teklik içerdiği yani ya vardır ya yoktur ve büyük ölçüde kalıtımın etkisiyle belirlendiği düşünülür. Bu görüşü savunan çalışmalarda çocuğun zekâsı ile ana-babanın zekâsı arasında yüksek düzeyde ilişki olduğu saptandığı pek çok yerde karşımıza çıkar. Annenin hamilelik sırasında uygun beslenmesi, beyin kanlanma ve oksijen alımının yolunda gitmesi gerekir. Doğum sırasında da oksijen alımı konusunda bir sıkıntının yaşanmaması gerekmektedir. Doğum sonrasında da beyin dokusuna zarar verecek yaralanmalar ve ateşli rahatsızlıklar da zekâ potansiyelini düşüren etkenlerdendir. Böyle düşünüldüğünde zekâ, tek bir yapıdan oluşan sabit bir varlıktır!
Bu klasik zekâ kuramına dayalı Dünya Sağlık Örgütünün önerdiği zekâ sınıflandırması şu şekildedir:
0-20 Derin zekâ geriliği/zihinsel engel
21-35 Ağır derecede zekâ geriliği/zihinsel engel
36-50 Orta derecede zekâ geriliği/zihinsel engel
51-70 Hafif derecede zekâ geriliği/zihinsel engel
71-79 Sınırda zekâ
80-89 Donuk zekâ
90-109 Normal ya da ortalama zekâ
110-119 Parlak zekâ
120-129 Üstün zekâ
130 ve üstü Çok üstün zekâ
Daha yeni ve günümüz zekâ kuram ve yöntemlerine baktığımız zaman en önemli farkın zekânın tek bir unsurdan kaynaklanmadığı ve zaman içinde hem geliştirilebileceği hem de değişebileceği görüşünün ağır olmasıdır. Bu kuramlara örnek olarak Carroll’un (1993) 3’lü bilişsel yetenekler tabakası, Gardner’ın (1983) çoklu zekâ, Stenberg’in (1985) 3’lü zekâ kuramı ve Ceci’nin (1990) biyoekolojik kuramını sayabiliriz.
Yeni ortaya çıkan ve geleceğe yönelik kuramlar arasında da Das ve arkadaşlarının (1994) PASS kuramı, Mayer ve arkadaşlarının (2001) ve Pfeiffer’in (2001) duygusal zekâsını ve Ritchhart’ın (2001) diğer perspektiflerini sayabiliriz. Ancak bu zekâ çalışmaları maalesef ülkemizde yeteri kadar bilinmemekte dolayısıyla da hala klasik anlayıştaki 19.yy anlayışı zekâ uygulamaları devam etmektedir.
Üstün zekâlılık için yapılmış birçok tanımdan bahsetmek mümkün ancak son zamanlarda sıklıkla kullanılan bir tanımda bu gruba giren bireyler “zekâ, yaratıcılık, sanat, liderlik kapasitesi veya özel akademik alanlarda yaşıtlarına göre yüksek düzeyde performans gösterdiği uzmanlar tarafından belirlenen çocuklar” olarak tanımlanıyor. Bu farklılığı tespit için de bahsedilen zekâ testleri kullanılıyor.
Klasik zekâ anlayışına göre tasarlanmış bütün eğitim sistemleri hem tespit hem sınıflandırma hem de derecelendirme amacıyla yaptıkları bütün değerlendirme sistemleri IQ odaklı ve dolayısıyla sayısal ve sözel zekâ temelleri üzerine oturtulmuştur. Bu durum sözde üstün zekâlı bireyler için de geçerlidir!
Bu tür testlerden “donuk veya sınırda zekâ” diye sonuç alan insanların hayatta çok başarılı oldukları bilinmektedir. Bu konuya ışık tutacak en ilginç eserlerden biri olarak, 1994 yapımı “Forrest Gump” filmi gösterilebilir. Konusunu gerçek hayattan alan bu filmde; yapılan test sonucunda, okula kabul sınırının az altındaki IQ’ su yüzünden okula zorla kabul edilen(!) ancak yaşamda çok önemli şeyleri başaran ve her defasında başkalarının hayal ettiğinden çok daha fazlasını hatta imkânsızı başararak tarihi sayılabilecek anlarda ayakta kalabilen, yaşama devam edebilen ve çok başarılı bir iş adamı olan Forrest Gump’ın hayatı konu edilmektedir.
Zekâ testlerinin temelini oluşturan sayısal ve sözel yeterliliklerdir. Eğitim sistemleri de hep bu iki yeterlilik üzerine oluşturulmuştur. Böylece bu iki yeterliliği yeteri kadar gelişmemiş olanlar hep sistemin dışında bırakıldı. Bu zekâları daha gelişmiş veya uzun yıllara yayılan ve sürekli tekrarlar sayesinde bu zekâları daha da gelişen bireylerin önü açılarak birbirine benzer beceriler sergileyen hep aynı tür bireylerin yetişmesi sağlanarak bir toplum mühendisliği gerçekleştirilmiş oldu, olmaya da devam ediyor! Yani aynı şekilde düşünen, hareket eden, tepki veren hemen her meslekten milyonlarca insan! Yapılan sınavlarda da akranlarına göre belli bir sınırın üzerinde puan alanlara da üstün zekâlı dendi ve denmeye devam ediliyor!
Çocukların ve gençlerin potansiyellerini anlamaya yönelik yapılan klasik IQ testleri bu çocukların ve gençlerin potansiyellerini en iyi şartlarda kısıtlıyor dahası tahrip ediyor! Bu çocukların benzer ihtiyaçları yok ki aynı IQ puanıyla değerlendiriliyorlar! Çok iyi yapılmış ve çok iyi sonuçlar alınmış olsa bile, merkezi yapılan standart testlerin tek tip insan yetiştirmekten başka bir işe yaramadıklarını biliyoruz.
Okullardaki sayısal/sözel zekâ üzerine oturmuş değerlendirme sistemleri üzerine bir de merkezî yapılan yine benzer zekâların kullanıldığı ve tamamen bilginin transferini veya hatırlanmasını içeren sözde standart testler yüzünden çocukların ve gençlerin yaratıcılıkları, bireysel farklılıkları, özgünlükleri ve cesaretleri maalesef kırılmaktadır. Böylece bireyler sıradanlaştırılmaktadır.
Bu yüzdendir ki bu mevcut sisteme ayak uyduramayanlar başarısız addedilerek sistemin dışına itilmektedir. Başarılı sayılanlar ise zekâ profillerindeki diğer zekâlara göre daha gelişmiş olan sayısal/sözel zekâları ve uzun süreli soru çözmeden kaynaklanan test yetenekleri sayesinde hepsi birbirine benzeyen bireylerden oluşmaktadır! Çünkü sistem bu gruba hitap etmekte ve açıkçası bu tür bireylere açık şekilde destek vermektedir. Yani ciddi bir hile, adaletsizlik ve eşitsizlik söz konusudur!
Türkiye’de de sayısal ve sözel zekâları diğer akranlarına göre daha gelişmiş olanlar zaten yapılan merkezi ve standart sınavlar yoluyla hem ortaöğretimde hem de yükseköğretimde belli okullara ve alanlara yerleştiriliyor, öğrenim sonrasında da ALES, KPSS ve benzeri merkezi sınavlar yoluyla da kendilerine avantaj sağlanarak ödüllendirilmektedir. Bu durum aynen hatta artan bir şekilde devam etmektedir.
Bu arada, hasbelkader sayısal sözel zekâ tabanlı ve sol beyin odaklı bu sistem içinde farklı zekâ profiline; müzik zekâsı, uzamsal zekâ gibi zekâlara sahip oldukları fark edilen bireyler de ki genellikle aileler bunu fark ediyor, ne acıdır ki üstün yetenekli hatta bazen üstün zekâlı diye sınıflandırıldı. Bu bireylerin farklı bir yol izlemeleri sağlandı. Şimdilerde ise okullaşma yoluyla bu gruptaki çocuklara hizmet verilmeye çalışılıyor. Sistemin değer vermediği zekâ profiline sahip bireylere üstün yetenekli muamelesi yapılması başlı başına bir sorundur. Bu bireyler üstün yetenekli veya zekâlı değil, sistemin dikkate almadığı farklı zekâ profillerine sahip olduklarından farklı görünen gayet normal bireylerdir. Sistem bu zekâlara kucak açmadığı için bu bireylere adeta “uzaylı” muamelesi yapılmaktadır.
Bu farklı zekâları, diğerlerine göre daha ön planda olup da üstün yetenekli diye adlandırılıp sistemden ayrılan ve o zekâlarını geliştirmeleri için seferber olunarak genellikle seçilerek yurt dışı eğitim kurumlarına gönderilmiş onlarca isim mevcuttur. Genellikle resim ve müzik alanındaki bu şahıslar için, ilki 1948 yılında, bir “Harika Çocuklar Yasası” çıkarılmış ve İdil Biret, Suna Kan gibi isimlerin eğitimlerini yurt dışında devlet bursuyla tamamlamaları sağlanmıştır. Bu isimlere başkalarını da dâhil etmek mümkündür. Ayrıca 70’li yıllarda bu gruba örnek çocukların Devlet Konservatuvarında yoğun ve hızlı bir müzik eğitimi görmeleri için “özel statü” yönetmeliği çıkartılmış ve bu statüde eğitim görüp konservatuvarın yüksek bölümünü bitiren bazı gençler çeşitli burslarla yurt dışına gönderilmiştir. Piyanist Fazıl Say, bu statüden yararlananlara örnek gösterilebilir.
MEB 2007 yılında bir yönerge hazırlamış ayrıca 2009 yılında da bir ek ve değişikliklerle okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretim çağındaki üstün yetenekli/zekâlı çocukların bireysel yeteneklerinin farkında olmalarını ve kapasitelerini geliştirerek en üst düzeyde kullanmalarını sağlamak üzere öğrenci seçimi, kayıt kabul, eğitim-öğretim, yönetici ve öğretmen seçimi ile yetiştirilmesi çalışmalarını başlatmıştır. Bu amaçla üstün yetenekli/zekâlı çocukların tespit edilerek özel eğitime tabi tutulması için Bilim ve Sanat Merkezi adı altında yeni bir kurum açılmıştır. Bilim ve Sanat Merkezi’nde eğitim almak isteyen öğrencilerin ilk olarak BİLSEM sınavına giriş yapması ve geçerli not alması gerekmektedir. Belirlenen taban puanları almayı başaran öğrenciler, zihinsel olarak bireysel incelemeye tabi tutuluyor ve yapılacak olan değerlendirmeden de geçen öğrenciler, kurum bünyesinde eğitim almaya başlıyorlar.
2015 yılında yapılan merkezi sınav sonucunda; Genel zihinsel alanda başarılı olan ve bireysel incelemeye alınan 14.187 öğrenciden 2.607'i, Müzik alanında bireysel incelemeye alınan 25.698 öğrenciden 1.368'i, Resim alanında bireysel incelemeye alınan 54.432 öğrenciden 1.396'sı olmak üzere toplam 5.371 öğrenci 2015-2016 eğitim öğretim yılında BİLSEM'lere kayıt yaptırmaya hak kazanmıştır. 2015-2016 eğitim öğretim yılında tahmini öğrenci sayısı 19,761 olacaktır. Türkiye'de hali hazırda 67 ilde 77 adet BİLSEM bulunuyor. 81 ilin tamamında BİLSEM açılması ile ilgili faaliyetler devam ediyor.
İlk başlarda sadece testlerle yapılan tespit işlemleri şimdilerde alanlara yönelik performanslar eklenerek yapılmaktadır. Bu eklentilerinde birçok hatalı ve tutarsız tarafları vardır. Testlerle sadece sayısal ve sözel zekâları daha gelişmiş olanlara bir avantaj sağlanırken, alana özgü performanslar yoluyla da bir şekilde bu alana özgü performans çalışmalarını çok erken yaşlardan beri yapanlara adeta doğal bir yetenekmiş gibi davranılarak bir avantaj sağlandığı maalesef hep göz ardı edilmektedir! Çoklu yöntemler kullanılsa bile çocukların yeteneklerinin tüm resmini çekmeye yönelik değillerdir. Bu yüzden sadece IQ tabanlı yapılan seçme ve değerlendirmeler çok dar bir alanı ve belli kültürden gelen bireyleri değerlendirmekten, bireyleri etiketlemekten başka hiçbir işe yaramamaktadır! Örneğin, sıklıkla kullanılan standart klasik zekâ testleri, azınlık ve ekonomik olarak dezavantajlı gruplara mensup çocukların bu testlerden daha düşük puanlar almalarına bu durumun da bu gruplara mensup çocukların belli kurumlarda temsil edilememelerine sebep olmaktadır.
Merkezî yapılan, sözde standart testler; sadece test çözme becerilerini geliştirmiş, ezber yeteneği ön planda olan, sayısal, sözel zekâları diğer zekâlarına göre daha gelişmiş olan ve beyninin sol tarafını daha etkin kullanan “sistem” bireylerine yaramaktan başka hiçbir işe yaramamaktadır. Performanslarla da uzun süredir özel çalışmalar yoluyla bu yeteneğini kısmen geliştirmiş yani öğrenilen yeteneği gelişmiş bireylere avantaj sağlanmaktadır. Maalesef birileri de bu çocukları üstün yetenekli/ zekâlı olarak ayırarak farklı bir uygulama ile ikinci kez ödüllendirmiş, diğerlerini de ikinci kez cezalandırmış olmaktadır. Bu kabul edilebilecek bir durum olmasa gerek.
Peki, bu özel yetenek ve/veya üstün zekâ profiline sahip çocukları, öğrencileri kim, nerede ve nasıl eğitiyor? Bu öğretmenler hangi özelliklerinden ötürü bu programlarda görevlendirilmişlerdir? Bu çocukların eğitim programlarında neler var? Bu programlar, liderlik, yaratıcılık risk alabilme, eleştirel düşünebilme, problem çözebilme, girişimci ruha sahip olabilme gibi günümüz becerilerinin gelişmesine yardımcı olabilecek aktiviteler içeriyor mu? Yoksa normal okul programlarındaki konular daha derinlemesine ve karmaşıklığında mı işleniyor? Hem müfredat hem de öğretmenler bu çocukların beklenti ve ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaksa bu kadar çocuğun yaşayabilecekleri travma ve çöküntü ne olacak?
Unutulmaması gereken en önemli hususlardan biri özel yetenekliliğin tıpkı diğer öğrenme stilleri gibi beslenmesi gereken bir başka öğrenme stili, öğrenenin öğrenme hızı ve kolaylığı ile ilgili bir durumdan başka bir şey olmadığı gerçeğidir! Üstün zekâ/özel yeteneklilik bu çocukların daha iyi oldukları veya akranlarına göre hayatta daha başarılı olacakları anlamına asla gelmiyor! Standardın üstü zeka kapasitesi ve özel yeteneklilik bir öğrenme ihtiyacıdır, bir ayrıcalık ya da üstünlük değildir!
Yetenekler ve beceriler yaş ilerledikçe değişebilmektedir ancak IQ ağırlıklı bilişsel yeteneğe dayalı testler çok erken yaşlarda alınmakta ve bu testlerden alınan sonuçlar çocuğun hem okul hem de hayatı boyunca kendisine eşlik etmekte ve asla değişmemektedir. Bu çok ciddi bir hata ve çelişkidir!
Kötü şekilde ve beceriksizce akademik olarak tasarlanan ve yürütülen bir program on binlerce öğrenciye nasıl bir hasar vereceği hiç düşünüldü mü? İleri düzeyde öğretim yapıldığı ve müfredatın da böyle hazırlandığı yazılı evrakta söyleniyor. Ancak benzer yazılımlar normal öğretim için de yazılmaktadır. Gerçek durum ise hiç de yazıldığı gibi değildir. Bu bakımdan BİLSEM’lerde yapılan öğretim bir tür hızlandırmadır ve asla zenginleştirme, çeşitlendirme ve ihtiyaçları karşılamak değildir!
Bütün yeteneklileri bir sınıfa doldurup bunların kolay öğrenebileceklerini düşünmek akademik açıdan son derece yanlış bir yaklaşımdır. Böylesi bir durumda bile ihmal edilecek yetenekler olacağı nasıl düşünülemez? Bu durum fen liselerinin üniversiteye öğrenci yerleştirme oranlarında kendini açık bir şekilde göstermektedir.
Bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız var. İnsanları üstün zekâ, özel/üstün yetenekli veya yeteneksiz diye ayırmak yerine farklı bireysel özellikleri ve çevresel faktörleri olası potansiyel özellikler olarak tanımlamalıyız ve eğitim kültürünü bunları geliştirmeye olanak sağlayan ve katkı veren bir hale getirmeliyiz. Bunun için de mutlaka bireysel farklılıklar odaklı, performans tabanlı değerlendirme sistemlerinin eğitimin her kademesinde uygulanmaya başlanması gereklidir. Böylesi bir yaklaşım hemen her bireyin kendini realize etmesine yardımcı olacak ve sınıflandırılmadan ve etiketlendirilmeden hayata hazırlanmaları sağlanacaktır.
İnsanların çoğunun, yüksek zekâlı ve üstün yetenekli çocukların özel, bazen de seçkin programlarda öğrenim gören gerçek başarılı çocuklar olduğunu düşünmesi küresel bir yanlış inanıştır.
Çocuğun üstün zekâ, özel/üstün yetenekli olarak tespit edilmesi ve özel programlı bir okulda öğrenim görmesi, okulların, öğretmenlerin yani eğitim sisteminin bir işlevinden başka bir şey değildir! Zekâ ve üstün yetenek kültüre göre değişkenlik gösterdiğinden göreceli bir kavramdır.
Üstün zekâya sahip veya özel yetenekli birey güçlü sebep/sonuç ilişkisi kurabilen, yaratıcı düşünebilen, risk alabilen, eleşirel düşünebilen veya analitik becerileri olan birisi olmayabilir. Beyin sadece öğrenme ve akademik görevleri yerine getirmek için kullanılmaz ki. Beynimiz aynı zamanda bizim duygularımızın, sosyal becerilerimizin, tutumlarımızın ve bütün bu olup bitenlere cevaplarımızın ortaya çıktığı yerdir. Üstün yetenekli bireyler, bu durumlarda da akranlarına göre daha yoğun sosyal ve duygusal ihtiyaçlar göstermektedirler. Bu ihtiyaçları karşılanmadığı için de bu bireylerin çok ciddi psikolojik sorunlar ve travmalar yaşadıkları hemen herkesin gözlemlediği bir olgudur. Bu bakımdan bazı araştırmalar, duyuşsal özellikleri (ışığa, kokuya, sese ve deriye dokunuşa aşırı duyarlılığın) bu tür bireylerin ileriki yaşlarda karşı karşıya kalabilecekleri zorluklar olarak sıralamaktadır.
Kısacası, özel ve üstün yetenekli çocuklar her ne kadar yüksek başarılı olarak değerlendirilseler de duygusal, sosyal ve duyuşsal özellikleri eğitim sistemi içinde pek dikkate alınmamaktadır. Tarihsel olarak eğitim sistemleri özel yetenekli çocukları tespit edip onlara ihtiyaç duydukları hizmeti veremediği gibi onlar hakkındaki yanlış inançların maalesef artmasına ve onlara daha fazla zarar verilmesine yardım etmiştir. Bu olumsuz durum, kontrolsüz ve bilinçsiz uygulamalar yoluyla maalesef artarak devam etmektedir.
Bu çocuklar okullarda veya yaşantılarında sorunlar yaşadıklarında sorunlarının asla onların özel yeteneklerinden kaynaklanabileceği düşünülmemektedir. Aksine bu davranışları yüzünden ukala, tembel veya motivasyon eksikliğiyle suçlanmaktadırlar ve düzelme yolunun da daha fazla çalışmaktan geçtiği telkin edilmektedir! Bu durum son derece sakıncalı ve tahrip edicidir. Bu çocukların akademik ihtiyaçları kadar hatta onlardan daha fazla olarak duygusal, sosyal, fiziksel ve ruhsal ihtiyaçları karşılanmak zorundadır. Çünkü insan bir bütündür!
Özel/üstün yetenekliliğe sadece daha zeki ve farklı penceresinden bakmaya devam edersek yanlış inançlara hizmet etmekten başka bir şey yapmayacağız. Başarıyı, yetenekliliğin üzerinde görmeye devam edersek bu çocukları yanlış eğitmeye ve var olan yeteneklerini de tıpkı diğer öğrencilerde olduğu gibi kör hatta yok etmeye devam edeceğiz! Yeteneklilik, eğitim etiketinden çok daha fazla bir gerçekliktir!
Çocuklara, zekânın çabayla gelişebileceği ve kapasitesinin artabileceği, sabit, doğuştan gelen ve asla değişmeyecek bir özellik olmadığının öğretilmesi, çağdaş eğitim kurumlarında ve ortamlarında giderek yaygınlaşmaktadır. Örneğin, son zamanlarda Stanford üniversitesinde yapılan bir çalışmayla “beynin büyüyebileceği ve gelişebileceği düşüncesini” beslemenin çocukların gerçek potansiyellerini anlamalarına yardım ettiği gösterilmiştir. Eğer bu beslenme öğretmenlere öğretilebilir ve günlük öğretimlerinde düzenli olarak yararlanmaları sağlanabilirse çok daha iyi sonuçlar elde edilebilecektir. Bu tür bir bakış açısı değişimi, çocukların okul ve sınıf kültürlerini değiştirecek ve bireylerin sürdürülebilir büyüme düşüncesine sahip olmak için gerekli uygulama ve stratejileri kullanma yollarını kazanmalarına yardım edilebilecektir. Böylesine bir değişim sürecinden geçecek bir okul kültürü çok daha verimli olacaktır. Ancak ülke olarak bu gerçeğin hem çok uzağındayız hem de hala 1900lerdeki anlayışa mutlak gerçekmiş gibi hizmet etmeye devam ediyoruz. Bu içler acısı bir durumdur.
Öğrenme bilimi; bilişsel bilim, psikoloji, felsefe ve nörobilim gibi bazı alanların bir araya gelmesiyle oluşan nispeten yeni bir disiplindir. Bu yeni bilimin amacı, bilimin yöntemlerini uzun yıllardır bir sanat olarak işlem gören öğrenme ve öğretme gibi insana dair çabalarda uygulamaktır. Bu bilim bizlere çocuklarımızı nasıl yönlendirebileceğimize ve onları eğitebileceğimize yardım edebilir. Zekâya dair bildiklerimizin değişmesi ister istemez tüm eğitim uygulamalarının da değişmesine sebep olacaktır. Örneğin, şartlar ve içinde bulunduğumuz ortam bizleri daha zeki yapabilir. Çünkü bu ortam ve şartlar mevcut zekâmızı bastırabilir de, parlamasına ve gelişmesine de sebep olabilir. Zekânın doğuştan sabit ve genetik olarak kalıtımsal aktarılan bir olgu olarak görülmesi bir tür umutsuzluk yarattığından bireyler çaresiz bırakılmaktadır. Oysa şartların ve ortamın bizlere neler sunduğunun bilinmesi bu umutsuzluğu yıkmamıza yardımcı olacaktır. İnançlarımız bizleri daha zeki yapabilir. Sabit fikirli olmakla, büyüyen ve gelişen bir zekâ yapısına sahip olduğumuz konusundaki düşünce ve inançlarımız bizlere farklı kapılar açabilir. Neye inanıyorsak biz o’yuz! İnançlarımız, yeteneklerimiz hakkında neler düşündüğümüzü, dünyayı nasıl algıladığımızı, zorluklarla karşılaştığımızda nasıl davrandığımızı etkiler. Uzmanlıklarımız bizi daha zeki yapabilir. Öğrenme biliminin en güçlü taraflarından birisi uzmanlık psikolojisiyle ilgilidir. Bir uzmanın beyninde neler oluyor? Örneğin araştırmacılar bir uzmanın daha fazla bilmediğini ama farklı bildiklerini ve uzmanlık alanlarına yönelik daha zekice ve alternatifli olarak düşünebildiklerini söylüyor. Uzmanın bilgi düzeyi asla sığ ya da yüzeysel değildir. Derinlemesine bilir, organzedir, otomatik olarak fazla bilinçli ve çaba gerektirmeden yeni durumlara adapte olur ve bilgilerini aktarabilir. Dikkat bizi daha zeki yapabilir. 1960’larda yapılan marshmallow testini hatırlarsak, dikkati toplamanın zaman içinde bizlere nasıl fayları olacağını anlayabiliriz. Bunu çocukların ve gençlerin kişiliklerinin bir parçası haline getirebilmek pek çok sorunun üstesinden gelmelerine yardımcı olacaktır. Pek çok çocuğun ve gencin yanlış yetiştirilmek ve teknolojinin yanlış kullanımından kaynaklanan dikkat sorunu yaşadığı ve bunun da öğrenimlerini aksattığı düşünülürse, dikkatin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. Merak bizi daha zeki yapabilir. Öğrenmenin temelinde merak yatar. Merak ettikçe öğreniriz. Her yeni öğrenilen beyinde yeni sinapsların oluşmasına ve kıvrımlarım derinleşmesine dolayısı ile daha çok öğrenmeye davet eder bizi. Mevcut eğitim sistemimiz maalesef çocukları bırakın meraklandırmayı, mevcut merak etme isteklerini de kör hatta yok etmektedir. Eğitim sistemleri Duygularımız bizi daha zeki yapabilir. Genelde akademik başarıdan konuştuğumuzda, duygularımıza çok az önem veririz. Ancak öğrenme bilimi duygusal durumumuzun ne kadar zekice hareket edip düşünebileceğimiz konusunda içsel bir etkiye sahip olduğunu kanıtlıyor bizlere. Teknoloji bizleri daha akıllı yapabilir. Felsefe ve bilişsel bilimlerde son zamanlarda üzerinde çalışılan konulardan birisi de uzayan/genişleyen hafıza konusudur. Bu hafızanın kafatasının içinde kalmadığı; vücudumuza, uzuvlarımıza, diğer insanlara hatta teknolojik aygıtlarımıza kadar uzandığı iddia ediliyor. Teknolojinin, hayatımızın her safhasına girdiği bir çağda teknolojiyi etkin ve yerinde kullanabilecek büyüyen bir hafıza ve beyne sahip olmanın bizleri ne kadar zeki yapabileceği, kullanamamaktan kaynaklanan eziklik ve eksikliğinde bizleri ne kadar geride bırakacağı son derece açıktır! Çocukların teknolojiden uygun şekilde yararlanmaları ve ne zaman bir kenara koymaları gerektiği mutlaka kazandırılması gereken bir davranıştır. Vücutlarımız bizi daha zeki yapabilir. Bilişsel bilim 70’lerde ortaya çıktığında beyin için kullanılan en yaygın metafor bilgisayardı! Ancak artık beyni bilgisayarla tarif etmek çok da gerçekçi değildir. Beyni kalbe benzetmek belki de çok daha sağlıklı olacaktır. Örneğin kalbe iyi gelen hemen her şeyin aynı zamanda beyne de iyi geldiğini hiç düşündünüz mü? İyi beslenme, düzenli egzersiz yapma, nitelikli uyku, stresten uzak kalma, sağlıklı çevre, gibi! İlişkilerimiz bizi daha zeki yapabilir. Sosyal genetik diye de adlandırdığım bu durum kimlerden beslendiğimiz konusuyla ilgilidir. Çocukların arkadaş grupları, bu gruplar içindeki ilişki şekilleri, bulundukları okul kültürü, öğretmenlerle olan ilişkileri vs., bizlerin çok daha zeki olmamıza ve zeki kararlar verebilmemize katkı sağlayacaktır. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim! Ev alma komşu al gibi!
Görüldüğü gibi zeki olmak sadece IQ yani sayısal ve sözel zekâların ön plana çıkarıldığı, merkezi yapılan standart testler sonucunda ortaya çıkan bir durum değilmiş! Bu köhnemiş zihniyetin mutlak gerçeklikmiş gibi 21. Yüzyılda dayatılması bu ülke geleceğine yapılan çok büyük bir hata olduğunu düşünüyorum.
Eğitim sistemini; merkezî, standart, sayısal/sözel zekâ tabanlı ve sol beyin odaklı yapmak yerine sistem dışına attığımız insanların da barınabileceği ve beslenebileceği bir sisteme (bireysel farklılar odaklı ve performans tabanlı değerlendirmeler) dönüştürebilirsek, bireylerin kendi gerçek potansiyellerini ortaya çıkarmalarına yardım etmiş oluruz. Ayrıca pek çok sayıda yaratıcı müzisyen, sanatçı, yazar, şair, mimar, sporcu; pek çok sayıda sorun çözebilen alternatif düşünebilen, kültürel farklılıklara dolayısı ile bu konulara duyarlı sosyal uzmanlar, politikacılar, valiler, büyükelçiler, hâkimler, savcılar ve iş adamları yani girişimci ruha sahip bireyler yetiştirebilir ve ortaya çıkmalarına imkân verebilir. Bu etiketlendirme ve ayrıcalık tanıma sistemine son vererek hem bu çocukların gelecekleri hem de ülkenin geleceği kurtarılacaktır. Bu çocuklara ve geleceklerine nasıl bir zarar verildiğini kimsenin düşündüğünü sanmıyorum, aileleri de dâhil!
Yararlanılan Kaynaklar
Altan, M. Z. (2015). Türkiye’nin eğitim Çıkmazı girişimci öğretim girişimci öğretmen. (2. Baskı). Ankara: PEGEM
Carol, Dweck (2006). Mindset: The New Psychology of Success. NY: Random House.
Carroll, J.B. (1993). Human cognitive abilities: A survey of factor-analytic studies. New York: Cambridge
Ceci, S.J. (1990). On intelligence-more or less: A bio-ecological treatise on intellectual development. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall
Das, J.P., Naglieri, J.A., & Kirby, J.R. (1994). Assessment of cognitive processes. The PASS theory of intelligence. Boston: Allyn & Bacon
Gardner, H. (1983). Frames of Mind: The theory of multiple intelligences. New York: Basic Books
Mayer, J. D., Perkins, D., Caruso, D. R., & Salovey, P. (2001). Emotional intelligence and giftedness. Roeper Review, 23 (3), 131 137.
Pfeiffer, S. I. (2001), Emotional Intelligence: Popular But Elusive Construct. Roeper Review, 23 (3), 138-142.
Ritchhart, R. (2001). From IQ to IC: A dispositional view of intelligence. Roeper Review, 23 (3), 143-150.
Sternberg, R.J. (1985). Beyond IQ. New York: Cambridge University Press.
Son Güncelleme: Çarşamba, 12 Ağustos 2015 15:20
Gösterim: 5921
Alaaddin Dinçer / Eğitimci
Merakla beklenen 2015 ÖSYM LYS yerleştirme üniversite tercih sonuçları açıklandı. YGS ve LYS’de alınan puan sonuçlarına ve yapılan tercihler doğrultusunda 2015-ÖSYS yükseköğretim programlarına gidecek olan öğrencilerin merkezi yerleştirme işlemleri tamamlandı. Üniversite kayıtları ise 3-7 Ağustos arasında yapılacak. ÖSYS'ye başvuran aday sayısı 2 milyon 126 bin 670 olurken, üniversitelerin lisans, ön lisans programları ile AÖF'ye yerleşen aday sayısı ise 983 bin 90 olarak duyuruldu,
Başvuran sayıları ile kıyaslandığında son sınıf düzeyinde başvuranların %46’sı,önceki yıllarda mezun olanların %45,5’i,daha önce yerleşmiş olanların %76’sı,bir yükseköğretim programını bitirenlerin %70’i,kaydı silinenlerin ise %55’i herhangi bir yükseköğretim programında kendine yer bulamamıştır. Toplamda üniversiteye yerleşmek için başvuran gençlerin %54’ü herhangi bir yükseköğretim programına yerleşmemiştir. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak üniversiteye yerleşmek için çile çeken her 100 gençten 54’ü umularını başka bahara ertelemiştir.
Geçen yıl 778 bin olarak açıklanan kontenjanlar bu yıl 800 bine çıkarıldı.4 yıllık lisans programlarına 2014’te 414 bin 244 kontenjan ayrılmıştı.Bu yıl 422 bin 305 kontenjana yer verildi.Bu kontenjanların 329 bin 478’i devlet,79 bin 461’i vakıf,13 bin 366’sı KKTC üniversitelerine ayrıldı.Ön kisans programlarında kontenjan sayısı ise 364 binden 379 bine yükseltildi.Özel yetenek bölümlerine ise 25 bin 803 kontenjan verildi..
YÖK İstatistiklerine göre 2014-15 Öğretim yılında üniversitelerin açık, ön lisans ve lisans bölümlerinde 6 milyon 62 bin 886 öğrenci öğrenim görmektedir. Öğrenci dağılımına baktığımızda bu öğrencilerin;5 milyon 615 bin 293’ünün(92.62) devlet,447 bin 595’inin(%7.38) özel üniversitelerde okumakta olduğunu görmekteyiz. Kamu ve özel üniversitelerin tüm programlarında okuyan öğrencilerin 3 milyon 276 bin 658’i(%54) erkeklerden 2 milyon 786 bin 228’i(%46) kadınlardan oluşmaktadır. Ön lisans programlarında;610 bin 764 örgün,285 bin 67 ikinci öğretim,25 bin 580 uzaktan,1 milyon 92 bin 150 öğrenci açık öğretimde olmak üzere toplamda 2 milyon 13 bin 768(%33,2) öğrenci öğrenim görmektedir.
Lisans programlarında ise;1 milyon 473 bin 867örgün,423 bin 825’i ikinci öğretim 20 bin 195’uzaktan,1 milyon 710 bin 913ü açık olmak üzere toplamda 3 milyon 628 bin 800(%60) öğrenci öğrenim görmektedir. Yüksek lisans ve doktora programına devam edenlerin sayısı 424 bin 324’tür.(%6,8) Geçmiş yıllar artış oranları baz alırsak 2015 yılı sonu itibarı ile yaklaşık 700-750 bin arası bir sayıda öğrencinin mezun olacağını tahmin edebiliriz.
Daha önce açıklandığı gibi iki yıllık ön lisans programlarının yüzde 60’ı meslek liseliler için kullanılan sınavsız geçiş, yüzde 40’ı ise diğer liselerden mezunlar için YGS puanı ile tercih edilecek şekilde ayrıldı. Ayrıca geçen yıllarda ön lisans programlarına okul birincisi kontenjanı verilmezken, bu sene bu bölümlere okul birincisi kontenjanı ayrıldığı görüldü.
Yayımlanan Akademik Kontenjan Kılavuzunda bazı bölümlerde profesör, doçent ve yardımcı doçent bulunmaması üzerinde önemle durulması gereken bir olumsuzluğu ortaya koymaktadır. Üniversitelerde 126 bin 872’si kamuda 21 bin 481’i özelde olmak üzere toplamda 148 bin 353 akademisyen görev yapmaktadır. Bunların 20 bin 879 profesör,14 bin 140’ı doçent,33 bin 323’ü yardımcı doçentlerden oluşmaktadır. Geriye kalan öğretim görevlilerinin sayısı ise 80 bin 10’dur.
Kamu üniversitelerinin ön lisans programlarında 115 profesör,257 doçent,1805 yardımcı doçent, Enstitüler, araştırma merkezleri ve lisans programlarında ise 17 bin 708 profesör,12 bin 97 doçent 25 bin 263 yardımcı doçent görev yapmaktadır. Özel üniversitelerin bütün programlarında 3046 profesör,1796 doçent,6255 yardımcı doçent çalışmaktadır. Kamu üniversitelerinin örgün ve ikinci öğretim ön lisans programlarında bir profesöre 7 bin 792’i,bir doçente 3 bin 487,bir yardımcı doçente 496 öğrenci düşmektedir. Örgün ve ikinci öğrenim lisans programlarında bir profesöre 107,bir doçente 157,bir yardımcı doçente 75 öğrenci düşmektedir. Özel üniversitelerde bir profesöre 147,bir doçente 249,bir yardımcı doçente 76 öğrenci düşmektedir. Ülkemizde bulunan profesörlerin %54’ü,doçentlerin %52,5’i üç büyük kentte faaliyet yürütmekte olan özel ve kamu üniversitelerinde görev yapmaktadır. Anadolu üniversitelerinin fakültelerinin bir bölümünde, meslek yüksek okullarının büyük bir bölümünde yardımcı doçent bulunmamaktadır.
Sınavsız geçiş dahil 1 milyon 239 bin 800 aday üniversite tercihi yaptı. Üniversitelerin lisans ve ön lisans programlarına ise 784 bin 950 aday yerleşti. Üniversitelerin lisans programlarında 18 bin 770, ön lisans programlarında ise 20 bin 19 olmak üzere 38 bin 789 kontenjan boş kaldı. Devlet üniversitelerinin lisans programlarında 4 bin 437, ön lisans programlarında 9 bin 810, vakıf üniversitelerinin lisans programlarında 7 bin 32, ön lisans programlarında 8 bin 291 kontenjan boş kaldı. KKTC'deki üniversitelerin lisans programlarında 6 bin 181, ön lisans programlarında bin 903, yurtdışındaki üniversitelerin lisans programlarında bin 120, ön lisans programlarında 15 kontenjan boş kaldı.
ÖSYM, 2015-ÖSYS yerleştirme sonuçlarına ilişkin sayısal bilgileri internet sitesinden paylaştı. Buna göre, sınavsız geçiş dahil tercih yapma hakkı olan 2 milyon 10 bin 790 adaydan 1 milyon 239 bin 800'ü tercih formu gönderdi. Tercih değerlendirme sonucunda üniversitelerdeki 823 bin 739 kontenjandan 784 bin 950'sine yerleştirme yapıldı.
Kılavuzda yer alan bilgiler en çok düşüşün hukukta yaşandığını göstermektedir. İstanbul, Ankara, Marmara ve Selçuk gibi üniversitelerin hukuk ve tıp fakültelerinin kontenjanlarında düşüşler kılavuzda yer almaktadır. Örneğin İstanbul ve Ankara Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi geçen yıl 800 öğrenci alırken, bu yıl kontenjanı 650’ye düştü. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kontenjanının 500’den 400’e; Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kontenjanının ise 400’den 300’e düştüğü görüldü. Tıp fakültelerinde ise daha az kontenjan düşüşü yaşandı. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin geçen yılki toplam kontenjanı 369 iken, bu yıl 328 oldu. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nin kontenjanı ise geçen sene 498 iken, bu sene 462 olarak açıklandı.
YÖK’ün geçtiğimiz ocak ayında aldığı karara göre, bu yıldan itibaren öğrenciler ilgili puan türünde hukukta ilk 150 bin, tıpta ise ilk 40 bin başarı sırası içerisine girmek zorundadır. Bu durumda 2015 ÖSYS sonuçlarına göre 1 milyon 976 bin 657 öğrenci hukuk, 2 milyon 86 bin 657 öğrenci tıp fakültelerine girme şansı bulamamış olacaktır.
Lisans Yerleştirme Sınavları’nda (LYS) başvuran genel lise mezunlarının %15,44’ü,Anadolu Lisesi mezunlarının %50’si,meslek lisesi mezunlarının %6,58’i dört yıllık lisans programına yerleşti. Birkaç lise türü dışında diğer liselerin tamamında yerleşme oranları sistemin başarısızlık belgesi oldu. Hükümetlerin teşvik ve destek verdiği, velilerin büyük harcamalar yaptığı özel okullardan mezun olanların %57,68’i bir okula yerleşebildi. Özel okullardan mezun olanların %42,32’si açıkta kaldı.
Sınava giren adaylardan %61,68’İ tercih yaparken, adayların %37,32’i ise tercih hakkını bile kullanmadı. Üniversiteye en çok mezun gönderen okullar Anadolu liseleri oldu. Bu liselerden mezun olanların %58,57’si bir üniversite programına yerleşirken, bunların %50’si bir lisans programına yerleşti. Sosyal bilimler lisesi mezunlarının %74,57’si,Fen liseleri mezunlarının %63’ü dört yıllık lisans programına yerleşmeyi başardı. Sınava girenler arasında AKP’nin büyük yatırım yaptığı imam hatip lisesi mezunlarının bir programa yerleşme oranı %17’de kaldı.
Sonuç olarak, başarısız sınav sonuçları ve yanlış soruları şimdi de boş kalan 39 bin kontenjan sayısı ile eğitim ve üniversiteye giriş sistemine yönelik eleştiriler bitmek bilmeyecektir. Bu zihniyet değişmeyip devam ettikçe daha çok tartışma yapılacak, bu alanda var olan sorunlara yeni sorunlar eklenecektir. Bu sistem değişmedikçe üniversiteye yerleşemeyen gençler gelecek, girip mezun olanlar ise işsizlik kaygısı yaşamaya devam edeceklerdir.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Alaaddin Dinçer / Eğitimci
Merakla beklenen 2015 ÖSYM LYS yerleştirme üniversite tercih sonuçları açıklandı. YGS ve LYS’de alınan puan sonuçlarına ve yapılan tercihler doğrultusunda 2015-ÖSYS yükseköğretim programlarına gidecek olan öğrencilerin merkezi yerleştirme işlemleri tamamlandı. Üniversite kayıtları ise 3-7 Ağustos arasında yapılacak. ÖSYS'ye başvuran aday sayısı 2 milyon 126 bin 670 olurken, üniversitelerin lisans, ön lisans programları ile AÖF'ye yerleşen aday sayısı ise 983 bin 90 olarak duyuruldu,
Başvuran sayıları ile kıyaslandığında son sınıf düzeyinde başvuranların %46’sı,önceki yıllarda mezun olanların %45,5’i,daha önce yerleşmiş olanların %76’sı,bir yükseköğretim programını bitirenlerin %70’i,kaydı silinenlerin ise %55’i herhangi bir yükseköğretim programında kendine yer bulamamıştır. Toplamda üniversiteye yerleşmek için başvuran gençlerin %54’ü herhangi bir yükseköğretim programına yerleşmemiştir. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak üniversiteye yerleşmek için çile çeken her 100 gençten 54’ü umularını başka bahara ertelemiştir.
Geçen yıl 778 bin olarak açıklanan kontenjanlar bu yıl 800 bine çıkarıldı.4 yıllık lisans programlarına 2014’te 414 bin 244 kontenjan ayrılmıştı.Bu yıl 422 bin 305 kontenjana yer verildi.Bu kontenjanların 329 bin 478’i devlet,79 bin 461’i vakıf,13 bin 366’sı KKTC üniversitelerine ayrıldı.Ön kisans programlarında kontenjan sayısı ise 364 binden 379 bine yükseltildi.Özel yetenek bölümlerine ise 25 bin 803 kontenjan verildi..
YÖK İstatistiklerine göre 2014-15 Öğretim yılında üniversitelerin açık, ön lisans ve lisans bölümlerinde 6 milyon 62 bin 886 öğrenci öğrenim görmektedir. Öğrenci dağılımına baktığımızda bu öğrencilerin;5 milyon 615 bin 293’ünün(92.62) devlet,447 bin 595’inin(%7.38) özel üniversitelerde okumakta olduğunu görmekteyiz. Kamu ve özel üniversitelerin tüm programlarında okuyan öğrencilerin 3 milyon 276 bin 658’i(%54) erkeklerden 2 milyon 786 bin 228’i(%46) kadınlardan oluşmaktadır. Ön lisans programlarında;610 bin 764 örgün,285 bin 67 ikinci öğretim,25 bin 580 uzaktan,1 milyon 92 bin 150 öğrenci açık öğretimde olmak üzere toplamda 2 milyon 13 bin 768(%33,2) öğrenci öğrenim görmektedir.
Lisans programlarında ise;1 milyon 473 bin 867örgün,423 bin 825’i ikinci öğretim 20 bin 195’uzaktan,1 milyon 710 bin 913ü açık olmak üzere toplamda 3 milyon 628 bin 800(%60) öğrenci öğrenim görmektedir. Yüksek lisans ve doktora programına devam edenlerin sayısı 424 bin 324’tür.(%6,8) Geçmiş yıllar artış oranları baz alırsak 2015 yılı sonu itibarı ile yaklaşık 700-750 bin arası bir sayıda öğrencinin mezun olacağını tahmin edebiliriz.
Daha önce açıklandığı gibi iki yıllık ön lisans programlarının yüzde 60’ı meslek liseliler için kullanılan sınavsız geçiş, yüzde 40’ı ise diğer liselerden mezunlar için YGS puanı ile tercih edilecek şekilde ayrıldı. Ayrıca geçen yıllarda ön lisans programlarına okul birincisi kontenjanı verilmezken, bu sene bu bölümlere okul birincisi kontenjanı ayrıldığı görüldü.
Yayımlanan Akademik Kontenjan Kılavuzunda bazı bölümlerde profesör, doçent ve yardımcı doçent bulunmaması üzerinde önemle durulması gereken bir olumsuzluğu ortaya koymaktadır. Üniversitelerde 126 bin 872’si kamuda 21 bin 481’i özelde olmak üzere toplamda 148 bin 353 akademisyen görev yapmaktadır. Bunların 20 bin 879 profesör,14 bin 140’ı doçent,33 bin 323’ü yardımcı doçentlerden oluşmaktadır. Geriye kalan öğretim görevlilerinin sayısı ise 80 bin 10’dur.
Kamu üniversitelerinin ön lisans programlarında 115 profesör,257 doçent,1805 yardımcı doçent, Enstitüler, araştırma merkezleri ve lisans programlarında ise 17 bin 708 profesör,12 bin 97 doçent 25 bin 263 yardımcı doçent görev yapmaktadır. Özel üniversitelerin bütün programlarında 3046 profesör,1796 doçent,6255 yardımcı doçent çalışmaktadır. Kamu üniversitelerinin örgün ve ikinci öğretim ön lisans programlarında bir profesöre 7 bin 792’i,bir doçente 3 bin 487,bir yardımcı doçente 496 öğrenci düşmektedir. Örgün ve ikinci öğrenim lisans programlarında bir profesöre 107,bir doçente 157,bir yardımcı doçente 75 öğrenci düşmektedir. Özel üniversitelerde bir profesöre 147,bir doçente 249,bir yardımcı doçente 76 öğrenci düşmektedir. Ülkemizde bulunan profesörlerin %54’ü,doçentlerin %52,5’i üç büyük kentte faaliyet yürütmekte olan özel ve kamu üniversitelerinde görev yapmaktadır. Anadolu üniversitelerinin fakültelerinin bir bölümünde, meslek yüksek okullarının büyük bir bölümünde yardımcı doçent bulunmamaktadır.
Sınavsız geçiş dahil 1 milyon 239 bin 800 aday üniversite tercihi yaptı. Üniversitelerin lisans ve ön lisans programlarına ise 784 bin 950 aday yerleşti. Üniversitelerin lisans programlarında 18 bin 770, ön lisans programlarında ise 20 bin 19 olmak üzere 38 bin 789 kontenjan boş kaldı. Devlet üniversitelerinin lisans programlarında 4 bin 437, ön lisans programlarında 9 bin 810, vakıf üniversitelerinin lisans programlarında 7 bin 32, ön lisans programlarında 8 bin 291 kontenjan boş kaldı. KKTC'deki üniversitelerin lisans programlarında 6 bin 181, ön lisans programlarında bin 903, yurtdışındaki üniversitelerin lisans programlarında bin 120, ön lisans programlarında 15 kontenjan boş kaldı.
ÖSYM, 2015-ÖSYS yerleştirme sonuçlarına ilişkin sayısal bilgileri internet sitesinden paylaştı. Buna göre, sınavsız geçiş dahil tercih yapma hakkı olan 2 milyon 10 bin 790 adaydan 1 milyon 239 bin 800'ü tercih formu gönderdi. Tercih değerlendirme sonucunda üniversitelerdeki 823 bin 739 kontenjandan 784 bin 950'sine yerleştirme yapıldı.
Kılavuzda yer alan bilgiler en çok düşüşün hukukta yaşandığını göstermektedir. İstanbul, Ankara, Marmara ve Selçuk gibi üniversitelerin hukuk ve tıp fakültelerinin kontenjanlarında düşüşler kılavuzda yer almaktadır. Örneğin İstanbul ve Ankara Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi geçen yıl 800 öğrenci alırken, bu yıl kontenjanı 650’ye düştü. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kontenjanının 500’den 400’e; Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kontenjanının ise 400’den 300’e düştüğü görüldü. Tıp fakültelerinde ise daha az kontenjan düşüşü yaşandı. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin geçen yılki toplam kontenjanı 369 iken, bu yıl 328 oldu. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nin kontenjanı ise geçen sene 498 iken, bu sene 462 olarak açıklandı.
YÖK’ün geçtiğimiz ocak ayında aldığı karara göre, bu yıldan itibaren öğrenciler ilgili puan türünde hukukta ilk 150 bin, tıpta ise ilk 40 bin başarı sırası içerisine girmek zorundadır. Bu durumda 2015 ÖSYS sonuçlarına göre 1 milyon 976 bin 657 öğrenci hukuk, 2 milyon 86 bin 657 öğrenci tıp fakültelerine girme şansı bulamamış olacaktır.
Lisans Yerleştirme Sınavları’nda (LYS) başvuran genel lise mezunlarının %15,44’ü,Anadolu Lisesi mezunlarının %50’si,meslek lisesi mezunlarının %6,58’i dört yıllık lisans programına yerleşti. Birkaç lise türü dışında diğer liselerin tamamında yerleşme oranları sistemin başarısızlık belgesi oldu. Hükümetlerin teşvik ve destek verdiği, velilerin büyük harcamalar yaptığı özel okullardan mezun olanların %57,68’i bir okula yerleşebildi. Özel okullardan mezun olanların %42,32’si açıkta kaldı.
Sınava giren adaylardan %61,68’İ tercih yaparken, adayların %37,32’i ise tercih hakkını bile kullanmadı. Üniversiteye en çok mezun gönderen okullar Anadolu liseleri oldu. Bu liselerden mezun olanların %58,57’si bir üniversite programına yerleşirken, bunların %50’si bir lisans programına yerleşti. Sosyal bilimler lisesi mezunlarının %74,57’si,Fen liseleri mezunlarının %63’ü dört yıllık lisans programına yerleşmeyi başardı. Sınava girenler arasında AKP’nin büyük yatırım yaptığı imam hatip lisesi mezunlarının bir programa yerleşme oranı %17’de kaldı.
Sonuç olarak, başarısız sınav sonuçları ve yanlış soruları şimdi de boş kalan 39 bin kontenjan sayısı ile eğitim ve üniversiteye giriş sistemine yönelik eleştiriler bitmek bilmeyecektir. Bu zihniyet değişmeyip devam ettikçe daha çok tartışma yapılacak, bu alanda var olan sorunlara yeni sorunlar eklenecektir. Bu sistem değişmedikçe üniversiteye yerleşemeyen gençler gelecek, girip mezun olanlar ise işsizlik kaygısı yaşamaya devam edeceklerdir.
Son Güncelleme: Çarşamba, 29 Temmuz 2015 16:28
Gösterim: 4187
Prof. Dr. Ayhan Aydın TEOG ve, YGS ve LYS sonuçlarını değerlendirdiği makalesinde eğitim karnemizi de gözler önüne seriyor.
Bu makalede, son dönemde yapılan TEOG, LYS ve YGS Sınavlarının sonuçları bağlamında eğitim sistemimizin mevcut durumu değerlendirilmektedir.
Kuşkusuz bir ülkenin en önemli kaynağı insan gücüdür. İnsan gücünün niteliği de, doğrudan eğitimin kalitesi ile ilgilidir. Buna göre geleceğimiz olan çocuklarımızın daha kaliteli eğitim alarak, bilim ve teknolojik gelişmelere katkı sağlayacak insanlar olarak yetişmesi de, en önemli ahlaki sorumluluklarımız arasındadır. Ancak belki de gerileyen eğitimimiz bir akıl tutulması yarattığı için, bu hayati konu gündemde asla hak ettiği yeri alamıyor. İşte gerçekler…..
TEOG
MEB ve ÖSYM son dönemde sınav sonuçlarına ilişkin kamuoyunu bilgilendirme konusunda oldukça hassas davranıyor. Bu durum sonuçların parlak olmaması nedeniyle, kamuoyunu daha fazla üzmemek amacıyla başvurulan zarif bir davranışın ürünü olarak da, değerlendirilebilir! Bu bağlamda meb. gov. tr den 2015 TEOG sınavlarında soruların ayırt edicilik düzeyinin 0.60 güvenirlik katsayısının 1 ‘ e yakın olduğu bilgisi paylaşılmaktadır. Başka bir anlatımla sınavların orta güçlük düzeyinde ayrıca yüksek bir güvenirlik düzeyinde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bu durum sınavdan binlerce öğrenci tam puan almış olsa bile, bize kaç öğrencinin sıfır çektiği ayrıca yıllar bazında doğru yanıt ortalamalarının seyri ve standart sapmalar gibi temel göstergeler konusunda bilgi vermiyor. Özetle sınav sorularının devlet sırrı gibi korunması kadar her yol TEOG da yanlış olduğu için iptal edilen sorular, puan hesaplama ve yerleştirme hatalarının bir eğitim klasiği haline gelmesi düşündürücüdür. Acaba son dönemde hatasız sınav yapmak ve sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmak neden bu kadar güç bir işlem haline geldi?
Üstelik MEB in asıl görevi, sadece sınavları yapmak değil, eğitimde topyekun başarıyı arttırmaktır. Nihayet sınavlar sonuç olarak ele alındığında bu sonucu yaratan sebepler; öğrenme-öğretme süreçleri, öğretim ortamları ve yöntemler, sınıf yönetimi gibi bileşenler bağlamında gerekli iyileştirmeler yapılmadan, skorlar başka bir deyişle sonuçlar değişmez.
YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı)
|
2010 |
2011 |
2012 |
2013 |
2014 |
2015 |
Türkçe |
21.5 |
21.9 |
18 |
16.8 |
18.7 |
15.8 |
Sosyal Bilimler |
12.4 |
11.6 |
11.6 |
12.1 |
11.2 |
10.7 |
Matematik |
11.4 |
7.5 |
6.92 |
7.5 |
6.1 |
5.2 |
Fen Bilimleri |
4.6 |
4.1 |
3.56 |
3.5 |
3.5 |
3.9 |
(www. osym.gov.tr)
ÖSYM verilerine göre LYS (Lisansüstü Yerleştirme Sınavı) ye katılmak için gerekli olan 180 puan barajını geçen öğrenci oranı, son beş yılda %20 oranında düşmüştür. Gerçekte toplam 160 soruluk testlerden (Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri ve Sosyal Bilimler..) 180 puanı almak için 32 net yeterlidir. Ancak tabloda görüldüğü gibi, 2010’dan bugüne sistematik bir başarısızlık gözlenmektedir. Bu durum tek tek tüm testler için geçerlidir. Türkçe, Matematik ve Fen Bilimlerinde durum daha çarpıcı bir seyir göstermekte, sosyal bilimlerde ise, istikrarlı bir başarısızlık olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda 2010 YGS sonuçlarına göre, sosyal bilimlerde doğru yanıt ortalama 12.4 iken 2015 de bu oran 10.7’ye gerilerken bu oranlar aynı yıllar itibariyle Türkçede 21.5’den 15.8’e Matematikte 11.4’den 5.2’ye gerilemiştir. Özetle, durum S.O.S vermektedir.
YGS /Türkiye 180 Barajını Aşamayan Öğrenci Oranları (2010-2015)
(www. osym.gov.tr)
LYS
LYS/Türkiye Doğru Yanıt Ortalamaları (2010—2015)
|
2010 |
2011 |
2012 |
2013 |
2014 |
2015 |
Matematik (50 soru) |
14.7 |
15.93 |
14.43 |
12.88 |
10.58 |
9.72 |
Geometri (30 soru) |
10.8 |
9.05 |
7.52 |
4.54 |
6.02 |
3.78 |
Fizik (30 soru) |
10.1 |
8.08 |
10.41 |
7.15 |
6.01 |
6.48 |
Kimya (30 soru) |
14.9 |
12.23 |
10.81 |
11.21 |
8.61 |
8.75 |
Biyoloji (30 soru) |
12.7 |
12.07 |
11.17 |
11.9 |
10.10 |
9.78 |
Türk Dili ve Edebiyatı (56 soru) |
27.8 |
21.54 |
24.08 |
23.52 |
19.22 |
20.98 |
Coğrafya-1(24 soru) |
10.1 |
9.36 |
7.58 |
9.34 |
8.59 |
10.21 |
Tarih (44 soru) |
16.0 |
16.52. |
12.60 |
13.84 |
12.44 |
13.12 |
Coğrafya-2 (16 soru) |
7.5 |
6.33 |
6.15 |
4.68 |
5.17 |
5.82 |
Felsefe (30 soru) |
7.9 |
9.73 |
6.75 |
7.96 |
10.70 |
10.80 |
Almanca (80 soru) |
57.5 |
54.43 |
49.61 |
40.69 |
32.61 |
26.56 |
Fransızca (80 soru) |
43.6 |
43.03 |
47.54 |
45.45 |
40.76 |
35.60 |
İngilizce (80 soru) |
40.3 |
30.69 |
33.13 |
28.08 |
24.01 |
20.07 |
(www. osym.gov.tr)
LYS ye giren adayları YGS yi geçen başka bir anlatımla daha seçkin öğrenciler olduğu gerçeğini göz önüne alarak değerlendirelim. Ayrıca LYS ye giren yaklaşık 900.000 adayın 2015 yükseköğretim kontenjanlarının bir milyondan fazla olduğu için hepsinin üniversiteli olacağını hatırlatalım. Buna göre kontenjanlar kazanan aday sayısından fazla ise, ya da şöyle diyelim yükseköğretimde arz, talepten fazla, ise orada kaliteden söz edilebilir mi?
Tabloların yorumlarına gelince, bir bütün olarak bütün testlerde düşüşler trajik ölçüde yüksektir. Bu durumun tek istisnası 2013’den 2015’e doğru sadece Coğrafya ve Felsefe testleridir. Burada nispi artışlar gözlenmekte, diğerlerinde istikrarlı düşüş devam etmektedir.
Sonuç ve Öneriler
Bu tablo bize üzülerek söylemeliyiz ki, önümüzdeki dönemde de, ihracatın ithalatı karşılayamayacağını söylüyor. Cari açığın gerçekte bir insan gücü açığı olduğunu ve periyodik olarak artarak devam edeceğini söylüyor…Çünkü bu tablo ile katma değer üretmek zordur. İhracatta ileri teknoloji ürün oranını %2’nin üzerine çıkarmak mucizedir. Özetle, bu tablodan patent, marka, teknoloji çıkmaz. Dolayısıyla 2008’den beri içinde bulunduğumuz orta gelir tuzağından çıkılamaz. Kalkınma hızı %3’ün üzerine çıkartılamaz. Bu tablo aynı zamanda kendi içinde sosyal yaşamda empati, şiir, şarkı, kahkaha, sevgi, uzlaşı, şefkat ve anlayışın gizli şifrelerini taşır. İsterseniz şöyle diyelim ne kadar kaliteli eğitim, o kadar sevgi, şefkat, anlayış,uzlaşı, teknolojik gelişme ve sosyal barış…
Bu bağlamda eğitimde bütün toplumsal kesimlerin katılımı sağlanarak acil bir seferberlik başlatılmalıdır. Öğretmen eğitimi ve eğitim programları hızla gözden geçirilmelidir. Sınav sonuçları ile açıkça yüzleşilmeli, öz eleştiri yaklaşımı ile eğitim tüm bileşenleri ile sorgulanmalıdır. Bu amaçla sınıf yönetimi, ölçme ve değerlendirme, öğretimi planlama ve yapılandırma, öğretim yöntemleri vb. konularda çalıştaylar, sempozyumlar ve kongreler düzenlenmelidir. Çocuklar ve gençler her kademe ve düzeyde genel olarak Sosyal ve Fen Bilimlerine ayrıca güzel sanatlara ve spora yöneltilmelidir. İlişkisel, eleştirel ve analitik düşünme süreçlerini geliştirmek için felsefe eğitimi odağa alınmalıdır. Çünkü Socrates’in dediği gibi ‘Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez’ ve eğitim hayatı sorgulamak içindir…
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Prof. Dr. Ayhan Aydın TEOG ve, YGS ve LYS sonuçlarını değerlendirdiği makalesinde eğitim karnemizi de gözler önüne seriyor.
Bu makalede, son dönemde yapılan TEOG, LYS ve YGS Sınavlarının sonuçları bağlamında eğitim sistemimizin mevcut durumu değerlendirilmektedir.
Kuşkusuz bir ülkenin en önemli kaynağı insan gücüdür. İnsan gücünün niteliği de, doğrudan eğitimin kalitesi ile ilgilidir. Buna göre geleceğimiz olan çocuklarımızın daha kaliteli eğitim alarak, bilim ve teknolojik gelişmelere katkı sağlayacak insanlar olarak yetişmesi de, en önemli ahlaki sorumluluklarımız arasındadır. Ancak belki de gerileyen eğitimimiz bir akıl tutulması yarattığı için, bu hayati konu gündemde asla hak ettiği yeri alamıyor. İşte gerçekler…..
TEOG
MEB ve ÖSYM son dönemde sınav sonuçlarına ilişkin kamuoyunu bilgilendirme konusunda oldukça hassas davranıyor. Bu durum sonuçların parlak olmaması nedeniyle, kamuoyunu daha fazla üzmemek amacıyla başvurulan zarif bir davranışın ürünü olarak da, değerlendirilebilir! Bu bağlamda meb. gov. tr den 2015 TEOG sınavlarında soruların ayırt edicilik düzeyinin 0.60 güvenirlik katsayısının 1 ‘ e yakın olduğu bilgisi paylaşılmaktadır. Başka bir anlatımla sınavların orta güçlük düzeyinde ayrıca yüksek bir güvenirlik düzeyinde olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, bu durum sınavdan binlerce öğrenci tam puan almış olsa bile, bize kaç öğrencinin sıfır çektiği ayrıca yıllar bazında doğru yanıt ortalamalarının seyri ve standart sapmalar gibi temel göstergeler konusunda bilgi vermiyor. Özetle sınav sorularının devlet sırrı gibi korunması kadar her yol TEOG da yanlış olduğu için iptal edilen sorular, puan hesaplama ve yerleştirme hatalarının bir eğitim klasiği haline gelmesi düşündürücüdür. Acaba son dönemde hatasız sınav yapmak ve sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmak neden bu kadar güç bir işlem haline geldi?
Üstelik MEB in asıl görevi, sadece sınavları yapmak değil, eğitimde topyekun başarıyı arttırmaktır. Nihayet sınavlar sonuç olarak ele alındığında bu sonucu yaratan sebepler; öğrenme-öğretme süreçleri, öğretim ortamları ve yöntemler, sınıf yönetimi gibi bileşenler bağlamında gerekli iyileştirmeler yapılmadan, skorlar başka bir deyişle sonuçlar değişmez.
YGS (Yükseköğretime Geçiş Sınavı)
|
2010 |
2011 |
2012 |
2013 |
2014 |
2015 |
Türkçe |
21.5 |
21.9 |
18 |
16.8 |
18.7 |
15.8 |
Sosyal Bilimler |
12.4 |
11.6 |
11.6 |
12.1 |
11.2 |
10.7 |
Matematik |
11.4 |
7.5 |
6.92 |
7.5 |
6.1 |
5.2 |
Fen Bilimleri |
4.6 |
4.1 |
3.56 |
3.5 |
3.5 |
3.9 |
(www. osym.gov.tr)
ÖSYM verilerine göre LYS (Lisansüstü Yerleştirme Sınavı) ye katılmak için gerekli olan 180 puan barajını geçen öğrenci oranı, son beş yılda %20 oranında düşmüştür. Gerçekte toplam 160 soruluk testlerden (Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri ve Sosyal Bilimler..) 180 puanı almak için 32 net yeterlidir. Ancak tabloda görüldüğü gibi, 2010’dan bugüne sistematik bir başarısızlık gözlenmektedir. Bu durum tek tek tüm testler için geçerlidir. Türkçe, Matematik ve Fen Bilimlerinde durum daha çarpıcı bir seyir göstermekte, sosyal bilimlerde ise, istikrarlı bir başarısızlık olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda 2010 YGS sonuçlarına göre, sosyal bilimlerde doğru yanıt ortalama 12.4 iken 2015 de bu oran 10.7’ye gerilerken bu oranlar aynı yıllar itibariyle Türkçede 21.5’den 15.8’e Matematikte 11.4’den 5.2’ye gerilemiştir. Özetle, durum S.O.S vermektedir.
YGS /Türkiye 180 Barajını Aşamayan Öğrenci Oranları (2010-2015)
(www. osym.gov.tr)
LYS
LYS/Türkiye Doğru Yanıt Ortalamaları (2010—2015)
|
2010 |
2011 |
2012 |
2013 |
2014 |
2015 |
Matematik (50 soru) |
14.7 |
15.93 |
14.43 |
12.88 |
10.58 |
9.72 |
Geometri (30 soru) |
10.8 |
9.05 |
7.52 |
4.54 |
6.02 |
3.78 |
Fizik (30 soru) |
10.1 |
8.08 |
10.41 |
7.15 |
6.01 |
6.48 |
Kimya (30 soru) |
14.9 |
12.23 |
10.81 |
11.21 |
8.61 |
8.75 |
Biyoloji (30 soru) |
12.7 |
12.07 |
11.17 |
11.9 |
10.10 |
9.78 |
Türk Dili ve Edebiyatı (56 soru) |
27.8 |
21.54 |
24.08 |
23.52 |
19.22 |
20.98 |
Coğrafya-1(24 soru) |
10.1 |
9.36 |
7.58 |
9.34 |
8.59 |
10.21 |
Tarih (44 soru) |
16.0 |
16.52. |
12.60 |
13.84 |
12.44 |
13.12 |
Coğrafya-2 (16 soru) |
7.5 |
6.33 |
6.15 |
4.68 |
5.17 |
5.82 |
Felsefe (30 soru) |
7.9 |
9.73 |
6.75 |
7.96 |
10.70 |
10.80 |
Almanca (80 soru) |
57.5 |
54.43 |
49.61 |
40.69 |
32.61 |
26.56 |
Fransızca (80 soru) |
43.6 |
43.03 |
47.54 |
45.45 |
40.76 |
35.60 |
İngilizce (80 soru) |
40.3 |
30.69 |
33.13 |
28.08 |
24.01 |
20.07 |
(www. osym.gov.tr)
LYS ye giren adayları YGS yi geçen başka bir anlatımla daha seçkin öğrenciler olduğu gerçeğini göz önüne alarak değerlendirelim. Ayrıca LYS ye giren yaklaşık 900.000 adayın 2015 yükseköğretim kontenjanlarının bir milyondan fazla olduğu için hepsinin üniversiteli olacağını hatırlatalım. Buna göre kontenjanlar kazanan aday sayısından fazla ise, ya da şöyle diyelim yükseköğretimde arz, talepten fazla, ise orada kaliteden söz edilebilir mi?
Tabloların yorumlarına gelince, bir bütün olarak bütün testlerde düşüşler trajik ölçüde yüksektir. Bu durumun tek istisnası 2013’den 2015’e doğru sadece Coğrafya ve Felsefe testleridir. Burada nispi artışlar gözlenmekte, diğerlerinde istikrarlı düşüş devam etmektedir.
Sonuç ve Öneriler
Bu tablo bize üzülerek söylemeliyiz ki, önümüzdeki dönemde de, ihracatın ithalatı karşılayamayacağını söylüyor. Cari açığın gerçekte bir insan gücü açığı olduğunu ve periyodik olarak artarak devam edeceğini söylüyor…Çünkü bu tablo ile katma değer üretmek zordur. İhracatta ileri teknoloji ürün oranını %2’nin üzerine çıkarmak mucizedir. Özetle, bu tablodan patent, marka, teknoloji çıkmaz. Dolayısıyla 2008’den beri içinde bulunduğumuz orta gelir tuzağından çıkılamaz. Kalkınma hızı %3’ün üzerine çıkartılamaz. Bu tablo aynı zamanda kendi içinde sosyal yaşamda empati, şiir, şarkı, kahkaha, sevgi, uzlaşı, şefkat ve anlayışın gizli şifrelerini taşır. İsterseniz şöyle diyelim ne kadar kaliteli eğitim, o kadar sevgi, şefkat, anlayış,uzlaşı, teknolojik gelişme ve sosyal barış…
Bu bağlamda eğitimde bütün toplumsal kesimlerin katılımı sağlanarak acil bir seferberlik başlatılmalıdır. Öğretmen eğitimi ve eğitim programları hızla gözden geçirilmelidir. Sınav sonuçları ile açıkça yüzleşilmeli, öz eleştiri yaklaşımı ile eğitim tüm bileşenleri ile sorgulanmalıdır. Bu amaçla sınıf yönetimi, ölçme ve değerlendirme, öğretimi planlama ve yapılandırma, öğretim yöntemleri vb. konularda çalıştaylar, sempozyumlar ve kongreler düzenlenmelidir. Çocuklar ve gençler her kademe ve düzeyde genel olarak Sosyal ve Fen Bilimlerine ayrıca güzel sanatlara ve spora yöneltilmelidir. İlişkisel, eleştirel ve analitik düşünme süreçlerini geliştirmek için felsefe eğitimi odağa alınmalıdır. Çünkü Socrates’in dediği gibi ‘Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez’ ve eğitim hayatı sorgulamak içindir…
Son Güncelleme: Pazartesi, 03 Ağustos 2015 17:48
Gösterim: 4688
Eyyüp Kılcı / Güvender Başkan Yardımcısı
AKP eğitim adına yaptığı her değişiklikte laik kesimlerce uzun dönem kuşkuyla karşılandı. İlk yıllarda hem kuşkular elini kolunu bağladı hem de eğitim adına ortaya koyabileceği bir hazırlığı yoktu. AKP döneminde yapılanların çoğu bina ve donanımla ilgilidir bunların da istenen düzeyde olduğunu söylemek zordur. Bu yüzden Hüseyin Çelik döneminde yapılan müfredat değişikliği, ücretsiz kitap verilmesi ve diğer bakanlar döneminde AKP ye rağmen bakanların bireysel gayretleriyle yapılan bazı olumlu adımları hariç tutacak olursak. AKP’nin eğitimde kayda değer bir politikasının olmadığı, hukuki düzenlemelerle eğitim sistemini kendi lehine değiştirme gayretlerini reform gibi sunduğu, orta öğretime girişte olduğu gibi bir bakan döneminde getirilen bir düzenlemenin diğer bakan döneminde kaldırıldığı görülecektir. 12 yıllık icraatı boyunca öğretmen kalitesini artırma konusunda “performans yönetim sistemi” eğitimde kalite güvencesi için getirilen “toplam kalite sistemi” gibi geliştirilen her politika bir sonraki dönemde kaldırılmış ve süreklilik sağlanamamıştır. Politika geliştirmek üzere atılan sınırlı sayıdaki her olumlu adımın içine ise siyasi sonuç elde etmeyle ilgili hususlar eklendiği görülmektedir. Örneğin ülkede eğitim düzeyini yükseltmek için 8 yıllık zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılmış bu olumlu düzenlemenin içine partinin gençlik yapılanmasına hizmet edeceği düşüncesiyle İHL ile ilgili şeyler eklenmiştir. Her ile bir üniversite kurulması gibi gelişmenin önünü açacak olumlu bir düzenlemenin içine üniversite yönetimlerini istedikleri gibi belirleme iliştirilmiştir. Bakanlığın daha verimli hizmet üretmesi için teşkilat kanunu değiştirilirken kolay kadrolaşmayla ilgili hükümler eklenmiştir.
Bakanların icraatlarının değerlendirilmesi
AKP’de ilk dönemde AB birliğine üyelik öne çıkararak batının güvenini sağlayıp kuşkuları üzerinden atmaya meşrulaşma krizinden çıkmaya çalışıyordu. Bu ve benzeri amaçlarla ülkede birçok yeniliği başlatan ANAP’tan transfer edilen Erkan Mumcu büyük iddialarla başladığı Bakanlığı çok kısa sürdü ve belki de dönemin şartları gereği hafızalarda kalan bir icraatı olamadı. 28 Şubat sürecinin hassasiyetleri üzerine göreve gelen Bakan için bir eğitim sendikası kadrolaşmak dışında başka bir icraatının olmadığını ifade edecekti, ancak o günkü şartlardan dolayı bunda da başarılı olamadı. Ücretsiz kitap, özerk demokratik üniversite gibi vaatler yerine getirilemedi.
Hüseyin Çelik 6 yıl görevde kaldı Hasan Ali Yücel’den sonra en uzun süre bakanlık yaptı. Hüseyin Çelik döneminde, öğretmenlere laptop verilmesi, ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması, müfredatın yenilenmesi, OKS’nin kaldırılıp yerine üç yıla yayılmış SBS’nin getirilmesi, okullara internet bağlanması gibi öne çıkan icraatlar oldu. Bu dönemde AKP’nin eğitimde yaptığı tek kalıcı icraatı olan yapılandırıcı eğitime göre hazırlanan oldukça başarılı müfredat projesi sonraki süreçte öğretmen eğitimleri ayağı ihmal edildiği için havada kaldı. Hüseyin Çelik’te bazı sendikalarca kadrolaşma konusunda suçlamalara muhatap oldu.
Hüseyin Çelik Doğru yol partisinden gelmesine rağmen dünya görüşünden dolayı AKP hakkında kuşkulardan o da nasibini aldı ikinci bir gündemleri var kanaati silinmedi. Bu yüzden AKP’nin eğitimde ikinci gündemi olmadığına inandıracağı bir bakana ihtiyacı vardı. Hem dünya görüşü hem de bayan olması sebebiyle en uygun isim 2009 yılında göreve gelen Nimet Baş oldu. Baş kendini şöyle tanımlıyordu “28 Şubat’ta hak ve özgürlüklerde yana tavır aldım, inançlarını samimi olarak yaşamak isteyenlerin yanındaydım” diyerektüm görüşlerine katılmasa bile AKP’nin avukatlığını yapmış kuruluşunda bulunmuş tüzüğünü hazırlayan ekipte yer almıştı. Budönemde üç yıla yayılmış SBS henüz üçüncüsü yapılmadan kaldırıldı ve sınav sayısı tekrar bire düşürüldüğü için AKP eğitimi yapboz tahtasına çevirdi suçlamasına muhatap oldu.
Ömer Dinçer partide her kademede görev yapmış başbakanın en yakınında bulunmuş biriydi. Partinin bakanlıklarda teşkilatlanmasını kurgusunu o yaptı, meclis çoğunluğu ile kanun çıkarma gücünü kullanarak teşkilat yasasının değiştirdi. AKP’nin önceki bakanları döneminde göreve getirdikleri dâhil tüm kadroları değiştirme yetkisi aldı. Yeni kadro seçiminde akademik kariyer ve dil şartını öne çıkarmaya ve parti tabanından olmasa bile akademik birikiminden yaralanabilecekleri göreve getirmeye çalıştı bu yönüyle bilhassa partiye yakın sendikayla uyuşamadı. Birikimli kadroları görevden alıp bakanlığın kültürüne zarar vermekle eleştirildi.
Nabi Avcı partinin farklı görüşlerden olanların çoğu ile yollarını ayırdığı herkesimi kucaklama anlayışından uzaklaşıp kendi tabanına dönük mesajların öne çıkarmaya başladığı bir dönemde göreve geldi. Oldukça demokrat olduğu bilinen bakan partinin son dönem sadece siyasi hedeflerini gerçekleştirme yönündeki politikalarına uymayı tercih etti. AKP bu dönemde her alanda olduğu gibi eğitimde de ilk yıllardaki kucaklayıcı yaklaşımından giderek uzaklaştı. Sadece kendi politikalarının doğruluğuna inanan meclis çoğunluğunu kullanarak kimseyle uzlaşma gereği bile duymadan kendi politikalarını tüm topluma dayatmaya çalışan bir anlayışa büründü. Bu yolla tüm ülke insanını mutlu edecek politikalar üretmekten hızla uzaklaşıldı. AKP bu dönemde ikinci kez teşkilat yasasını değiştirdi ve Ömer Dinçer’in getirdiği kadrolarla çalışma bile yeterli görülmedi. Partinin hukuk normlarını zorlayan politikalarını uygulamak içinbirikimli kadroların çoğunu görevden alıp yeterli tecrübeye sahip olmayanları getirecek tüm üst bürokrasiyi değiştirecek şekilde yetkialındı.
AKP döneminde eğitimde olumlu gelişmeler neler
Üniversite sayısının artırılması, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması, ilk yıllarda eğitim yatırımlarının artmasıyla sınıf bazında öğrenci sayısının bir nebze azaltılması, uygulanmasa bile yapılandırmacı eğitime göre müfredat hazırlanması, ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması, büyük iddialarla başlatılan ancak her projede olduğu gibi içeriği doldurulamayan fatih projesiyle bazı okul donanımlarının geliştirilmesi sayılabilir.
Bu dönemde ülkemizde dünya ortalamalarının gerisinde bırakan hususlardan bazıları
Bazı sendikalar bu dönemde; fiziki mekân ve alt yapı yetersizliklerinin giderilemediği, sınıf mevcutlarının istenen düzeye çekilemediği, 300 bin öğretmen atama beklerken öğretmen açığının karşılanamadığı, sözleşmeli öğretmenlerin mağduriyetinin giderilemediği, okul öncesi eğitime katılımın düşük düzede kaldığı, yatırımlara ayrılan payın her yıl giderek azaldığı, ARGE ye yeterli kaynak ayrılmadığı, harcamaların %70’inin personel giderlerine harcandığı yönünde eleştiriler yaptılar.
Doğu ve güneydoğuda imkansızlıktan mevsimlik işçi olarak çalışanların eğitime alınamadığı, bölgede eğitimde yetersizliklerin önlenemediği, birleştirilmiş sınıfların kaldırılamadığı, eğitime katılım oranı oldukça düşük düzeyde olduğu, okula devamın sağlanamadığı, ortak dilin öğretilemediği yönünde eleştiriler geldi.
Özel öğretim alanında ise: DPT’nin bölgeler okullar ve öğretmenler arasındaki farktan dolayı ortaya çıkan eğitimdeki noksanları kapatmak üzere tampon kurum gibi görev yaptığı belirttiği dershaneleri kapatan kanun meclis çoğunluğu kullanılarak çıkarılmıştır. AYM de açılan iptal kararı gecikmiş ve binden fazla kurum iflas ederek kapanmış, eğitim yatırımları hurdaya gitmiş, birçoğu da istemediği halde dönüşüme başvurmak zorunda bırakılmıştır. Dönüşüme başvuranların işlemleri uzatılarak 6 aydan bu yana kayıt yapmaları engellenmiş ve giderlerini banka kredisiyle karşılamak zorunda kalmıştır. Şimdi de tüm hukuk normları hiçe sayılarak AYM iptal kararına rağmen dershanelere izin vermeyecekleri bakan tarafından seslendirilmektedir. Belediyelerin ve İŞKUR’un ihale yoluyla açtığı kurslardan dolayı özel kurslar bitme noktasına gelmiş, özel okullar dönüşenlerin ücret politikalarına kurban edilmiş ve tüm özel öğretim ciddi kan kaybetmeye başlamıştır.
Eğitimciler, başlangıçta tüm taraflardan yararlanarak politika geliştiren iktidar partisinin şimdilerde tüm görüşlere kapalı hale geldiğini, meclis çoğunluğuyla kanun çıkarma gücünü kullanarak sadece kendi parti görüşlerini topluma dayatan bir görüntü çizdiğini belirtmektedir. Bakanlık dışında konuyu bilmeyen birimlerce yapılan düzenlemelerde tüm etik ve hukuki normların göz ardı edildiği, kişi ve kurumların kazanılmış haklarını elinden alındığı görülmektedir. Okul müdürlerinin görevden alınmasında yaşananlar okul yönetimlerini zayıflatmış, il teşkilatlarında yapılan sık değişikliklerle uzmanlığı olanlar uzaklaştırılmış konuyu bilmeyenler getirilmiştir. Talim terbiye ve teftiş gibi bakanlığın beyni olarak kabul edilen tüm otokontrol birimleri teşkilat yasası değişiklikleri ile eğitim siyasete daha fazla bağımlı hale getirilmiştir.
Özetle: Şu anda bakanlığın iyi yönetildiğini söylemek mümkün değildir. Her bakanlıkta olduğu gibi bakanlığımızın da görevde yükselmeden, devletin verdiği hizmetlerde ayrımcılık yapılmamasına kadar her konuda demokratik toplumlardaki hukuk normlarına çekilmeye ihtiyacı vardır. İleri ülkelerde olduğu gibi herkesin devlet imkanlarından eşit yararlanması için yeni göreve başlayacak hükumetin devletin sunduğu hizmetlerde eşitlik ilkesini kuracak hukuk normlarını geliştirmesi şarttır.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Eyyüp Kılcı / Güvender Başkan Yardımcısı
AKP eğitim adına yaptığı her değişiklikte laik kesimlerce uzun dönem kuşkuyla karşılandı. İlk yıllarda hem kuşkular elini kolunu bağladı hem de eğitim adına ortaya koyabileceği bir hazırlığı yoktu. AKP döneminde yapılanların çoğu bina ve donanımla ilgilidir bunların da istenen düzeyde olduğunu söylemek zordur. Bu yüzden Hüseyin Çelik döneminde yapılan müfredat değişikliği, ücretsiz kitap verilmesi ve diğer bakanlar döneminde AKP ye rağmen bakanların bireysel gayretleriyle yapılan bazı olumlu adımları hariç tutacak olursak. AKP’nin eğitimde kayda değer bir politikasının olmadığı, hukuki düzenlemelerle eğitim sistemini kendi lehine değiştirme gayretlerini reform gibi sunduğu, orta öğretime girişte olduğu gibi bir bakan döneminde getirilen bir düzenlemenin diğer bakan döneminde kaldırıldığı görülecektir. 12 yıllık icraatı boyunca öğretmen kalitesini artırma konusunda “performans yönetim sistemi” eğitimde kalite güvencesi için getirilen “toplam kalite sistemi” gibi geliştirilen her politika bir sonraki dönemde kaldırılmış ve süreklilik sağlanamamıştır. Politika geliştirmek üzere atılan sınırlı sayıdaki her olumlu adımın içine ise siyasi sonuç elde etmeyle ilgili hususlar eklendiği görülmektedir. Örneğin ülkede eğitim düzeyini yükseltmek için 8 yıllık zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılmış bu olumlu düzenlemenin içine partinin gençlik yapılanmasına hizmet edeceği düşüncesiyle İHL ile ilgili şeyler eklenmiştir. Her ile bir üniversite kurulması gibi gelişmenin önünü açacak olumlu bir düzenlemenin içine üniversite yönetimlerini istedikleri gibi belirleme iliştirilmiştir. Bakanlığın daha verimli hizmet üretmesi için teşkilat kanunu değiştirilirken kolay kadrolaşmayla ilgili hükümler eklenmiştir.
Bakanların icraatlarının değerlendirilmesi
AKP’de ilk dönemde AB birliğine üyelik öne çıkararak batının güvenini sağlayıp kuşkuları üzerinden atmaya meşrulaşma krizinden çıkmaya çalışıyordu. Bu ve benzeri amaçlarla ülkede birçok yeniliği başlatan ANAP’tan transfer edilen Erkan Mumcu büyük iddialarla başladığı Bakanlığı çok kısa sürdü ve belki de dönemin şartları gereği hafızalarda kalan bir icraatı olamadı. 28 Şubat sürecinin hassasiyetleri üzerine göreve gelen Bakan için bir eğitim sendikası kadrolaşmak dışında başka bir icraatının olmadığını ifade edecekti, ancak o günkü şartlardan dolayı bunda da başarılı olamadı. Ücretsiz kitap, özerk demokratik üniversite gibi vaatler yerine getirilemedi.
Hüseyin Çelik 6 yıl görevde kaldı Hasan Ali Yücel’den sonra en uzun süre bakanlık yaptı. Hüseyin Çelik döneminde, öğretmenlere laptop verilmesi, ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması, müfredatın yenilenmesi, OKS’nin kaldırılıp yerine üç yıla yayılmış SBS’nin getirilmesi, okullara internet bağlanması gibi öne çıkan icraatlar oldu. Bu dönemde AKP’nin eğitimde yaptığı tek kalıcı icraatı olan yapılandırıcı eğitime göre hazırlanan oldukça başarılı müfredat projesi sonraki süreçte öğretmen eğitimleri ayağı ihmal edildiği için havada kaldı. Hüseyin Çelik’te bazı sendikalarca kadrolaşma konusunda suçlamalara muhatap oldu.
Hüseyin Çelik Doğru yol partisinden gelmesine rağmen dünya görüşünden dolayı AKP hakkında kuşkulardan o da nasibini aldı ikinci bir gündemleri var kanaati silinmedi. Bu yüzden AKP’nin eğitimde ikinci gündemi olmadığına inandıracağı bir bakana ihtiyacı vardı. Hem dünya görüşü hem de bayan olması sebebiyle en uygun isim 2009 yılında göreve gelen Nimet Baş oldu. Baş kendini şöyle tanımlıyordu “28 Şubat’ta hak ve özgürlüklerde yana tavır aldım, inançlarını samimi olarak yaşamak isteyenlerin yanındaydım” diyerektüm görüşlerine katılmasa bile AKP’nin avukatlığını yapmış kuruluşunda bulunmuş tüzüğünü hazırlayan ekipte yer almıştı. Budönemde üç yıla yayılmış SBS henüz üçüncüsü yapılmadan kaldırıldı ve sınav sayısı tekrar bire düşürüldüğü için AKP eğitimi yapboz tahtasına çevirdi suçlamasına muhatap oldu.
Ömer Dinçer partide her kademede görev yapmış başbakanın en yakınında bulunmuş biriydi. Partinin bakanlıklarda teşkilatlanmasını kurgusunu o yaptı, meclis çoğunluğu ile kanun çıkarma gücünü kullanarak teşkilat yasasının değiştirdi. AKP’nin önceki bakanları döneminde göreve getirdikleri dâhil tüm kadroları değiştirme yetkisi aldı. Yeni kadro seçiminde akademik kariyer ve dil şartını öne çıkarmaya ve parti tabanından olmasa bile akademik birikiminden yaralanabilecekleri göreve getirmeye çalıştı bu yönüyle bilhassa partiye yakın sendikayla uyuşamadı. Birikimli kadroları görevden alıp bakanlığın kültürüne zarar vermekle eleştirildi.
Nabi Avcı partinin farklı görüşlerden olanların çoğu ile yollarını ayırdığı herkesimi kucaklama anlayışından uzaklaşıp kendi tabanına dönük mesajların öne çıkarmaya başladığı bir dönemde göreve geldi. Oldukça demokrat olduğu bilinen bakan partinin son dönem sadece siyasi hedeflerini gerçekleştirme yönündeki politikalarına uymayı tercih etti. AKP bu dönemde her alanda olduğu gibi eğitimde de ilk yıllardaki kucaklayıcı yaklaşımından giderek uzaklaştı. Sadece kendi politikalarının doğruluğuna inanan meclis çoğunluğunu kullanarak kimseyle uzlaşma gereği bile duymadan kendi politikalarını tüm topluma dayatmaya çalışan bir anlayışa büründü. Bu yolla tüm ülke insanını mutlu edecek politikalar üretmekten hızla uzaklaşıldı. AKP bu dönemde ikinci kez teşkilat yasasını değiştirdi ve Ömer Dinçer’in getirdiği kadrolarla çalışma bile yeterli görülmedi. Partinin hukuk normlarını zorlayan politikalarını uygulamak içinbirikimli kadroların çoğunu görevden alıp yeterli tecrübeye sahip olmayanları getirecek tüm üst bürokrasiyi değiştirecek şekilde yetkialındı.
AKP döneminde eğitimde olumlu gelişmeler neler
Üniversite sayısının artırılması, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması, ilk yıllarda eğitim yatırımlarının artmasıyla sınıf bazında öğrenci sayısının bir nebze azaltılması, uygulanmasa bile yapılandırmacı eğitime göre müfredat hazırlanması, ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması, büyük iddialarla başlatılan ancak her projede olduğu gibi içeriği doldurulamayan fatih projesiyle bazı okul donanımlarının geliştirilmesi sayılabilir.
Bu dönemde ülkemizde dünya ortalamalarının gerisinde bırakan hususlardan bazıları
Bazı sendikalar bu dönemde; fiziki mekân ve alt yapı yetersizliklerinin giderilemediği, sınıf mevcutlarının istenen düzeye çekilemediği, 300 bin öğretmen atama beklerken öğretmen açığının karşılanamadığı, sözleşmeli öğretmenlerin mağduriyetinin giderilemediği, okul öncesi eğitime katılımın düşük düzede kaldığı, yatırımlara ayrılan payın her yıl giderek azaldığı, ARGE ye yeterli kaynak ayrılmadığı, harcamaların %70’inin personel giderlerine harcandığı yönünde eleştiriler yaptılar.
Doğu ve güneydoğuda imkansızlıktan mevsimlik işçi olarak çalışanların eğitime alınamadığı, bölgede eğitimde yetersizliklerin önlenemediği, birleştirilmiş sınıfların kaldırılamadığı, eğitime katılım oranı oldukça düşük düzeyde olduğu, okula devamın sağlanamadığı, ortak dilin öğretilemediği yönünde eleştiriler geldi.
Özel öğretim alanında ise: DPT’nin bölgeler okullar ve öğretmenler arasındaki farktan dolayı ortaya çıkan eğitimdeki noksanları kapatmak üzere tampon kurum gibi görev yaptığı belirttiği dershaneleri kapatan kanun meclis çoğunluğu kullanılarak çıkarılmıştır. AYM de açılan iptal kararı gecikmiş ve binden fazla kurum iflas ederek kapanmış, eğitim yatırımları hurdaya gitmiş, birçoğu da istemediği halde dönüşüme başvurmak zorunda bırakılmıştır. Dönüşüme başvuranların işlemleri uzatılarak 6 aydan bu yana kayıt yapmaları engellenmiş ve giderlerini banka kredisiyle karşılamak zorunda kalmıştır. Şimdi de tüm hukuk normları hiçe sayılarak AYM iptal kararına rağmen dershanelere izin vermeyecekleri bakan tarafından seslendirilmektedir. Belediyelerin ve İŞKUR’un ihale yoluyla açtığı kurslardan dolayı özel kurslar bitme noktasına gelmiş, özel okullar dönüşenlerin ücret politikalarına kurban edilmiş ve tüm özel öğretim ciddi kan kaybetmeye başlamıştır.
Eğitimciler, başlangıçta tüm taraflardan yararlanarak politika geliştiren iktidar partisinin şimdilerde tüm görüşlere kapalı hale geldiğini, meclis çoğunluğuyla kanun çıkarma gücünü kullanarak sadece kendi parti görüşlerini topluma dayatan bir görüntü çizdiğini belirtmektedir. Bakanlık dışında konuyu bilmeyen birimlerce yapılan düzenlemelerde tüm etik ve hukuki normların göz ardı edildiği, kişi ve kurumların kazanılmış haklarını elinden alındığı görülmektedir. Okul müdürlerinin görevden alınmasında yaşananlar okul yönetimlerini zayıflatmış, il teşkilatlarında yapılan sık değişikliklerle uzmanlığı olanlar uzaklaştırılmış konuyu bilmeyenler getirilmiştir. Talim terbiye ve teftiş gibi bakanlığın beyni olarak kabul edilen tüm otokontrol birimleri teşkilat yasası değişiklikleri ile eğitim siyasete daha fazla bağımlı hale getirilmiştir.
Özetle: Şu anda bakanlığın iyi yönetildiğini söylemek mümkün değildir. Her bakanlıkta olduğu gibi bakanlığımızın da görevde yükselmeden, devletin verdiği hizmetlerde ayrımcılık yapılmamasına kadar her konuda demokratik toplumlardaki hukuk normlarına çekilmeye ihtiyacı vardır. İleri ülkelerde olduğu gibi herkesin devlet imkanlarından eşit yararlanması için yeni göreve başlayacak hükumetin devletin sunduğu hizmetlerde eşitlik ilkesini kuracak hukuk normlarını geliştirmesi şarttır.
Son Güncelleme: Perşembe, 23 Temmuz 2015 14:10
Gösterim: 4442
Yükseköğretim yarışındaki öğrenciler için 2015 sınav maratonu sona erdi. Oğuzkaan Koleji Yönetim Kurulu Üyesi ve Eğitim Uzmanı Hatice Yılmaz, öğrencilere ve velilerine sonuçlar açıklanana kadar ve açıklandıktan sonra neler yapmaları gerektiği konusunda 7 önemli öneride bulundu.
Oğuzkaan Koleji Yönetim Kurulu Üyesi ve Eğitim Uzmanı Hatice Yılmaz, öğrencilerin girdikleri sınavlar sonucunda 4 ana gruptaki toplamda 17 puan türünden tercih yapmak için farklı bir mücadelenin içine gireceklerini belirterek, öğrencilerin lisans programlarına yönelik tercih yapabilmesi için ilgili puan türünden 180 ve üzeri puan alması gerektiğini, bu barajı aşamayan öğrencilerin de tercih yapabileceğini ancak değerlendirmeye alınmayacak bu tercihleri ölü tercih olacağı için tercih haklarını yanlış kullanmaları anlamına geleceğinden dikkatli olunması gerektiğini vurguladı.
Tercih Sürecinde Neler Yapmalı?
Hedefini daha önceden belirlemiş adaylar için YÖK’ün belirlediği ve ÖSYM’nin onayladığı bu 9 günlük tercih yapma süresi aslında oldukça rahat geçeceğine dikkat çeken Hatice Yılmaz, “Hedefini belirlememiş olan ve hemen her LYS’ye girmiş olan adaylar ise karmaşık bir tablonun içinden çıkmak için uğraşacak. YÖK’ün açıklamasına göre 6-14 Temmuz tarihleri arasında geçecek olan tercih süreci öncesinde bir zamanda ÖSYM sonuçları açıklayacak. ÖSYM, sonuçları açıklamak için acele etmenin yorucu bir tempo sonucu hata yapma olasılığını arttırdığını ve dolayısı ile hata olmayacak şekilde hareket edeceklerini ve adayların da sabırla beklemesi gerektiğini duyurdu” dedi.
Yılmaz, ayrıca Oğuzkaan Koleji olarak, öğrencilerine ve velilerine sonuçlar açıklanana kadar ve açıklandıktan sonra neler yapmaları gerektiği konusunda verdikleri önerileri de sıraladı;
1. Sonuçlar açıklanana kadar sınav ile ilgili her şeyden uzak durmak en doğrusu. Sınav başına en az 80 soruya cevap vermişken tüm soruları ve onlara verdikleri yanıtları hatırlamak imkansıza yakınken soruları inceleyip tahmini net hesapları yapmak sadece spekülatif bir tavır olacaktır. Bu tarz çabalarda genelde adaylar yanlış hesaplar yapar ve sonrasında hayal kırıklığı yaşarlar.
2. İnternet üzerinde YGS ve LYS puan hesaplamaları ile ilgili yüzlerce site var. Bunların yarısından fazlası bilgisayara virüs bulaştırmak üzere tasarlanmış zararlı yazılımlar içeriyor. Her ne kadar sonuç açıklanana kadar puan hesaplaması yapılmasının doğru olmadığını söylüyor olsam da öğrencilerin birçoğunun dayanamayıp bu hesaplamalara giriştiğini farkındayım. Burada adayların dikkat etmesi gereken yalnız ve yalnız ÖSYM ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından onaylanmış internet sitelerine rağbet etmeleri. Bu konuda okuldaki rehber öğretmenler zamanında bilgilendirildi. Öğrenciler, okuldaki rehber öğretmenlerinden bu bilgiyi talep edebilir.
3. Sonuçlar açıklanır açıklanmaz peşin bir hükümle “kazandım” ya da “olmadı seneye” dememek lazım. Bu sene YGS’nin geçen seneye göre çok daha zor olduğu ÖSYM tarafından verilen sayısal verilerde net biçimde gözükmekte. LYS için de öğrenciler çok kolay bir sınav dönemi olduğuna yönelik açıklamalar yapmadılar. Bu da demek oluyor ki bazı programların puanları düşebilir. Çok başarılı öğrenciler bu durumdan ne kadar etkilendi bilmediğimiz için yüksek puanlı bölümlerde durum nasıl olur kestirmek güç; ancak şu bir gerçek ki puanlar ne yönde hareket ederse etsin, öğrencilerin tercih eğilimleri değişmediği sürece sıralamalarda çok büyük oynamalar olmaz. ÖSYM’nin kontenjan ve sıralamaları içeren tercih kılavuzu çıkana kadar kesin konuşmamak lazım.
4. Eski yıllarda dershaneler, öğrencileri tercih konusunda yönlendirirken bir sonraki sene de kendisine kaydolsun diye tercih konusunda ufuk açıcı bir rehberlik yapmaz, tam tersine bir kere daha girmesinin daha iyi olacağı konusunda adayları ikna etmeye çalışırdı. Önümüzdeki dönemde dershaneler olmayacağı için bu şekilde bir tavır sergilenmeyeceği düşünülebilir. Bu noktada kolejlerde ve köklü anadolu liselerinde okuyan öğrenciler biraz daha şanslı; çünkü onların rehber öğretmenleri bu konularda daha tecrübeli ve bilgili. Tanıdık aracılığı ile boş saatlerini yakalanabilirse bu kişilerden destek almak iyi olacaktır.
5. Vakıf Üniversitesi ve Devlet Üniversitesi ayrımında eski zamanlardaki “parası olan diploma alıyor” kavramı geçerliliğini yitirmiş vaziyette. Bazı vakıf üniversiteleri gerçek birer bilim yuvası ve bunu yıl içinde yaptığı bilimsel araştırmalar ve dünyada tanınmışlıklarını destekleyen çalışmalar ile göstermekte. Eskiden devlet üniversiteleri kendilerini tanıtma ihtiyacı bile duymazken, son birkaç yıldır şenlik havasında tanıtım günleri düzenlemekteler. Birçok üniversite, tercih dönemi başlamadan tanıtımları yapmaya başlayacak. Bu tanıtımlara gitmek ve bolca soru sormak lazım. “Niye bu üniversitede okuyayım, burası bana ne katacak?” sorusunu sormak her adayın hakkıdır.
6. Hala hangi yükseköğretim programında okuyacağını bilmeyen adaylar ise okullarındaki rehber öğretmenlerinden ya da liseden daha önce mezun olmuşlar ise kariyer eğitim merkezlerinden meslek ve kariyer testleri talep etmeli ve biraz olsun kendileri hakkında fikir sahibi olmalıdır. Aksi takdirde, sadece puanı ya da maddi gücü yetiyor diye bir bölüme yerleşecek ve hayatının geri kalanını bir zorunluluğa hapis edecektir.
7. Son olarak da anne ve babaların (hatta dayı, teyze, yenge, amca, komşu) çocuğun geleceği üzerinde hükümdar bir biçimde baskı kurmasının tehlikesini hatırlamak gerekir. Sadece “benim oğlum doktor olacak” deyip çevresine böbürlenmek için çocuğunuzun hayallerinin peşinden gitmesine engel olmayın. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirip Baro Stajını bile tamamlamışken hayali olan fotoğrafçılık için diplomasını babasına hediye edenleri de gördük, Cerrahpaşa İngilizce Tıp programını 5. sınıf sonunda bırakıp İstanbul Üniversitesi Gazetecilik için tekrar sınava gireni de. O beş sene yüzü gülmeyen o çocuklar, kendi hayalleri peşinden giderken hem daha mutlular hem de ister inanın ister inanmayın, daha çok para kazanıyorlar. Çoğu yeni mezun, tercihler için rehber öğretmenlerin yanına annesi ve babası ile gidecek. Anne ve babalar kafalarındaki soru işaretlerini rehber öğretmenler ile paylaşmalı ve çocukları için doğru olanı yapmalıdır.
Üst Kategori: ROOT Kategori: EĞİTİM VE REHBERLİK MAKALELERİ
Yükseköğretim yarışındaki öğrenciler için 2015 sınav maratonu sona erdi. Oğuzkaan Koleji Yönetim Kurulu Üyesi ve Eğitim Uzmanı Hatice Yılmaz, öğrencilere ve velilerine sonuçlar açıklanana kadar ve açıklandıktan sonra neler yapmaları gerektiği konusunda 7 önemli öneride bulundu.
Oğuzkaan Koleji Yönetim Kurulu Üyesi ve Eğitim Uzmanı Hatice Yılmaz, öğrencilerin girdikleri sınavlar sonucunda 4 ana gruptaki toplamda 17 puan türünden tercih yapmak için farklı bir mücadelenin içine gireceklerini belirterek, öğrencilerin lisans programlarına yönelik tercih yapabilmesi için ilgili puan türünden 180 ve üzeri puan alması gerektiğini, bu barajı aşamayan öğrencilerin de tercih yapabileceğini ancak değerlendirmeye alınmayacak bu tercihleri ölü tercih olacağı için tercih haklarını yanlış kullanmaları anlamına geleceğinden dikkatli olunması gerektiğini vurguladı.
Tercih Sürecinde Neler Yapmalı?
Hedefini daha önceden belirlemiş adaylar için YÖK’ün belirlediği ve ÖSYM’nin onayladığı bu 9 günlük tercih yapma süresi aslında oldukça rahat geçeceğine dikkat çeken Hatice Yılmaz, “Hedefini belirlememiş olan ve hemen her LYS’ye girmiş olan adaylar ise karmaşık bir tablonun içinden çıkmak için uğraşacak. YÖK’ün açıklamasına göre 6-14 Temmuz tarihleri arasında geçecek olan tercih süreci öncesinde bir zamanda ÖSYM sonuçları açıklayacak. ÖSYM, sonuçları açıklamak için acele etmenin yorucu bir tempo sonucu hata yapma olasılığını arttırdığını ve dolayısı ile hata olmayacak şekilde hareket edeceklerini ve adayların da sabırla beklemesi gerektiğini duyurdu” dedi.
Yılmaz, ayrıca Oğuzkaan Koleji olarak, öğrencilerine ve velilerine sonuçlar açıklanana kadar ve açıklandıktan sonra neler yapmaları gerektiği konusunda verdikleri önerileri de sıraladı;
1. Sonuçlar açıklanana kadar sınav ile ilgili her şeyden uzak durmak en doğrusu. Sınav başına en az 80 soruya cevap vermişken tüm soruları ve onlara verdikleri yanıtları hatırlamak imkansıza yakınken soruları inceleyip tahmini net hesapları yapmak sadece spekülatif bir tavır olacaktır. Bu tarz çabalarda genelde adaylar yanlış hesaplar yapar ve sonrasında hayal kırıklığı yaşarlar.
2. İnternet üzerinde YGS ve LYS puan hesaplamaları ile ilgili yüzlerce site var. Bunların yarısından fazlası bilgisayara virüs bulaştırmak üzere tasarlanmış zararlı yazılımlar içeriyor. Her ne kadar sonuç açıklanana kadar puan hesaplaması yapılmasının doğru olmadığını söylüyor olsam da öğrencilerin birçoğunun dayanamayıp bu hesaplamalara giriştiğini farkındayım. Burada adayların dikkat etmesi gereken yalnız ve yalnız ÖSYM ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından onaylanmış internet sitelerine rağbet etmeleri. Bu konuda okuldaki rehber öğretmenler zamanında bilgilendirildi. Öğrenciler, okuldaki rehber öğretmenlerinden bu bilgiyi talep edebilir.
3. Sonuçlar açıklanır açıklanmaz peşin bir hükümle “kazandım” ya da “olmadı seneye” dememek lazım. Bu sene YGS’nin geçen seneye göre çok daha zor olduğu ÖSYM tarafından verilen sayısal verilerde net biçimde gözükmekte. LYS için de öğrenciler çok kolay bir sınav dönemi olduğuna yönelik açıklamalar yapmadılar. Bu da demek oluyor ki bazı programların puanları düşebilir. Çok başarılı öğrenciler bu durumdan ne kadar etkilendi bilmediğimiz için yüksek puanlı bölümlerde durum nasıl olur kestirmek güç; ancak şu bir gerçek ki puanlar ne yönde hareket ederse etsin, öğrencilerin tercih eğilimleri değişmediği sürece sıralamalarda çok büyük oynamalar olmaz. ÖSYM’nin kontenjan ve sıralamaları içeren tercih kılavuzu çıkana kadar kesin konuşmamak lazım.
4. Eski yıllarda dershaneler, öğrencileri tercih konusunda yönlendirirken bir sonraki sene de kendisine kaydolsun diye tercih konusunda ufuk açıcı bir rehberlik yapmaz, tam tersine bir kere daha girmesinin daha iyi olacağı konusunda adayları ikna etmeye çalışırdı. Önümüzdeki dönemde dershaneler olmayacağı için bu şekilde bir tavır sergilenmeyeceği düşünülebilir. Bu noktada kolejlerde ve köklü anadolu liselerinde okuyan öğrenciler biraz daha şanslı; çünkü onların rehber öğretmenleri bu konularda daha tecrübeli ve bilgili. Tanıdık aracılığı ile boş saatlerini yakalanabilirse bu kişilerden destek almak iyi olacaktır.
5. Vakıf Üniversitesi ve Devlet Üniversitesi ayrımında eski zamanlardaki “parası olan diploma alıyor” kavramı geçerliliğini yitirmiş vaziyette. Bazı vakıf üniversiteleri gerçek birer bilim yuvası ve bunu yıl içinde yaptığı bilimsel araştırmalar ve dünyada tanınmışlıklarını destekleyen çalışmalar ile göstermekte. Eskiden devlet üniversiteleri kendilerini tanıtma ihtiyacı bile duymazken, son birkaç yıldır şenlik havasında tanıtım günleri düzenlemekteler. Birçok üniversite, tercih dönemi başlamadan tanıtımları yapmaya başlayacak. Bu tanıtımlara gitmek ve bolca soru sormak lazım. “Niye bu üniversitede okuyayım, burası bana ne katacak?” sorusunu sormak her adayın hakkıdır.
6. Hala hangi yükseköğretim programında okuyacağını bilmeyen adaylar ise okullarındaki rehber öğretmenlerinden ya da liseden daha önce mezun olmuşlar ise kariyer eğitim merkezlerinden meslek ve kariyer testleri talep etmeli ve biraz olsun kendileri hakkında fikir sahibi olmalıdır. Aksi takdirde, sadece puanı ya da maddi gücü yetiyor diye bir bölüme yerleşecek ve hayatının geri kalanını bir zorunluluğa hapis edecektir.
7. Son olarak da anne ve babaların (hatta dayı, teyze, yenge, amca, komşu) çocuğun geleceği üzerinde hükümdar bir biçimde baskı kurmasının tehlikesini hatırlamak gerekir. Sadece “benim oğlum doktor olacak” deyip çevresine böbürlenmek için çocuğunuzun hayallerinin peşinden gitmesine engel olmayın. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirip Baro Stajını bile tamamlamışken hayali olan fotoğrafçılık için diplomasını babasına hediye edenleri de gördük, Cerrahpaşa İngilizce Tıp programını 5. sınıf sonunda bırakıp İstanbul Üniversitesi Gazetecilik için tekrar sınava gireni de. O beş sene yüzü gülmeyen o çocuklar, kendi hayalleri peşinden giderken hem daha mutlular hem de ister inanın ister inanmayın, daha çok para kazanıyorlar. Çoğu yeni mezun, tercihler için rehber öğretmenlerin yanına annesi ve babası ile gidecek. Anne ve babalar kafalarındaki soru işaretlerini rehber öğretmenler ile paylaşmalı ve çocukları için doğru olanı yapmalıdır.
Son Güncelleme: Salı, 23 Haziran 2015 14:12
Gösterim: 3271