Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Biltest Okulları CEO’su Faruk Tatar, dershanelerin kapanmasından sonra öğrenci ve velilerin beklentilerinin değiştiğini, günümüzdeki klasik özel okulculuk anlayışının beklentilere cevap vermediğini belirterek gelecek 5 yıl içerisinde özel eğitim sektöründe yapılması gereken geliştirmeler ve özel okulculuktaki klasik anlayışın değişiminin nasıl olacağını açıkladı.

Türkiye ve dünyada teknolojinin ilerlemesi, dünyanın global bir köy haline gelmesi, var olan özel eğitim modellerinin de değişmesi konusunda gereklilik oluşturuyor. Türkiye’de dünyaya kıyasla özel eğitim sektörünün hala %2’lik bir oranda kalmış olması eğitimde nelerin değişmesi gerektiğini açıklıyor. Faruk Tatar,  gelecek 5 yıl içerisinde özel eğitim sektöründe yapılması gereken geliştirmeler ve özel okulculuktaki klasik anlayışın değişiminin nasıl olacağını açıkladı.

Yenidünya düzenindeki özel okullar artık eğitimin geliştirilmesi haricinde; işletme maliyeti, öğretmen eğitimi, PR, CRM ilişkileri, PİAR, reklam ve tanıtım çalışmaları gibi konularda da okulların yeni düzene geçmesini gerektiğini söyleyen Biltest Okulları CEO’su Faruk Tatar; ‘’ Dershanelerin kapanmasından sonra öğrenci ve velilerin beklentileri değişti. Ancak günümüzdeki klasik özel okulculuk anlayışı beklentilere cevap vermiyor ve bir gelecek sağlamıyor. Bu sebepten dolayı da ülkemizde sektör çok küçük oranlarla sınırlı kalıyor. Ülkemizde, eğitim konusunda ne yazık ki dünya ve AB ülkelerinin gerisinde kaldığımızı görüyoruz. Nüfusun artışı ile özel eğitimin ülkedeki payı arasındaki denge doğru orantılı değil. Dünyada algısını değiştirmenin en zor olduğu kişilerin eğitimciler olduğu söylense de, özel eğitim sistemindeki eğitimcilerin yeniliğe ve yaratıcılığa açık olması gerekmektedir. Eğitimciler başarı için en önemli araçtır.’’ dedi.

TÜRKİYE VE DÜNYA GENELİNDE BEKLENTİLER BÜYÜK ORANDA DEĞİŞİYOR

Faruk Tatar, devlet okullarında son yıllarda yapılan iyileştirmeler, teknolojiye artan önem gibi unsurlar da özel okulların fark yaratmasını zorunlu kılıyor. Pek çok okul aynı standartlara sahip, veliler çocukları için akademik, sosyal, kültürel anlamda hiçbir farklı ayrıntıyla karşılaşamayınca devlet okullarını tercih edebiliyorlar. Ancak artık 21.yy da değişen bir eğitim anlayışı var, kara tahta düzeni diye adlandırdığımız senelerin düzeni yerini modern anlayışa bıraktı” diyen Tatar, internet çağında olduğumuzu ve dersler için artık klasik yöntemler dışına çıkarılarak çocuğun her daim bilgiye ulaşabilmesi adına, sanal dersliklerin de hazırlanmasının faydalı olacağını ifade etti.

Eğitim kurumları için 21.yüzyılın en büyük gereksinimi olan profesyonel destek kuvvetlerden faydalanmanın büyük bir artı olduğunu söyleyen Tatar; ayrıca sektördeki okullar arasında da ciddi anlamda bir rekabet mevcut olduğunu, bu rekabet ile beraber aynı zamanda Türkiye’de özel eğitim sektöründe başlayan ve hızla artacak olan değişimlerin;

•             Küreselleşme ile değişen veli ve öğrenci beklentileri,

•             Teknolojinin eğitimdeki yerini hızlı bir şekilde alması,

•             Eğitimci rollerinin değişmesi,

•             Artan seçenekler ve buna bağlı olarak eğitim kurumlarında giderek azalan öğrenci-veli bağlılığı

•             Daha ön plana çıkan ve profesyonelce artan rekabet koşulları

•             Yapılacak Marketing, PIAR, Ar-Ge faaliyetleri, CRM çalışmaları,

•             Öğrenci sayısının artışından daha çok yeni açılan özel okul sayısı ile beraber arz talep dengesizliği,

•             Okul ücretlerinde yaşanacak değişimler ve beraberinde rekabetin daha da artması,

•             Sosyal medya araçlarının eğitim sektörünün içine girmesi ve profesyonelce kullanım gereksinimi,

•             Dünya vatandaşlığı olgusunun gelişmesi ve beklentinin bu yönde artması olarak değerlendirdi.

BİLTEST OKULLARI BEKLENTİLERİ KARŞILIYOR

Biltest Okulları olarak Türkiye genelinde bir vizyon sahibi olduklarını büyük şehirlerde ilerlemeye başlayan eğitimde gelişim anlayışını artık yerel düzeyde de değiştireceklerini dile getiren Faruk Tatar,  özel eğitim yoluna çıkarken diğer özel okulların yıllardır süregelen hatalı anlayışının farkında olduklarını ve Türkiye’de özel okulculuk anlamında fark yaratarak uluslararası düzeyde eğitimin yerele ulaşacağını açıkladı.

“Biltest Okulları özel eğitim sektöründe sadece eğitimdeki gelişmeleri değil, beklentileri de takip ederek veli ve öğrencilerin beklentilerini karşılıyor” diyen Faruk Tatar, eskiden var olan kurumun önceliği ve kazancı anlayışı kenara itilerek, kurumun öğrencisine ne katabildiği ve öğrencinin hedeflerine giderken okulundan ne kazanç sağladığı anlayışı modelini ele aldığını vurguladı.

Faruk Tatar; ‘’Sonuç olarak, Türkiye’de velilerin ve öğrencilerin daha kurumsal gördükleri, daha küresel oyuncu yetiştirdiklerine inandıkları marka kurumlara olan talepleri giderek artacaktır. Bu talep ve beklenti, 2014 -2015 eğitim öğretim yılında hayata başlayacak olan okullar ve devam eden mevcut okullar için de geçerli olacaktır.’’ diyerek sözlerini sürdürdü.

> Türkiye 3. kuşak okullarla tanışıyor

Biltest Okulları CEO’su Faruk Tatar, dershanelerin kapanmasından sonra öğrenci ve velilerin beklentilerinin değiştiğini, günümüzdeki klasik özel okulculuk anlayışının beklentilere cevap vermediğini belirterek gelecek 5 yıl içerisinde özel eğitim sektöründe yapılması gereken geliştirmeler ve özel okulculuktaki klasik anlayışın değişiminin nasıl olacağını açıkladı.

Türkiye ve dünyada teknolojinin ilerlemesi, dünyanın global bir köy haline gelmesi, var olan özel eğitim modellerinin de değişmesi konusunda gereklilik oluşturuyor. Türkiye’de dünyaya kıyasla özel eğitim sektörünün hala %2’lik bir oranda kalmış olması eğitimde nelerin değişmesi gerektiğini açıklıyor. Faruk Tatar,  gelecek 5 yıl içerisinde özel eğitim sektöründe yapılması gereken geliştirmeler ve özel okulculuktaki klasik anlayışın değişiminin nasıl olacağını açıkladı.

Yenidünya düzenindeki özel okullar artık eğitimin geliştirilmesi haricinde; işletme maliyeti, öğretmen eğitimi, PR, CRM ilişkileri, PİAR, reklam ve tanıtım çalışmaları gibi konularda da okulların yeni düzene geçmesini gerektiğini söyleyen Biltest Okulları CEO’su Faruk Tatar; ‘’ Dershanelerin kapanmasından sonra öğrenci ve velilerin beklentileri değişti. Ancak günümüzdeki klasik özel okulculuk anlayışı beklentilere cevap vermiyor ve bir gelecek sağlamıyor. Bu sebepten dolayı da ülkemizde sektör çok küçük oranlarla sınırlı kalıyor. Ülkemizde, eğitim konusunda ne yazık ki dünya ve AB ülkelerinin gerisinde kaldığımızı görüyoruz. Nüfusun artışı ile özel eğitimin ülkedeki payı arasındaki denge doğru orantılı değil. Dünyada algısını değiştirmenin en zor olduğu kişilerin eğitimciler olduğu söylense de, özel eğitim sistemindeki eğitimcilerin yeniliğe ve yaratıcılığa açık olması gerekmektedir. Eğitimciler başarı için en önemli araçtır.’’ dedi.

TÜRKİYE VE DÜNYA GENELİNDE BEKLENTİLER BÜYÜK ORANDA DEĞİŞİYOR

Faruk Tatar, devlet okullarında son yıllarda yapılan iyileştirmeler, teknolojiye artan önem gibi unsurlar da özel okulların fark yaratmasını zorunlu kılıyor. Pek çok okul aynı standartlara sahip, veliler çocukları için akademik, sosyal, kültürel anlamda hiçbir farklı ayrıntıyla karşılaşamayınca devlet okullarını tercih edebiliyorlar. Ancak artık 21.yy da değişen bir eğitim anlayışı var, kara tahta düzeni diye adlandırdığımız senelerin düzeni yerini modern anlayışa bıraktı” diyen Tatar, internet çağında olduğumuzu ve dersler için artık klasik yöntemler dışına çıkarılarak çocuğun her daim bilgiye ulaşabilmesi adına, sanal dersliklerin de hazırlanmasının faydalı olacağını ifade etti.

Eğitim kurumları için 21.yüzyılın en büyük gereksinimi olan profesyonel destek kuvvetlerden faydalanmanın büyük bir artı olduğunu söyleyen Tatar; ayrıca sektördeki okullar arasında da ciddi anlamda bir rekabet mevcut olduğunu, bu rekabet ile beraber aynı zamanda Türkiye’de özel eğitim sektöründe başlayan ve hızla artacak olan değişimlerin;

•             Küreselleşme ile değişen veli ve öğrenci beklentileri,

•             Teknolojinin eğitimdeki yerini hızlı bir şekilde alması,

•             Eğitimci rollerinin değişmesi,

•             Artan seçenekler ve buna bağlı olarak eğitim kurumlarında giderek azalan öğrenci-veli bağlılığı

•             Daha ön plana çıkan ve profesyonelce artan rekabet koşulları

•             Yapılacak Marketing, PIAR, Ar-Ge faaliyetleri, CRM çalışmaları,

•             Öğrenci sayısının artışından daha çok yeni açılan özel okul sayısı ile beraber arz talep dengesizliği,

•             Okul ücretlerinde yaşanacak değişimler ve beraberinde rekabetin daha da artması,

•             Sosyal medya araçlarının eğitim sektörünün içine girmesi ve profesyonelce kullanım gereksinimi,

•             Dünya vatandaşlığı olgusunun gelişmesi ve beklentinin bu yönde artması olarak değerlendirdi.

BİLTEST OKULLARI BEKLENTİLERİ KARŞILIYOR

Biltest Okulları olarak Türkiye genelinde bir vizyon sahibi olduklarını büyük şehirlerde ilerlemeye başlayan eğitimde gelişim anlayışını artık yerel düzeyde de değiştireceklerini dile getiren Faruk Tatar,  özel eğitim yoluna çıkarken diğer özel okulların yıllardır süregelen hatalı anlayışının farkında olduklarını ve Türkiye’de özel okulculuk anlamında fark yaratarak uluslararası düzeyde eğitimin yerele ulaşacağını açıkladı.

“Biltest Okulları özel eğitim sektöründe sadece eğitimdeki gelişmeleri değil, beklentileri de takip ederek veli ve öğrencilerin beklentilerini karşılıyor” diyen Faruk Tatar, eskiden var olan kurumun önceliği ve kazancı anlayışı kenara itilerek, kurumun öğrencisine ne katabildiği ve öğrencinin hedeflerine giderken okulundan ne kazanç sağladığı anlayışı modelini ele aldığını vurguladı.

Faruk Tatar; ‘’Sonuç olarak, Türkiye’de velilerin ve öğrencilerin daha kurumsal gördükleri, daha küresel oyuncu yetiştirdiklerine inandıkları marka kurumlara olan talepleri giderek artacaktır. Bu talep ve beklenti, 2014 -2015 eğitim öğretim yılında hayata başlayacak olan okullar ve devam eden mevcut okullar için de geçerli olacaktır.’’ diyerek sözlerini sürdürdü.

Son Güncelleme: Cuma, 16 May 2014 12:28

Gösterim: 2413

Yaşadığımız çağ, bilginin geçmişe göre daha hızlı değiştiği, bilgiye ulaşımın gidererek kolaylaştığı , ancak farklı kanallardan gelen bilgilerin karar vermeyi zorlaştırdığı çağlardan biridir. Bu hızlı gidiş yetiştirdiğimiz çocuk ve gençlerden belirli yeterlilikleri de talep etmektedir. İstenen bu yeterliliklere sahip olmayan bireylerin sağlıklı ve başarılı bir yaşam sürdürmeleri de mümkün görünmemektedir. Kendi davranışlarını kontrol edebilen, kendi istek ve arzuları ile başkalarınınkiler arasında ilişki kurabilen, davranışlarının sonucuna katlanabilen, hak ve sorumluluk bilincine sahip, girişimci demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak benimseyen bireyler yetiştirilmesini talep eden bir dünyada yaşıyoruz. Her ülke yurttaşlarını yetiştirirken az ya da çok bu özellikleri kazandırma konusunda çaba sarf etmektedir.

Yeni doğan bir çocuk, anne babasından aldığı kalıtımsal özelliklerle belirli bir potansiyele sahiptir. Bunun yanında dış uyaranlara da son derece açık, duyarlı bir canlıdır. Bu açıdan, bir bebek dünyaya getiren bir anne için bebeği ilk günden itibaren tanımaya çalışmak, ona büyümesi ve gelişmesi için uygun desteği vermek önemli olmanın ötesinde zorunluluktur. Daha ilk günlerden itibaren aldığı uyaranlar, ondaki bu potansiyel özelliklerin olumlu yönde gelişmesine yardımcı olabileceği gibi, tam tersine olumsuz, ters yönde bir gelişmeye de neden olabilir. Bu açıdan ilk yaşam ortamı ve bu ortamda aldığı etkiler çocuğun gelecekte nasıl biri olacağını belirleme konusunda son derece etkilidir. Çocuğun kendini tanıması ve kendi yeterliliklerinin ve geliştirilmesi gereken yönlerinin farkına varması da büyük ölçüde bu dönemde gerçekleşir. Bu dönem aynı zamanda diğer insanlar ve toplumsal kurallarla ilk karşılaşmanın gerçekleştiği sosyalleşme dönemidir. Çocuk daha sonraki yaşamında kullanacağı, temel alışkanlıkları, tutum ve davranışları da bu dönemde kazanır. Bu nedenle okulöncesi eğitim, çağdaş toplumun ihtiyacı olan; duygu ve düşüncelerini özgürce ifade edebilen, araştırmacı, meraklı, girişimci, karşılaştığı problemlere çözümler ve alternatifler üretebilen, kendi kendine karar verebilen, kendi haklarına ve başkalarının haklarına saygılı, sahip olduğu potansiyeli maksimum düzeyde kullanabilen, yeteneklerini en iyi şekilde kullanabilen, kendi kendini denetleyebilen bireyler yetiştirebilmelidir.

Yapılan araştırmalar ve incelemeler gösteriyor ki sağlıklı bir hamilelik çocuğun sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelmesinde ne kadar önemliyse, sağlıklı bir ilk beş yıl yaşantısı da yaşamın daha sonraki dönemlerine temel olmak açısından o kadar önemlidir. Bu dönem, büyümenin en hızlı olduğu (özellikle ilk bir yıl) öğrenme kapasitesi ve isteğinin en yoğun olduğu dönem olarak belirlenmektedir. Öyleyse bu dönemde büyümeye etki yapan beslenme, sağlıklı bakım, sevgi ve şefkat dolu bir aile ortamı ile çocuğun doğal merakını destekleyecek bir sosyal ve fizik çevrenin varlığı tartışılamaz.

Çocuk doğumu izleyen ilk günlerden itibaren, kendi bedeni kadar, kendisi dışındaki dünya, başka insanlar ve nesnelerle de ilgilidir. Bu ilgi beslendikçe, yeni öğrenmeler gerçekleşir. Yeni öğrenmeler ise daha çok öğrenme isteği yaratır. Bu durum, beyine ait fonksiyonların gelişimini de yakından etkiler.

Okul öncesi eğitim, çocuğun doğumundan ilkokula başlayıncaya kadar olan tüm yaşantılarını içeren bir eğitim sürecidir. Bu dönem eğitiminde en etkili kurum aile olmakla birlikte yakın çevre, okul öncesi eğitim kurumları, kitle iletişim araçları da ailenin eğitim çabalarına destek olabilirler. Anne-babanın çok erkenden çocuğun eğitiminde yer alması hem kendi çocuğuna olumlu yönden bakabilmesini hem kendine daha çok güvenmesini, hem de toplumun çocuğa ve çocuğun eğitimine bakış açısının değişmesini sağlar.

Çocuğun sahip olduğu potansiyeli maksimum düzeyde kullanabilmesi için çocuğa planlı yaşantılar ile geleceğinde daha sağlıklı ve mutlu bir kişilik kazandıracak, toplumun ihtiyaçlarını karşılamada gerekli nitelikli insanın temelini oluşturacak okul öncesi eğitimin önemi büyüktür.

İyi bir okulöncesi eğitim için dikkat edilmesi gerekenler

İyi bir okulöncesi eğitim için dikkat edilmesi gereken birçok husus vardır. Bunlardan bazılarını aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

-Eğitimde çocuğun ve ailenin etkin katılımını sağlamak,

- Çocuğa verilen eğitimin onun gereksinimlerine uygun olmasına özen göstermek,

-Demokratik eğitim anlayışının var olduğu bir eğitim ortamı sunmak,

-Eğitimde çocuğun bildiklerinden başlamak ve çocukların deneyerek öğrenmesine olanak sağlamak,

-Oyunu, çocuklar için en uygun öğrenme yöntemi olarak kabul etmek,

-Eğitimde çocuğun, kendine saygı ve güven duyması için gerekli olan uygun öğretmen tutumunu sergilemek,

-Çocuğa öz denetim kazandırmayı hedeflemek,

-Grup kurallarını hep birlikte oluşturmak,

-Sevgi, saygı, işbirliği, sorumluluk, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma davranışlarını özendirmek,

-Çocuğun çevresindeki çocuk ve yetişkinlerle olumlu ilişkiler kurmasını teşvik etmek,

-Uygulanan programlarda çocukların ihtiyaçlarına göre esneklik yaratmak,

-Programları hazırlarken çocukların ilgi ve gereksinimlerinin yanı sıra okulun, ailelerin ve içinde bulunulan çevrenin özelliklerini dikkate almak,

-Çocukların Türkçeyi doğru ve güzel konuşmalarına gereken önemi vermek.

Erken dönemdeki desteklerin, ilerideki yıllardaki eğitimin maliyetini de büyük ölçüde azaltacağı, fırsat eşitliğini sağlamak, mutlu ve sağlıklı bireyleri yetiştirmede başarıyı arttıracağı gerçeği göz önüne alınırsa, okulöncesi eğitimden tüm çocukların yararlandırılmasının ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılabilir. Okulöncesi dönemde verilen eğitim; çocukların gerçek yaşamı daha erken dönemde fark etmelerine, gerçek yaşama daha kolay uyum sağlamalarına, yaşamda daha başarılı olmalarına da yardımcı olacaktır. Okulöncesi eğitim kurumuna giden çocuk, bir grup ortamı içinde davranmaya ve çalışmaya alıştığı için ilkokula da bir ölçüde hazırlanmış olur.

Okul öncesi dönemde öğretmen, çocuğun ailesinden sonra değer verdiği en önemli kişidir. Öğretmenin çocuk okula ilk geldiği andan itibaren çocuğu tanımaya başlaması, sınıfındaki her çocuğun tüm alanlarda gelişimini sağlayabilmek için program ve etkinlikleri çok yönlü olarak planlaması, sınıfta olumlu bir iklim yaratmak için çaba sarf etmesi, aile ile olumlu ilişkiler kurması ve eğitim süreci boyunca ailelerle çeşitli konularda işbirliği yapması son derece önemlidir.

Ailelerin de eğitimin devamlılığı açısından, okulda yapılanları yakından izlemeleri, öğretmenle çok yakın iş birliği içinde olmaları, olası eğitim hatalarını tekrarlamamak adına öğretmenden bilgi almaları son derece önemlidir. Olabildiği kadar okul ile ev arasındaki eğitim tutum ve davranış farklarını ortadan kaldırmak veya en aza indirmek için çaba sarf etmeleri gereklidir.

Prof. Dr. Ayla Oktay

Maltepe Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

İlköğretim Bölüm Başkanı

> İyi bir okulöncesi eğitim için dikkat edilmesi gerekenler

Yaşadığımız çağ, bilginin geçmişe göre daha hızlı değiştiği, bilgiye ulaşımın gidererek kolaylaştığı , ancak farklı kanallardan gelen bilgilerin karar vermeyi zorlaştırdığı çağlardan biridir. Bu hızlı gidiş yetiştirdiğimiz çocuk ve gençlerden belirli yeterlilikleri de talep etmektedir. İstenen bu yeterliliklere sahip olmayan bireylerin sağlıklı ve başarılı bir yaşam sürdürmeleri de mümkün görünmemektedir. Kendi davranışlarını kontrol edebilen, kendi istek ve arzuları ile başkalarınınkiler arasında ilişki kurabilen, davranışlarının sonucuna katlanabilen, hak ve sorumluluk bilincine sahip, girişimci demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak benimseyen bireyler yetiştirilmesini talep eden bir dünyada yaşıyoruz. Her ülke yurttaşlarını yetiştirirken az ya da çok bu özellikleri kazandırma konusunda çaba sarf etmektedir.

Yeni doğan bir çocuk, anne babasından aldığı kalıtımsal özelliklerle belirli bir potansiyele sahiptir. Bunun yanında dış uyaranlara da son derece açık, duyarlı bir canlıdır. Bu açıdan, bir bebek dünyaya getiren bir anne için bebeği ilk günden itibaren tanımaya çalışmak, ona büyümesi ve gelişmesi için uygun desteği vermek önemli olmanın ötesinde zorunluluktur. Daha ilk günlerden itibaren aldığı uyaranlar, ondaki bu potansiyel özelliklerin olumlu yönde gelişmesine yardımcı olabileceği gibi, tam tersine olumsuz, ters yönde bir gelişmeye de neden olabilir. Bu açıdan ilk yaşam ortamı ve bu ortamda aldığı etkiler çocuğun gelecekte nasıl biri olacağını belirleme konusunda son derece etkilidir. Çocuğun kendini tanıması ve kendi yeterliliklerinin ve geliştirilmesi gereken yönlerinin farkına varması da büyük ölçüde bu dönemde gerçekleşir. Bu dönem aynı zamanda diğer insanlar ve toplumsal kurallarla ilk karşılaşmanın gerçekleştiği sosyalleşme dönemidir. Çocuk daha sonraki yaşamında kullanacağı, temel alışkanlıkları, tutum ve davranışları da bu dönemde kazanır. Bu nedenle okulöncesi eğitim, çağdaş toplumun ihtiyacı olan; duygu ve düşüncelerini özgürce ifade edebilen, araştırmacı, meraklı, girişimci, karşılaştığı problemlere çözümler ve alternatifler üretebilen, kendi kendine karar verebilen, kendi haklarına ve başkalarının haklarına saygılı, sahip olduğu potansiyeli maksimum düzeyde kullanabilen, yeteneklerini en iyi şekilde kullanabilen, kendi kendini denetleyebilen bireyler yetiştirebilmelidir.

Yapılan araştırmalar ve incelemeler gösteriyor ki sağlıklı bir hamilelik çocuğun sağlıklı bir bebek olarak dünyaya gelmesinde ne kadar önemliyse, sağlıklı bir ilk beş yıl yaşantısı da yaşamın daha sonraki dönemlerine temel olmak açısından o kadar önemlidir. Bu dönem, büyümenin en hızlı olduğu (özellikle ilk bir yıl) öğrenme kapasitesi ve isteğinin en yoğun olduğu dönem olarak belirlenmektedir. Öyleyse bu dönemde büyümeye etki yapan beslenme, sağlıklı bakım, sevgi ve şefkat dolu bir aile ortamı ile çocuğun doğal merakını destekleyecek bir sosyal ve fizik çevrenin varlığı tartışılamaz.

Çocuk doğumu izleyen ilk günlerden itibaren, kendi bedeni kadar, kendisi dışındaki dünya, başka insanlar ve nesnelerle de ilgilidir. Bu ilgi beslendikçe, yeni öğrenmeler gerçekleşir. Yeni öğrenmeler ise daha çok öğrenme isteği yaratır. Bu durum, beyine ait fonksiyonların gelişimini de yakından etkiler.

Okul öncesi eğitim, çocuğun doğumundan ilkokula başlayıncaya kadar olan tüm yaşantılarını içeren bir eğitim sürecidir. Bu dönem eğitiminde en etkili kurum aile olmakla birlikte yakın çevre, okul öncesi eğitim kurumları, kitle iletişim araçları da ailenin eğitim çabalarına destek olabilirler. Anne-babanın çok erkenden çocuğun eğitiminde yer alması hem kendi çocuğuna olumlu yönden bakabilmesini hem kendine daha çok güvenmesini, hem de toplumun çocuğa ve çocuğun eğitimine bakış açısının değişmesini sağlar.

Çocuğun sahip olduğu potansiyeli maksimum düzeyde kullanabilmesi için çocuğa planlı yaşantılar ile geleceğinde daha sağlıklı ve mutlu bir kişilik kazandıracak, toplumun ihtiyaçlarını karşılamada gerekli nitelikli insanın temelini oluşturacak okul öncesi eğitimin önemi büyüktür.

İyi bir okulöncesi eğitim için dikkat edilmesi gerekenler

İyi bir okulöncesi eğitim için dikkat edilmesi gereken birçok husus vardır. Bunlardan bazılarını aşağıdaki gibi özetleyebiliriz:

-Eğitimde çocuğun ve ailenin etkin katılımını sağlamak,

- Çocuğa verilen eğitimin onun gereksinimlerine uygun olmasına özen göstermek,

-Demokratik eğitim anlayışının var olduğu bir eğitim ortamı sunmak,

-Eğitimde çocuğun bildiklerinden başlamak ve çocukların deneyerek öğrenmesine olanak sağlamak,

-Oyunu, çocuklar için en uygun öğrenme yöntemi olarak kabul etmek,

-Eğitimde çocuğun, kendine saygı ve güven duyması için gerekli olan uygun öğretmen tutumunu sergilemek,

-Çocuğa öz denetim kazandırmayı hedeflemek,

-Grup kurallarını hep birlikte oluşturmak,

-Sevgi, saygı, işbirliği, sorumluluk, hoşgörü, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma davranışlarını özendirmek,

-Çocuğun çevresindeki çocuk ve yetişkinlerle olumlu ilişkiler kurmasını teşvik etmek,

-Uygulanan programlarda çocukların ihtiyaçlarına göre esneklik yaratmak,

-Programları hazırlarken çocukların ilgi ve gereksinimlerinin yanı sıra okulun, ailelerin ve içinde bulunulan çevrenin özelliklerini dikkate almak,

-Çocukların Türkçeyi doğru ve güzel konuşmalarına gereken önemi vermek.

Erken dönemdeki desteklerin, ilerideki yıllardaki eğitimin maliyetini de büyük ölçüde azaltacağı, fırsat eşitliğini sağlamak, mutlu ve sağlıklı bireyleri yetiştirmede başarıyı arttıracağı gerçeği göz önüne alınırsa, okulöncesi eğitimden tüm çocukların yararlandırılmasının ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılabilir. Okulöncesi dönemde verilen eğitim; çocukların gerçek yaşamı daha erken dönemde fark etmelerine, gerçek yaşama daha kolay uyum sağlamalarına, yaşamda daha başarılı olmalarına da yardımcı olacaktır. Okulöncesi eğitim kurumuna giden çocuk, bir grup ortamı içinde davranmaya ve çalışmaya alıştığı için ilkokula da bir ölçüde hazırlanmış olur.

Okul öncesi dönemde öğretmen, çocuğun ailesinden sonra değer verdiği en önemli kişidir. Öğretmenin çocuk okula ilk geldiği andan itibaren çocuğu tanımaya başlaması, sınıfındaki her çocuğun tüm alanlarda gelişimini sağlayabilmek için program ve etkinlikleri çok yönlü olarak planlaması, sınıfta olumlu bir iklim yaratmak için çaba sarf etmesi, aile ile olumlu ilişkiler kurması ve eğitim süreci boyunca ailelerle çeşitli konularda işbirliği yapması son derece önemlidir.

Ailelerin de eğitimin devamlılığı açısından, okulda yapılanları yakından izlemeleri, öğretmenle çok yakın iş birliği içinde olmaları, olası eğitim hatalarını tekrarlamamak adına öğretmenden bilgi almaları son derece önemlidir. Olabildiği kadar okul ile ev arasındaki eğitim tutum ve davranış farklarını ortadan kaldırmak veya en aza indirmek için çaba sarf etmeleri gereklidir.

Prof. Dr. Ayla Oktay

Maltepe Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

İlköğretim Bölüm Başkanı

Son Güncelleme: Salı, 13 May 2014 08:14

Gösterim: 7913

Hürriyet Gazetesi yazarı Özgür Bolat’ın bugünkü yazısı; Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Arkadaşlarla kahvemizi yudumlarken, bir çocuk ağlaması duyuyoruz.

Çocuğun elinde bir içecek, bir de kek var. Ama farklı bir kek daha istiyor. Anne de “Hayır!” diyor. Çocuk biraz daha ağlıyor. Anne, “Hayır dedim!” diyor.

Çocuk ağlamaya devam ediyor. Anne, “Aman iyi tamam. Sus!” diyor. Gidip keki alıyor.

Şimdi anne çocuğuna ne öğretti? Bu annenin nasıl bir ebeveynlik anlayışı var? Bu çocuk büyünce nasıl bir çocuk olacak?

Yazının devamı için Tıklayın

> Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Hürriyet Gazetesi yazarı Özgür Bolat’ın bugünkü yazısı; Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Arkadaşlarla kahvemizi yudumlarken, bir çocuk ağlaması duyuyoruz.

Çocuğun elinde bir içecek, bir de kek var. Ama farklı bir kek daha istiyor. Anne de “Hayır!” diyor. Çocuk biraz daha ağlıyor. Anne, “Hayır dedim!” diyor.

Çocuk ağlamaya devam ediyor. Anne, “Aman iyi tamam. Sus!” diyor. Gidip keki alıyor.

Şimdi anne çocuğuna ne öğretti? Bu annenin nasıl bir ebeveynlik anlayışı var? Bu çocuk büyünce nasıl bir çocuk olacak?

Yazının devamı için Tıklayın

Son Güncelleme: Perşembe, 01 May 2014 08:32

Gösterim: 2048

Otizmin nedenleri nelerdir? Otizm nasıl teşhis edilir? Otizmde erken eğitim müdahale programları hangileridir? Otizm nasıl tedavi edilir? İstanbul Şişli Meslek Yüksekokulu Çocuk Gelişimi Bölüm Başkanı Gökçe Gülen otizmle ilgili merak edilenleri yazdı

Otizmin, çocuğun sosyal etkileşimini, sözel ve sözel olmayan iletişimini ve eğitsel performansını olumsuz yönde etkileyen, yaşam boyu süren gelişimsel bir bozukluk olduğunu söyleyen Öğretim Görevlisi Gökçe Gülen, “Kaynağı psikolojik değil, nörolojiktir; beynin işlev bozukluklarına bağlıdır” diyor. Gülen, otizmin nedenleri ve tedavi yöntemleri ile ilgili ebeveynlere önemli bilgiler veriyor.

Otizmin erkek çocuklarda görülme sıklığının kızlardan 4 kat fazla olduğuna dikkat çeken Gökçe Gülen, otistik kız çocuklarında ise daha fazla dil ve bilişsel problemlerin görüldüğünü dile getiriyor. Dünya sağlık örgütü raporuna göre Türkiye’de yaklaşık 100 bin otizmli çocuk olduğunu ifade eden Gülen, “Ortalama tanı koyma yaşı 36 aydır. Ancak otizm belirtileri 18 aydan önce ortaya çıkar. Bazı çocuklar 12-18 ay arası normal gelişim gösterirler, daha sonra gerilemeye başlarlar” diye açıklıyor.

OTİZMİN NEDENLERİ NELERDİR?

Otizmin nedenlerinin kısa bir zaman önce bilinmediğini ifade eden Gökçe Gülen, “Artık otizmin nedenleri nelerdir? sorusuna farklı cevaplar verebiliyoruz. En önemlisi şu ki otizmin tek bir nedeni yok ve yine aynı şekilde tek bir çeşit otizm yok. Son beş yıldır, bilim adamları nadir gen değişiklikleri ya da mutasyonları otizm ile ilişkilendirmektedir. Otizm vakalarının çoğunda erken beyin gelişimini etkileyen, genetik ve çevresel faktörlerin bir arada otizme neden olduğu görünür” diyor.

Gebelik sırasında ebeveyn yaşı (anne ve baba her ikisi de) ve maternal hastalık, doğum sırasında oksijen yoksunluğu gibi bazı zorlukların bebeğin beyin gelişimini değiştirebileceğine vurgu yapan Gülen, bu faktörlerin etkisiyle gelişen otizme ebeveynin neden olmadığını kaydederek, şöyle konuşuyor: “Aksine, bu çevresel koşullar genetik risk faktörleri ile kombinasyon halinde olunca otizm riskini artırmaktadır. Son araştırmalar giderek artan bir şekilde anne adayının gebelikten önce ve sonra folik asit açısından zengin bir diyetle (en az 600 mg günde) veya folik asit içeren vitamin alarak veya yiyerek otizmli bir çocuğa sahip olma riskini azalttığını göstermektedir Son yıllarda yapılan araştırmalar organik bozuklukların da otizme neden olduğunu ortaya çıkarmıştır.”

OTİZM NASIL TEŞHİS EDİLİR?

Öğretim Görevlisi Gökçe Gülen, “Aşağıdaki listede çocuğunuzun bir otistik spektrum bozukluğu için risk altında olduğunu işaret edecek belirtiler yer almaktadır. Çocuğunuz aşağıdakilerden herhangi birini sergiliyorsa, bir değerlendirme yapması için çocuk doktoruna ya da psikoloğuna gitmelisiniz” diyerek bu belirtileri şöyle sıralıyor:

•             Altı ay ve sonrasında hiçbir gülümseme veya diğer sıcak, neşeli ifadeler yoksa

•             Dokuz ay ve sonrasında seslere, gülümsemelere veya diğer yüz ifadelerine tepkisi yoksa

•             12 aylıkken babıldamaları yoksa / jestleri taklit etmiyorsa

•             16 aylıkken hiçbir kelimesi yoksa                                

•             24 aylıkken iki kelime den oluşan anlamlı cümle öbekleri kurmuyorsa

•             Her yaşta konuşma ya da sosyal becerilerden herhangi birinin kaybı varsa

ERKEN EĞİTİM MÜDAHALE PROGRAMLARI HANGİLERİDİR?

Bilimsel çalışmalar erken eğitim müdahalelerinin yararını kanıtladığını belirten Gülen, “Başlıcası “Uygulamalı Davranış Analizi” (ABA) dir. Bilimsel çalışmalar erken yoğun davranışsal müdahalenin otistik küçük çocuklarda öğrenme, iletişim ve sosyal becerileri geliştirdiğini ortaya koymuştur. Erken müdahalenin sonuçlarını değişir iken, bundan bütün çocuklar yararlanabilir” diye konuşuyor. Tüm iyi erken müdahale programlarının belli ortak özellikleri olduğunu söyleyen Gülen, bunları şöyle açıklıyor:

√  Haftada en az 25 saat çocuk için yapılandırılmış eğitim/ terapötik faaliyetler yer almalıdır.

√ Programın içeriğinde akranları ile etkileşim olanakları olmalıdır.

√ Programda bir doktor, konuşma-dil terapisti ve uğraşı terapisti de içeren multi disipliner bir ekip olmalıdır. İyi eğitilmiş, otizmin tedavisi konusunda uzman ve deneyimli bir profesyonel ekip gözetiminde müdahale çocuğa yardımcı olabilir.

 √ Müdahale otizmden etkilenen çekirdek alanlara odaklanmalıdır. Bunlar sosyal beceriler, dil ve iletişim, taklit, oyun becerileri, günlük yaşam ve motor becerileri içerir.

Gökçe Gülen, Amerikan Otizm Derneğinin kriterlerine göre bir çocuğun otistik olarak kabul edilebilmesi için, aşağıdaki listede yer alan semptomların en az yarısını taşıyor olması gerektiğini de ifade ediyor.

•             Diğer çocuklarla iletişim kurmada güçlük.

•             İşitmiyormuş gibi davranma.

•             Öğrenmeye direnç gösterme.

•             Tehlikelerden korkmama.

•             Değişikliklere direnç gösterme.

•             İhtiyaçlarını jestlerle işaret etme.

•             Yersiz gülme veya kıkırdama.

•             Fiziksel temastan hoşlanmama ya da karşı koyma.

•             Aşırı hareketlilik.

•             Göz temasından kaçınma.

•             Cisimleri çevirme, döndürme.

•             Nesnelere aşırı bağlılık.

•             Tekrarlanan tek düze oyun

OTİZM NASIL TEDAVİ EDİLİR?

“Her otistik çocuk veya yetişkin benzersizdir ve kendine has özellikleri vardır” diyen Gökçe Gülen, bu nedenle her otizm müdahale planının çocuğun özel ihtiyaçlarına yönelik geliştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Tedavinin davranışsal tedaviler, ilaçlar veya her ikisini de içerebileceğine dikkat çeken Gülen, “Birçok otizmli kişi, uyku bozuklukları, nöbetler ve gastrointestinal (Gİ) sıkıntı gibi ek tıbbi şikâyetler de taşır.  Bu koşullar öğrenme ve dikkat becerilerini de etkilemektedir. Tedavinin en önemli kısmı erken ve yoğun eğitim müdahalesidir. Aileyle yakın çalışacak profesyonel bir ekiple çalışmak, çocuğu eğitirken aileyi de bu eğitimin içine katmak çok önemlidir. Bazı erken müdahale programlarında terapistler eğitim için eve gider.  Diğer programlar özel bir eğitim merkezi, sınıf veya okul öncesi eğitimle devam eder” diyor. 

Otizm tanılı bir çocuğun zamanla dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, anksiyete bozukluğu ya da asperger sendromu gibi nispeten yüksek işlevli formuyla karşımıza çıkabileceğini belirten Gülen, şu anki bilgilerle çocuğun gelecek yıllarda nasıl bir gelişim ve değişim göstereceğine dair bir tahminde bulunamadıklarını söylüyor.

İstanbul Şişli Meslek Yüksekokulu

Çocuk Gelişimi Bölüm Başkanı Gökçe Gülen

> Otizm nedir, nasıl tedavi edilir?

Otizmin nedenleri nelerdir? Otizm nasıl teşhis edilir? Otizmde erken eğitim müdahale programları hangileridir? Otizm nasıl tedavi edilir? İstanbul Şişli Meslek Yüksekokulu Çocuk Gelişimi Bölüm Başkanı Gökçe Gülen otizmle ilgili merak edilenleri yazdı

Otizmin, çocuğun sosyal etkileşimini, sözel ve sözel olmayan iletişimini ve eğitsel performansını olumsuz yönde etkileyen, yaşam boyu süren gelişimsel bir bozukluk olduğunu söyleyen Öğretim Görevlisi Gökçe Gülen, “Kaynağı psikolojik değil, nörolojiktir; beynin işlev bozukluklarına bağlıdır” diyor. Gülen, otizmin nedenleri ve tedavi yöntemleri ile ilgili ebeveynlere önemli bilgiler veriyor.

Otizmin erkek çocuklarda görülme sıklığının kızlardan 4 kat fazla olduğuna dikkat çeken Gökçe Gülen, otistik kız çocuklarında ise daha fazla dil ve bilişsel problemlerin görüldüğünü dile getiriyor. Dünya sağlık örgütü raporuna göre Türkiye’de yaklaşık 100 bin otizmli çocuk olduğunu ifade eden Gülen, “Ortalama tanı koyma yaşı 36 aydır. Ancak otizm belirtileri 18 aydan önce ortaya çıkar. Bazı çocuklar 12-18 ay arası normal gelişim gösterirler, daha sonra gerilemeye başlarlar” diye açıklıyor.

OTİZMİN NEDENLERİ NELERDİR?

Otizmin nedenlerinin kısa bir zaman önce bilinmediğini ifade eden Gökçe Gülen, “Artık otizmin nedenleri nelerdir? sorusuna farklı cevaplar verebiliyoruz. En önemlisi şu ki otizmin tek bir nedeni yok ve yine aynı şekilde tek bir çeşit otizm yok. Son beş yıldır, bilim adamları nadir gen değişiklikleri ya da mutasyonları otizm ile ilişkilendirmektedir. Otizm vakalarının çoğunda erken beyin gelişimini etkileyen, genetik ve çevresel faktörlerin bir arada otizme neden olduğu görünür” diyor.

Gebelik sırasında ebeveyn yaşı (anne ve baba her ikisi de) ve maternal hastalık, doğum sırasında oksijen yoksunluğu gibi bazı zorlukların bebeğin beyin gelişimini değiştirebileceğine vurgu yapan Gülen, bu faktörlerin etkisiyle gelişen otizme ebeveynin neden olmadığını kaydederek, şöyle konuşuyor: “Aksine, bu çevresel koşullar genetik risk faktörleri ile kombinasyon halinde olunca otizm riskini artırmaktadır. Son araştırmalar giderek artan bir şekilde anne adayının gebelikten önce ve sonra folik asit açısından zengin bir diyetle (en az 600 mg günde) veya folik asit içeren vitamin alarak veya yiyerek otizmli bir çocuğa sahip olma riskini azalttığını göstermektedir Son yıllarda yapılan araştırmalar organik bozuklukların da otizme neden olduğunu ortaya çıkarmıştır.”

OTİZM NASIL TEŞHİS EDİLİR?

Öğretim Görevlisi Gökçe Gülen, “Aşağıdaki listede çocuğunuzun bir otistik spektrum bozukluğu için risk altında olduğunu işaret edecek belirtiler yer almaktadır. Çocuğunuz aşağıdakilerden herhangi birini sergiliyorsa, bir değerlendirme yapması için çocuk doktoruna ya da psikoloğuna gitmelisiniz” diyerek bu belirtileri şöyle sıralıyor:

•             Altı ay ve sonrasında hiçbir gülümseme veya diğer sıcak, neşeli ifadeler yoksa

•             Dokuz ay ve sonrasında seslere, gülümsemelere veya diğer yüz ifadelerine tepkisi yoksa

•             12 aylıkken babıldamaları yoksa / jestleri taklit etmiyorsa

•             16 aylıkken hiçbir kelimesi yoksa                                

•             24 aylıkken iki kelime den oluşan anlamlı cümle öbekleri kurmuyorsa

•             Her yaşta konuşma ya da sosyal becerilerden herhangi birinin kaybı varsa

ERKEN EĞİTİM MÜDAHALE PROGRAMLARI HANGİLERİDİR?

Bilimsel çalışmalar erken eğitim müdahalelerinin yararını kanıtladığını belirten Gülen, “Başlıcası “Uygulamalı Davranış Analizi” (ABA) dir. Bilimsel çalışmalar erken yoğun davranışsal müdahalenin otistik küçük çocuklarda öğrenme, iletişim ve sosyal becerileri geliştirdiğini ortaya koymuştur. Erken müdahalenin sonuçlarını değişir iken, bundan bütün çocuklar yararlanabilir” diye konuşuyor. Tüm iyi erken müdahale programlarının belli ortak özellikleri olduğunu söyleyen Gülen, bunları şöyle açıklıyor:

√  Haftada en az 25 saat çocuk için yapılandırılmış eğitim/ terapötik faaliyetler yer almalıdır.

√ Programın içeriğinde akranları ile etkileşim olanakları olmalıdır.

√ Programda bir doktor, konuşma-dil terapisti ve uğraşı terapisti de içeren multi disipliner bir ekip olmalıdır. İyi eğitilmiş, otizmin tedavisi konusunda uzman ve deneyimli bir profesyonel ekip gözetiminde müdahale çocuğa yardımcı olabilir.

 √ Müdahale otizmden etkilenen çekirdek alanlara odaklanmalıdır. Bunlar sosyal beceriler, dil ve iletişim, taklit, oyun becerileri, günlük yaşam ve motor becerileri içerir.

Gökçe Gülen, Amerikan Otizm Derneğinin kriterlerine göre bir çocuğun otistik olarak kabul edilebilmesi için, aşağıdaki listede yer alan semptomların en az yarısını taşıyor olması gerektiğini de ifade ediyor.

•             Diğer çocuklarla iletişim kurmada güçlük.

•             İşitmiyormuş gibi davranma.

•             Öğrenmeye direnç gösterme.

•             Tehlikelerden korkmama.

•             Değişikliklere direnç gösterme.

•             İhtiyaçlarını jestlerle işaret etme.

•             Yersiz gülme veya kıkırdama.

•             Fiziksel temastan hoşlanmama ya da karşı koyma.

•             Aşırı hareketlilik.

•             Göz temasından kaçınma.

•             Cisimleri çevirme, döndürme.

•             Nesnelere aşırı bağlılık.

•             Tekrarlanan tek düze oyun

OTİZM NASIL TEDAVİ EDİLİR?

“Her otistik çocuk veya yetişkin benzersizdir ve kendine has özellikleri vardır” diyen Gökçe Gülen, bu nedenle her otizm müdahale planının çocuğun özel ihtiyaçlarına yönelik geliştirilmesi gerektiğini vurguluyor. Tedavinin davranışsal tedaviler, ilaçlar veya her ikisini de içerebileceğine dikkat çeken Gülen, “Birçok otizmli kişi, uyku bozuklukları, nöbetler ve gastrointestinal (Gİ) sıkıntı gibi ek tıbbi şikâyetler de taşır.  Bu koşullar öğrenme ve dikkat becerilerini de etkilemektedir. Tedavinin en önemli kısmı erken ve yoğun eğitim müdahalesidir. Aileyle yakın çalışacak profesyonel bir ekiple çalışmak, çocuğu eğitirken aileyi de bu eğitimin içine katmak çok önemlidir. Bazı erken müdahale programlarında terapistler eğitim için eve gider.  Diğer programlar özel bir eğitim merkezi, sınıf veya okul öncesi eğitimle devam eder” diyor. 

Otizm tanılı bir çocuğun zamanla dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, anksiyete bozukluğu ya da asperger sendromu gibi nispeten yüksek işlevli formuyla karşımıza çıkabileceğini belirten Gülen, şu anki bilgilerle çocuğun gelecek yıllarda nasıl bir gelişim ve değişim göstereceğine dair bir tahminde bulunamadıklarını söylüyor.

İstanbul Şişli Meslek Yüksekokulu

Çocuk Gelişimi Bölüm Başkanı Gökçe Gülen

Son Güncelleme: Pazartesi, 12 May 2014 03:20

Gösterim: 5261

Eğitim, yapısı gereği insanlara bir veya birkaç alanda altyapı, makul bir donanım, mental model, davranış kodları, bazı standartlar ve meslek kazandırma sanatıdır.  Bu sayılanlar fertlerin ayakları üstünde durması, çevresindeki insanlarla anlaşması, kendisi kadar diğerlerinin de değerli olduğunu fark etmesi, yaşamını onurlu bir şekilde sürdürmek üzere gerekli olan maddi imkânları kazanması, sosyal statü edinmesi, yakın ve uzak çevresinde olup bitenleri anlamlandırması için gereklidir de.  Aslında insanlar -eğitimin yaşam boyu süren bir etkinlik olduğundan hareketle- neredeyse tüm ömürlerini bu uğurda harcamakta; yaşama tutunmak, bazen de itibar kazanmak için örgün veya yaygın eğitim süreçlerinden geçerek iyi eğitim almak üzere zaman, emek ve maddi kaynak sarf etmektedir.  Ancak sıralanan hedefler dışında bu kaynağı “aklını özgürleştirmek” için harcayanların sayısının fazla olduğunu sanmıyoruz.  Eğitimin özellikle küçük yaşlarda başlayan ve yaşam deneyimi çok kısıtlı olan insanları içine alan bir faaliyet olarak başlaması, bu hizmeti alanlarda bu yönlü bir seçiciliğe gitme şansı bırakmamaktadır.  Bununla birlikte -başta devletler, onların kurdukları eğitim sistemleri ve okullar olmak üzere- bu hizmeti verenlerde bu yönde bir hedef koymak mümkündür.  Ne yazık ki bunu sıklıkla gördüğümüzü söyleyemiyoruz.

Özgür akıl, eğitilmiş beyin ve bunların kolay kolay ele geçirilememesi neden gereklidir?

Kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan, sloganlar etrafında kolaylıkla kümelenen yeni nesilleri gördükçe eğitimin bireyleri özgürleştiren bir süreç mi, yoksa hareket sahalarını daraltan bir etkileme işlemi mi olduğundan zaman zaman kuşku duyduğumuzu itiraf etmeliyiz.  Şimdi dile getireceklerimizin ülkemiz özelinde değil, uluslararası gözlemler olarak değerlendirilmesinde yarar görüyoruz.  Tarihi okurken yalnızca duymak istediğini seçip öğrenen, pek çok şeyi ihtiyacı nedeniyle azar azar öğrenen, diğerlerine -insanlar, coğrafya, tercihler, değerler- kayıtsız kalan, bu nedenle hep yüzeyde gezinen ve derine inemeyen, giyim-kuşam alanı başta olmak üzere bir zamanlar burun kıvırdığı ve hor gördüğü zevklere bir anda sıkı sıkı sarılan, kültürü bir hiyerarşik unsur gibi gören, “iyi kültür-kötü kültür”, “ilerici-gerici” gibi kıyaslamalara sık sık başvuran, etnik kimliklerden beslenen ve bunlara bakarak kişisel tavırlarını ayarlayan, dünya görüşünü ve zevkleri bir baskı unsuru olarak kullanan insanları izledikçe bu kuşkunun meşru bir zemini olduğunu fark etmemek mümkün değil.

Bu örnekler eğitimin kitlesel hâle geldiği, eğitime ayrılan kaynakların her geçen gün arttığı ve insanların daha iyi şartlarda yetiştirildiği bir dönemde daha da ilgi çekicidir.  Ayrıca “eğitilmiş aklın” daha tepkisel, acımasız, köşeli ve yüzeysel hâle geldiğinin ifadesidir.  Daha kötüsü, bu aklın veya akılların yetiştiricileri arasında üst düzey eğitim-öğretim kurumları olarak bilinen kurumların da olmasıdır.  En kötüsü ise bu tür eğitim faaliyetlerinin toplumların körleşmesine ve kolektif vicdanın ölmesine sebep olmasıdır.  Buna toplumların renklerinin azalmasını da ilave etmek mümkündür.

Yaşayan önemli toplum bilimcilerden Fransız Alain Touraine şöyle diyor:  “Batı dünyasında girildiğini düşündüğüm dönemin en temel özelliği, toplumsal olmayan çeşitli güçlerin ortaya çıkması, ekonomi gibi, teknoloji gibi, bilgeler gibi… Yani siyasalın ve toplumsalın ortadan kalkması ve ekonominin baskın konuma gelmesi söz konusu.”  Touraine devam ediyor:  “Benim sorguladığım esas şey de şu:  Şu anda en kaygı verici olan şey, bütün tarihimiz boyunca (sadece Batılılar değil), toplumsal çıkarlar da dâhil olmak üzere her şeyin üzerinde bir şey olduğu -din, millet, devlet, toplumsal mücadele, sınıf çatışması, sınıfların/sömürgelerin özgürleşmesi- düşüncesiyle yaşadık. Yani, her şeyin üzerinde yer alan bir şey vardı. Daha basitleştirerek söylemek gerekirse, her zaman için ’iyi’nin ve ’kötü’nün bir tanımı, toplumsalın üzerinde olan ve toplumsala hükmeden bir ölçüt vardı.  Bu ortadan kalktı.”

Alain Touraine buna “toplumsalın sonu” benzetmesi yapıyor.  Kendisine “yani inanacak bir şeyler vardı.” diyen kişiye “Evet. Sadece din değil tabii; millet-din çoğu zaman birlikteydi. Ya da dünyanın başka ülkelerinde dinî cemaatler vardı. Yani toplumun bütün mutlak değer yargıları ortadan kalktı. Bir örnek vereyim: Biz neyi sanat olarak isimlendiriyoruz? 20. yüzyılın başlarında Marcel Duchamp bir ördek idrarını alır, onu müzeye koyar ve bunun bir sanat eseri olduğunu söyler.  Neden?  Çünkü müzeye koyarak onu bir sanat eseri hâline getirmeye karar vermiştir. Çağdaş sanat müzelerine giderseniz birçoğunda bir sürü taşın, kumun ve benzeri şeylerin sergilendiğini görürsünüz. Bu tam manasıyla inşacı bir tavır.  ‘Bunu inşa eden benim’ diyor.” cevabını veriyor.  (Meraklılar için bir parantez açmak isteriz.  Sözü geçen Marcel Duchamp, Amerika’da pop sanatı ve kavramsal sanat akımlarının temellerinin atılmasında etkili olmuş ve birçok sanatçının eserini sadece göze hitap eder bulduğuna dair iddialı görüşleriyle tanınmıştır.)

Vermek istediği ana mesaja ek olarak bu alıntı şu açıdan da önemlidir:  Yaşadığımız çağda bir ürünün ‘sanatsal’ olarak öne sürülmesi, bir tezin ‘bilimsel’ olarak nitelenmesi, bir fikrin önemli isimler tarafından dillendirilmesi ona karşı çıkılmaması için yeterli olabilmektedir.  Oysa eğitimin ruhunda, bireysel değerlendirme ile kendi eleştirel bakış açısını geliştirebilme iddiası olmalıdır.  Buradaki tezat, sorgulayan insanlar yetiştirmeyi hedefleyen eğitimin, bizatihi sorguladığında dışlanacağı korkusu yaşayan bireylerin ortaya çıkmasına engel olamamasıdır.  Yukarıdaki satırlarımızda “kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan” bireyler ile kastettiğimiz buydu.  Genel kabul gören tezlerin, zevklerin ve tercihlerin sorgulanmasından hoşlanmayanlar arasında eğitimin sorgulayıcı rolüne atıfta bulunanların olması ilginçtir.  Ana akım düşüncelere karşı çıkanların, başka deyişle akıntıya karşı kürek çekenlerin özellikle medyada ve okumuş kesimlerde zaman zaman ne hâllere düştüğü göz önüne getirildiğinde bu tezimizin daha  iyi anlaşılacağına inanıyoruz.

O hâlde eğitimin aklı ve vicdanı özgürleştirmesini neden bir eğitim çıktısı olarak göremiyoruz?

Bunun sebeplerinden bir tanesi, bu şekilde yetişen nesillerden yarar sağlayan ciddi çevreler olduğu gerçeğidir.  Bu çevreler bazen resmî ideolojinin kuramcıları, bazen üretimin kaynaklarını elinde tutan ekonomik çevreler, kimi zaman kişisel uğraşları ve becerileri aslında çok değerli olmayan profesyoneller, kimi zaman da tam olarak kaynağı ve gerekçesi anlaşılamayan teveccühlere layık görülen popüler kişilerdir.  Bir diğer sebep, günlük yaşamına ideolojilerden beslenerek şekil veren büyük bir kitlenin varlığı ve bu kitlelerin sorgulayacak değil, kendilerine aktarılanı onaylayacak ve sürdürecek insanlara ihtiyaç duymasıdır.  Bu insanların sürekli olarak ideolojik referansları esas alması bir süre sonra bir ideolojik aygıta dönüşmelerine sebep olmaktadır.  Bunu “sistemin insanını yetiştirmek” şeklinde özetleyebiliriz.  İngiliz Guardian gazetesinden Terry Eagleton’ın 17 Aralık 2010’da yazdığı “Üniversitelerin Ölümü” adlı makalesinde “akademik dünyanın statükonun hizmetkârı hâline geldiğini” ifade etmesi ilginçtir.  Eagleton, Margaret Thatcher’dan bu yana gözlenen bu durumun adalet, gelenek, hayal gücü, refah, aklın serbest hareketi veya geleceğe ait alternatif vizyonlar adına sürdürüldüğünü öne sürüyor.

Yukarıdaki tespitler üzücü olmakla birlikte şaşırtıcı değil; çünkü kişisel deneyimlerimiz gösteriyor ki sistemin veya kalabalıkların eğitim ihtiyaçları, eğitimin kendi iddiasıyla aksi yönde olabilmektedir.  Belki de en önemli sebep, sonunun nereye gittiği yalnızca zanlara veya varsayımlara dayalı olan ekonomik ve siyasi sembollerle yapılan şuursuz işbirliğine ihtiyaç duyanlardır.  Buradaki işbirliği, devletler, şirketler veya ideolojiler seviyesinde olabilir.  Ancak hangi düzeyde olursa olsun, özellikle akademik dünyadan ve medyadan beslenmek durumundadır.  Bu ana yönlendiricilerden bir tanesi insanı yetiştiren bilim merkezi, diğeri onun günlük yaşamını etkileyen haber ve bilgi merkezidir.  ‘Eğitilmiş aklın’ çürük şekillenmesindeki tüm sorumluluğu bu kurumlara yüklemek mümkün olmamakla birlikte ödenen faturada ciddi payları olduğu bir gerçektir.

Nitelikli eğitim hakkında konuşurken dikkat çekilmesi gereken bir husus da bizdeki eğitim süreçlerinin fayda-maliyet üzerinde pek durmaması, bunu sadece üretim, finansman ve muhasebe gibi sayısal derslerde düşünebilmesidir.  Şüphesiz biz başka bir fayda-maliyet kavramından bahsediyoruz.  Eğitim yaşamlarımız genellikle “getiri”ye odaklanmakta, “fayda” üzerinde durmakta, “büyüme ve yararlanma” eğilimi içermekte, ancak “götürü”ye, başka deyişle “maliyet”e fazla önem vermemektedir.  İnsan, psikolojisi itibarıyla iyi ve pozitiften daha fazla etkilenen, albenisi yüksek mal ve hizmetlere, fikirlere, yaşam tarzına hemen yatkınlık sergileyebilen bir varlıktır.  Bu nedenle ödüllendirilmek ister.  Nitekim bizim de yoğun şekilde etkisinde kaldığımız Anglo-Sakson tarzı iş yaşamı hep ödüllendirme üzerine kuruludur.  Sürekli olarak ödüllendiren yapı insanların önceliklerini yalnızca ölçülebilen başarılara yöneltmekte; duymak istemediklerine kulaklarını, görmek istemediklerine gözlerini kapamalarını beraberinde getirmektedir.

Bireyselden kurumsala doğru örneklemek gerekirse iyi karne getiren öğrenci ödüle alıştırılmakta, maç kazanan sporcu prim almakta, yüksek maddi ödüller alabilmek için akıllı finans profesyonelleri alabildiğince riskli işlemler yapmaktadır.  Bunlar hep ödülcü yaklaşımlardır.  Doğasında da insan egosunu ve nefsini tatmin etme iddiası taşımaktadır.  Ne var ki ödüller çoğu zaman maliyetleri unutturmaktadır.  Öğrenci örneğinde olduğu gibi daima ödüllendiren anlayış eğitimin ruhunu bozmakta, sürekli olarak “kâr-getiri-fayda” üzerine kurulu olan sistemler yeri geldiğinde doğayı, çevreyi ve bizler kadar bu dünyada yaşam hakkı bulunan diğer canlıları elinin tersiyle itmekte, profesyonellerin örneklerinde olduğu gibi çılgınca bir ruh hâliyle alınan riskli kararlar dünyanın ekonomik yapısını alt-üst etmektedir.  Bunu matematiksel olarak anlamamız için şu örnek yeterli olacaktır:  IMF baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın birkaç yıl önce ortaya koyduğu bir öngörüye göre ekonomik kriz nedeniyle 2010-2015 arasında dünya gelirinde 30 trilyon dolar tutarında kayıp ortaya çıkacak.  Dünya gelirinde yaşanan bu kayıp krizi tetikleyen konut kredilerinin neden olduğu ekonomik kaybın tam 100 katına ulaşacak; çünkü 2008’de yaşanan konut kredileri krizinin maliyeti 300 milyar dolar olarak hesaplanmıştı.

“Fayda” ve “sahip olma” üzerine yetiştirilen, sadece getiriyle aklı çelinen bireyler anlamsızca harcamaktadır.  Gelecekte kazanılacağı varsayılarak bugünden harcananların yalnızca plastik kartlarla yapılan alışverişlerin ürünleri olduğu zannedilmemelidir.  Kimi zaman beşeriyete faydası olmayacak zevkler ve beceriler uğruna insan gençliğini ve zamanını, kimi zaman ise faydası dokunacak ekonomik faaliyetler uğruna doğayı, ekolojik ve ekonomik sistemi, değerler ve normlar sistemini veya kendi toplumunun yüzyıllardır taşıdığı sosyal sermayeyi harcamaktadır.  Kısaca bazen para, bazen de yaşamın bizatihi kendisi harcanmaktadır.  Bu nedenle her eğitim sisteminde maliyet bilinci oluşturulmalı; yeni nesiller, madenî paranın iki yüzü olduğu benzetmesinden hareketle hemen hemen her durumda getirinin bir de maliyeti olduğu bilinciyle yetiştirilmelidir.  Diğer eğitim sistemlerini bilemiyoruz ancak itiraf etmeliyiz ki bizim sistemimiz bu bilinçten yoksundur.

Eğitimde niteliği tartışırken sorulmasında yarar gördüğümüz bir soru da şudur:  Nitelikli eğitimin göstergesi, var olana hizmet etmek ve sürdürebilmek midir; yoksa yeni kurumlar inşa etmek ve yeni sistem kurabilmek mi?  Bugün aileler için çocuklarının tanınmış okullarda öğrenim görmesi, ardından şöhretli yerli veya uluslararası kuruluşlarda çalışması aldıkları eğitimin niteliğiyle yan yana sunuluyor.  Örnek vermek gerekirse mühendislik, iktisat veya işletme bölümlerinde lisans, iş idaresi veya finansman alanında yüksek lisans öğrenimi görüp ardından dünya ölçeğinde tanınan bir yatırım bankasında çalışmak neredeyse öğrenim ve kariyer klişesi hâline geldi.  Pahalı plazalarda, zarif ofislerde, şık kıyafetlerle çalışmak ve statükonun kurumlarına hizmet etmek artık parlak bir kariyerin göstergesidir.  Ancak sayılanlara ulaşabilen ve CV’leriyle iftihar edenlerin kendi kendilerine sorması gereken sorular da var:  Bu işi ben yapmasaydım yapacak olan pek çok kişi kolaylıkla bulunabilir mi?  Tam olarak ne kadarlık bir farklılık oluşturuyorum?  Kurulu olana gıpta eder ve ona saygı duyarken henüz mevcut olmayan bir sistem oluşturabilmek adına fikirlerim ve cesaretim var mı?  Bunlara verilecek cevaplara göre kişinin kendisini, eğitimini ve becerilerini yeniden değerlendirmesi faydalı olacaktır.

Eğitimin niteliğini, itibarlı okul olarak bilinen yerlerden alınan derecelerde arayanlara ve kendini üst perdede gören “seçkin” okul mezunlarına öğrenim yaşamını tamamlamadan da olağanüstü başarılı iş modeli olanları hatırlatmak gerekiyor.  Bill Gates, Paul Allen, Michael Dell, Larry Ellison, Mark Zuckerberg’in veya Hindistan, Rusya, İspanya, Fransa, Hong Kong, Suudi Arabistan ve İsrail’den eklenebilecek başarı öykülerinde adı geçen diğerlerinin geldiği noktaları unutmamak gerekiyor.  Kimisi hiç üniversiteye gitmemiş, kimisi Harvard, Washington State, Texas Austin, Illinois gibi üniversitelerden terk olan bu girişimciler parıltılı örnekler sunuyor.  Bununla birlikte ifrat ve tefritten kaçınmak adına herkesin bu kadar zeki ve becerikli olmadığını, okul terk olarak bilinen istisnai örneklere bakarak eğitimi değersizleştirmeye hiç niyetimiz olmadığını da vurgulamak gerekiyor.  Yapmaya çalıştığımız, niteliğin yalnızca bir grup okula ve kolaylıkla çizilebilen kariyer haritalarına indirgenmemesi gereken özel bir beşer ve yaşam seviyesi olduğuna dikkat çekmek.  (Genç mezun adayları için ara not:  Steve Jobs’ın 2005’te Stanford Üniversitesinde, Larry Ellison’ın ise 2010’da Yale Üniversitesinde yaptıkları mezuniyet konuşmalarının yer yer ilham verici ve nüktedan bir boyutu olsa da kibirli kısımlarına temkinli yaklaşın ve son nefesinize kadar öğrenmeye devam edin diyoruz.  Okumak iyidir.)

Ülkemizin en iyi yetişmiş beyinlerinden bazılarının ismi ve bilançosu büyük şirketlerde, ancak kendilerine yaptırılan iş açısından mütevazının da altında sorumluluklarla çalıştıkları sır değil.  Hele bu gençlerden kimilerinin son derece sıradan bir öğrenimin ardından ulaşılabilen “faiz, vergi ve amortisman öncesi kâr (FVAÖK)” hesaplamalarıyla ve bilanço okumalarla Türkiye’nin çeşitli kuruluşlarının yabancılara satışında aracı kılınması, sonra da kaç milyon / milyar dolarlık satışa aracılık ettiklerini böbürlene böbürlene anlatmaları artık sıradan misaller olarak görülebilir.  Kurum(sal)laşmış, çalışacak binlerce kişiyi her durumda bulabilecek, öyküsü belli, bol sıfırlı bilançosu olan kuruluşlarda yer bulmak mı ciddi bir kişisel başarıdır; yoksa kendine ait bir başarı öyküsü oluşturabilmek, sıradan olanı kendi alanında üst düzey hâle getirebilmek, var olmayan yepyeni iktisadi, finansal, ticari metotlar keşfetmek, toplum ve insanlık adına katma değeri olan düşünsel sistemler kurabilmek, en azından kurmaya çalışmak mı?  Yetiştirdiğimiz nesiller için sağlanan eğitim hizmetlerinin nitelikli olup olmadığını değerlendirirken bu hususların da düşünülmesinde yarar görüyoruz.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

> Nitelikli eğitim algısına eleştirel bir yaklaşım

Eğitim, yapısı gereği insanlara bir veya birkaç alanda altyapı, makul bir donanım, mental model, davranış kodları, bazı standartlar ve meslek kazandırma sanatıdır.  Bu sayılanlar fertlerin ayakları üstünde durması, çevresindeki insanlarla anlaşması, kendisi kadar diğerlerinin de değerli olduğunu fark etmesi, yaşamını onurlu bir şekilde sürdürmek üzere gerekli olan maddi imkânları kazanması, sosyal statü edinmesi, yakın ve uzak çevresinde olup bitenleri anlamlandırması için gereklidir de.  Aslında insanlar -eğitimin yaşam boyu süren bir etkinlik olduğundan hareketle- neredeyse tüm ömürlerini bu uğurda harcamakta; yaşama tutunmak, bazen de itibar kazanmak için örgün veya yaygın eğitim süreçlerinden geçerek iyi eğitim almak üzere zaman, emek ve maddi kaynak sarf etmektedir.  Ancak sıralanan hedefler dışında bu kaynağı “aklını özgürleştirmek” için harcayanların sayısının fazla olduğunu sanmıyoruz.  Eğitimin özellikle küçük yaşlarda başlayan ve yaşam deneyimi çok kısıtlı olan insanları içine alan bir faaliyet olarak başlaması, bu hizmeti alanlarda bu yönlü bir seçiciliğe gitme şansı bırakmamaktadır.  Bununla birlikte -başta devletler, onların kurdukları eğitim sistemleri ve okullar olmak üzere- bu hizmeti verenlerde bu yönde bir hedef koymak mümkündür.  Ne yazık ki bunu sıklıkla gördüğümüzü söyleyemiyoruz.

Özgür akıl, eğitilmiş beyin ve bunların kolay kolay ele geçirilememesi neden gereklidir?

Kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan, sloganlar etrafında kolaylıkla kümelenen yeni nesilleri gördükçe eğitimin bireyleri özgürleştiren bir süreç mi, yoksa hareket sahalarını daraltan bir etkileme işlemi mi olduğundan zaman zaman kuşku duyduğumuzu itiraf etmeliyiz.  Şimdi dile getireceklerimizin ülkemiz özelinde değil, uluslararası gözlemler olarak değerlendirilmesinde yarar görüyoruz.  Tarihi okurken yalnızca duymak istediğini seçip öğrenen, pek çok şeyi ihtiyacı nedeniyle azar azar öğrenen, diğerlerine -insanlar, coğrafya, tercihler, değerler- kayıtsız kalan, bu nedenle hep yüzeyde gezinen ve derine inemeyen, giyim-kuşam alanı başta olmak üzere bir zamanlar burun kıvırdığı ve hor gördüğü zevklere bir anda sıkı sıkı sarılan, kültürü bir hiyerarşik unsur gibi gören, “iyi kültür-kötü kültür”, “ilerici-gerici” gibi kıyaslamalara sık sık başvuran, etnik kimliklerden beslenen ve bunlara bakarak kişisel tavırlarını ayarlayan, dünya görüşünü ve zevkleri bir baskı unsuru olarak kullanan insanları izledikçe bu kuşkunun meşru bir zemini olduğunu fark etmemek mümkün değil.

Bu örnekler eğitimin kitlesel hâle geldiği, eğitime ayrılan kaynakların her geçen gün arttığı ve insanların daha iyi şartlarda yetiştirildiği bir dönemde daha da ilgi çekicidir.  Ayrıca “eğitilmiş aklın” daha tepkisel, acımasız, köşeli ve yüzeysel hâle geldiğinin ifadesidir.  Daha kötüsü, bu aklın veya akılların yetiştiricileri arasında üst düzey eğitim-öğretim kurumları olarak bilinen kurumların da olmasıdır.  En kötüsü ise bu tür eğitim faaliyetlerinin toplumların körleşmesine ve kolektif vicdanın ölmesine sebep olmasıdır.  Buna toplumların renklerinin azalmasını da ilave etmek mümkündür.

Yaşayan önemli toplum bilimcilerden Fransız Alain Touraine şöyle diyor:  “Batı dünyasında girildiğini düşündüğüm dönemin en temel özelliği, toplumsal olmayan çeşitli güçlerin ortaya çıkması, ekonomi gibi, teknoloji gibi, bilgeler gibi… Yani siyasalın ve toplumsalın ortadan kalkması ve ekonominin baskın konuma gelmesi söz konusu.”  Touraine devam ediyor:  “Benim sorguladığım esas şey de şu:  Şu anda en kaygı verici olan şey, bütün tarihimiz boyunca (sadece Batılılar değil), toplumsal çıkarlar da dâhil olmak üzere her şeyin üzerinde bir şey olduğu -din, millet, devlet, toplumsal mücadele, sınıf çatışması, sınıfların/sömürgelerin özgürleşmesi- düşüncesiyle yaşadık. Yani, her şeyin üzerinde yer alan bir şey vardı. Daha basitleştirerek söylemek gerekirse, her zaman için ’iyi’nin ve ’kötü’nün bir tanımı, toplumsalın üzerinde olan ve toplumsala hükmeden bir ölçüt vardı.  Bu ortadan kalktı.”

Alain Touraine buna “toplumsalın sonu” benzetmesi yapıyor.  Kendisine “yani inanacak bir şeyler vardı.” diyen kişiye “Evet. Sadece din değil tabii; millet-din çoğu zaman birlikteydi. Ya da dünyanın başka ülkelerinde dinî cemaatler vardı. Yani toplumun bütün mutlak değer yargıları ortadan kalktı. Bir örnek vereyim: Biz neyi sanat olarak isimlendiriyoruz? 20. yüzyılın başlarında Marcel Duchamp bir ördek idrarını alır, onu müzeye koyar ve bunun bir sanat eseri olduğunu söyler.  Neden?  Çünkü müzeye koyarak onu bir sanat eseri hâline getirmeye karar vermiştir. Çağdaş sanat müzelerine giderseniz birçoğunda bir sürü taşın, kumun ve benzeri şeylerin sergilendiğini görürsünüz. Bu tam manasıyla inşacı bir tavır.  ‘Bunu inşa eden benim’ diyor.” cevabını veriyor.  (Meraklılar için bir parantez açmak isteriz.  Sözü geçen Marcel Duchamp, Amerika’da pop sanatı ve kavramsal sanat akımlarının temellerinin atılmasında etkili olmuş ve birçok sanatçının eserini sadece göze hitap eder bulduğuna dair iddialı görüşleriyle tanınmıştır.)

Vermek istediği ana mesaja ek olarak bu alıntı şu açıdan da önemlidir:  Yaşadığımız çağda bir ürünün ‘sanatsal’ olarak öne sürülmesi, bir tezin ‘bilimsel’ olarak nitelenmesi, bir fikrin önemli isimler tarafından dillendirilmesi ona karşı çıkılmaması için yeterli olabilmektedir.  Oysa eğitimin ruhunda, bireysel değerlendirme ile kendi eleştirel bakış açısını geliştirebilme iddiası olmalıdır.  Buradaki tezat, sorgulayan insanlar yetiştirmeyi hedefleyen eğitimin, bizatihi sorguladığında dışlanacağı korkusu yaşayan bireylerin ortaya çıkmasına engel olamamasıdır.  Yukarıdaki satırlarımızda “kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan” bireyler ile kastettiğimiz buydu.  Genel kabul gören tezlerin, zevklerin ve tercihlerin sorgulanmasından hoşlanmayanlar arasında eğitimin sorgulayıcı rolüne atıfta bulunanların olması ilginçtir.  Ana akım düşüncelere karşı çıkanların, başka deyişle akıntıya karşı kürek çekenlerin özellikle medyada ve okumuş kesimlerde zaman zaman ne hâllere düştüğü göz önüne getirildiğinde bu tezimizin daha  iyi anlaşılacağına inanıyoruz.

O hâlde eğitimin aklı ve vicdanı özgürleştirmesini neden bir eğitim çıktısı olarak göremiyoruz?

Bunun sebeplerinden bir tanesi, bu şekilde yetişen nesillerden yarar sağlayan ciddi çevreler olduğu gerçeğidir.  Bu çevreler bazen resmî ideolojinin kuramcıları, bazen üretimin kaynaklarını elinde tutan ekonomik çevreler, kimi zaman kişisel uğraşları ve becerileri aslında çok değerli olmayan profesyoneller, kimi zaman da tam olarak kaynağı ve gerekçesi anlaşılamayan teveccühlere layık görülen popüler kişilerdir.  Bir diğer sebep, günlük yaşamına ideolojilerden beslenerek şekil veren büyük bir kitlenin varlığı ve bu kitlelerin sorgulayacak değil, kendilerine aktarılanı onaylayacak ve sürdürecek insanlara ihtiyaç duymasıdır.  Bu insanların sürekli olarak ideolojik referansları esas alması bir süre sonra bir ideolojik aygıta dönüşmelerine sebep olmaktadır.  Bunu “sistemin insanını yetiştirmek” şeklinde özetleyebiliriz.  İngiliz Guardian gazetesinden Terry Eagleton’ın 17 Aralık 2010’da yazdığı “Üniversitelerin Ölümü” adlı makalesinde “akademik dünyanın statükonun hizmetkârı hâline geldiğini” ifade etmesi ilginçtir.  Eagleton, Margaret Thatcher’dan bu yana gözlenen bu durumun adalet, gelenek, hayal gücü, refah, aklın serbest hareketi veya geleceğe ait alternatif vizyonlar adına sürdürüldüğünü öne sürüyor.

Yukarıdaki tespitler üzücü olmakla birlikte şaşırtıcı değil; çünkü kişisel deneyimlerimiz gösteriyor ki sistemin veya kalabalıkların eğitim ihtiyaçları, eğitimin kendi iddiasıyla aksi yönde olabilmektedir.  Belki de en önemli sebep, sonunun nereye gittiği yalnızca zanlara veya varsayımlara dayalı olan ekonomik ve siyasi sembollerle yapılan şuursuz işbirliğine ihtiyaç duyanlardır.  Buradaki işbirliği, devletler, şirketler veya ideolojiler seviyesinde olabilir.  Ancak hangi düzeyde olursa olsun, özellikle akademik dünyadan ve medyadan beslenmek durumundadır.  Bu ana yönlendiricilerden bir tanesi insanı yetiştiren bilim merkezi, diğeri onun günlük yaşamını etkileyen haber ve bilgi merkezidir.  ‘Eğitilmiş aklın’ çürük şekillenmesindeki tüm sorumluluğu bu kurumlara yüklemek mümkün olmamakla birlikte ödenen faturada ciddi payları olduğu bir gerçektir.

Nitelikli eğitim hakkında konuşurken dikkat çekilmesi gereken bir husus da bizdeki eğitim süreçlerinin fayda-maliyet üzerinde pek durmaması, bunu sadece üretim, finansman ve muhasebe gibi sayısal derslerde düşünebilmesidir.  Şüphesiz biz başka bir fayda-maliyet kavramından bahsediyoruz.  Eğitim yaşamlarımız genellikle “getiri”ye odaklanmakta, “fayda” üzerinde durmakta, “büyüme ve yararlanma” eğilimi içermekte, ancak “götürü”ye, başka deyişle “maliyet”e fazla önem vermemektedir.  İnsan, psikolojisi itibarıyla iyi ve pozitiften daha fazla etkilenen, albenisi yüksek mal ve hizmetlere, fikirlere, yaşam tarzına hemen yatkınlık sergileyebilen bir varlıktır.  Bu nedenle ödüllendirilmek ister.  Nitekim bizim de yoğun şekilde etkisinde kaldığımız Anglo-Sakson tarzı iş yaşamı hep ödüllendirme üzerine kuruludur.  Sürekli olarak ödüllendiren yapı insanların önceliklerini yalnızca ölçülebilen başarılara yöneltmekte; duymak istemediklerine kulaklarını, görmek istemediklerine gözlerini kapamalarını beraberinde getirmektedir.

Bireyselden kurumsala doğru örneklemek gerekirse iyi karne getiren öğrenci ödüle alıştırılmakta, maç kazanan sporcu prim almakta, yüksek maddi ödüller alabilmek için akıllı finans profesyonelleri alabildiğince riskli işlemler yapmaktadır.  Bunlar hep ödülcü yaklaşımlardır.  Doğasında da insan egosunu ve nefsini tatmin etme iddiası taşımaktadır.  Ne var ki ödüller çoğu zaman maliyetleri unutturmaktadır.  Öğrenci örneğinde olduğu gibi daima ödüllendiren anlayış eğitimin ruhunu bozmakta, sürekli olarak “kâr-getiri-fayda” üzerine kurulu olan sistemler yeri geldiğinde doğayı, çevreyi ve bizler kadar bu dünyada yaşam hakkı bulunan diğer canlıları elinin tersiyle itmekte, profesyonellerin örneklerinde olduğu gibi çılgınca bir ruh hâliyle alınan riskli kararlar dünyanın ekonomik yapısını alt-üst etmektedir.  Bunu matematiksel olarak anlamamız için şu örnek yeterli olacaktır:  IMF baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın birkaç yıl önce ortaya koyduğu bir öngörüye göre ekonomik kriz nedeniyle 2010-2015 arasında dünya gelirinde 30 trilyon dolar tutarında kayıp ortaya çıkacak.  Dünya gelirinde yaşanan bu kayıp krizi tetikleyen konut kredilerinin neden olduğu ekonomik kaybın tam 100 katına ulaşacak; çünkü 2008’de yaşanan konut kredileri krizinin maliyeti 300 milyar dolar olarak hesaplanmıştı.

“Fayda” ve “sahip olma” üzerine yetiştirilen, sadece getiriyle aklı çelinen bireyler anlamsızca harcamaktadır.  Gelecekte kazanılacağı varsayılarak bugünden harcananların yalnızca plastik kartlarla yapılan alışverişlerin ürünleri olduğu zannedilmemelidir.  Kimi zaman beşeriyete faydası olmayacak zevkler ve beceriler uğruna insan gençliğini ve zamanını, kimi zaman ise faydası dokunacak ekonomik faaliyetler uğruna doğayı, ekolojik ve ekonomik sistemi, değerler ve normlar sistemini veya kendi toplumunun yüzyıllardır taşıdığı sosyal sermayeyi harcamaktadır.  Kısaca bazen para, bazen de yaşamın bizatihi kendisi harcanmaktadır.  Bu nedenle her eğitim sisteminde maliyet bilinci oluşturulmalı; yeni nesiller, madenî paranın iki yüzü olduğu benzetmesinden hareketle hemen hemen her durumda getirinin bir de maliyeti olduğu bilinciyle yetiştirilmelidir.  Diğer eğitim sistemlerini bilemiyoruz ancak itiraf etmeliyiz ki bizim sistemimiz bu bilinçten yoksundur.

Eğitimde niteliği tartışırken sorulmasında yarar gördüğümüz bir soru da şudur:  Nitelikli eğitimin göstergesi, var olana hizmet etmek ve sürdürebilmek midir; yoksa yeni kurumlar inşa etmek ve yeni sistem kurabilmek mi?  Bugün aileler için çocuklarının tanınmış okullarda öğrenim görmesi, ardından şöhretli yerli veya uluslararası kuruluşlarda çalışması aldıkları eğitimin niteliğiyle yan yana sunuluyor.  Örnek vermek gerekirse mühendislik, iktisat veya işletme bölümlerinde lisans, iş idaresi veya finansman alanında yüksek lisans öğrenimi görüp ardından dünya ölçeğinde tanınan bir yatırım bankasında çalışmak neredeyse öğrenim ve kariyer klişesi hâline geldi.  Pahalı plazalarda, zarif ofislerde, şık kıyafetlerle çalışmak ve statükonun kurumlarına hizmet etmek artık parlak bir kariyerin göstergesidir.  Ancak sayılanlara ulaşabilen ve CV’leriyle iftihar edenlerin kendi kendilerine sorması gereken sorular da var:  Bu işi ben yapmasaydım yapacak olan pek çok kişi kolaylıkla bulunabilir mi?  Tam olarak ne kadarlık bir farklılık oluşturuyorum?  Kurulu olana gıpta eder ve ona saygı duyarken henüz mevcut olmayan bir sistem oluşturabilmek adına fikirlerim ve cesaretim var mı?  Bunlara verilecek cevaplara göre kişinin kendisini, eğitimini ve becerilerini yeniden değerlendirmesi faydalı olacaktır.

Eğitimin niteliğini, itibarlı okul olarak bilinen yerlerden alınan derecelerde arayanlara ve kendini üst perdede gören “seçkin” okul mezunlarına öğrenim yaşamını tamamlamadan da olağanüstü başarılı iş modeli olanları hatırlatmak gerekiyor.  Bill Gates, Paul Allen, Michael Dell, Larry Ellison, Mark Zuckerberg’in veya Hindistan, Rusya, İspanya, Fransa, Hong Kong, Suudi Arabistan ve İsrail’den eklenebilecek başarı öykülerinde adı geçen diğerlerinin geldiği noktaları unutmamak gerekiyor.  Kimisi hiç üniversiteye gitmemiş, kimisi Harvard, Washington State, Texas Austin, Illinois gibi üniversitelerden terk olan bu girişimciler parıltılı örnekler sunuyor.  Bununla birlikte ifrat ve tefritten kaçınmak adına herkesin bu kadar zeki ve becerikli olmadığını, okul terk olarak bilinen istisnai örneklere bakarak eğitimi değersizleştirmeye hiç niyetimiz olmadığını da vurgulamak gerekiyor.  Yapmaya çalıştığımız, niteliğin yalnızca bir grup okula ve kolaylıkla çizilebilen kariyer haritalarına indirgenmemesi gereken özel bir beşer ve yaşam seviyesi olduğuna dikkat çekmek.  (Genç mezun adayları için ara not:  Steve Jobs’ın 2005’te Stanford Üniversitesinde, Larry Ellison’ın ise 2010’da Yale Üniversitesinde yaptıkları mezuniyet konuşmalarının yer yer ilham verici ve nüktedan bir boyutu olsa da kibirli kısımlarına temkinli yaklaşın ve son nefesinize kadar öğrenmeye devam edin diyoruz.  Okumak iyidir.)

Ülkemizin en iyi yetişmiş beyinlerinden bazılarının ismi ve bilançosu büyük şirketlerde, ancak kendilerine yaptırılan iş açısından mütevazının da altında sorumluluklarla çalıştıkları sır değil.  Hele bu gençlerden kimilerinin son derece sıradan bir öğrenimin ardından ulaşılabilen “faiz, vergi ve amortisman öncesi kâr (FVAÖK)” hesaplamalarıyla ve bilanço okumalarla Türkiye’nin çeşitli kuruluşlarının yabancılara satışında aracı kılınması, sonra da kaç milyon / milyar dolarlık satışa aracılık ettiklerini böbürlene böbürlene anlatmaları artık sıradan misaller olarak görülebilir.  Kurum(sal)laşmış, çalışacak binlerce kişiyi her durumda bulabilecek, öyküsü belli, bol sıfırlı bilançosu olan kuruluşlarda yer bulmak mı ciddi bir kişisel başarıdır; yoksa kendine ait bir başarı öyküsü oluşturabilmek, sıradan olanı kendi alanında üst düzey hâle getirebilmek, var olmayan yepyeni iktisadi, finansal, ticari metotlar keşfetmek, toplum ve insanlık adına katma değeri olan düşünsel sistemler kurabilmek, en azından kurmaya çalışmak mı?  Yetiştirdiğimiz nesiller için sağlanan eğitim hizmetlerinin nitelikli olup olmadığını değerlendirirken bu hususların da düşünülmesinde yarar görüyoruz.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

Son Güncelleme: Cumartesi, 26 Nisan 2014 11:23

Gösterim: 2706


Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.