Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Dönüşüm sürecinin başlaması ile beraber çoğu dershane özel okulculuğa geçiş yapmaya başladı. Dünyanın diğer ülkelerinde bu aşamalar çoktan tamamlandı. Ancak Türkiye’de maalesef son on yıl içerisinde fazla bir ilerleme kaydedilemedi.

Hükümetin dershaneleri özel okula dönüştürme çalışmaları, özel eğitim payının ülkemizde %3’lerden %15’lere çıkarılması hedefi ile beraber özel okul sayılarını mevcut durumdan 5 kat daha artıracak. Bu durum da velilerin, kurumsal ve marka itibarı güçlü kurumlardan yana tercih kullanmalarını sağlayacak.

Eğitimde son on yıla bakıldığında Türkiye’de özel eğitim payı dünya oranına göre çok geride. Genel anlamda teknolojinin hızlı gelişimi ve küreselleşen dünyada tüm ülkelerde özel eğitim payının yıllara göre istikrarlı artışına rağmen ülkemizde çoğu nedenden dolayı bu oran ilerleyemedi.

Önümüzdeki süreçte özel eğitim alanında neler farklılaşacak?

Dönüşüm sürecinin başlaması ile beraber çoğu dershane özel okulculuğa geçiş yapmaya başladı. Dünyanın diğer ülkelerinde bu aşamalar çoktan tamamlandı. Ancak Türkiye’de maalesef son on yıl içerisinde fazla bir ilerleme kaydedilemedi. Ancak dönüşüm süreci ile kurumsallaşma ve markalaşma büyük şehirleri aşarak Anadolu’nun yerel kültürü ile buluşuyor. Bu durumda da ülke genelinde veli ve öğrencilerin tercihleri eğitimde kendini kanıtlamış akademik başarı oranı yüksek kurumsal okullardan yana oluyor.

Aynı zamanda eğitimde var olması gereken başarının yanı sıra marka itibarı ve kurumsal çalışmaların da hem sektör hem hedef kitle algısı ve güveni açısından son derece önemli. Eskiden marka rekabeti büyük şehirlerde mevcutken şu anda tüm Türkiye’de tüm illerde rekabet artmış durumda. Bu rekabet ortamının içerisinde yerel marka isimleri ile okullaşmaya giden kurumların ayakta kalması imkansız hale geldi.

Yerel bir kurumun tek başına, küreselleşme süreci içinde gerçekleşen fazla sayıdaki değişikliği takip edip uygulaması çok güç.  Yerel kurumlar içerisinde; değişen eğitim öğretim çalışmalarını kuruma entegre etme, teknolojik gelişmeleri eğitim alanına uyarlayarak okullarda uygulama, Piar&Arge çalışmaları, PR ve tanıtım çalışmaları, sosyal medyanın aktif ve doğru kullanımı, marketing çalışmalarını yürütmek de imkansız hale gelecektir. Bu durumda yerel kurumun marka kalitesi artamayacağı gibi diğer rakip kurumlar yanında itibarsız bir algı oluşacaktır.

Markalaşmaya giden her yerel kurumun kurumsal itibar anlamında güçleneceğini ve eğitim kalitesi ile birlikte kurumsal kalitesinin de yükseleceğini söylemek mümkün. Kurumsallaşmayı tercih eden okullar, yerel düzeyden sıyrılarak ulusal okul haline gelmekte. Biltest Okulları ise, her ilde bir okul hedefi ile ilerleyerek bir “Türkiye okulu’’ olarak ilerliyor. Ayrıca ulusal düzeye ulaşan okullar, öğrencilerini birer dünya vatandaşı olarak yetiştirebilirken bu durum da velilerin çocukları için benimsedikleri en önemli ayrıntıyı hayata geçiriyor.

Biltest Okulları CEO’su Faruk Tatar

> Eğitim sektöründe kurumsallaşma ve marka artık çok önemli

Dönüşüm sürecinin başlaması ile beraber çoğu dershane özel okulculuğa geçiş yapmaya başladı. Dünyanın diğer ülkelerinde bu aşamalar çoktan tamamlandı. Ancak Türkiye’de maalesef son on yıl içerisinde fazla bir ilerleme kaydedilemedi.

Hükümetin dershaneleri özel okula dönüştürme çalışmaları, özel eğitim payının ülkemizde %3’lerden %15’lere çıkarılması hedefi ile beraber özel okul sayılarını mevcut durumdan 5 kat daha artıracak. Bu durum da velilerin, kurumsal ve marka itibarı güçlü kurumlardan yana tercih kullanmalarını sağlayacak.

Eğitimde son on yıla bakıldığında Türkiye’de özel eğitim payı dünya oranına göre çok geride. Genel anlamda teknolojinin hızlı gelişimi ve küreselleşen dünyada tüm ülkelerde özel eğitim payının yıllara göre istikrarlı artışına rağmen ülkemizde çoğu nedenden dolayı bu oran ilerleyemedi.

Önümüzdeki süreçte özel eğitim alanında neler farklılaşacak?

Dönüşüm sürecinin başlaması ile beraber çoğu dershane özel okulculuğa geçiş yapmaya başladı. Dünyanın diğer ülkelerinde bu aşamalar çoktan tamamlandı. Ancak Türkiye’de maalesef son on yıl içerisinde fazla bir ilerleme kaydedilemedi. Ancak dönüşüm süreci ile kurumsallaşma ve markalaşma büyük şehirleri aşarak Anadolu’nun yerel kültürü ile buluşuyor. Bu durumda da ülke genelinde veli ve öğrencilerin tercihleri eğitimde kendini kanıtlamış akademik başarı oranı yüksek kurumsal okullardan yana oluyor.

Aynı zamanda eğitimde var olması gereken başarının yanı sıra marka itibarı ve kurumsal çalışmaların da hem sektör hem hedef kitle algısı ve güveni açısından son derece önemli. Eskiden marka rekabeti büyük şehirlerde mevcutken şu anda tüm Türkiye’de tüm illerde rekabet artmış durumda. Bu rekabet ortamının içerisinde yerel marka isimleri ile okullaşmaya giden kurumların ayakta kalması imkansız hale geldi.

Yerel bir kurumun tek başına, küreselleşme süreci içinde gerçekleşen fazla sayıdaki değişikliği takip edip uygulaması çok güç.  Yerel kurumlar içerisinde; değişen eğitim öğretim çalışmalarını kuruma entegre etme, teknolojik gelişmeleri eğitim alanına uyarlayarak okullarda uygulama, Piar&Arge çalışmaları, PR ve tanıtım çalışmaları, sosyal medyanın aktif ve doğru kullanımı, marketing çalışmalarını yürütmek de imkansız hale gelecektir. Bu durumda yerel kurumun marka kalitesi artamayacağı gibi diğer rakip kurumlar yanında itibarsız bir algı oluşacaktır.

Markalaşmaya giden her yerel kurumun kurumsal itibar anlamında güçleneceğini ve eğitim kalitesi ile birlikte kurumsal kalitesinin de yükseleceğini söylemek mümkün. Kurumsallaşmayı tercih eden okullar, yerel düzeyden sıyrılarak ulusal okul haline gelmekte. Biltest Okulları ise, her ilde bir okul hedefi ile ilerleyerek bir “Türkiye okulu’’ olarak ilerliyor. Ayrıca ulusal düzeye ulaşan okullar, öğrencilerini birer dünya vatandaşı olarak yetiştirebilirken bu durum da velilerin çocukları için benimsedikleri en önemli ayrıntıyı hayata geçiriyor.

Biltest Okulları CEO’su Faruk Tatar

Son Güncelleme: Çarşamba, 11 Haziran 2014 09:23

Gösterim: 4183

Pazar araştırmaları konusunda faaliyet gösteren bir kuruluş olan GfK ile Wall Street Journal Avrupa’nın birlikte yaptıkları ve sonuçları Haziran 2008’de açıklanan bir araştırmaya göre Türkler’in %93’ü vergi hilesinin, %86’sı sporda şikenin, %92’si ise iş ilişkisinde hilenin ciddi bir sorun olduğuna inandığını söylüyor.  Avrupa ülkeleri arasında hilenin en yüksek olduğu ülke olarak önce kendi ülkelerini, ardından İtalya’yı gördüğünü ifade eden insanlarımızın %72’si hile ve aldatmanın on yıl öncesine göre daha yaygın olduğuna inanıyor.  Genel bir yaklaşımla batının değerler sistemi ve yaşam tarzıyla yıllardır süren yakın ilişkinin sonucu olarak ülkemizde çeşitli biçim ve şartlarda batılılığa vurgu yapılıyor olsa da davranış kalıpları, refleksler, tercihler ve geleneksel normlarla doğulu bir toplum olarak görüldüğümüzü söyleyebiliriz.  Doğulu toplumlarda ahlak, değerler ve geleneğin günlük yaşamı yoğun olarak etkilediğine yönelik genel iddia ile bu sonuçlar tezat teşkil etmiyor mu?

Öncelikle modern çağın pek çok sorunundan bir kesit sunalım.  Kurumsallaşan ahlaksızlık, iş yaşamının zaman zaman muazzam tahriplere yol açan dinamikleri, maddi edinimler uğruna katlanılan söz, hâl ve davranış cambazlıkları, marka tutkunluğunun yol açtığı kişiliksizleşme, ürün isimlerinin kişi adlarının ve insanın biricik kişiliğinin önüne geçmesi, aşırı maddecilik, şöhret veya makam tutkusu artık birer çağdaş sorun / hastalık olarak görülmeli.  Bu modern dönem arızalarına, insanların hayata bakışlarındaki farklılıkları giderek daha az tolere etmeye başlaması nedeniyle farklı olanı kendilerine benzetmek için büyük çaba sarf etmelerini ve farklılıkları tehdit olarak algılamalarını eklemek mümkün.  Ekonomik rasyoneller nedeniyle doğal süreçler olduğuna inanmamız istenen bu yeni paradigmaların yer yer toplumsal barışı sarstığını söylemek fazla iddialı olmasa gerek.  Tüm bunları tedavi eden kür, ilaç veya sağlık kuruluşları olmadığı için bu sarmal büyüyor.  Büyüdükçe yakıyor, yok ediyor ve çoğu zaman bizlere ait olmadığını düşündüğümüz yeni kimlik ve gelenekler inşa ediyor.  En kötüsü bu ekonomik ve sosyal atakların bir karşı cephesi yok.  Bu nedenle ekonomik gelişmeler tahmin edilse de insanda oluşturduğu değişiklikler kolay kolay öngörülemediği için tedbir alabilecek fırsat bırakmıyor.  Pek çoğumuz ancak gelişmeleri görüp tanıklık ettikten sonra tariflere kalkışıyor ve anlamlandırma yapmaya çalışıyoruz.  Nihayet olgusal verilerin pek çok durumdaki yokluğu, dikkatleri aslında pek konuşulmayan ve ucu açık taraflara çekiyor:  Etik, ahlak ve asgari normlarımızın ne olması gerektiği gibi.

Bir noktada ayrım yaparak söze başlamak gerek.  Etik ve ahlak, aralarında anlam alışverişi olan ancak eş anlamlı olmayan kavramlar.  Etik deyince, ahlakın özünü ve ahlaki olanı araştıran bir felsefe etkinliğini anlamak gerekiyor.  Yunanca’da töre, usul, âdet, gelenek gibi anlamlara gelen ethos kelimesinden türeyen etik, toplumda gördüğümüz çeşitli norm ve kuralları ahlaki açıdan araştıran bir disiplin olarak öne çıkıyor.  İyi, kötü, doğru ve yanlışı arayan etik evrensel çapıyla dikkat çekerken ahlak daha yerel, yöresel kimliğiyle ayrışıyor.  Yüzyıllar boyunca toplumun kendi dinamikleriyle oluşan ahlak ve ahlaki uygulamalar yazılı olmayan kimliğiyle ortaya çıkarken etik daha kurumsal ve kuramsal boyutuyla kendini belli ediyor.  Sokaktaki insan için toplumun ortalama normlarına aykırı olan söz, davranış ve kararlar gayriahlaki olarak değerlendirilirken kurumsal ve profesyonel ortamlarda bu söylem şekil değiştirerek gayrietik oluyor.  Nitekim tıp etiği, eğitim etiği, rekabet etiği kavramları son yıllarda sık sık gündeme geliyor (sözcük kullanımlarındaki alışkanlıklar gereği rekabet ahlakı şeklindeki ifadeler de karşımıza çıkabiliyor).

Etik ve ahlakın tarihsel gelişimine baktığımızda farklı toplumların, bunların inançlarının, ortalama reflekslerinin, vazgeçilmezlerinin ve tahammül edemediklerinin pek çok ortak noktada buluştuklarını görmek mümkün.  Dinler, siyasetle uğraşanlar, kural koyucular ve ideolojilerin kendi yandaşları ve takipçileri için hep normlar geliştirmeye çalıştıklarını görüyoruz.  Mısır mitolojisine baktığımızda Ölüler Kitabı (Book of Dead) “fakirin hakkını yemedim; hırsızlık yapmadım; kadın veya erkekleri öldürmedim; aç insana ekmek, susamış insana su, çıplak insana giyecek verdim.” diyor.  Eski Mezopotamya’ya, örneğin Hammurabi ve kanunlarına göz attığımızda kimi zaman bize yabancı gelen kurallar (“Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa kendisi de aynı ateşe atılır.”), bazen de günümüze paralel uygulamalar görüyoruz (“Bir tüccar nakletmesi için simsara mısır, yün, yağ veya başka bir mal verirse, aracı, aldığı miktarı belirten bir makbuzu tüccara vermelidir.  Bundan sonra tüccara verdiği para için de ondan bir makbuz alır.”)  Antik Yunan’a gittiğimizde akla hemen Sokrates ve son savunması geliyor.  Bazı Atinalılar tarafından şehrin tanrılarına inanmaması ve gençlerin ahlakını bozması gerekçesiyle suçlanan Sokrates “Soluk aldığım ve aklım başımda olduğu sürece felsefeyle uğraşmaktan, size öğütler vermekten ve tanıdığım herkese doğruyu anlatmaktan asla vazgeçmeyeceğim.  Evet baylar; beni beraat ettirmeseniz de, yüz kere ölmem gerekse bile bilin ki davranışlarımı değiştirmeyeceğim.” diyor.  Sokrates ölümle karşı karşıya geldiğinde kendi standardını şöyle belirliyor: “Güçlük, dostlarım, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıktan kaçınmaktır; çünkü o ölümden daha hızlı koşar.  Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa kendim gibi konuşup ölmeyi yeğlerim.”

Eski Çin’i incelediğimizde öğretisi yaklaşık 2.500 yıl sonra bugün de geçerli olan Konfüçyüs’ün ağırlığını görüyoruz.  Chi K’ang, Konfüçyüs’e hükümeti sorar; Konfüçyüs cevaplar:  “Ülkeyi yönetmek demek, halkı doğru yola götürmek demektir.  Halkı doğrulukla yönetirsen, doğru davranmamayı kim göze alabilir?”  Chi K’ang yine hükümeti sorar ve der ki: “İyi ilkeler için, ilkelere bağlı olmayanları öldürme konusunda ne dersiniz?”  Konfüçyüs yanıt verir: “Hükümeti yönetirken neden öldürmekten söz ediyorsunuz? İyi olan şeyler için isteklerde bulunursanız halk da iyi olur. Büyüklerle küçükler arasındaki ilişki, yelle otlar arasındaki ilişkiye benzer.  Yel esince otlar eğilir.”

Eski Roma ve Stoacılık denilince akla gelenlerden birisi de Epictetus.  Ahlak konusu üzerinde duran ve Sokrates'ten etkilenen Epictetus, “İradenin dışında, iyi ya da kötü olan hiçbir şey bulunmadığını kabul etmemiz gerekir.  İnsan kendisine ne verilmişse onunla yetinmeli; erişemeyeceği, sahip olamayacağı şeyler için açlık ve kıskançlık duymamalıdır.  Bütün bu duygular onu mutsuz kılar.  O halde yapılması gereken şey, akla uygun olmayan duygular ve tutkular karşısında kişinin güçlü olması, bağımsızlığını kazanmasıdır.” sözleriyle amacın, insanların kendi hayatlarının efendisi olmak olduğunu öne sürer.

Batılı düşüncenin ve Rönesans’ın en çok etkilendiği isimlerden biri olan Niccolò Machiavelli en ünlü eseri Prens’te “adalet güçlüden yanadır” derken bugün bile tartışılan “gücün/güçlünün hukuku mu, hukukun gücü mü” tartışmasına dâhil oluyor.  İnanca ait, dinsel veya ahlaki her türlü yaklaşıma kayıtsız kalarak politik tarihe yeni yaklaşımlar getiren Machiavelli, “Genel olarak insanlar vefasız, güvenilmez, hatalı, korkak ve açgözlüdürler.  Size her şeyi yapma sözü verirler; işler kötü gittiğinde size sırtlarını dönerler.  Size en yakın olan kişinin daha güvenilir olduğunu düşünmeyin.  Arkadaşlık, zorunluluklar/görevler üzerine kuruludur ve insanlar bu vazifeleri kolaylıkla ihlal ederler.” ifadeleriyle kendisinden etkilenen Avrupalı düşünce akımlarına o günün -ve hâlâ geçerli olan bugünün- perspektifini dayatıyor.  Herhangi bir ahlaki ideal veya kaygı olmaksızın yazan Machiavelli, kişinin nasıl yaşadığı ile nasıl yaşaması gerektiği arasındaki uçuruma dikkat çeker.  Bu öylesine büyük ve tehlikelidir ki, yapılması gereken uğruna yapılanı terk eden kişi çok geçmeden korunmasını değil yıkımını öğrenmiş olur; çünkü her zaman iyi bir insan olmak isteyen kişi, iyi olmayan onca insan arasında kesinlikle yıkıma uğrayacaktır.

Museviliğin On Emir Kitaplarında (Deuteronomy) “anne ve babanı şereflendir; öldürme; çalma; komşuna yalan söyleme; aranızda fakir biri olduğunda kalbinizi katılaştırmayın veya fakir kardeşinizden uzaklaşmayın.  Ona karşı cömert olun ve ihtiyacı kadar ödünç verin.” ifadeleri karşımıza çıkıyor.  Süleyman’ın Özdeyişleri “Doğrular haksızlardan iğrenir, kötüler de dürüst yaşayanlardan.” ve “Dürüstlerin tuttuğu yol kötülükten uzaklaştırır, yoluna dikkat eden canını korur.” derken hıristiyanlıkta Matta İncili “Komşunu seveceksin, düşmanlarından nefret edeceksin dendiğini duydunuz.  Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin.”, Luka İncili ise “Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin.  Alacağınız ödül büyük olacak.” çağrısında bulunuyor.  İslamda Bakara suresinin 112. ayeti “Kim güzel davranış ve iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır.  Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”, Şura suresinin 37. ayeti “Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da onlar affederler.”, Araf suresinin 28. ayeti ise “Çirkin bir iş işledikleri vakit, ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?’” hatırlatmasında bulunuyor.

Bu noktada bir parantez açmakta yarar görüyoruz.  Özellikle teknolojiye ait gelişmelerin etkisi ve donanım odaklı birey yetiştirme ihtiyacının artmasıyla etik ve moral değerlerin günümüzün eğitim programlarında ikinci plana atıldığına ilişkin görüşler zaman zaman gündeme getirilmektedir.  Buna, kendi içinde tutarlılığı olmakla birlikte “bilgi yoğunluklu” düşünen yapılandırmacı yaklaşımın ortaya koyduğu kuramsal yaklaşımı eklemek de mümkündür.  Her ilave bilgiyi sahip olunanlarla bütünleştirme süreci olarak gören bu yaklaşıma göre yeni bilgiler önceden yapılanmış bilgilerin üzerine inşa edilmektedir.  Jean Piaget ve Levy Vygotsky’in dile getirdikleri teorilerden etkilenerek ortaya çıkan bir bilgi ve öğrenme yaklaşımı olarak düşünülebilecek yapılandırmacı yaklaşım, eski ile yeni bilgi arasında ilişki kurmayı hedefleyen, bilginin çevreden edilgen bir şekilde alınmayan, bilakis bireyin kendi başına ve etkin olarak yapılandırdığı bir süreç olduğunu ifade etmektedir.

Yapılandırmacılık ile bireye bir şeyi “öğreten”, “öğretme”nin merkezde olduğu, öğretme bazlı klasik yaklaşımların yerine bireyin nasıl öğreneceğini ele alan, “öğretmen”in öğrenme sürecine rehberlik eden konuma geçmesini öneren bir eğitim kuramından söz edildiğini söyleyebiliriz.  Öğrenmenin bireyler tarafından yapılandırıldığını, öğrenenlerin öğrenmeye aktif olarak katıldığını, öğrencilerin araştırarak ve birbirleriyle işbirliği içinde öğrendiklerini modelleyen bu yaklaşım uygulamacılarda zaman zaman kafa karışıklığı oluşmasına sebep olmuştur. Geleneksel yöntemlere ve bilginin nesnelliğine dayalı olan modellere alternatif olarak sunulan yapılandırmacı yaklaşımın, sosyal bilimlerin pek çok alanında olduğu gibi yabancı akademisyenlerin araştırmalarından çevirilerle sistemimize dâhil olması bu muğlak görünümün önemli sebeplerinden biridir.  Özellikle eğitim fakülteleri bünyesindeki bir grup akademisyen arasında, yeni kuşak öğretmenlerde ve millî eğitim bürokrasisinde her derde deva bir ilaç hâline dönüşen yapılandırmacılığa -altına imza atacağımız tespitleri olmakla birlikte- temkinli yaklaşılmasında yarar görüyoruz.  Nitekim Ankara Üniversitesinden Nurettin Şimşek’in de dile getirdiği üzere yapılandırmacı öğrenmenin uluslararası taraftarları kadar eleştirenleri de bulunmakta, önemsendiği kadar hafife de alınmaktadır.

Yapılandırmacı yaklaşıma ilişkin literatüre göz attığımızda öğrencilerin ezberden uzak düşünme ve problem çözme yeterliliklerini artırmayı, gerçek yaşama dönüştürülebilen bilgiyi öğrenmelerini hedeflediğini, sosyal ve iletişim becerilerinin geliştirilmesinin amaçlandığını görmek mümkündür.  Merak uyandırma, araştırma ve keşfetme, analiz etme, yaşama uyarlama/uygulama şeklinde ortaya çıkan bu teori -karamsar görünmek istemiyoruz ama- bilgi, materyal ve beceri odaklı görüntüsü nedeniyle bireyin gelişiminde ihtiyaç duyulan diğer gereklilikleri -davranış kodları, ahlaki gelişim, etik değerler- pasifize etmektedir.  Bu gereklilikler genel olarak bireye, ailelere ve sosyal ilişkilerle örülen çevreye bırakılmaktadır.  Öğrencilerin yetiştirilmesindeki yaklaşımların değişmesi ve uygulayıcıların bunları içselleştirmesi sürelerinin uzunluğu nedeniyle zorlanan okulların öğrencide moral değer ve karakter inşasına yönelik görevi pek çok yerde ikinci plana atılmakta ve okullar beşeri gelişim konusunda giderek yetersiz kalmaktadır.  İhtimal ki bu nedenle son dönemlerde etik ve moral değerlerden daha fazla söz edildiğini görüyoruz (üst düzeydeki millî eğitim görevlilerinden gelen çıkışları ve demeçleri örneklemek mümkündür).  Nitekim mütevazı gözlemlerimizin izin verdiği kadarıyla öğretmen yetiştirme eğitimlerinde ve eğitimle ilgili konferanslarda özellikle genç eğitimcilerin soruları teorik değil pratik boyutta gelmekte, bilgi değil davranış kazandırmaya yönelik sorunlar göze çarpmaktadır.  Öğrencilerin nasıl matematik veya fen öğreneceklerinden ziyade toplu bulunulan yerlerdeki davranış kültürü, kendisinden talep edilenleri yerine getirme, kurallara uyma, kişisel disiplin, dakiklik, sorumluluk gibi sorunlarda yığılma görüyoruz.  Benzer şekilde Türkçe veya yabancı dil yeterliliğinin nasıl kazandırılacağından daha çok üçüncü şahısların haklarının farkında olma, demokratik kültür, temizlik, çalışkanlık, adalet, dürüstlük, iradeli olma ve tasarruf yapma gibi alışkanlık veya davranış biçimlerinde sıkıntılar yaşandığını tespit ediyoruz.  Bu aşamada moral değerler inşası ile -başlıcası okul olan- formel öğrenme ortamlarında yaşanan sorunlar arasındaki ilişkiye dikkat çekmekle yetinelim.  Konuya ekonomi ve kamusal etikle devam edip sonra tekrar eğitime dönüş yapacağız.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

> Ahlak ve etiğin günümüze etkileri hakkında görüşler

Pazar araştırmaları konusunda faaliyet gösteren bir kuruluş olan GfK ile Wall Street Journal Avrupa’nın birlikte yaptıkları ve sonuçları Haziran 2008’de açıklanan bir araştırmaya göre Türkler’in %93’ü vergi hilesinin, %86’sı sporda şikenin, %92’si ise iş ilişkisinde hilenin ciddi bir sorun olduğuna inandığını söylüyor.  Avrupa ülkeleri arasında hilenin en yüksek olduğu ülke olarak önce kendi ülkelerini, ardından İtalya’yı gördüğünü ifade eden insanlarımızın %72’si hile ve aldatmanın on yıl öncesine göre daha yaygın olduğuna inanıyor.  Genel bir yaklaşımla batının değerler sistemi ve yaşam tarzıyla yıllardır süren yakın ilişkinin sonucu olarak ülkemizde çeşitli biçim ve şartlarda batılılığa vurgu yapılıyor olsa da davranış kalıpları, refleksler, tercihler ve geleneksel normlarla doğulu bir toplum olarak görüldüğümüzü söyleyebiliriz.  Doğulu toplumlarda ahlak, değerler ve geleneğin günlük yaşamı yoğun olarak etkilediğine yönelik genel iddia ile bu sonuçlar tezat teşkil etmiyor mu?

Öncelikle modern çağın pek çok sorunundan bir kesit sunalım.  Kurumsallaşan ahlaksızlık, iş yaşamının zaman zaman muazzam tahriplere yol açan dinamikleri, maddi edinimler uğruna katlanılan söz, hâl ve davranış cambazlıkları, marka tutkunluğunun yol açtığı kişiliksizleşme, ürün isimlerinin kişi adlarının ve insanın biricik kişiliğinin önüne geçmesi, aşırı maddecilik, şöhret veya makam tutkusu artık birer çağdaş sorun / hastalık olarak görülmeli.  Bu modern dönem arızalarına, insanların hayata bakışlarındaki farklılıkları giderek daha az tolere etmeye başlaması nedeniyle farklı olanı kendilerine benzetmek için büyük çaba sarf etmelerini ve farklılıkları tehdit olarak algılamalarını eklemek mümkün.  Ekonomik rasyoneller nedeniyle doğal süreçler olduğuna inanmamız istenen bu yeni paradigmaların yer yer toplumsal barışı sarstığını söylemek fazla iddialı olmasa gerek.  Tüm bunları tedavi eden kür, ilaç veya sağlık kuruluşları olmadığı için bu sarmal büyüyor.  Büyüdükçe yakıyor, yok ediyor ve çoğu zaman bizlere ait olmadığını düşündüğümüz yeni kimlik ve gelenekler inşa ediyor.  En kötüsü bu ekonomik ve sosyal atakların bir karşı cephesi yok.  Bu nedenle ekonomik gelişmeler tahmin edilse de insanda oluşturduğu değişiklikler kolay kolay öngörülemediği için tedbir alabilecek fırsat bırakmıyor.  Pek çoğumuz ancak gelişmeleri görüp tanıklık ettikten sonra tariflere kalkışıyor ve anlamlandırma yapmaya çalışıyoruz.  Nihayet olgusal verilerin pek çok durumdaki yokluğu, dikkatleri aslında pek konuşulmayan ve ucu açık taraflara çekiyor:  Etik, ahlak ve asgari normlarımızın ne olması gerektiği gibi.

Bir noktada ayrım yaparak söze başlamak gerek.  Etik ve ahlak, aralarında anlam alışverişi olan ancak eş anlamlı olmayan kavramlar.  Etik deyince, ahlakın özünü ve ahlaki olanı araştıran bir felsefe etkinliğini anlamak gerekiyor.  Yunanca’da töre, usul, âdet, gelenek gibi anlamlara gelen ethos kelimesinden türeyen etik, toplumda gördüğümüz çeşitli norm ve kuralları ahlaki açıdan araştıran bir disiplin olarak öne çıkıyor.  İyi, kötü, doğru ve yanlışı arayan etik evrensel çapıyla dikkat çekerken ahlak daha yerel, yöresel kimliğiyle ayrışıyor.  Yüzyıllar boyunca toplumun kendi dinamikleriyle oluşan ahlak ve ahlaki uygulamalar yazılı olmayan kimliğiyle ortaya çıkarken etik daha kurumsal ve kuramsal boyutuyla kendini belli ediyor.  Sokaktaki insan için toplumun ortalama normlarına aykırı olan söz, davranış ve kararlar gayriahlaki olarak değerlendirilirken kurumsal ve profesyonel ortamlarda bu söylem şekil değiştirerek gayrietik oluyor.  Nitekim tıp etiği, eğitim etiği, rekabet etiği kavramları son yıllarda sık sık gündeme geliyor (sözcük kullanımlarındaki alışkanlıklar gereği rekabet ahlakı şeklindeki ifadeler de karşımıza çıkabiliyor).

Etik ve ahlakın tarihsel gelişimine baktığımızda farklı toplumların, bunların inançlarının, ortalama reflekslerinin, vazgeçilmezlerinin ve tahammül edemediklerinin pek çok ortak noktada buluştuklarını görmek mümkün.  Dinler, siyasetle uğraşanlar, kural koyucular ve ideolojilerin kendi yandaşları ve takipçileri için hep normlar geliştirmeye çalıştıklarını görüyoruz.  Mısır mitolojisine baktığımızda Ölüler Kitabı (Book of Dead) “fakirin hakkını yemedim; hırsızlık yapmadım; kadın veya erkekleri öldürmedim; aç insana ekmek, susamış insana su, çıplak insana giyecek verdim.” diyor.  Eski Mezopotamya’ya, örneğin Hammurabi ve kanunlarına göz attığımızda kimi zaman bize yabancı gelen kurallar (“Bir evde yangın çıkar ve oraya yangını söndürmeye gelen bir kimse evin sahibinin malında göz gezdirip evin sahibinin malını alırsa kendisi de aynı ateşe atılır.”), bazen de günümüze paralel uygulamalar görüyoruz (“Bir tüccar nakletmesi için simsara mısır, yün, yağ veya başka bir mal verirse, aracı, aldığı miktarı belirten bir makbuzu tüccara vermelidir.  Bundan sonra tüccara verdiği para için de ondan bir makbuz alır.”)  Antik Yunan’a gittiğimizde akla hemen Sokrates ve son savunması geliyor.  Bazı Atinalılar tarafından şehrin tanrılarına inanmaması ve gençlerin ahlakını bozması gerekçesiyle suçlanan Sokrates “Soluk aldığım ve aklım başımda olduğu sürece felsefeyle uğraşmaktan, size öğütler vermekten ve tanıdığım herkese doğruyu anlatmaktan asla vazgeçmeyeceğim.  Evet baylar; beni beraat ettirmeseniz de, yüz kere ölmem gerekse bile bilin ki davranışlarımı değiştirmeyeceğim.” diyor.  Sokrates ölümle karşı karşıya geldiğinde kendi standardını şöyle belirliyor: “Güçlük, dostlarım, ölümden kaçınmak değil, ama haksızlıktan kaçınmaktır; çünkü o ölümden daha hızlı koşar.  Sizin istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa kendim gibi konuşup ölmeyi yeğlerim.”

Eski Çin’i incelediğimizde öğretisi yaklaşık 2.500 yıl sonra bugün de geçerli olan Konfüçyüs’ün ağırlığını görüyoruz.  Chi K’ang, Konfüçyüs’e hükümeti sorar; Konfüçyüs cevaplar:  “Ülkeyi yönetmek demek, halkı doğru yola götürmek demektir.  Halkı doğrulukla yönetirsen, doğru davranmamayı kim göze alabilir?”  Chi K’ang yine hükümeti sorar ve der ki: “İyi ilkeler için, ilkelere bağlı olmayanları öldürme konusunda ne dersiniz?”  Konfüçyüs yanıt verir: “Hükümeti yönetirken neden öldürmekten söz ediyorsunuz? İyi olan şeyler için isteklerde bulunursanız halk da iyi olur. Büyüklerle küçükler arasındaki ilişki, yelle otlar arasındaki ilişkiye benzer.  Yel esince otlar eğilir.”

Eski Roma ve Stoacılık denilince akla gelenlerden birisi de Epictetus.  Ahlak konusu üzerinde duran ve Sokrates'ten etkilenen Epictetus, “İradenin dışında, iyi ya da kötü olan hiçbir şey bulunmadığını kabul etmemiz gerekir.  İnsan kendisine ne verilmişse onunla yetinmeli; erişemeyeceği, sahip olamayacağı şeyler için açlık ve kıskançlık duymamalıdır.  Bütün bu duygular onu mutsuz kılar.  O halde yapılması gereken şey, akla uygun olmayan duygular ve tutkular karşısında kişinin güçlü olması, bağımsızlığını kazanmasıdır.” sözleriyle amacın, insanların kendi hayatlarının efendisi olmak olduğunu öne sürer.

Batılı düşüncenin ve Rönesans’ın en çok etkilendiği isimlerden biri olan Niccolò Machiavelli en ünlü eseri Prens’te “adalet güçlüden yanadır” derken bugün bile tartışılan “gücün/güçlünün hukuku mu, hukukun gücü mü” tartışmasına dâhil oluyor.  İnanca ait, dinsel veya ahlaki her türlü yaklaşıma kayıtsız kalarak politik tarihe yeni yaklaşımlar getiren Machiavelli, “Genel olarak insanlar vefasız, güvenilmez, hatalı, korkak ve açgözlüdürler.  Size her şeyi yapma sözü verirler; işler kötü gittiğinde size sırtlarını dönerler.  Size en yakın olan kişinin daha güvenilir olduğunu düşünmeyin.  Arkadaşlık, zorunluluklar/görevler üzerine kuruludur ve insanlar bu vazifeleri kolaylıkla ihlal ederler.” ifadeleriyle kendisinden etkilenen Avrupalı düşünce akımlarına o günün -ve hâlâ geçerli olan bugünün- perspektifini dayatıyor.  Herhangi bir ahlaki ideal veya kaygı olmaksızın yazan Machiavelli, kişinin nasıl yaşadığı ile nasıl yaşaması gerektiği arasındaki uçuruma dikkat çeker.  Bu öylesine büyük ve tehlikelidir ki, yapılması gereken uğruna yapılanı terk eden kişi çok geçmeden korunmasını değil yıkımını öğrenmiş olur; çünkü her zaman iyi bir insan olmak isteyen kişi, iyi olmayan onca insan arasında kesinlikle yıkıma uğrayacaktır.

Museviliğin On Emir Kitaplarında (Deuteronomy) “anne ve babanı şereflendir; öldürme; çalma; komşuna yalan söyleme; aranızda fakir biri olduğunda kalbinizi katılaştırmayın veya fakir kardeşinizden uzaklaşmayın.  Ona karşı cömert olun ve ihtiyacı kadar ödünç verin.” ifadeleri karşımıza çıkıyor.  Süleyman’ın Özdeyişleri “Doğrular haksızlardan iğrenir, kötüler de dürüst yaşayanlardan.” ve “Dürüstlerin tuttuğu yol kötülükten uzaklaştırır, yoluna dikkat eden canını korur.” derken hıristiyanlıkta Matta İncili “Komşunu seveceksin, düşmanlarından nefret edeceksin dendiğini duydunuz.  Ama ben size diyorum ki, düşmanlarınızı sevin, size zulmedenler için dua edin.”, Luka İncili ise “Ama siz düşmanlarınızı sevin, iyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin.  Alacağınız ödül büyük olacak.” çağrısında bulunuyor.  İslamda Bakara suresinin 112. ayeti “Kim güzel davranış ve iyilikte bulunarak kendisini Allah’a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır.  Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”, Şura suresinin 37. ayeti “Onlar büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınırlar; kızdıkları zaman da onlar affederler.”, Araf suresinin 28. ayeti ise “Çirkin bir iş işledikleri vakit, ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk, Allah da bize bunu emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz, Allah çirkin işleri emretmez. Siz bilmediğiniz şeyleri Allah’ın üzerine mi atıyorsunuz?’” hatırlatmasında bulunuyor.

Bu noktada bir parantez açmakta yarar görüyoruz.  Özellikle teknolojiye ait gelişmelerin etkisi ve donanım odaklı birey yetiştirme ihtiyacının artmasıyla etik ve moral değerlerin günümüzün eğitim programlarında ikinci plana atıldığına ilişkin görüşler zaman zaman gündeme getirilmektedir.  Buna, kendi içinde tutarlılığı olmakla birlikte “bilgi yoğunluklu” düşünen yapılandırmacı yaklaşımın ortaya koyduğu kuramsal yaklaşımı eklemek de mümkündür.  Her ilave bilgiyi sahip olunanlarla bütünleştirme süreci olarak gören bu yaklaşıma göre yeni bilgiler önceden yapılanmış bilgilerin üzerine inşa edilmektedir.  Jean Piaget ve Levy Vygotsky’in dile getirdikleri teorilerden etkilenerek ortaya çıkan bir bilgi ve öğrenme yaklaşımı olarak düşünülebilecek yapılandırmacı yaklaşım, eski ile yeni bilgi arasında ilişki kurmayı hedefleyen, bilginin çevreden edilgen bir şekilde alınmayan, bilakis bireyin kendi başına ve etkin olarak yapılandırdığı bir süreç olduğunu ifade etmektedir.

Yapılandırmacılık ile bireye bir şeyi “öğreten”, “öğretme”nin merkezde olduğu, öğretme bazlı klasik yaklaşımların yerine bireyin nasıl öğreneceğini ele alan, “öğretmen”in öğrenme sürecine rehberlik eden konuma geçmesini öneren bir eğitim kuramından söz edildiğini söyleyebiliriz.  Öğrenmenin bireyler tarafından yapılandırıldığını, öğrenenlerin öğrenmeye aktif olarak katıldığını, öğrencilerin araştırarak ve birbirleriyle işbirliği içinde öğrendiklerini modelleyen bu yaklaşım uygulamacılarda zaman zaman kafa karışıklığı oluşmasına sebep olmuştur. Geleneksel yöntemlere ve bilginin nesnelliğine dayalı olan modellere alternatif olarak sunulan yapılandırmacı yaklaşımın, sosyal bilimlerin pek çok alanında olduğu gibi yabancı akademisyenlerin araştırmalarından çevirilerle sistemimize dâhil olması bu muğlak görünümün önemli sebeplerinden biridir.  Özellikle eğitim fakülteleri bünyesindeki bir grup akademisyen arasında, yeni kuşak öğretmenlerde ve millî eğitim bürokrasisinde her derde deva bir ilaç hâline dönüşen yapılandırmacılığa -altına imza atacağımız tespitleri olmakla birlikte- temkinli yaklaşılmasında yarar görüyoruz.  Nitekim Ankara Üniversitesinden Nurettin Şimşek’in de dile getirdiği üzere yapılandırmacı öğrenmenin uluslararası taraftarları kadar eleştirenleri de bulunmakta, önemsendiği kadar hafife de alınmaktadır.

Yapılandırmacı yaklaşıma ilişkin literatüre göz attığımızda öğrencilerin ezberden uzak düşünme ve problem çözme yeterliliklerini artırmayı, gerçek yaşama dönüştürülebilen bilgiyi öğrenmelerini hedeflediğini, sosyal ve iletişim becerilerinin geliştirilmesinin amaçlandığını görmek mümkündür.  Merak uyandırma, araştırma ve keşfetme, analiz etme, yaşama uyarlama/uygulama şeklinde ortaya çıkan bu teori -karamsar görünmek istemiyoruz ama- bilgi, materyal ve beceri odaklı görüntüsü nedeniyle bireyin gelişiminde ihtiyaç duyulan diğer gereklilikleri -davranış kodları, ahlaki gelişim, etik değerler- pasifize etmektedir.  Bu gereklilikler genel olarak bireye, ailelere ve sosyal ilişkilerle örülen çevreye bırakılmaktadır.  Öğrencilerin yetiştirilmesindeki yaklaşımların değişmesi ve uygulayıcıların bunları içselleştirmesi sürelerinin uzunluğu nedeniyle zorlanan okulların öğrencide moral değer ve karakter inşasına yönelik görevi pek çok yerde ikinci plana atılmakta ve okullar beşeri gelişim konusunda giderek yetersiz kalmaktadır.  İhtimal ki bu nedenle son dönemlerde etik ve moral değerlerden daha fazla söz edildiğini görüyoruz (üst düzeydeki millî eğitim görevlilerinden gelen çıkışları ve demeçleri örneklemek mümkündür).  Nitekim mütevazı gözlemlerimizin izin verdiği kadarıyla öğretmen yetiştirme eğitimlerinde ve eğitimle ilgili konferanslarda özellikle genç eğitimcilerin soruları teorik değil pratik boyutta gelmekte, bilgi değil davranış kazandırmaya yönelik sorunlar göze çarpmaktadır.  Öğrencilerin nasıl matematik veya fen öğreneceklerinden ziyade toplu bulunulan yerlerdeki davranış kültürü, kendisinden talep edilenleri yerine getirme, kurallara uyma, kişisel disiplin, dakiklik, sorumluluk gibi sorunlarda yığılma görüyoruz.  Benzer şekilde Türkçe veya yabancı dil yeterliliğinin nasıl kazandırılacağından daha çok üçüncü şahısların haklarının farkında olma, demokratik kültür, temizlik, çalışkanlık, adalet, dürüstlük, iradeli olma ve tasarruf yapma gibi alışkanlık veya davranış biçimlerinde sıkıntılar yaşandığını tespit ediyoruz.  Bu aşamada moral değerler inşası ile -başlıcası okul olan- formel öğrenme ortamlarında yaşanan sorunlar arasındaki ilişkiye dikkat çekmekle yetinelim.  Konuya ekonomi ve kamusal etikle devam edip sonra tekrar eğitime dönüş yapacağız.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

Son Güncelleme: Pazartesi, 02 Haziran 2014 10:08

Gösterim: 2179

Hürriyet Gazetesi Yazarı Özgür Bolat’ın bugünkü yazısı; Çocuklar neden teknolojiye bağımlıdır?

Özgür Bolat’ın Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinden; Çocuklar neden teknolojiye bağımlıdır?

Çocuklar neden teknolojiye bağımlıdır?

Çocukların çoğu teknolojiye bağımlı.

En çok nasıl kullanıyorlar diye bakıyoruz.

İlk üç sırada oyun, sosyal medya, müzik/film var.

Ama aynı zamanı ve enerjiyi okula vermiyorlar?

Evdeki teknolojiye bağımlı olan çocuk, neden okula ya da okuldaki teknolojiyebağımlı olmuyor?

Yazının devamını okumak için Tıklayın

> Çocuklar neden teknolojiye bağımlıdır?

Hürriyet Gazetesi Yazarı Özgür Bolat’ın bugünkü yazısı; Çocuklar neden teknolojiye bağımlıdır?

Özgür Bolat’ın Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinden; Çocuklar neden teknolojiye bağımlıdır?

Çocuklar neden teknolojiye bağımlıdır?

Çocukların çoğu teknolojiye bağımlı.

En çok nasıl kullanıyorlar diye bakıyoruz.

İlk üç sırada oyun, sosyal medya, müzik/film var.

Ama aynı zamanı ve enerjiyi okula vermiyorlar?

Evdeki teknolojiye bağımlı olan çocuk, neden okula ya da okuldaki teknolojiyebağımlı olmuyor?

Yazının devamını okumak için Tıklayın

Son Güncelleme: Cuma, 09 May 2014 10:36

Gösterim: 3151

0-6 yaşlar arası gelişim ve öğrenmenin en hızlı olduğu ve hayata ilişkin temellerin atılmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde kazanılan beceri ve alışkanlıklar ile edinilen bilgiler yaşam boyu unutulmamakta ve bir anlamda bireyin kişiliğini ve yaşamını şekillendirmektedir. Bu dönem ilköğretimden önce olan dönem olması nedeniyle de “okul öncesi dönem” olarak adlandırılmakta ve bu dönemdeki eğitime de “okul öncesi eğitim” denmektedir.

Peki, okul öncesi dönem neden önemlidir? Yapılan araştırmalar göstermektedir ki insan zihni, karakteri ve istekleri, büyümeyi şekillendiren okul öncesi yıllardaki kadar hızla bir daha asla gelişememektedir. Bloom’un (1964) yaptığı çalışmaya göre, on yedi yaşında ölçülen zekâ düzeyinin %50’si hamilelikle dört yaşına kadarki süre arasında, %30’u ise dört-sekiz yaş arasında meydana gelmekte olup sekiz-on yedi yaş arasında sadece %20’lik kısmı gelişmektedir. Bu durum da bize erken dönemden itibaren beyin gelişiminin desteklenmesinin önemini göstermektedir. Beyin gelişimi ile ilgili yapılan araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar; yaşamın okul öncesi dönem olarak adlandırılan ilk yılları beyindeki, bağlantıların güçlü biçimde oluşması için son derece önemli olduğunu göstermektedir. Bebeklikten itibaren beyindeki sinir yapılanması incelendiğinde, bebeklerin düşünme, görme, duygu gibi beyin fonksiyonlarından sorumlu yaklaşık 100 milyar sinir hücresi ile doğdukları ve hayatın ilerleyen dönemlerinde ise bu doğuştan gelen 100 milyar sinir hücresinin üzerine yenilerinin üretilmediği görülmüştür.

Sinir hücrelerinin sinaps adı verilen küçücük boşluklarla birbirlerine bağlanarak beynin çeşitli fonksiyonlarını yerine getiren kümeler oluşturması doğumdan sonraki ilk sekiz ay boyunca son derecede hızlıdır. Sekiz ayın sonunda beyinde oluşan bu bağlantılar, günlük yaşamdaki ihtiyaçlara ve uyaranlara göre korunmakta, uyaran almayan ve kullanılmayanlar ise zamanla kaybolmaktadırlar. Bu süreç ise yaklaşık olarak 10 yaşa kadar devam etmektedir (Porter, 1997). Bu durumda yaşamın ilk yıllarından itibaren çocuklara bol uyaran ile uygun eğitim verilmesi beyindeki sinir hücrelerinin güçlenmesini sağlar.

Okul öncesi yıllarda çocuklar, yakın çevrelerine karşı çok duyarlıdır ve hareketli, meraklı, araştırıcı kişilik özellikleri sergilerler. Hayalleri çok güçlüdür. Günlük yaşamda karşılaştıkları olayların nedenleri ve sonuçları arasında ilişki kurmaya çalışırlar ve sürekli soru sorarlar. Birey, yaşamı boyunca, hiçbir dönemde 3-6 yaşlarında olduğu kadar aktif değildir. Bu dönemde büyük bir enerjiye sahiptir. En önemli işi öğrenmektir. Çevresindeki tüm canlı ve cansız objelerin, algıladığı bütün olayların ne olduğunu sorgular ve büyük bir hızla kendisine mal eder. Çocuğun araştırma, problem çözme ve yeniliklere uyumu kuvvetli, güven duygusu gelişmiş ve kendini ifade edebilen, doğru kararlar alabilen girişimci bireyler olarak yetiştirilebilmeleri açısından okul öncesi eğitim çok önemlidir. Bu dönemde sağlanan eğitimle, çocuğun doğru alışkanlıklar kazanmasına, ihtiyacı olan davranışları edinmesine ve öğrendiklerini uygulamada özgürlük ve cesaret kazanmasına olanak sağlayacaktır (Poyraz ve Dere, 2003; Aral, Kandır ve Yaşar, 2001).

Çocuğun okul öncesi dönemdeki çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek, bugünkü bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sağladığı imkânlarla artık yalnız başına ailenin başarabileceği bir konu olmaktan çıkmış durumdadır. Evde ailenin çocuğa sağlayamadığı eğitim imkânlarını vermek ve düzenli bir öğretim programına başarı ile katılmaya hazırlamak da özellikle eğitimciler ve okul öncesi eğitim kurumlarının işidir. Okul öncesi eğitim kurumları, ailelere gerekli eğitim desteğini sağlayan, yol gösteren, çocukları en doğru yöntemlerle ve oyunu temel alarak eğiten temel kuruluşlar olarak çok önemli bir işlevi yerine getirmektedirler.

Okul öncesi eğitim kurumlarında uygulanan programlar ve çocuğa sunulan ortam planlı, sistemli, çocukların yaş ve gelişim özelliklerini destekleyici nitelikte olduğundan kurumlarda verilen okul öncesi eğitim önem taşımaktadır. Okul öncesi eğitim; küçük yaştaki bireylerin gelişim düzeylerine ve bireysel özelliklerine uygun olmalıdır. Zengin uyarıcı ortamlar sağlaması ve onların bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal yönden gelişimlerini destekleyerek kendilerini toplumun içerisinde birer birey olarak ifade etmelerine fırsat vermesi ve ilkokula hazırlaması açısından, onların bu gelişim süreçlerinin en önemli parçası olarak büyük önem kazanmaktadır. Okul öncesi eğitim dönemini kapsayan 3-6 yaş arasındaki öğrencilerin yetenek ve becerileri, sistemli bir okul öncesi eğitimi ile hızlı ve etkili bir biçimde gerçekleştirilebilir. Yaşamın ilk yılları çocuğun gelişimi ve eğitimi açısından çok önemlidir. Temel bilgi, beceri ve alışkanlıkların kazanıldığı bu kritik yıllarda, eğitim tesadüflere bırakılmamalıdır. Bu nedenle okul öncesi dönemindeki eğitim bilimsel ve sistematik bir şekilde yürütülmelidir (Oktay, 2000).

Diğer yandan okul öncesi eğitim aracılığıyla; çalışan annelere destek vermek, her çocuğun bireysel farklılıklarını göz önüne alarak onların sosyal, zihinsel, duygusal, fiziksel, cinsel vb. gelişim alanlarında destek olmak, çocuğun çevresiyle iletişimi sağlayarak duyarlı davranışlarını geliştirmek ve doğal gelişimini temel alarak kendi vücudunu kontrol etme, kendi denetimini bağımsız olarak yapma, konuşma, öğrenme, dil vb. gibi becerilerin gelişimini sağlama da mümkün olmaktadır.

Nitelikli Bir Eğitim Neleri İçermelidir?

Erken yaşlardan itibaren kaliteli bir okul öncesi eğitim kurumunda çocukların bireysel özellikleri dikkate alınarak eğitim verildiği takdirde de çocuk kendisini daha güvende ve rahat hissedebilmekte, okul öncesi eğitim alan çocuğun gelişimi eğitim almayan yaşıtlarından daha ileri düzeyde gerçekleşebilmekte ve bu çocuklar ileriki yaşlarda hem akademik hem de sosyal yönden daha da başarılı olabilmektedir (Tietze, 1987).

Çocuklara yeni şeyler keşfetme heyecanını yaşatan, rutin alışkanlıkları kazandıran (tuvalet, uyku vb.) ve beş duyuyu uyarmaya yönelik materyaller sunan; tüm bu etkinlikleri esnek (çocuğun bireysel özelliğine uygun) bir çerçevede gerçekleştiren okul öncesi eğitim kurumları “kaliteli eğitim” veren kurumlar olarak nitelendirilebilir.

Okul öncesi eğitim kurumları denince akla;

• Çocukların gelişimine uygun,

• Bireysel özelliklerini ve özgüvenlerini destekleyen,

• Ezberci, didaktik ve zorlayıcı olmayan

• Eğlenceli bir ortamda eğitim sunan kurumlar gelmelidir (Curie, 2001). 

Genel olarak bu okullarda;

• Çocukların önceden kazandıkları becerileri yeni öğrenme ortamlarıyla birlikte destekleyerek çeşitli proje çalışmaları yoluyla karma yaşlarda ve farklı becerilere sahip çocukların bir araya gelerek ürün oluşturmalarını ve deneyim kazanmalarını sağlayan,

• Dil gelişimini destekleyen ve okuma alışkanlığı kazandırmayı hedefleyen,

• Okul-aile iş birliği içinde olan,

• Gerek büyük gerek küçük gruplar, gerekse bireysel olarak gerçekleştirilebilecek etkinlikleri dengeli bir biçimde sunan,

• Çocukların gelişimlerini belirli aralıklarla değerlendiren ve sistemli şekilde kaydeden,

• Çocukların sosyal gelişimlerini ve problem çözme becerilerini destekleyen çalışmalar yapılmalıdır.

Okul Öncesi Eğitimcisi Nasıl Olmalıdır?

Yukarıda sıralanan özellikleri yaşama geçirecek kilit noktada elbette eğitimciler bulunmaktadır. Her çağda büyük önem gören öğretmenlerin eğittikleri ve çevrelerinde bulundukları kişilerin yaşamına kattıkları beceriler ve sahip oldukları rolleri tartışılmaz. Ancak eğitim basamaklarında en küçük ve de en hızlı gelişim gösteren yaş grubuna eğitim veren öğretmenlerin, yani okul öncesi öğretmenlerinin, etki ve katkısı diğer yaş gruplarına eğitim verenlerden biraz daha fazladır. Bunun nedeni; yaşamın en değerli ve kritik önemdeki yıllarında eğitim veriyor olmalarıdır. Bu yaş grubuna eğirim veren öğretmenlerin üzerilerine aldıkları sorumluluk bilinciyle niteliklerinin çok yüksek olması gerekmektedir (Gürkan, 2007).

Okul öncesi öğretmenlerinin; yaratıcı, enerjik, neşeli, hoşgörülü, duyarlı, özgüvenli, tutarlı, iletişim becerileri yüksek ve diksiyonu düzgün, açık fikirli, yenilikleri takip eden, çocukların ve ailelerin bireysel özelliklerini de dikkate alan birçok özelliğe sahip olması ve küçük yaştaki çocuklarla çalışmaktan keyif alarak kendini her zaman geliştirecek bilince sahip olmalıdır.

Aileler İçin Son Söz

En değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemesi, kendilerine güven duyması ve yaşamlarının en değerli zamanlarının boşa geçirilmemesinde elbette ailelere büyük rol düşmektedir. Anne babaların çocuklarını bebekliklerinden itibaren evde desteklemeleri, ancak bu desteği sunmak için de okul öncesi eğitim veren profesyonellerden, yani okul öncesi eğitim kurumları ve okul öncesi öğretmenlerinden destek almaları önemlidir. Anne babaların çocuklarını iki-üç yaşlarından itibaren yarım gün ya da haftanın belirli günlerinde olabilecek biçimde okul öncesi eğitim kurumlarına göndermeleri onların tüm gelişim alanlarında gelişmelerini sağlayacak ve sağlıklı alışkanlıklar ve temel beceriler edinmelerine olanak tanıyacaktır.

Tüm bu yazılanlardan hareketle; erken dönemde çocuklara eğitim olanakları ve bol uyarıcılı, zengin bir çevre sunmak, onlarla olumlu etkileşim içine girmek geleceği şekillendirmede kritik bir önem taşımaktadır. Bu nedenle de okul öncesi eğitim en gerekli eğitim alanıdır. Sadece çocukların bireysel gelişim boyutunda değil, hem çocuklarımızın hem de ailelerimizin bilinçli olmasını sağlamada ve toplumsal olarak gelişmemizde de okul öncesi eğitimin önemsenmesi gerekmektedir.

Kısaca denilebilir ki; okul öncesi eğitim geleceğe yönelik en iyi ve en ucuz yatırımdır. Bu nedenle sadece gelişim boyutunda değil ekonomik boyutta da ülkemize katkılar sağlamakta ve geleceğin yetişkinlerinin sağlam temeller üzerinde yükselmesinde önem taşımaktadır. Ülkemizin daha gelişmiş bir ülke haline gelmesi, tüm alanlarda kalkınması için de geleceğin anahtarı okul öncesi eğitimde saklıdır.

Doç.Dr. Elif Çelebi Öncü

Kocaeli Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Kaynaklar

Aral, N.; Kandır, A.; Can Yaşar, M. (2001). Okul Öncesi Eğitim 1. İstanbul Ya- Pa yayınları. S.15.

Bloom, B. (1964). Stability and Change in Human Characteristics, Willey, New York.

Curie, J. (2001). Early Childhood Education Programs. Journal of Economic Perspectives. 2, 213-238.

Gürkan, T. (2007). Öğretmen Nitelikleri, Görev ve Sorumlulukları, Okul Öncesi Eğitimde Güncel Konular (A. Oktay ve Ö. Polat Edt.), Morpa.

Oktay, Ayla. (2000). Yaşamın Sihirli Yılları: Okul Öncesi Dönem. İstanbul: Epsilon Yayınları. S. 189-192.

Poyraz, H.; Dere H. (2003). Okul Öncesi Eğitiminin İlke ve Yöntemleri, Ankara: Anı Yayınları.

Tietze, W. (1987). A Structural model fort he Evaluation of Preschool Effects. Early Childhood Research and Practice, 2. 133-153.

> Geleceğin anahtarı okul öncesi eğitimde saklı

0-6 yaşlar arası gelişim ve öğrenmenin en hızlı olduğu ve hayata ilişkin temellerin atılmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde kazanılan beceri ve alışkanlıklar ile edinilen bilgiler yaşam boyu unutulmamakta ve bir anlamda bireyin kişiliğini ve yaşamını şekillendirmektedir. Bu dönem ilköğretimden önce olan dönem olması nedeniyle de “okul öncesi dönem” olarak adlandırılmakta ve bu dönemdeki eğitime de “okul öncesi eğitim” denmektedir.

Peki, okul öncesi dönem neden önemlidir? Yapılan araştırmalar göstermektedir ki insan zihni, karakteri ve istekleri, büyümeyi şekillendiren okul öncesi yıllardaki kadar hızla bir daha asla gelişememektedir. Bloom’un (1964) yaptığı çalışmaya göre, on yedi yaşında ölçülen zekâ düzeyinin %50’si hamilelikle dört yaşına kadarki süre arasında, %30’u ise dört-sekiz yaş arasında meydana gelmekte olup sekiz-on yedi yaş arasında sadece %20’lik kısmı gelişmektedir. Bu durum da bize erken dönemden itibaren beyin gelişiminin desteklenmesinin önemini göstermektedir. Beyin gelişimi ile ilgili yapılan araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlar; yaşamın okul öncesi dönem olarak adlandırılan ilk yılları beyindeki, bağlantıların güçlü biçimde oluşması için son derece önemli olduğunu göstermektedir. Bebeklikten itibaren beyindeki sinir yapılanması incelendiğinde, bebeklerin düşünme, görme, duygu gibi beyin fonksiyonlarından sorumlu yaklaşık 100 milyar sinir hücresi ile doğdukları ve hayatın ilerleyen dönemlerinde ise bu doğuştan gelen 100 milyar sinir hücresinin üzerine yenilerinin üretilmediği görülmüştür.

Sinir hücrelerinin sinaps adı verilen küçücük boşluklarla birbirlerine bağlanarak beynin çeşitli fonksiyonlarını yerine getiren kümeler oluşturması doğumdan sonraki ilk sekiz ay boyunca son derecede hızlıdır. Sekiz ayın sonunda beyinde oluşan bu bağlantılar, günlük yaşamdaki ihtiyaçlara ve uyaranlara göre korunmakta, uyaran almayan ve kullanılmayanlar ise zamanla kaybolmaktadırlar. Bu süreç ise yaklaşık olarak 10 yaşa kadar devam etmektedir (Porter, 1997). Bu durumda yaşamın ilk yıllarından itibaren çocuklara bol uyaran ile uygun eğitim verilmesi beyindeki sinir hücrelerinin güçlenmesini sağlar.

Okul öncesi yıllarda çocuklar, yakın çevrelerine karşı çok duyarlıdır ve hareketli, meraklı, araştırıcı kişilik özellikleri sergilerler. Hayalleri çok güçlüdür. Günlük yaşamda karşılaştıkları olayların nedenleri ve sonuçları arasında ilişki kurmaya çalışırlar ve sürekli soru sorarlar. Birey, yaşamı boyunca, hiçbir dönemde 3-6 yaşlarında olduğu kadar aktif değildir. Bu dönemde büyük bir enerjiye sahiptir. En önemli işi öğrenmektir. Çevresindeki tüm canlı ve cansız objelerin, algıladığı bütün olayların ne olduğunu sorgular ve büyük bir hızla kendisine mal eder. Çocuğun araştırma, problem çözme ve yeniliklere uyumu kuvvetli, güven duygusu gelişmiş ve kendini ifade edebilen, doğru kararlar alabilen girişimci bireyler olarak yetiştirilebilmeleri açısından okul öncesi eğitim çok önemlidir. Bu dönemde sağlanan eğitimle, çocuğun doğru alışkanlıklar kazanmasına, ihtiyacı olan davranışları edinmesine ve öğrendiklerini uygulamada özgürlük ve cesaret kazanmasına olanak sağlayacaktır (Poyraz ve Dere, 2003; Aral, Kandır ve Yaşar, 2001).

Çocuğun okul öncesi dönemdeki çeşitli ihtiyaçlarını karşılayabilmek, bugünkü bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sağladığı imkânlarla artık yalnız başına ailenin başarabileceği bir konu olmaktan çıkmış durumdadır. Evde ailenin çocuğa sağlayamadığı eğitim imkânlarını vermek ve düzenli bir öğretim programına başarı ile katılmaya hazırlamak da özellikle eğitimciler ve okul öncesi eğitim kurumlarının işidir. Okul öncesi eğitim kurumları, ailelere gerekli eğitim desteğini sağlayan, yol gösteren, çocukları en doğru yöntemlerle ve oyunu temel alarak eğiten temel kuruluşlar olarak çok önemli bir işlevi yerine getirmektedirler.

Okul öncesi eğitim kurumlarında uygulanan programlar ve çocuğa sunulan ortam planlı, sistemli, çocukların yaş ve gelişim özelliklerini destekleyici nitelikte olduğundan kurumlarda verilen okul öncesi eğitim önem taşımaktadır. Okul öncesi eğitim; küçük yaştaki bireylerin gelişim düzeylerine ve bireysel özelliklerine uygun olmalıdır. Zengin uyarıcı ortamlar sağlaması ve onların bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal yönden gelişimlerini destekleyerek kendilerini toplumun içerisinde birer birey olarak ifade etmelerine fırsat vermesi ve ilkokula hazırlaması açısından, onların bu gelişim süreçlerinin en önemli parçası olarak büyük önem kazanmaktadır. Okul öncesi eğitim dönemini kapsayan 3-6 yaş arasındaki öğrencilerin yetenek ve becerileri, sistemli bir okul öncesi eğitimi ile hızlı ve etkili bir biçimde gerçekleştirilebilir. Yaşamın ilk yılları çocuğun gelişimi ve eğitimi açısından çok önemlidir. Temel bilgi, beceri ve alışkanlıkların kazanıldığı bu kritik yıllarda, eğitim tesadüflere bırakılmamalıdır. Bu nedenle okul öncesi dönemindeki eğitim bilimsel ve sistematik bir şekilde yürütülmelidir (Oktay, 2000).

Diğer yandan okul öncesi eğitim aracılığıyla; çalışan annelere destek vermek, her çocuğun bireysel farklılıklarını göz önüne alarak onların sosyal, zihinsel, duygusal, fiziksel, cinsel vb. gelişim alanlarında destek olmak, çocuğun çevresiyle iletişimi sağlayarak duyarlı davranışlarını geliştirmek ve doğal gelişimini temel alarak kendi vücudunu kontrol etme, kendi denetimini bağımsız olarak yapma, konuşma, öğrenme, dil vb. gibi becerilerin gelişimini sağlama da mümkün olmaktadır.

Nitelikli Bir Eğitim Neleri İçermelidir?

Erken yaşlardan itibaren kaliteli bir okul öncesi eğitim kurumunda çocukların bireysel özellikleri dikkate alınarak eğitim verildiği takdirde de çocuk kendisini daha güvende ve rahat hissedebilmekte, okul öncesi eğitim alan çocuğun gelişimi eğitim almayan yaşıtlarından daha ileri düzeyde gerçekleşebilmekte ve bu çocuklar ileriki yaşlarda hem akademik hem de sosyal yönden daha da başarılı olabilmektedir (Tietze, 1987).

Çocuklara yeni şeyler keşfetme heyecanını yaşatan, rutin alışkanlıkları kazandıran (tuvalet, uyku vb.) ve beş duyuyu uyarmaya yönelik materyaller sunan; tüm bu etkinlikleri esnek (çocuğun bireysel özelliğine uygun) bir çerçevede gerçekleştiren okul öncesi eğitim kurumları “kaliteli eğitim” veren kurumlar olarak nitelendirilebilir.

Okul öncesi eğitim kurumları denince akla;

• Çocukların gelişimine uygun,

• Bireysel özelliklerini ve özgüvenlerini destekleyen,

• Ezberci, didaktik ve zorlayıcı olmayan

• Eğlenceli bir ortamda eğitim sunan kurumlar gelmelidir (Curie, 2001). 

Genel olarak bu okullarda;

• Çocukların önceden kazandıkları becerileri yeni öğrenme ortamlarıyla birlikte destekleyerek çeşitli proje çalışmaları yoluyla karma yaşlarda ve farklı becerilere sahip çocukların bir araya gelerek ürün oluşturmalarını ve deneyim kazanmalarını sağlayan,

• Dil gelişimini destekleyen ve okuma alışkanlığı kazandırmayı hedefleyen,

• Okul-aile iş birliği içinde olan,

• Gerek büyük gerek küçük gruplar, gerekse bireysel olarak gerçekleştirilebilecek etkinlikleri dengeli bir biçimde sunan,

• Çocukların gelişimlerini belirli aralıklarla değerlendiren ve sistemli şekilde kaydeden,

• Çocukların sosyal gelişimlerini ve problem çözme becerilerini destekleyen çalışmalar yapılmalıdır.

Okul Öncesi Eğitimcisi Nasıl Olmalıdır?

Yukarıda sıralanan özellikleri yaşama geçirecek kilit noktada elbette eğitimciler bulunmaktadır. Her çağda büyük önem gören öğretmenlerin eğittikleri ve çevrelerinde bulundukları kişilerin yaşamına kattıkları beceriler ve sahip oldukları rolleri tartışılmaz. Ancak eğitim basamaklarında en küçük ve de en hızlı gelişim gösteren yaş grubuna eğitim veren öğretmenlerin, yani okul öncesi öğretmenlerinin, etki ve katkısı diğer yaş gruplarına eğitim verenlerden biraz daha fazladır. Bunun nedeni; yaşamın en değerli ve kritik önemdeki yıllarında eğitim veriyor olmalarıdır. Bu yaş grubuna eğirim veren öğretmenlerin üzerilerine aldıkları sorumluluk bilinciyle niteliklerinin çok yüksek olması gerekmektedir (Gürkan, 2007).

Okul öncesi öğretmenlerinin; yaratıcı, enerjik, neşeli, hoşgörülü, duyarlı, özgüvenli, tutarlı, iletişim becerileri yüksek ve diksiyonu düzgün, açık fikirli, yenilikleri takip eden, çocukların ve ailelerin bireysel özelliklerini de dikkate alan birçok özelliğe sahip olması ve küçük yaştaki çocuklarla çalışmaktan keyif alarak kendini her zaman geliştirecek bilince sahip olmalıdır.

Aileler İçin Son Söz

En değerli varlıklarımız olan çocuklarımızın geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemesi, kendilerine güven duyması ve yaşamlarının en değerli zamanlarının boşa geçirilmemesinde elbette ailelere büyük rol düşmektedir. Anne babaların çocuklarını bebekliklerinden itibaren evde desteklemeleri, ancak bu desteği sunmak için de okul öncesi eğitim veren profesyonellerden, yani okul öncesi eğitim kurumları ve okul öncesi öğretmenlerinden destek almaları önemlidir. Anne babaların çocuklarını iki-üç yaşlarından itibaren yarım gün ya da haftanın belirli günlerinde olabilecek biçimde okul öncesi eğitim kurumlarına göndermeleri onların tüm gelişim alanlarında gelişmelerini sağlayacak ve sağlıklı alışkanlıklar ve temel beceriler edinmelerine olanak tanıyacaktır.

Tüm bu yazılanlardan hareketle; erken dönemde çocuklara eğitim olanakları ve bol uyarıcılı, zengin bir çevre sunmak, onlarla olumlu etkileşim içine girmek geleceği şekillendirmede kritik bir önem taşımaktadır. Bu nedenle de okul öncesi eğitim en gerekli eğitim alanıdır. Sadece çocukların bireysel gelişim boyutunda değil, hem çocuklarımızın hem de ailelerimizin bilinçli olmasını sağlamada ve toplumsal olarak gelişmemizde de okul öncesi eğitimin önemsenmesi gerekmektedir.

Kısaca denilebilir ki; okul öncesi eğitim geleceğe yönelik en iyi ve en ucuz yatırımdır. Bu nedenle sadece gelişim boyutunda değil ekonomik boyutta da ülkemize katkılar sağlamakta ve geleceğin yetişkinlerinin sağlam temeller üzerinde yükselmesinde önem taşımaktadır. Ülkemizin daha gelişmiş bir ülke haline gelmesi, tüm alanlarda kalkınması için de geleceğin anahtarı okul öncesi eğitimde saklıdır.

Doç.Dr. Elif Çelebi Öncü

Kocaeli Üniversitesi

Eğitim Fakültesi

Kaynaklar

Aral, N.; Kandır, A.; Can Yaşar, M. (2001). Okul Öncesi Eğitim 1. İstanbul Ya- Pa yayınları. S.15.

Bloom, B. (1964). Stability and Change in Human Characteristics, Willey, New York.

Curie, J. (2001). Early Childhood Education Programs. Journal of Economic Perspectives. 2, 213-238.

Gürkan, T. (2007). Öğretmen Nitelikleri, Görev ve Sorumlulukları, Okul Öncesi Eğitimde Güncel Konular (A. Oktay ve Ö. Polat Edt.), Morpa.

Oktay, Ayla. (2000). Yaşamın Sihirli Yılları: Okul Öncesi Dönem. İstanbul: Epsilon Yayınları. S. 189-192.

Poyraz, H.; Dere H. (2003). Okul Öncesi Eğitiminin İlke ve Yöntemleri, Ankara: Anı Yayınları.

Tietze, W. (1987). A Structural model fort he Evaluation of Preschool Effects. Early Childhood Research and Practice, 2. 133-153.

Son Güncelleme: Çarşamba, 14 May 2014 08:28

Gösterim: 3360

Türkiye, ortaöğretimi uzun yıllardan bu yana ihmal etmenin bedelini yavaş yavaş ödemeye başlıyor.  Aslında bunu, bedel ödemekte olduğunu yavaş yavaş fark ediyor şeklinde ifade etmek daha doğru olur.  İstihdamda istenen nitelikte ara eleman bulunamaması, kimi okullar büyük talep görürken bazılarının çaresizlikten gidilen kurumlara dönüşmesi, ulusal sınavlarda -özellikle fen ve matematik derslerinde görülen- çok düşük ortalamalar, yabancı dil öğrenmedeki zorluklar, buna bağlı olarak ilerleyen yıllarda akademik literatür takibi yapmakta zorlanan bilimciler, dış ticarette zorlanan iş insanları ve yabancı medyayı takip edemeyen medya mensupları, yaşamın olağan dinamiklerinde neden-sonuç ilişkisi kurmakta sıkıntılar yaşayan kuşaklar ve nihayet tüm bunların sonucunda görülen ciddi nitelik noksanlığı aslında hep ortaöğretimin bulunduğu ve geldiği noktanın yansımaları olarak görülmeli.  “Ortadaki” öğrenimin neden bu hâle geldiğini zaman zaman dile getiriyoruz.  Kısaca tekrarlamak gerekirse, “ilk” eğitim okuma-yazmayı öğreten ve temel becerilerle yurttaşlık kimliği kazandıran, “yüksek” öğretim ise mesleki formasyon ve profesyonel donanım kazandıran basamaklar.  Dikkatler hep bunlara yönelince ortadaki kademe sahipsiz kalıyor.  Bir de ilk ve son basamakların kendine ait özel hedefleri varken ortadaki basamak nedense özel bir hedeften yoksun olarak hor görülüyor. (1)

Öncelikle ortaöğretim deyince iki önemli alt başlıkla ilgili bilgi verip öyle devam edelim.  Birincisi mesleki okullar ve ara eleman yetiştirilmesi, ikincisi okullaşma oranı ve kız ile erkeklerin ortaöğrenime erişimi.  Mesleki ve teknik lise öğrencilerinin toplam öğrenci sayısına oranı 2002-2003’te %32,60 iken on yılın sonunda 2012-2013’te %45,43’e geldi.  Mesleki eğitim veren okulların niteliğiyle ilgili kaygıları bir kenara not etmek kaydıyla, bu durum Türkiye açısından doğru ve hayırlı bir gelişmedir.  Kalkınma için sadece teorik bilgi alan değil, kişisel becerileri de gelişmiş ve nitelikli bir ara eleman nüfusu yetiştirmek şart; bu nedenle fen ve anadolu liseleri kadar meslek liseleri üstünde de durmak gerekiyor.

İkinci konuda da -yeterli olmamakla birlikte- olumlu gelişmeler yaşanıyor.  Ülkemizde 2011-2012 öğretim yılının başlangıcı itibarıyla net okullaşma oranı ilköğretimde %98,67 iken ortaöğretimde %67,37 olarak gerçekleşti.  Başka deyişle ortaöğretimde her üç öğrenciden birisi okula gitmiyor.  Ortaöğretimde kız ve erkek okullaşma oranları birbirine çok yakın; sırası ile %66,14 ve %68,53; ancak bölgeler arasındaki farklılıklar dikkati çekiyor.  Örneğin kızlar yaklaşık olarak İstanbul’da bir buçuk, İzmir’de dört, Ankara’da iki buçuk puan öndeyken erkekler yaklaşık olarak Ağrı’da on buçuk, Bingöl’de on, Van’da sekiz, Muş’ta on iki, Bitlis’te on yedi puan önde.  Kızların okullaşma oranının erkeklerden fazla olduğu şehirler arasında Iğdır, Ardahan ve Tunceli de var.

2012-2013’te ortaöğretimde net okullaşma oranının üç puana yakın bir artışla %70,06’ya çıktığını ve erkekler lehine olan farkların Ağrı’da dokuz buçuk, Bingöl’de sekiz, Bitlis’te on beş puana indiğini görüyoruz.  Zorunlu eğitim süresinin on iki yıla çıkarılmasıyla hem genel okullaşma oranının, hem de kız öğrencilerin okullaşma oranının artacağını öngörüyoruz.  Yukarıda bu olumlu gelişmeleri yeterli bulmadığımızı ifade ederken uluslararası karşılaştırmalardan hareket etmiştik.  Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2013 yılı İnsani Kalkınma Raporu’na baktığımızda 186 ülke arasında 90. sırada olan Türkiye’de en az ortaöğretim derecesi (mezuniyeti) olan nüfusun oranının sadece %34,5 olduğunu görüyoruz.  Bu oran, 142. sıradaki Kongo, 145. sıradaki Kenya, 163. sıradaki Zambiya ve 172. sıradaki Zimbabve’nin gerisinde.

Bu verilerden sonra işin nitelik ve eğitim felsefesi boyutuyla devam etmek istiyoruz.  Ortaöğretimi nasıl okumak gerek?  Okullar ve ulusal sınavları konuşmadan önce bu sorunun cevabıyla meşgul olmanın isabetli olacağını düşünüyoruz.  Ortaöğretim hayatı anlamlandırma ve tahlil etmede belki de en kritik basamak; çünkü çocukluktan yetişkinliğe geçişe hazırlanılan bir dönem.  Hislerin yoğunlaştığı, bilgi-duygu bağlarının güçlendiği, bir ömür sürecek dostlukların kurulduğu, yürüyüşün değiştiği, hayatın ve seçilecek mesleğin düşünülmeye başlandığı bir süreç.  Her öğrencinin kendisine ait bir dünya tasarlamaya başladığı, yetişkinlerle -kendini onlardan biriymiş gibi hissederek- diyalogların kurulmaya başlandığı, çocukça kurulan ilişkilerin resmîleştiği, kişisel kararların tek başına alınma yoğunluğunun arttığı yıllar.  Nihayet, ileride yoldan çıkmaya sebep verecek büyük fırtına veya menfaat beklentilerinin ne yazık ki ayakları kaydırdığı istisnalar hariç, kazanılan kişilik ve değer yargılarının bünyede ömür boyu taşınmasını sağlayan bambaşka bir eşik.  Bunların hepsi yükseköğretimde işe yarayabileceği gibi hiçbiri yaramayabilir de.  Yukarıda sıralananlar sınavlar için olmadığına ve sınavlarda bunların yararı da hemen hemen hiç olmayacağına göre ortaöğretimi sadece yükseköğretime öğrenci hazırlayan bir basamak olarak görmek büyük bir yanılgı olur.  İhmal edilmişliğinde ve değersizleşmesinde ona bu küçük rolün bahşedilmiş olmasının da etkisi olsa gerek.

Öğrenmenin çok değerli bir eylem olduğu lise yıllarında öğrenilir.  Çalışmanın, alın teri akıtmanın, hak ederek yükselmenin fazileti de.  Üniversiteye yerleşmede yararı oluyor diye hep en yüksek notların alınamayacağı da.  Kolay yoldan edinimlerin tehlikeli oluşu da.  Boyalı, sahte, tüketici, tükettirici, harcatıcı kültürün ve bir şeye sahip olma ihtirasının değil, sahip olunanı üreten aklın ve yararlı bir fikri üretmenin gerçekte kıymetli olduğu da.  Bir gencin doktrinasyona tabi tutularak mı; yoksa tartışarak, yerine göre düşüncelerle çatışarak, müzakere ederek ve münazara yaparak mı yetiştirileceği hep lise çağlarında belirlenir.  Aynı şekilde telkin ve dayatmalarla bir dünya görüşünün askeri veya militanı mı olacağı, kendini yetiştirenlerin söyledikleri de dâhil olmak üzere her duyduğuna inanmak ve her öğretileni benimsemek zorunda olmadan mı yetiştirileceği yine lise yıllarında kararlaştırılır.  Tüm insanlara değer vermenin, saygı duymanın, farklılıkları merak ve idrak etmenin merkezi lisedir.  Dahası, bütün yaratılmışları, doğayı, hayvanları, hatta eşyayı usulünce sevmeyi öğrenmenin yeridir lise.  Lise, bir gencin sevmeyi ve sevilmeyi öğrendiği yerdir.

Genç bir insan gerçek anlamıyla bilimle lisede tanışır.  Keşfetmek ve soru sormak daha küçük yaşlarda başlayabilir; ancak bilimi -öğrenci şanslıysa- felsefesiyle öğrenmeye başlama yeri lisedir.  Salt matematik, doğa bilimleri, edebiyat, tarih değil, bilimin ve bilginin ahlakını da öğrenmek lisede başlar.  Mevlana’nın deyişiyle “demir gibi cahili, altın gibi bilginden daha kıymetli yapan” ahlak.  Bir miktar bilgiye erişimle derhal bilgili olunmadığı, bilginin ve bilmenin insanı âlim yapmadığı lisede idrak edilir.  Diğerlerinden kopya çekerek, kopyala-yapıştır yöntemini kullanarak değil, kendine ait olanı üreterek öğrenme kültürü liseye aittir.  Lise, insanın kendi olmayı öğrendiği yerdir.

Ortaöğretimi bu bakış açısıyla görüyorsak peşinen bir kabul de yapmamız gerekecek.  O da özgün, renkli ve farklı olması.  Tek tip olmaması.  Parçaları birleştirelim:  İnsan yetiştirme anlayışı çeşitlilik arz edeceğine ve her eğitim sürecinin farklı renklerle ele alınması gerekeceğine göre okullar da renkli olmak zorunda.  Okuyucuyu bilmiyoruz ama renk diliyle konuşmak gerekirse nedense gözümüzün önüne liselerimizin büyük bir kısmının -elbette binaların dış cephelerinden bahsetmiyoruz- siyah, gri veya kahverengi rengi geliyor.  Neden mi?  Çünkü ana akımdan uzaklaşandan hazzetmiyoruz.  Çeşitliliği ve farklılığı sevmiyoruz.  “Ortalama” olanı tercih ediyoruz.  Birileri dökülürken diğerlerinin başını alıp gitmesi duygularımıza ağır geliyor; sanki özgün olmak veya nitelikte öne çıkmak kusurmuş gibi.

Türkiye ne yazık ki ortaöğretimi böyle okumadı.  İkide bir kullanılan “sistem” laflarından ve sistemin -aslında doğru bakış açısıyla onun küçük parçalarının- değişimlerinden bıktı; fakat onu nasıl formatlayacağını bilemedi.  Hâlâ da bildiğinden şüpheliyiz.  Öncelikle yükseköğretime ama daha çok hayata hazırladığı genç yurttaşlarını nasıl yetiştirmesi gerektiğini, bu genç insanları yetiştiren okulları nasıl yönetmesi gerektiğini kararlaştıramadı.  Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde “Ortaöğretim kurumları işlevlerini Türk millî eğitiminin genel ve özel amaç ile temel ilkeleri doğrultusunda, evrensel hukuka, demokrasi ve insan haklarına uygun; öğrenci merkezli, aktif öğrenme ve demokratik kurum kültürü anlayışıyla yerine getirir.” diyerek gençleri böyle yetiştirebileceğini zannetti.  Çokça yapıldığı üzere temenni etme ile hedefleme yapmayı birbirine karıştırdı.  Demokratik kültürden nasibini almamış okul ve yönetim yapısıyla, okulların açılış tarihinden okutulacak kitaplara, seçmeli derslerden haftalık ders saati miktarına kadar eğitimin neredeyse tüm aşamalarını -öncelikle kendisinin yeterliliği sorgulanması gereken- merkezden yöneten anlayışla iyi okullar oluşturabileceğini düşündü.

Bu ülkenin artık resmî okullara da bir yönetim şahsiyeti ve renk kazandırmayı düşünmesi gerekiyor.  Maddi fonlarını devlet sağlıyor diye tüm okulları tek elden ve yetersizce yönetme devrinin sona geldiğini kabullenmemiz gerekiyor.  Bir taraftan okulların yerinden yönetimle ve belli bir otonomi ile idare edilmesine izin vermeyip diğer yandan -önce tam serbestiyetle başlayıp sonra revize edilen kıyafet uygulamasında olduğu gibi- liberal kararlar alınması kendi içinde tezat teşkil ediyor. (2)  Bir pilot uygulamayla liselerin kendi bulundukları bölgenin insanlarından oluşacak -iş yeri sahipleri, akademisyenler, kamu çalışanları, gazeteciler, meslek örgütü üyeleri, emekliler, ev hanımları ve diğerlerinin bir araya geldiği- bir mütevelli heyeti ve onun atayacağı müdürle yönetilmesine başlanabilir.  Toplumumuzun zayıf sosyal sermayesi ve çok düşük kurumsal güven nedeniyle akıllara hemen eş-dost kayırmacılığı gelebilir; ancak bunu düşünenlere, hâlen var olan yönetsel sistemlerimizin zaten bundan fazlasıyla muzdarip olduğunu hatırlatmak gerek.  Kendimize güvenmemiz gerekiyor.  Bir yerleşim yerindeki insanların, evlatlarını yetiştiren okulların mümkün olan en yüksek standartlara sahip olması, en iyi şekilde yönetimi ve mesleğinde iyi konumda olan öğretmenlerin istihdam edilmesi yolunda hiçbir tereddütleri olmayacaktır.  Umulur ki, herkes gücü yettiğince okuluna bağış yapmaya çalışacak ve aidiyet duygusu sayesinde çocukları mezun olduktan sonra bile bu çabayı sürdürmeye çalışacaktır.  Çeşitli ülkelerin eğitim yapılarında bu uzun yıllardır yapılmaktadır.

Okulların, kaynaklarının bir kısmını bulundukları yöreden yardım, bağış ve sponsorluklarla elde etmesi mümkündür.  Bunun dışında ihtiyaç duyulan maddi kaynakların bir kısmının merkezi hükümetten, en büyük kısmının ise yerel vergilerden elde edilmesini öneriyoruz.  Böylece her yurttaş vergisinin bir kısmının doğrudan kendi çocuğunun eğitimine sarf edildiğini görecektir.  Bu uygulama ile okulların niteliklerinin artmasının bir tercih değil artık bir zorunluluk olma noktasına geleceği beklenebilir; çünkü okulların kaliteleri arttıkça talep de artacaktır.  Kaliteli okulların bulunduğu yerlerde, başta ev ve iş yeri fiyatları olmak üzere varlık fiyatlarının ve emlak vergisinin artması, artacak vergilerin bir kısmının yine ek fon hâlinde okullara ve eğitime geri dönmesi beklenebilir.  Bununla birlikte tüm bunların orta ve uzun vadede ulaşılabilecek sonuçlar olduğuna dikkat çekmek gerekir.

Yönetim, bir kaynak kullanımı, önceliklendirme, şeffaflık ve hesap verme sürecidir.  Okulların yönetiminde söz sahibi olan mütevelli heyetleri, müdür ve yardımcıları, eğitimin günlük icrasını yerine getiren öğretmenler, kısaca kendisine kaynak aktarılanlar mutlaka hesap vermelidir.  Okulun başarı durumu, öğrencilerin hangi becerilerle yaşama hazırlandıkları, yükseköğretime yerleşme oranları gibi kriterler okulların her an gündeminde olmak durumundadır.  Hesap vermede sınıfta kalan yönetici veya öğretmenlerin okullarda devamlı görev yapmaları sistemi zayıflatır.  Okullarımızın büyük bir kısmında şu anda bu yönlü bir saydamlık mevcut değildir.

Yerinden karar alabilen okullarda çalışanların maaşlarından okulun ihtiyaçlarına, yapılacak yatırımlardan öğrenci kontenjanlarına kadar pek çok kritik karar mütevelli heyeti ve okul idaresince alınabilir.  Okulun hedefleri, misyon, vizyonu ve yaşatacağı değerler, istihdam edilecek öğretmenler, uygulanacak öğretim programları, kullanılacak kitaplar ve her türlü eğitim materyali, zorunlu ve seçmeli dersler, okulun yıllık takvimi, bütçesi, kısaca varlığını sürdürmesi için gerekli tüm parametreler yerinden yönetimle kararlaştırılabilir.  Kararları alacak olanlar eğitim yöneticileri, kendisine güvenilen veliler ve o yörenin insanlarından oluşan yönetim ekibi olacağından kendi kendini besleyen bir hesap verme çarkının dönmesi beklenebilir.  Klasik yönetim tarzlı (atanmış yönetici ve öğretmenlerden oluşan, istihdam garantisinin bulunduğu, verimsiz), maddi fonlarını Ankara’dan alan (yetersiz bu kaynakları da zaman zaman kötü kullanan), neredeyse hiçbir zaman hesap vermeyen okullar yerine daha özgür ancak mezunlarının nitelikleri açısından hesap veren okullar oluşturmak daha akla yatkın değil midir?

İlk kez 2000’li yılların başında dile getirdiğimiz bir konunun, bir akademisyenin çalışması sonucunda ulusal medyada yer bulması sevindiricidir.  Ülkemizin en yüksek puanlı çocuklarının gittiği pek çok fen ve anadolu lisesi, bu çocuklar mezun olurken akademik olarak irtifa kaybettikleri hâlde hiçbir kişi veya kuruma hesap vermemektedir.  Mustafa Bahar’ın, en başarılı öğrencileri kabul eden anadolu ve fen liselerinin öğrenci başarısını ne yönde etkilediğini ortaya koyan akademik çalışmasına göre iyi puanlı öğrencileri alan liseler ne yazık ki bu çocukların başarısını düşürüyor ve bu okullar öğrenci başarısını artırması beklenirken azaltıyor.  Buna göre 28 ilde öğrenciler ilköğretimde elde ettiği başarıyı lise eğitimiyle artırırken bir ilde herhangi bir değişim gözlenmedi.  Geri kalan 52 ilde öğrenciler ilköğretimde edindikleri başarıyı anadolu lisesinde devam ettirmeyerek düşüşe geçti.  Fen liselerinde ise durum daha da kötü.  Yalnızca 4 ilde başarı yükselirken geri kalan 77 ilde öğrenciler akademik olarak geriledi.

Hiçbir yapı mükemmel değildir.  Her model kendi avantaj ve dezavantajlarıyla gelir.  Her sistemin tasarımında toplumun genel yapısına, hassas noktalarına, kırmızı çizgilerine özen göstermek ve vazgeçtiği sistemin güçlü noktalarını korumaya çalışırken baskın olan zayıf yönlerinin iyileştirilmesine çalışmak esas olmalıdır.  Türkiye’nin siyasi, idari, ekonomik her kararında olduğu gibi eğitimle ilgili kararlarında da çeşitli kaygı ve korkular dile getirilecektir.  Bu doğaldır ve her konuyu tartışarak en doğruyu bulma çabası yararlı da olacaktır.  Ne var ki okulların daha özgür, daha özgün, kendine yeten ve hesap veren kurumlar olmasını sağlamak için ülkenin kuruluş felsefesinden vazgeçilmesi, hukuk sisteminin dolambaçlı yollardan aşılması gerekmiyor.  Ancak korkuların, işe yaramadığı ortada olan modellere bizi hapsetmesi de gerekmiyor.  En azından pilot çalışmalarla yeni modeller denenebilir ve bunların eksik yönleri görülebilir.  Hiçbir yeri taklit etmeden, kendi üreteceğimiz yeni modellerle -1950’li yıllarda oluşturulan, son otuz yılda birbirini takip eden sayısız hatalı karar nedeniyle çaptan düşen, ancak öncesinde son derece verimli bir şekilde ayakta kalan anadolu liselerinde olduğu gibi- daha nitelikli okullar oluşturabileceksek ve bugünden daha iyi sonuçlara vararak buralarda daha kaliteli vatandaşlar yetiştirebileceksek neden bugünkü yapıda ısrar edelim ki?

Dipnotlar

1.Yıllar önce görüştüğümüz MEB’deki bir müsteşar yardımcısının yönettiğimiz kurumun hedeflerine ilişkin sorusu karşısında bazı felsefi yaklaşımlarla eğitimde gerçekleştirmek istediklerimizi dile getirmiştik.  Bu hedefleri bir okul için fazla bulan bu yöneticiden gördüğümüz “ortaöğretimin tek görevi yükseköğretime öğrenci hazırlamaktır” yaklaşımını unutmuş değiliz.  Üniversiteye öğrenci hazırlama amacına karşı çıkmamakla birlikte bu kadar sığ bir değerlendirmeyi ve yüzeysel bir perspektifi garipsiyoruz.  Meraklısı için ortaöğretim, yaşamı öğretmeye başlar.

2.Hoş, bizim tezatlarımızın sonu gelmez.  Öğrencinin kıyafeti üzerinden özgürleşmeyi ararken teknoloji gibi sınırları en geniş alanda tektipleştirmeye gidebiliyoruz.  Türkiye’deki tüm resmî okulların internet sayfaları artık tek tip.  Millî Eğitim Bakanlığı Bilgi İşlem Grup Başkanlığının 19.11.2012 tarihli yazılı talimatı uyarınca bundan böyle okulların web sitelerinin tek tip olması zorunluluğu getirildi ve okul sayfalarına artık bakanlık sunucuları üzerinden erişilecek.  Bu garipliği güzel bir uygulama olarak sunma adına keyfiyet, MEB sayfasında “Ülkemizin En Büyük Kurumsal Web Sitesi Projesi Yayına Başlamıştır” başlığıyla verildi.  “55.000 kurumu bünyesinde barındıracak devasa bir kurumsal web sitesi projesi” olarak duyurulan Okul Web Sitesi Yönetim Paneli ile MEB teknoloji ekibi övünüyor ama yüzlerce öğrencinin bakanlığın veri tabanındaki kişisel bilgilerinin, ev telefonlarının ve veli isimlerinin üçüncü sınıf pazarlama erbabı özel okulların eline nasıl geçtiği hâlâ bilinmiyor.  Bu özel okullar, diğer özel okulların öğrencilerinin evlerini tek tek arayarak ahlakiliği olmayan bir uygulamayla aileleri, çocuklarını kendi okullarına göndermeye davet ediyor.  Yıllardır bildiğimiz bu durum son aylarda iki farklı zamanda medyada yer aldı.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

> Ortaöğretim üzerine değerlendirmeler

Türkiye, ortaöğretimi uzun yıllardan bu yana ihmal etmenin bedelini yavaş yavaş ödemeye başlıyor.  Aslında bunu, bedel ödemekte olduğunu yavaş yavaş fark ediyor şeklinde ifade etmek daha doğru olur.  İstihdamda istenen nitelikte ara eleman bulunamaması, kimi okullar büyük talep görürken bazılarının çaresizlikten gidilen kurumlara dönüşmesi, ulusal sınavlarda -özellikle fen ve matematik derslerinde görülen- çok düşük ortalamalar, yabancı dil öğrenmedeki zorluklar, buna bağlı olarak ilerleyen yıllarda akademik literatür takibi yapmakta zorlanan bilimciler, dış ticarette zorlanan iş insanları ve yabancı medyayı takip edemeyen medya mensupları, yaşamın olağan dinamiklerinde neden-sonuç ilişkisi kurmakta sıkıntılar yaşayan kuşaklar ve nihayet tüm bunların sonucunda görülen ciddi nitelik noksanlığı aslında hep ortaöğretimin bulunduğu ve geldiği noktanın yansımaları olarak görülmeli.  “Ortadaki” öğrenimin neden bu hâle geldiğini zaman zaman dile getiriyoruz.  Kısaca tekrarlamak gerekirse, “ilk” eğitim okuma-yazmayı öğreten ve temel becerilerle yurttaşlık kimliği kazandıran, “yüksek” öğretim ise mesleki formasyon ve profesyonel donanım kazandıran basamaklar.  Dikkatler hep bunlara yönelince ortadaki kademe sahipsiz kalıyor.  Bir de ilk ve son basamakların kendine ait özel hedefleri varken ortadaki basamak nedense özel bir hedeften yoksun olarak hor görülüyor. (1)

Öncelikle ortaöğretim deyince iki önemli alt başlıkla ilgili bilgi verip öyle devam edelim.  Birincisi mesleki okullar ve ara eleman yetiştirilmesi, ikincisi okullaşma oranı ve kız ile erkeklerin ortaöğrenime erişimi.  Mesleki ve teknik lise öğrencilerinin toplam öğrenci sayısına oranı 2002-2003’te %32,60 iken on yılın sonunda 2012-2013’te %45,43’e geldi.  Mesleki eğitim veren okulların niteliğiyle ilgili kaygıları bir kenara not etmek kaydıyla, bu durum Türkiye açısından doğru ve hayırlı bir gelişmedir.  Kalkınma için sadece teorik bilgi alan değil, kişisel becerileri de gelişmiş ve nitelikli bir ara eleman nüfusu yetiştirmek şart; bu nedenle fen ve anadolu liseleri kadar meslek liseleri üstünde de durmak gerekiyor.

İkinci konuda da -yeterli olmamakla birlikte- olumlu gelişmeler yaşanıyor.  Ülkemizde 2011-2012 öğretim yılının başlangıcı itibarıyla net okullaşma oranı ilköğretimde %98,67 iken ortaöğretimde %67,37 olarak gerçekleşti.  Başka deyişle ortaöğretimde her üç öğrenciden birisi okula gitmiyor.  Ortaöğretimde kız ve erkek okullaşma oranları birbirine çok yakın; sırası ile %66,14 ve %68,53; ancak bölgeler arasındaki farklılıklar dikkati çekiyor.  Örneğin kızlar yaklaşık olarak İstanbul’da bir buçuk, İzmir’de dört, Ankara’da iki buçuk puan öndeyken erkekler yaklaşık olarak Ağrı’da on buçuk, Bingöl’de on, Van’da sekiz, Muş’ta on iki, Bitlis’te on yedi puan önde.  Kızların okullaşma oranının erkeklerden fazla olduğu şehirler arasında Iğdır, Ardahan ve Tunceli de var.

2012-2013’te ortaöğretimde net okullaşma oranının üç puana yakın bir artışla %70,06’ya çıktığını ve erkekler lehine olan farkların Ağrı’da dokuz buçuk, Bingöl’de sekiz, Bitlis’te on beş puana indiğini görüyoruz.  Zorunlu eğitim süresinin on iki yıla çıkarılmasıyla hem genel okullaşma oranının, hem de kız öğrencilerin okullaşma oranının artacağını öngörüyoruz.  Yukarıda bu olumlu gelişmeleri yeterli bulmadığımızı ifade ederken uluslararası karşılaştırmalardan hareket etmiştik.  Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) 2013 yılı İnsani Kalkınma Raporu’na baktığımızda 186 ülke arasında 90. sırada olan Türkiye’de en az ortaöğretim derecesi (mezuniyeti) olan nüfusun oranının sadece %34,5 olduğunu görüyoruz.  Bu oran, 142. sıradaki Kongo, 145. sıradaki Kenya, 163. sıradaki Zambiya ve 172. sıradaki Zimbabve’nin gerisinde.

Bu verilerden sonra işin nitelik ve eğitim felsefesi boyutuyla devam etmek istiyoruz.  Ortaöğretimi nasıl okumak gerek?  Okullar ve ulusal sınavları konuşmadan önce bu sorunun cevabıyla meşgul olmanın isabetli olacağını düşünüyoruz.  Ortaöğretim hayatı anlamlandırma ve tahlil etmede belki de en kritik basamak; çünkü çocukluktan yetişkinliğe geçişe hazırlanılan bir dönem.  Hislerin yoğunlaştığı, bilgi-duygu bağlarının güçlendiği, bir ömür sürecek dostlukların kurulduğu, yürüyüşün değiştiği, hayatın ve seçilecek mesleğin düşünülmeye başlandığı bir süreç.  Her öğrencinin kendisine ait bir dünya tasarlamaya başladığı, yetişkinlerle -kendini onlardan biriymiş gibi hissederek- diyalogların kurulmaya başlandığı, çocukça kurulan ilişkilerin resmîleştiği, kişisel kararların tek başına alınma yoğunluğunun arttığı yıllar.  Nihayet, ileride yoldan çıkmaya sebep verecek büyük fırtına veya menfaat beklentilerinin ne yazık ki ayakları kaydırdığı istisnalar hariç, kazanılan kişilik ve değer yargılarının bünyede ömür boyu taşınmasını sağlayan bambaşka bir eşik.  Bunların hepsi yükseköğretimde işe yarayabileceği gibi hiçbiri yaramayabilir de.  Yukarıda sıralananlar sınavlar için olmadığına ve sınavlarda bunların yararı da hemen hemen hiç olmayacağına göre ortaöğretimi sadece yükseköğretime öğrenci hazırlayan bir basamak olarak görmek büyük bir yanılgı olur.  İhmal edilmişliğinde ve değersizleşmesinde ona bu küçük rolün bahşedilmiş olmasının da etkisi olsa gerek.

Öğrenmenin çok değerli bir eylem olduğu lise yıllarında öğrenilir.  Çalışmanın, alın teri akıtmanın, hak ederek yükselmenin fazileti de.  Üniversiteye yerleşmede yararı oluyor diye hep en yüksek notların alınamayacağı da.  Kolay yoldan edinimlerin tehlikeli oluşu da.  Boyalı, sahte, tüketici, tükettirici, harcatıcı kültürün ve bir şeye sahip olma ihtirasının değil, sahip olunanı üreten aklın ve yararlı bir fikri üretmenin gerçekte kıymetli olduğu da.  Bir gencin doktrinasyona tabi tutularak mı; yoksa tartışarak, yerine göre düşüncelerle çatışarak, müzakere ederek ve münazara yaparak mı yetiştirileceği hep lise çağlarında belirlenir.  Aynı şekilde telkin ve dayatmalarla bir dünya görüşünün askeri veya militanı mı olacağı, kendini yetiştirenlerin söyledikleri de dâhil olmak üzere her duyduğuna inanmak ve her öğretileni benimsemek zorunda olmadan mı yetiştirileceği yine lise yıllarında kararlaştırılır.  Tüm insanlara değer vermenin, saygı duymanın, farklılıkları merak ve idrak etmenin merkezi lisedir.  Dahası, bütün yaratılmışları, doğayı, hayvanları, hatta eşyayı usulünce sevmeyi öğrenmenin yeridir lise.  Lise, bir gencin sevmeyi ve sevilmeyi öğrendiği yerdir.

Genç bir insan gerçek anlamıyla bilimle lisede tanışır.  Keşfetmek ve soru sormak daha küçük yaşlarda başlayabilir; ancak bilimi -öğrenci şanslıysa- felsefesiyle öğrenmeye başlama yeri lisedir.  Salt matematik, doğa bilimleri, edebiyat, tarih değil, bilimin ve bilginin ahlakını da öğrenmek lisede başlar.  Mevlana’nın deyişiyle “demir gibi cahili, altın gibi bilginden daha kıymetli yapan” ahlak.  Bir miktar bilgiye erişimle derhal bilgili olunmadığı, bilginin ve bilmenin insanı âlim yapmadığı lisede idrak edilir.  Diğerlerinden kopya çekerek, kopyala-yapıştır yöntemini kullanarak değil, kendine ait olanı üreterek öğrenme kültürü liseye aittir.  Lise, insanın kendi olmayı öğrendiği yerdir.

Ortaöğretimi bu bakış açısıyla görüyorsak peşinen bir kabul de yapmamız gerekecek.  O da özgün, renkli ve farklı olması.  Tek tip olmaması.  Parçaları birleştirelim:  İnsan yetiştirme anlayışı çeşitlilik arz edeceğine ve her eğitim sürecinin farklı renklerle ele alınması gerekeceğine göre okullar da renkli olmak zorunda.  Okuyucuyu bilmiyoruz ama renk diliyle konuşmak gerekirse nedense gözümüzün önüne liselerimizin büyük bir kısmının -elbette binaların dış cephelerinden bahsetmiyoruz- siyah, gri veya kahverengi rengi geliyor.  Neden mi?  Çünkü ana akımdan uzaklaşandan hazzetmiyoruz.  Çeşitliliği ve farklılığı sevmiyoruz.  “Ortalama” olanı tercih ediyoruz.  Birileri dökülürken diğerlerinin başını alıp gitmesi duygularımıza ağır geliyor; sanki özgün olmak veya nitelikte öne çıkmak kusurmuş gibi.

Türkiye ne yazık ki ortaöğretimi böyle okumadı.  İkide bir kullanılan “sistem” laflarından ve sistemin -aslında doğru bakış açısıyla onun küçük parçalarının- değişimlerinden bıktı; fakat onu nasıl formatlayacağını bilemedi.  Hâlâ da bildiğinden şüpheliyiz.  Öncelikle yükseköğretime ama daha çok hayata hazırladığı genç yurttaşlarını nasıl yetiştirmesi gerektiğini, bu genç insanları yetiştiren okulları nasıl yönetmesi gerektiğini kararlaştıramadı.  Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde “Ortaöğretim kurumları işlevlerini Türk millî eğitiminin genel ve özel amaç ile temel ilkeleri doğrultusunda, evrensel hukuka, demokrasi ve insan haklarına uygun; öğrenci merkezli, aktif öğrenme ve demokratik kurum kültürü anlayışıyla yerine getirir.” diyerek gençleri böyle yetiştirebileceğini zannetti.  Çokça yapıldığı üzere temenni etme ile hedefleme yapmayı birbirine karıştırdı.  Demokratik kültürden nasibini almamış okul ve yönetim yapısıyla, okulların açılış tarihinden okutulacak kitaplara, seçmeli derslerden haftalık ders saati miktarına kadar eğitimin neredeyse tüm aşamalarını -öncelikle kendisinin yeterliliği sorgulanması gereken- merkezden yöneten anlayışla iyi okullar oluşturabileceğini düşündü.

Bu ülkenin artık resmî okullara da bir yönetim şahsiyeti ve renk kazandırmayı düşünmesi gerekiyor.  Maddi fonlarını devlet sağlıyor diye tüm okulları tek elden ve yetersizce yönetme devrinin sona geldiğini kabullenmemiz gerekiyor.  Bir taraftan okulların yerinden yönetimle ve belli bir otonomi ile idare edilmesine izin vermeyip diğer yandan -önce tam serbestiyetle başlayıp sonra revize edilen kıyafet uygulamasında olduğu gibi- liberal kararlar alınması kendi içinde tezat teşkil ediyor. (2)  Bir pilot uygulamayla liselerin kendi bulundukları bölgenin insanlarından oluşacak -iş yeri sahipleri, akademisyenler, kamu çalışanları, gazeteciler, meslek örgütü üyeleri, emekliler, ev hanımları ve diğerlerinin bir araya geldiği- bir mütevelli heyeti ve onun atayacağı müdürle yönetilmesine başlanabilir.  Toplumumuzun zayıf sosyal sermayesi ve çok düşük kurumsal güven nedeniyle akıllara hemen eş-dost kayırmacılığı gelebilir; ancak bunu düşünenlere, hâlen var olan yönetsel sistemlerimizin zaten bundan fazlasıyla muzdarip olduğunu hatırlatmak gerek.  Kendimize güvenmemiz gerekiyor.  Bir yerleşim yerindeki insanların, evlatlarını yetiştiren okulların mümkün olan en yüksek standartlara sahip olması, en iyi şekilde yönetimi ve mesleğinde iyi konumda olan öğretmenlerin istihdam edilmesi yolunda hiçbir tereddütleri olmayacaktır.  Umulur ki, herkes gücü yettiğince okuluna bağış yapmaya çalışacak ve aidiyet duygusu sayesinde çocukları mezun olduktan sonra bile bu çabayı sürdürmeye çalışacaktır.  Çeşitli ülkelerin eğitim yapılarında bu uzun yıllardır yapılmaktadır.

Okulların, kaynaklarının bir kısmını bulundukları yöreden yardım, bağış ve sponsorluklarla elde etmesi mümkündür.  Bunun dışında ihtiyaç duyulan maddi kaynakların bir kısmının merkezi hükümetten, en büyük kısmının ise yerel vergilerden elde edilmesini öneriyoruz.  Böylece her yurttaş vergisinin bir kısmının doğrudan kendi çocuğunun eğitimine sarf edildiğini görecektir.  Bu uygulama ile okulların niteliklerinin artmasının bir tercih değil artık bir zorunluluk olma noktasına geleceği beklenebilir; çünkü okulların kaliteleri arttıkça talep de artacaktır.  Kaliteli okulların bulunduğu yerlerde, başta ev ve iş yeri fiyatları olmak üzere varlık fiyatlarının ve emlak vergisinin artması, artacak vergilerin bir kısmının yine ek fon hâlinde okullara ve eğitime geri dönmesi beklenebilir.  Bununla birlikte tüm bunların orta ve uzun vadede ulaşılabilecek sonuçlar olduğuna dikkat çekmek gerekir.

Yönetim, bir kaynak kullanımı, önceliklendirme, şeffaflık ve hesap verme sürecidir.  Okulların yönetiminde söz sahibi olan mütevelli heyetleri, müdür ve yardımcıları, eğitimin günlük icrasını yerine getiren öğretmenler, kısaca kendisine kaynak aktarılanlar mutlaka hesap vermelidir.  Okulun başarı durumu, öğrencilerin hangi becerilerle yaşama hazırlandıkları, yükseköğretime yerleşme oranları gibi kriterler okulların her an gündeminde olmak durumundadır.  Hesap vermede sınıfta kalan yönetici veya öğretmenlerin okullarda devamlı görev yapmaları sistemi zayıflatır.  Okullarımızın büyük bir kısmında şu anda bu yönlü bir saydamlık mevcut değildir.

Yerinden karar alabilen okullarda çalışanların maaşlarından okulun ihtiyaçlarına, yapılacak yatırımlardan öğrenci kontenjanlarına kadar pek çok kritik karar mütevelli heyeti ve okul idaresince alınabilir.  Okulun hedefleri, misyon, vizyonu ve yaşatacağı değerler, istihdam edilecek öğretmenler, uygulanacak öğretim programları, kullanılacak kitaplar ve her türlü eğitim materyali, zorunlu ve seçmeli dersler, okulun yıllık takvimi, bütçesi, kısaca varlığını sürdürmesi için gerekli tüm parametreler yerinden yönetimle kararlaştırılabilir.  Kararları alacak olanlar eğitim yöneticileri, kendisine güvenilen veliler ve o yörenin insanlarından oluşan yönetim ekibi olacağından kendi kendini besleyen bir hesap verme çarkının dönmesi beklenebilir.  Klasik yönetim tarzlı (atanmış yönetici ve öğretmenlerden oluşan, istihdam garantisinin bulunduğu, verimsiz), maddi fonlarını Ankara’dan alan (yetersiz bu kaynakları da zaman zaman kötü kullanan), neredeyse hiçbir zaman hesap vermeyen okullar yerine daha özgür ancak mezunlarının nitelikleri açısından hesap veren okullar oluşturmak daha akla yatkın değil midir?

İlk kez 2000’li yılların başında dile getirdiğimiz bir konunun, bir akademisyenin çalışması sonucunda ulusal medyada yer bulması sevindiricidir.  Ülkemizin en yüksek puanlı çocuklarının gittiği pek çok fen ve anadolu lisesi, bu çocuklar mezun olurken akademik olarak irtifa kaybettikleri hâlde hiçbir kişi veya kuruma hesap vermemektedir.  Mustafa Bahar’ın, en başarılı öğrencileri kabul eden anadolu ve fen liselerinin öğrenci başarısını ne yönde etkilediğini ortaya koyan akademik çalışmasına göre iyi puanlı öğrencileri alan liseler ne yazık ki bu çocukların başarısını düşürüyor ve bu okullar öğrenci başarısını artırması beklenirken azaltıyor.  Buna göre 28 ilde öğrenciler ilköğretimde elde ettiği başarıyı lise eğitimiyle artırırken bir ilde herhangi bir değişim gözlenmedi.  Geri kalan 52 ilde öğrenciler ilköğretimde edindikleri başarıyı anadolu lisesinde devam ettirmeyerek düşüşe geçti.  Fen liselerinde ise durum daha da kötü.  Yalnızca 4 ilde başarı yükselirken geri kalan 77 ilde öğrenciler akademik olarak geriledi.

Hiçbir yapı mükemmel değildir.  Her model kendi avantaj ve dezavantajlarıyla gelir.  Her sistemin tasarımında toplumun genel yapısına, hassas noktalarına, kırmızı çizgilerine özen göstermek ve vazgeçtiği sistemin güçlü noktalarını korumaya çalışırken baskın olan zayıf yönlerinin iyileştirilmesine çalışmak esas olmalıdır.  Türkiye’nin siyasi, idari, ekonomik her kararında olduğu gibi eğitimle ilgili kararlarında da çeşitli kaygı ve korkular dile getirilecektir.  Bu doğaldır ve her konuyu tartışarak en doğruyu bulma çabası yararlı da olacaktır.  Ne var ki okulların daha özgür, daha özgün, kendine yeten ve hesap veren kurumlar olmasını sağlamak için ülkenin kuruluş felsefesinden vazgeçilmesi, hukuk sisteminin dolambaçlı yollardan aşılması gerekmiyor.  Ancak korkuların, işe yaramadığı ortada olan modellere bizi hapsetmesi de gerekmiyor.  En azından pilot çalışmalarla yeni modeller denenebilir ve bunların eksik yönleri görülebilir.  Hiçbir yeri taklit etmeden, kendi üreteceğimiz yeni modellerle -1950’li yıllarda oluşturulan, son otuz yılda birbirini takip eden sayısız hatalı karar nedeniyle çaptan düşen, ancak öncesinde son derece verimli bir şekilde ayakta kalan anadolu liselerinde olduğu gibi- daha nitelikli okullar oluşturabileceksek ve bugünden daha iyi sonuçlara vararak buralarda daha kaliteli vatandaşlar yetiştirebileceksek neden bugünkü yapıda ısrar edelim ki?

Dipnotlar

1.Yıllar önce görüştüğümüz MEB’deki bir müsteşar yardımcısının yönettiğimiz kurumun hedeflerine ilişkin sorusu karşısında bazı felsefi yaklaşımlarla eğitimde gerçekleştirmek istediklerimizi dile getirmiştik.  Bu hedefleri bir okul için fazla bulan bu yöneticiden gördüğümüz “ortaöğretimin tek görevi yükseköğretime öğrenci hazırlamaktır” yaklaşımını unutmuş değiliz.  Üniversiteye öğrenci hazırlama amacına karşı çıkmamakla birlikte bu kadar sığ bir değerlendirmeyi ve yüzeysel bir perspektifi garipsiyoruz.  Meraklısı için ortaöğretim, yaşamı öğretmeye başlar.

2.Hoş, bizim tezatlarımızın sonu gelmez.  Öğrencinin kıyafeti üzerinden özgürleşmeyi ararken teknoloji gibi sınırları en geniş alanda tektipleştirmeye gidebiliyoruz.  Türkiye’deki tüm resmî okulların internet sayfaları artık tek tip.  Millî Eğitim Bakanlığı Bilgi İşlem Grup Başkanlığının 19.11.2012 tarihli yazılı talimatı uyarınca bundan böyle okulların web sitelerinin tek tip olması zorunluluğu getirildi ve okul sayfalarına artık bakanlık sunucuları üzerinden erişilecek.  Bu garipliği güzel bir uygulama olarak sunma adına keyfiyet, MEB sayfasında “Ülkemizin En Büyük Kurumsal Web Sitesi Projesi Yayına Başlamıştır” başlığıyla verildi.  “55.000 kurumu bünyesinde barındıracak devasa bir kurumsal web sitesi projesi” olarak duyurulan Okul Web Sitesi Yönetim Paneli ile MEB teknoloji ekibi övünüyor ama yüzlerce öğrencinin bakanlığın veri tabanındaki kişisel bilgilerinin, ev telefonlarının ve veli isimlerinin üçüncü sınıf pazarlama erbabı özel okulların eline nasıl geçtiği hâlâ bilinmiyor.  Bu özel okullar, diğer özel okulların öğrencilerinin evlerini tek tek arayarak ahlakiliği olmayan bir uygulamayla aileleri, çocuklarını kendi okullarına göndermeye davet ediyor.  Yıllardır bildiğimiz bu durum son aylarda iki farklı zamanda medyada yer aldı.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

Son Güncelleme: Cuma, 31 Ocak 2014 14:01

Gösterim: 2824


Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.