Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yapılan değişikliklerin eğitimi ciddiye alarak gerçekleştirildiğini ve bunun sonucu özgüvenli, başarılı, “fikri hür, irfanı hür” ve nereye gittiğini bilen bir kuşağın ortaya çıktığını belirten  ressam ve yazar Bedri Baykam, “Zaten bugün Cumhuriyet’i hala ayakta tutan, bu kuşakların düşünsel kalıtımları, devamlarıdır” dedi.

bedri baykamCumhuriyet ve Atatürk denilince sizde oluşturduğu duygular nelerdir?

Cumhuriyet ve Atatürk denilince bunun bende uyandırdığı duyguların ne olduğundan daha önemlisi,  maalesef yeni kuşakta bu duyguların tamamen yanılgılarla dolu ve dönüştürülmüş şekilde algılanıyor olması... Bu çok üzücü çünkü Cumhuriyet ve Atatürk demek özgürlük demek, demokrasi demek, kadın erkek eşitliği demek insan gibi yaşamak demek. Atatürk bize bu temel veriler üstünden ayrıca barışı kovalamayı ve hiçbir şekilde savaşarak toprak büyütmeye çalışmamayı öğretiyor. Bütün bu duyguların tamamının karışımı da önümüze evrensel kardeşliği, barış, sevgiyi ve insan haklarını koyuyor, hakça paylaşımı koyuyor. Ne yazık ki özellikle 12 Eylül’den beri Cumhuriyet ve Atatürk’ün değeri tamamen unutturuldu ve olay bildiğiniz gibi çok tehlikeli noktalara tırmandırıldı. Bugün birçok gencin kafası bu konularda karışmış durumda. Atatürkçülük veya Cumhuriyet deyince akıllarında tamamen kendilerine son 25 yılda damardan zerk edilmiş ezberci fikirler dolaşıyor. Yani Cumhuriyet’in tek tip insan demek olduğu veya Atatürk’ün faşist bir diktatör olduğu gibi dünyadaki her aydını dehşet içinde bırakıp alay konusu olabilecek sözler. Ne yazık ki bu insanlar daha sonra bu akıl almaz propagandanın bedelini ödeyerek bunlara inanır kıvama geliyorlar ve ondan sonra da siyasetle olan güven ilişkilerini toptan kaybederek hiçbir düşünsel baltaya sap olamayan, çoğu ortada, amaçsız, apolitik ve her şeyden şikayet eder bir şekilde kızıyorlar.                            

ORDU MARŞLARI GÖZÜMÜZÜ YAŞARTIRDI

Siz öğrencilik yıllarınızda Cumhuriyet’in etkilerini nasıl yaşadınız? O dönemde okullarda nasıl bir anlayış hakimdi? Bu kapsamda öğrencilik yıllarınızla ilgili hatırladıklarınızı anlatabilir misiniz?

Ben öğrencilik yıllarımda Fransız okuluna gittiğim için Türk okullarında nasıl bir anlayışın hakim olduğunu bilmiyorum. Dolayısıyla bu kapsamdaki hatırladıklarımın bu soruya bir karşılığı olmaz. Ama içinde büyüdüğüm ailede gördüklerim ve yaşadıklarımın sorunuzla doğrudan alakası var. O dönemlerde Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sonsuz ve tartışılmaz bir sevgi ve saygı vardı. Minnet borcu vardı, şükran vardı. Bilinçli bir idrak vardı, devrimlerin değeri çok iyi biliniyordu ve hepsinden önemlisi bütün bunların doğrultusunda sağcısından solcusuna geniş ortak payda buluşuyordu. Zaten Atatürk ve Cumhuriyet siyasi tartışmaların bir odağı halinle gelemiyordu. Bu maalesef önce Erbakan’ın kurduğu Milli Nizam Partisi ile dejenere olmaya başlayacak bir hattı. O günlerde, yani benim büyüdüğüm 60’larda Türk Silahlı Kuvvetleri’ne de çok büyük bir saygı vardı. Mesela şimdi size Ordu marşlarının gözümüzü yaşarttığını söylesem, bugünün gençliği bununla alay eder; buna militarizasyon der, faşizm der ve buna benzer tepkiler verir. Halbuki o günlerde bu ulus olma gururu bu Cumhuriyet’in yurttaşı olma gururu ve bu büyük kahramanlıklara imza atan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sonsuz sevgi, saygı ve şükran demekti. Silahlı kuvvetler de, Atatürk’ün devamı niteliğinde idi. Bunun değerini bugünkü genç kitlelerin anlaması, hissetmesi maalesef mümkün değil. Çünkü onların doğup büyüdüğü yetiştiği son 20-30 yılda Atatürk’ü eleştirmek ve devrimlerini küçümsemek, tarihi yansıtmak, bir alışkanlık ve refleks haline geldi. Bu tabii ki çok üzücü.                                                  

TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU DEV BİR DEVRİMDİ

Cumhuriyet’in kuruluşuyla eğitimde gerçekleştirilen devrimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? O dönemde getirilen değişikliklerden sizce en önemlileri hangileriydi, neden?

O dönemki değişikliklerin en önemlileri tabii ki 1924’te yapılan tevhid-i tedrisat kanunu ve laik eğitimde dönemin birinci Cumhuriyet kuşağı gençlerinin devrimin getirdiği yeni alfabe ve öz Türkçeyi yavaş yavaş öğrenmeleri bugün anlayamayacağımız derecede evrensel boyutlarda dev bir devrimdi. Yeni Cumhuriyet, yeni bir alfabeyle yeni bir anlayışla ve Cumhuriyet’e ve devrimlere inanmış yeni bir eğitimci kuşağın büyük ivmesiyle başlamıştı. Böylece eğitimde çok başlılık dönemi ve hilafetçilerin etkisi sona eriyor, “maarif vekaleti”ne bağlanması, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile bilimsel laik eğitimin önü açıldı. Eğitimi baştan ciddiye alarak bu işe girişilmişti ve ortaya çıkan kuşak inanılmaz derecede özgüvenli, başarılı, “fikri hür irfanı hür” ve nereye gittiğini bilen bir kuşak çıktı ortaya. Zaten bugün Cumhuriyet’i hala ayakta tutan, bu kuşakların düşünsel kalıtımları, devamlarıdır.

Cumhuriyet’in başlangıcında eğitimde gerçekleştirilen reformların bugüne yansımaları hakkında neler düşünüyorsunuz? Günümüzde eğitimde yaşanan öncelikli sorunlar nelerdir? Bu sorunların çözümü için neler yapılmalı?

Maalesef bu sorunun yanıtı çok acı. Çünkü Cumhuriyet’in başlangıcında gerçekleştirilen reformların bugüne yansımaları değil, yansımamaları üzerine çaba harcanıyor. Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in büyük eğitim reformundaki ileri hamlelerin tümü, bir filmi geri sarar gibi geriye alınıyor. Ve maalesef, sanki bu devrimlerden hiç geçmemişiz gibi başa dönülüyor. Bir eğitim sistemi düşünün ki felsefe dersi kaldırılıyor, binlerce resim hocası atama bekliyor, boş boş oturuyor ve normal liseler zorla imam hatip lisesine çevriliyor. Bırakın “imam ihtiyacından fazla mı yoksa az mı imam yetiştiriliyor” sorusunun yanıtını, başka üniversite okuyup normal mesleklere geçerek eğitim almak isteyen başka gençler, zorla imam hatip lisesine geçiriliyor, normal liseler zorla ebeveynlerin protestoları arasında imam kıyafetine büründürülüyor. Siyaset ve Cumhuriyet’in Atatürkçü çizgisi bir gün bu ihanetlerin hesabını Parlamento’da sorup eğitimin yönünü tekrar devrimin gerçek akışına çevirir diye umuyorum; ummak istiyorum. Çünkü Türkiye ve Atatürk’ün bize bıraktığı miras böyle bir sonu hakketmiyor, hak edemez

RESİM SANATI CİDDİ BİR DUVARLA KARŞI KARŞIYA

Cumhuriyet’ten günümüze sanat alanında yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Resim sanatının ülkemizde bugün geldiği noktadan memnun musunuz?

Atatürk, I. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış bir ülkede, bütçenin çok önemli bir kısmı ile sanat eserleri satın alıp, İstanbul ve Ankara Resim Heykel Müzesi’ni kuran insan. Türkiye’de tiyatro ve operanın temelini atan insan, Türkiye’de sahne sanatlarının gelişmesi için inanılmaz atılımlar yapmış, destek olmuş bir insan. Böyle bir insanın ardından ikinci cumhurbaşkanı İnönü’de sürekli olarak sergilere ve konserlere giden, sanatı gerçekten seven, sanatçıya saygı duyan bir başka büyük insan. Fakat maalesef onlardan sonra bu Cumhuriyet’in gördüğü   başkanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları sanatı hiç sevemediler. Yalnız son 13 yıllık dönemden bahsettiğimiz sanmayın, daha önceki dönemlerdeki başvekillerden her hangi biri de kalkıp bir modern sanat müzesi açmadı. Biz 110.000 cami açıp, bir adet modern veya çağdaş sanat müzesi açmamış iktidarların çocuklarıyız. Açılan bir kaç müze, bildiğiniz gibi özel sektör girişimleri sonucu... Bu utanç tüm parlamentoya ve tüm siyasilerimize geri dönülmez şekilde bir hüküm getirmektedir. İtiraf edeyim bundan utanıyorum, dolayısıyla bugün ülkemizde resim sanatının geldiği nokta, diğer sanat dallarını yaşadığı tıkanmaların çok ötesinde ciddi bir duvarla karşı karşıyadır. Bir yandan sıfır devlet desteği ile yürümeye çalışan bir sanat ortamı, diğer yandan devletleri affından hiçbir destek verilmemesinin doğrultusunda manevi desteğini bile esirgeyen önemli bir zengin zümre. Ve bu konuda giderek açılan bir uçurum ve yaşanan ciddi bir buhran söz konusu. Maalesef ülkemizde müzayede evlerinin bazılarının çağdaş sanatçıların yaşamını karartacak tavırlar içinde piyasaya açık zarar vermeleri ve vurdumduymazlıkları, durumun ciddiyetini daha da ağırlaştırıyor.

> Cumhuriyet’i fikri hür, irfanı hür kuşaklar ayakta tutuyor

Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yapılan değişikliklerin eğitimi ciddiye alarak gerçekleştirildiğini ve bunun sonucu özgüvenli, başarılı, “fikri hür, irfanı hür” ve nereye gittiğini bilen bir kuşağın ortaya çıktığını belirten  ressam ve yazar Bedri Baykam, “Zaten bugün Cumhuriyet’i hala ayakta tutan, bu kuşakların düşünsel kalıtımları, devamlarıdır” dedi.

bedri baykamCumhuriyet ve Atatürk denilince sizde oluşturduğu duygular nelerdir?

Cumhuriyet ve Atatürk denilince bunun bende uyandırdığı duyguların ne olduğundan daha önemlisi,  maalesef yeni kuşakta bu duyguların tamamen yanılgılarla dolu ve dönüştürülmüş şekilde algılanıyor olması... Bu çok üzücü çünkü Cumhuriyet ve Atatürk demek özgürlük demek, demokrasi demek, kadın erkek eşitliği demek insan gibi yaşamak demek. Atatürk bize bu temel veriler üstünden ayrıca barışı kovalamayı ve hiçbir şekilde savaşarak toprak büyütmeye çalışmamayı öğretiyor. Bütün bu duyguların tamamının karışımı da önümüze evrensel kardeşliği, barış, sevgiyi ve insan haklarını koyuyor, hakça paylaşımı koyuyor. Ne yazık ki özellikle 12 Eylül’den beri Cumhuriyet ve Atatürk’ün değeri tamamen unutturuldu ve olay bildiğiniz gibi çok tehlikeli noktalara tırmandırıldı. Bugün birçok gencin kafası bu konularda karışmış durumda. Atatürkçülük veya Cumhuriyet deyince akıllarında tamamen kendilerine son 25 yılda damardan zerk edilmiş ezberci fikirler dolaşıyor. Yani Cumhuriyet’in tek tip insan demek olduğu veya Atatürk’ün faşist bir diktatör olduğu gibi dünyadaki her aydını dehşet içinde bırakıp alay konusu olabilecek sözler. Ne yazık ki bu insanlar daha sonra bu akıl almaz propagandanın bedelini ödeyerek bunlara inanır kıvama geliyorlar ve ondan sonra da siyasetle olan güven ilişkilerini toptan kaybederek hiçbir düşünsel baltaya sap olamayan, çoğu ortada, amaçsız, apolitik ve her şeyden şikayet eder bir şekilde kızıyorlar.                            

ORDU MARŞLARI GÖZÜMÜZÜ YAŞARTIRDI

Siz öğrencilik yıllarınızda Cumhuriyet’in etkilerini nasıl yaşadınız? O dönemde okullarda nasıl bir anlayış hakimdi? Bu kapsamda öğrencilik yıllarınızla ilgili hatırladıklarınızı anlatabilir misiniz?

Ben öğrencilik yıllarımda Fransız okuluna gittiğim için Türk okullarında nasıl bir anlayışın hakim olduğunu bilmiyorum. Dolayısıyla bu kapsamdaki hatırladıklarımın bu soruya bir karşılığı olmaz. Ama içinde büyüdüğüm ailede gördüklerim ve yaşadıklarımın sorunuzla doğrudan alakası var. O dönemlerde Cumhuriyet’e ve Atatürk’e sonsuz ve tartışılmaz bir sevgi ve saygı vardı. Minnet borcu vardı, şükran vardı. Bilinçli bir idrak vardı, devrimlerin değeri çok iyi biliniyordu ve hepsinden önemlisi bütün bunların doğrultusunda sağcısından solcusuna geniş ortak payda buluşuyordu. Zaten Atatürk ve Cumhuriyet siyasi tartışmaların bir odağı halinle gelemiyordu. Bu maalesef önce Erbakan’ın kurduğu Milli Nizam Partisi ile dejenere olmaya başlayacak bir hattı. O günlerde, yani benim büyüdüğüm 60’larda Türk Silahlı Kuvvetleri’ne de çok büyük bir saygı vardı. Mesela şimdi size Ordu marşlarının gözümüzü yaşarttığını söylesem, bugünün gençliği bununla alay eder; buna militarizasyon der, faşizm der ve buna benzer tepkiler verir. Halbuki o günlerde bu ulus olma gururu bu Cumhuriyet’in yurttaşı olma gururu ve bu büyük kahramanlıklara imza atan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sonsuz sevgi, saygı ve şükran demekti. Silahlı kuvvetler de, Atatürk’ün devamı niteliğinde idi. Bunun değerini bugünkü genç kitlelerin anlaması, hissetmesi maalesef mümkün değil. Çünkü onların doğup büyüdüğü yetiştiği son 20-30 yılda Atatürk’ü eleştirmek ve devrimlerini küçümsemek, tarihi yansıtmak, bir alışkanlık ve refleks haline geldi. Bu tabii ki çok üzücü.                                                  

TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU DEV BİR DEVRİMDİ

Cumhuriyet’in kuruluşuyla eğitimde gerçekleştirilen devrimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? O dönemde getirilen değişikliklerden sizce en önemlileri hangileriydi, neden?

O dönemki değişikliklerin en önemlileri tabii ki 1924’te yapılan tevhid-i tedrisat kanunu ve laik eğitimde dönemin birinci Cumhuriyet kuşağı gençlerinin devrimin getirdiği yeni alfabe ve öz Türkçeyi yavaş yavaş öğrenmeleri bugün anlayamayacağımız derecede evrensel boyutlarda dev bir devrimdi. Yeni Cumhuriyet, yeni bir alfabeyle yeni bir anlayışla ve Cumhuriyet’e ve devrimlere inanmış yeni bir eğitimci kuşağın büyük ivmesiyle başlamıştı. Böylece eğitimde çok başlılık dönemi ve hilafetçilerin etkisi sona eriyor, “maarif vekaleti”ne bağlanması, tekke ve zaviyelerin kapatılması ile bilimsel laik eğitimin önü açıldı. Eğitimi baştan ciddiye alarak bu işe girişilmişti ve ortaya çıkan kuşak inanılmaz derecede özgüvenli, başarılı, “fikri hür irfanı hür” ve nereye gittiğini bilen bir kuşak çıktı ortaya. Zaten bugün Cumhuriyet’i hala ayakta tutan, bu kuşakların düşünsel kalıtımları, devamlarıdır.

Cumhuriyet’in başlangıcında eğitimde gerçekleştirilen reformların bugüne yansımaları hakkında neler düşünüyorsunuz? Günümüzde eğitimde yaşanan öncelikli sorunlar nelerdir? Bu sorunların çözümü için neler yapılmalı?

Maalesef bu sorunun yanıtı çok acı. Çünkü Cumhuriyet’in başlangıcında gerçekleştirilen reformların bugüne yansımaları değil, yansımamaları üzerine çaba harcanıyor. Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in büyük eğitim reformundaki ileri hamlelerin tümü, bir filmi geri sarar gibi geriye alınıyor. Ve maalesef, sanki bu devrimlerden hiç geçmemişiz gibi başa dönülüyor. Bir eğitim sistemi düşünün ki felsefe dersi kaldırılıyor, binlerce resim hocası atama bekliyor, boş boş oturuyor ve normal liseler zorla imam hatip lisesine çevriliyor. Bırakın “imam ihtiyacından fazla mı yoksa az mı imam yetiştiriliyor” sorusunun yanıtını, başka üniversite okuyup normal mesleklere geçerek eğitim almak isteyen başka gençler, zorla imam hatip lisesine geçiriliyor, normal liseler zorla ebeveynlerin protestoları arasında imam kıyafetine büründürülüyor. Siyaset ve Cumhuriyet’in Atatürkçü çizgisi bir gün bu ihanetlerin hesabını Parlamento’da sorup eğitimin yönünü tekrar devrimin gerçek akışına çevirir diye umuyorum; ummak istiyorum. Çünkü Türkiye ve Atatürk’ün bize bıraktığı miras böyle bir sonu hakketmiyor, hak edemez

RESİM SANATI CİDDİ BİR DUVARLA KARŞI KARŞIYA

Cumhuriyet’ten günümüze sanat alanında yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Resim sanatının ülkemizde bugün geldiği noktadan memnun musunuz?

Atatürk, I. Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış bir ülkede, bütçenin çok önemli bir kısmı ile sanat eserleri satın alıp, İstanbul ve Ankara Resim Heykel Müzesi’ni kuran insan. Türkiye’de tiyatro ve operanın temelini atan insan, Türkiye’de sahne sanatlarının gelişmesi için inanılmaz atılımlar yapmış, destek olmuş bir insan. Böyle bir insanın ardından ikinci cumhurbaşkanı İnönü’de sürekli olarak sergilere ve konserlere giden, sanatı gerçekten seven, sanatçıya saygı duyan bir başka büyük insan. Fakat maalesef onlardan sonra bu Cumhuriyet’in gördüğü   başkanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları sanatı hiç sevemediler. Yalnız son 13 yıllık dönemden bahsettiğimiz sanmayın, daha önceki dönemlerdeki başvekillerden her hangi biri de kalkıp bir modern sanat müzesi açmadı. Biz 110.000 cami açıp, bir adet modern veya çağdaş sanat müzesi açmamış iktidarların çocuklarıyız. Açılan bir kaç müze, bildiğiniz gibi özel sektör girişimleri sonucu... Bu utanç tüm parlamentoya ve tüm siyasilerimize geri dönülmez şekilde bir hüküm getirmektedir. İtiraf edeyim bundan utanıyorum, dolayısıyla bugün ülkemizde resim sanatının geldiği nokta, diğer sanat dallarını yaşadığı tıkanmaların çok ötesinde ciddi bir duvarla karşı karşıyadır. Bir yandan sıfır devlet desteği ile yürümeye çalışan bir sanat ortamı, diğer yandan devletleri affından hiçbir destek verilmemesinin doğrultusunda manevi desteğini bile esirgeyen önemli bir zengin zümre. Ve bu konuda giderek açılan bir uçurum ve yaşanan ciddi bir buhran söz konusu. Maalesef ülkemizde müzayede evlerinin bazılarının çağdaş sanatçıların yaşamını karartacak tavırlar içinde piyasaya açık zarar vermeleri ve vurdumduymazlıkları, durumun ciddiyetini daha da ağırlaştırıyor.

Son Güncelleme: Salı, 20 Ekim 2015 15:40

Gösterim: 2540

Sanayide ara ve nitelikli eleman sorunun çözülmesi gerektiğini söyleyen, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi, bu noktada, hem kamusal alana hem de özel sektöre ayrı ayrı sorumluluk düştüğünü ifade ediyor.

mehmet büyükekşiSanayide ara ve nitelikli eleman sorunun çözülmesi gerektiğini söyleyen, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi, bu noktada, hem kamusal alana hem de özel sektöre ayrı ayrı sorumluluk düştüğünü ifade ediyor. Büyükekşi, “Meslek liseleri, meslek yüksekokulları ve üniversiteler ile lisans ve doktora eğitim programlarının yenilenmesi, uygulama ağırlıklı eğitime geçilmesi, yeni nesil işgücü ihtiyacını karşılayacak eğitimler verilmesi gerekiyor” diyor.


Türkiye, 2023 yılında milli gelirini 2 trilyon dolara çıkarmayı ve yıllık 500 milyar dolar ihracat yapmayı hedefliyor. Belirlenen bu hedeflere ulaşmak için üniversite-sanayi işbirliğinin önemi nedir?

Sürdürülebilir ihracat için ilerlemenin yolunu yüksek katma değerli ihracat atılımında görüyoruz ve bu doğrultuda, inovasyon, Ar-Ge, tasarım ve markalaşmaya büyük önem veriyoruz. Öyle ki, günümüzde, inovatif girişimlerin yaşama kalite ve artı değer kattığı herkes tarafından kabul edilen bir gerçek olarak benimsendi. Bizim de ülke olarak sürdürülebilir büyüme ve kalkınma için firmalarımızla beraber inovasyon adına her geçen gün çıtayı daha da yukarı taşımamız gerekiyor. Bu noktadan yola çıkarak 61 bini aşkın ihracatçının temsilcisi Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) olarak, 2023 yılında ulaşmayı hedeflediğimiz 500 milyar dolarlık ihracata, 7’den 77’ye ülkemizin tüm bölgelerine inovasyon kültürünü yayarak ulaşacağımıza inanıyoruz. Bu devasa dönüşüme ülke olarak daha hazır olmak için üniversitelerdeki büyük yeteneklerin ortaya çıkarılması önem taşıyor. Bu kapsamda inovasyon alanında gençlere katkı yaparak, üniversite-sanayi işbirlikleri sağlayarak ülkemizi daha ileriye taşıyabileceğimizi düşünüyoruz.

T-JUMP SAN FRANCİSCO ÖNEMLİ BİR GİRİŞİMCİLİK MERKEZİ OLACAK

Türkiye İhracatçılar Meclisi olarak, üniversite-sanayi işbirliğinin artırılmasına katkı sağlamak için hangi çalışmaları gerçekleştiriyorsunuz? İhracatçıların eğitimli iş gücü sorununu çözmek amacıyla üniversitelerle anlaşmalar yapıyor musunuz?

61 bin aktif üyeli ihracatçı ailesinin temsilcisi Türkiye İhracatçılar Meclisi olarak her yaş grubunda, girişimcilik ve inovasyon kültürünü yaygınlaştırmak için birçok projeye imza atmış bulunuyoruz.

İlköğretim öğrencilerine yönelik “İnovasyon Atölyeleri’ni” hayata geçirdik. 50 dezavantajlı okulda kurulan İnovasyon Atölyeleri’nde eğitimlerimiz devam ediyor. Üniversite öğrencilerine yönelik ise “İnovaTİM” projesini hayata geçirdik. Bu minvalde, Türkiye’deki tüm üniversite öğrencileri arasında yapılan başvurular sonucu, 500 İnovaTİM temsilcisine Türkiye İnovasyon Haftası kariyer etkinliklerinde staj, burs ve mentorluk desteği veriyoruz. Diğer taraftan TİM olarak İTÜ bünyesinde YGA ile kurduğumuz “TeknoTİM- Teknovasyon” programı ile girişimcilere altyapı, danışmanlık hizmeti, eğitim ve mentorluk desteğini veriyoruz.

Yine yakın zamanda ODTÜ Teknokent’in ABD’nin San Francisco şehrinde bulunan Silikon Vadisi’nde kurduğu girişimcilik üssünü destekleyerek bir ilke imza attık. Girişimcilik dünyasının kalbinde, Silikon Vadisi’nde açtığımız “T-Jump San Francisco” adı verilen ofis, inovasyonun dünyadaki merkezi olan Silikon Vadisi’nde önemli bir girişimcilik merkezi olacak. Bu dev projemiz, genç girişimcilerimizle birlikte “start up” ve “spin-off” dediğimiz yeni küçük işletmelerin doğmasının ve büyümesinin önünü açacak. İnanıyoruz ki ODTÜ'nün Silikon Vadisi'nde açtığı bu üs, ülkemizin kıymetli girişimcilerinin gelişmesi ve dünyaya açılması açısından önemli bir kilometre taşı olacaktır. En ileri teknolojilerin ve bu teknolojilere dayalı üretime yönelik "knowhow”ın ülkemize aktarılabilmesi önemli önceliğimiz.

Ayrıca, meclisimiz desteği ile ihracatçı birlikleri tarafından düzenlenen Ar-Ge proje pazarları ile tasarım yarışmalarında üniversite öğrencileri ve akademisyenlerin Ar-Ge ve inovasyona dayalı derece alan başarılı eserlerini Türkiye İnovasyon Haftası etkinliklerinde katılımcılar ile buluşturuyoruz. Yine Türkiye İnovasyon Haftası etkinliklerinde, Türkiye’de faaliyet gösteren Ar-Ge merkezleri, teknoparklar ile bilim ve teknoloji merkezlerinin çalışmalarını kendilerine tahsis ettiğimiz alanlarda katılımcılar ile buluşturuyoruz.

Üniversiteler sanayinin ihtiyaçlarına uygun eleman yetiştirebiliyor mu? Akademik eğitim ülke sanayisine nasıl adapte oluyor? Sizce bu sorunun çözümü için nasıl bir yol izlenmelidir?

Geçtiğimiz yıl başladığımız “Türkiye’de Sanayinin ve Sanayiciliğin Yeniden Özendirilmesi ve Desteklenmesi” konulu çalışmamızda sanayi sektörünün önde gelen firma temsilcileri ile gerçekleştirdiğimiz yüz yüze görüşmeler neticesinde sanayinin en öncelikli sorunlarının başında üniversite-sanayi işbirliğinin güçlendirilerek sanayide ara ve nitelikli eleman sorunun çözülmesi gerektiğini gördük. Bu noktada, hem kamusal alana hem de özel sektöre ayrı ayrı sorumluluk düşüyor. Meslek liseleri, meslek yüksekokulları ve üniversiteler ile lisans ve doktora eğitim programlarının yenilenmesi, uygulama ağırlıklı eğitime geçilmesi, yeni nesil işgücü ihtiyacını karşılayacak eğitimler verilmesi gerekiyor. Bu amaçla orta ve yüksek teknoloji sektörleri ile ilgili teknik alanlar için staj programının zorunlu olması gerektiğine ve tüm üniversitelerimiz tarafından uygulanması gerektiğine inanıyoruz.

Bilim, teknoloji, Ar-Ge politikaları ve insan kaynağı stratejileri bakımından Güney Kore bizim için çok iyi bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Güney Kore teknik eğitim ve mühendislik eğitim reformunu 1968’li yıllarda uygulamaya başlamış. Güney Kore’nin özellikle KAIST ve Brain Korea uygulamaları ile aldığı sonuçlar ile yaklaşık 50 yılda muazzam bir noktaya ulaştığını görüyoruz. Uluslararası araştırmacı mobilitesini destekleyerek nitelikleri artırmak ve AR-GE çalışmalarını küreselleştirmek için birçok düzenleme gerçekleştirilmiştir. 2013 yılında, Güney Kore yükseköğretim kayıtlarında dünyada ilk sırada yer alıyor.

FİRMALAR, EĞİTİLMİŞ TEKNİK ELEMAN BULMAKTA ZORLANIYORLAR

Türkiye’de hızla yükselen ticaret ve sanayinin iş gücü konusunda genel olarak ihtiyaçları nelerdir?

Sanayinin ara eleman bulma konusunda sıkıntıları olduğunu biliyoruz. Firmalar, ortaöğrenim seviyesinde uygulama tecrübesi yüksek, piyasa koşullarına uyumlu, güncel teknolojiye hakim müfredat ile eğitilmiş teknik eleman bulmakta zorlanıyorlar. Hızla şehirleşen ve endüstrileşen ülkemizde bilhassa yüksek katma-değerli sanayi ve hizmet sektörlerine yönelik daha verimli ve nitelikli istihdam yaratabilme ihtiyacımız bugün ekonomimizin geleceğine dair en belirleyici unsur olarak göze çarpıyor.

2013 verilerine göre; Türkiye, 28,1 milyondan fazlası aktif olarak çalışan 76,6 milyonluk bir nüfusa ve AB üyesi ülkelerle karşılaştırıldığında en büyük iş gücüne sahip 4. ülkedir. Türkiye’nin sahip olduğu genç nüfus, iş gücünün büyümesindeki en önemli faktör olarak ülkenin rakiplerine kıyasla en üst sırada yer almasına katkı sağladı. Önümüzdeki dönemde de genç ve dinamik nüfusa sahip olan ülkemizin bu özelliğini iyi bir eğitim ve planlama ile fırsata çevireceğimize inanıyoruz.

AR-GE’YE DAHA FAZLA YATIRIM YAPILMALI

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümü olan 2023’te 500 milyar dolar ihracat hedefimiz var. Bu hedefe yönelik 2023 İhracat Stratejimiz ise bir Devlet Stratejisi haline gelmiş durumda. İhracatta ileri teknoloji ürünlerin payını yüzde 15’in üzerine çıkarma ve Ar-Ge harcamalarının GSMH’ye oranını yüzde 3’e çıkarma hedeflerine odaklanmak durumundayız. Türkiye’nin oldukça çetin şartlara sahip global rekabet ortamı içerisinde 2023 hedefleri yolunda emin adımlarla devam etmesi için ihracatımızın yüksek katma-değerli ürünlere dönüşümünü hızlandırmak ve ihracatımızda ileri teknolojinin ağırlığını yükseltmekten başka çaremiz yok. Bunun için de Türkiye’deki tüm sektörlerin ve firmalarımızın inovasyona, Ar-Ge’ye, tasarıma ve markalaşmaya çok daha fazla yatırım yapması gerekiyor. Bu yatırımlar için öncelikli koşul ise Türkiye’nin gündeminin bir an önce tamamen ekonomik istikrara odaklanmasıdır. Türkiye’de tesis edilen istikrar ortamının ve uzun vadeli vizyonun temellerinin sarsılmaması bu açıdan hayati önem taşıyor.

Türkiye’nin 2023 hedefleri arasında yer alan ekonomik büyüklükte dünyanın 10. ülkesi hayaline kavuşmasında inovasyonun önemini keşfeden İhracatçılar Meclisi (TİM), bu alanda üniversitelerdeki potansiyelin kullanılması için güç birliği çağrısında bulunuyor.

Üniversitelerin örnek alabileceği ve TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin çizdiği yol haritası ise şöyle:

-Toplumsal değerler zincirindeki değişim devam etmelidir. Zincirin tepesine üretimi ve her düzeyde inovatif insan fikrini koymak gerekiyor.

-Ulusal İnovasyon Stratejisi kısa zamanda hayata geçirilmeli hatta bir devlet belgesi olarak ortaya konulmalıdır.

-Eğer İstanbul'u dünya ölçeğinde bir tasarım ve inovasyon merkezi olarak ilan edersek ve dünya ölçeğinde bu algıyı yönetirsek,2023 yılında dünya tasarım ve inovasyon pastasından büyük bir pay alabiliriz.

> Üniversiteler işgücü ihtiyacına yönelik eğitimler vermeli

Sanayide ara ve nitelikli eleman sorunun çözülmesi gerektiğini söyleyen, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi, bu noktada, hem kamusal alana hem de özel sektöre ayrı ayrı sorumluluk düştüğünü ifade ediyor.

mehmet büyükekşiSanayide ara ve nitelikli eleman sorunun çözülmesi gerektiğini söyleyen, Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Mehmet Büyükekşi, bu noktada, hem kamusal alana hem de özel sektöre ayrı ayrı sorumluluk düştüğünü ifade ediyor. Büyükekşi, “Meslek liseleri, meslek yüksekokulları ve üniversiteler ile lisans ve doktora eğitim programlarının yenilenmesi, uygulama ağırlıklı eğitime geçilmesi, yeni nesil işgücü ihtiyacını karşılayacak eğitimler verilmesi gerekiyor” diyor.


Türkiye, 2023 yılında milli gelirini 2 trilyon dolara çıkarmayı ve yıllık 500 milyar dolar ihracat yapmayı hedefliyor. Belirlenen bu hedeflere ulaşmak için üniversite-sanayi işbirliğinin önemi nedir?

Sürdürülebilir ihracat için ilerlemenin yolunu yüksek katma değerli ihracat atılımında görüyoruz ve bu doğrultuda, inovasyon, Ar-Ge, tasarım ve markalaşmaya büyük önem veriyoruz. Öyle ki, günümüzde, inovatif girişimlerin yaşama kalite ve artı değer kattığı herkes tarafından kabul edilen bir gerçek olarak benimsendi. Bizim de ülke olarak sürdürülebilir büyüme ve kalkınma için firmalarımızla beraber inovasyon adına her geçen gün çıtayı daha da yukarı taşımamız gerekiyor. Bu noktadan yola çıkarak 61 bini aşkın ihracatçının temsilcisi Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) olarak, 2023 yılında ulaşmayı hedeflediğimiz 500 milyar dolarlık ihracata, 7’den 77’ye ülkemizin tüm bölgelerine inovasyon kültürünü yayarak ulaşacağımıza inanıyoruz. Bu devasa dönüşüme ülke olarak daha hazır olmak için üniversitelerdeki büyük yeteneklerin ortaya çıkarılması önem taşıyor. Bu kapsamda inovasyon alanında gençlere katkı yaparak, üniversite-sanayi işbirlikleri sağlayarak ülkemizi daha ileriye taşıyabileceğimizi düşünüyoruz.

T-JUMP SAN FRANCİSCO ÖNEMLİ BİR GİRİŞİMCİLİK MERKEZİ OLACAK

Türkiye İhracatçılar Meclisi olarak, üniversite-sanayi işbirliğinin artırılmasına katkı sağlamak için hangi çalışmaları gerçekleştiriyorsunuz? İhracatçıların eğitimli iş gücü sorununu çözmek amacıyla üniversitelerle anlaşmalar yapıyor musunuz?

61 bin aktif üyeli ihracatçı ailesinin temsilcisi Türkiye İhracatçılar Meclisi olarak her yaş grubunda, girişimcilik ve inovasyon kültürünü yaygınlaştırmak için birçok projeye imza atmış bulunuyoruz.

İlköğretim öğrencilerine yönelik “İnovasyon Atölyeleri’ni” hayata geçirdik. 50 dezavantajlı okulda kurulan İnovasyon Atölyeleri’nde eğitimlerimiz devam ediyor. Üniversite öğrencilerine yönelik ise “İnovaTİM” projesini hayata geçirdik. Bu minvalde, Türkiye’deki tüm üniversite öğrencileri arasında yapılan başvurular sonucu, 500 İnovaTİM temsilcisine Türkiye İnovasyon Haftası kariyer etkinliklerinde staj, burs ve mentorluk desteği veriyoruz. Diğer taraftan TİM olarak İTÜ bünyesinde YGA ile kurduğumuz “TeknoTİM- Teknovasyon” programı ile girişimcilere altyapı, danışmanlık hizmeti, eğitim ve mentorluk desteğini veriyoruz.

Yine yakın zamanda ODTÜ Teknokent’in ABD’nin San Francisco şehrinde bulunan Silikon Vadisi’nde kurduğu girişimcilik üssünü destekleyerek bir ilke imza attık. Girişimcilik dünyasının kalbinde, Silikon Vadisi’nde açtığımız “T-Jump San Francisco” adı verilen ofis, inovasyonun dünyadaki merkezi olan Silikon Vadisi’nde önemli bir girişimcilik merkezi olacak. Bu dev projemiz, genç girişimcilerimizle birlikte “start up” ve “spin-off” dediğimiz yeni küçük işletmelerin doğmasının ve büyümesinin önünü açacak. İnanıyoruz ki ODTÜ'nün Silikon Vadisi'nde açtığı bu üs, ülkemizin kıymetli girişimcilerinin gelişmesi ve dünyaya açılması açısından önemli bir kilometre taşı olacaktır. En ileri teknolojilerin ve bu teknolojilere dayalı üretime yönelik "knowhow”ın ülkemize aktarılabilmesi önemli önceliğimiz.

Ayrıca, meclisimiz desteği ile ihracatçı birlikleri tarafından düzenlenen Ar-Ge proje pazarları ile tasarım yarışmalarında üniversite öğrencileri ve akademisyenlerin Ar-Ge ve inovasyona dayalı derece alan başarılı eserlerini Türkiye İnovasyon Haftası etkinliklerinde katılımcılar ile buluşturuyoruz. Yine Türkiye İnovasyon Haftası etkinliklerinde, Türkiye’de faaliyet gösteren Ar-Ge merkezleri, teknoparklar ile bilim ve teknoloji merkezlerinin çalışmalarını kendilerine tahsis ettiğimiz alanlarda katılımcılar ile buluşturuyoruz.

Üniversiteler sanayinin ihtiyaçlarına uygun eleman yetiştirebiliyor mu? Akademik eğitim ülke sanayisine nasıl adapte oluyor? Sizce bu sorunun çözümü için nasıl bir yol izlenmelidir?

Geçtiğimiz yıl başladığımız “Türkiye’de Sanayinin ve Sanayiciliğin Yeniden Özendirilmesi ve Desteklenmesi” konulu çalışmamızda sanayi sektörünün önde gelen firma temsilcileri ile gerçekleştirdiğimiz yüz yüze görüşmeler neticesinde sanayinin en öncelikli sorunlarının başında üniversite-sanayi işbirliğinin güçlendirilerek sanayide ara ve nitelikli eleman sorunun çözülmesi gerektiğini gördük. Bu noktada, hem kamusal alana hem de özel sektöre ayrı ayrı sorumluluk düşüyor. Meslek liseleri, meslek yüksekokulları ve üniversiteler ile lisans ve doktora eğitim programlarının yenilenmesi, uygulama ağırlıklı eğitime geçilmesi, yeni nesil işgücü ihtiyacını karşılayacak eğitimler verilmesi gerekiyor. Bu amaçla orta ve yüksek teknoloji sektörleri ile ilgili teknik alanlar için staj programının zorunlu olması gerektiğine ve tüm üniversitelerimiz tarafından uygulanması gerektiğine inanıyoruz.

Bilim, teknoloji, Ar-Ge politikaları ve insan kaynağı stratejileri bakımından Güney Kore bizim için çok iyi bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Güney Kore teknik eğitim ve mühendislik eğitim reformunu 1968’li yıllarda uygulamaya başlamış. Güney Kore’nin özellikle KAIST ve Brain Korea uygulamaları ile aldığı sonuçlar ile yaklaşık 50 yılda muazzam bir noktaya ulaştığını görüyoruz. Uluslararası araştırmacı mobilitesini destekleyerek nitelikleri artırmak ve AR-GE çalışmalarını küreselleştirmek için birçok düzenleme gerçekleştirilmiştir. 2013 yılında, Güney Kore yükseköğretim kayıtlarında dünyada ilk sırada yer alıyor.

FİRMALAR, EĞİTİLMİŞ TEKNİK ELEMAN BULMAKTA ZORLANIYORLAR

Türkiye’de hızla yükselen ticaret ve sanayinin iş gücü konusunda genel olarak ihtiyaçları nelerdir?

Sanayinin ara eleman bulma konusunda sıkıntıları olduğunu biliyoruz. Firmalar, ortaöğrenim seviyesinde uygulama tecrübesi yüksek, piyasa koşullarına uyumlu, güncel teknolojiye hakim müfredat ile eğitilmiş teknik eleman bulmakta zorlanıyorlar. Hızla şehirleşen ve endüstrileşen ülkemizde bilhassa yüksek katma-değerli sanayi ve hizmet sektörlerine yönelik daha verimli ve nitelikli istihdam yaratabilme ihtiyacımız bugün ekonomimizin geleceğine dair en belirleyici unsur olarak göze çarpıyor.

2013 verilerine göre; Türkiye, 28,1 milyondan fazlası aktif olarak çalışan 76,6 milyonluk bir nüfusa ve AB üyesi ülkelerle karşılaştırıldığında en büyük iş gücüne sahip 4. ülkedir. Türkiye’nin sahip olduğu genç nüfus, iş gücünün büyümesindeki en önemli faktör olarak ülkenin rakiplerine kıyasla en üst sırada yer almasına katkı sağladı. Önümüzdeki dönemde de genç ve dinamik nüfusa sahip olan ülkemizin bu özelliğini iyi bir eğitim ve planlama ile fırsata çevireceğimize inanıyoruz.

AR-GE’YE DAHA FAZLA YATIRIM YAPILMALI

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümü olan 2023’te 500 milyar dolar ihracat hedefimiz var. Bu hedefe yönelik 2023 İhracat Stratejimiz ise bir Devlet Stratejisi haline gelmiş durumda. İhracatta ileri teknoloji ürünlerin payını yüzde 15’in üzerine çıkarma ve Ar-Ge harcamalarının GSMH’ye oranını yüzde 3’e çıkarma hedeflerine odaklanmak durumundayız. Türkiye’nin oldukça çetin şartlara sahip global rekabet ortamı içerisinde 2023 hedefleri yolunda emin adımlarla devam etmesi için ihracatımızın yüksek katma-değerli ürünlere dönüşümünü hızlandırmak ve ihracatımızda ileri teknolojinin ağırlığını yükseltmekten başka çaremiz yok. Bunun için de Türkiye’deki tüm sektörlerin ve firmalarımızın inovasyona, Ar-Ge’ye, tasarıma ve markalaşmaya çok daha fazla yatırım yapması gerekiyor. Bu yatırımlar için öncelikli koşul ise Türkiye’nin gündeminin bir an önce tamamen ekonomik istikrara odaklanmasıdır. Türkiye’de tesis edilen istikrar ortamının ve uzun vadeli vizyonun temellerinin sarsılmaması bu açıdan hayati önem taşıyor.

Türkiye’nin 2023 hedefleri arasında yer alan ekonomik büyüklükte dünyanın 10. ülkesi hayaline kavuşmasında inovasyonun önemini keşfeden İhracatçılar Meclisi (TİM), bu alanda üniversitelerdeki potansiyelin kullanılması için güç birliği çağrısında bulunuyor.

Üniversitelerin örnek alabileceği ve TİM Başkanı Mehmet Büyükekşi’nin çizdiği yol haritası ise şöyle:

-Toplumsal değerler zincirindeki değişim devam etmelidir. Zincirin tepesine üretimi ve her düzeyde inovatif insan fikrini koymak gerekiyor.

-Ulusal İnovasyon Stratejisi kısa zamanda hayata geçirilmeli hatta bir devlet belgesi olarak ortaya konulmalıdır.

-Eğer İstanbul'u dünya ölçeğinde bir tasarım ve inovasyon merkezi olarak ilan edersek ve dünya ölçeğinde bu algıyı yönetirsek,2023 yılında dünya tasarım ve inovasyon pastasından büyük bir pay alabiliriz.

Son Güncelleme: Cuma, 03 Temmuz 2015 18:09

Gösterim: 2726

Maltepe Üniversitesi'nin belgeselci Rektörü Prof. Dr. Şahin Karasar: Üniversiteyi ORKESTRA ŞEFİ gibi yönetiyorum

Önce fizik, sonra arkeoloji bölümlerini deneyen Maltepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şahin Karasar, son olarak iletişim bölümünü seçerek alanını bulduğunu söylüyor. Mesleki kariyeri boyunca uygulamanın içinde olan Prof. Dr. Karasar, birçok belgesele imza atmış bir isim. İletişimci olmanın yönetime katkısı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Karasar, kendisini caz orkestrası şefine benzeterek, “Caz orkestrası şefi ekibin içindendir. Herhangi bir enstrümanı çalar. Çalarken de ekibini yönetir. Ben de onu uygulamaya çalışıyorum” diyor.

Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz?

1965 yılında Ankara’da doğdum. İlkokul, ortaokul, liseyi Ankara’da okudum. Üniversiteyi Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’nde, o dönemin tek iletişim fakültesi şimdiki adıyla İletişim Bilimleri Fakültesi olan, Basın Yayın Yüksekokulu’nda okudum. Anadolu Üniversitesi’nin yurtdışı yüksek lisans bursuyla ABD’nin Wisconsin eyaletine gittim. Milwaukee’de yüksek lisans eğitimimi yaptım. Mecburi hizmetimi yapmak için Türkiye’ye geri döndüm ve asistanı olduğum Anadolu Üniversitesi’nde araştırma görevlisi oldum. Doktora eğitimime başladım ve 1999 yılında bitirdim. Doktoramı bitirdikten sonra bir dönem Gazi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. 2001-2004 yılları arasında KKTC Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne önce bölüm başkanı, sonra dekan yardımcısı oldum. Daha sonrasında da rektör yardımcısı olarak görev yaptım. 2004 yılında Kırgısiztan-Türkiye Manas Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne Radyo, Televizyon ve Sinema bölüm başkanı olarak girdim. O zaman stüdyolar kuruluyordu ve görevim de stüdyoların kuruluşunu organize etmekti. Oradaki görevim tamamlandıktan sonra Maltepe Üniversitesi’ne İletişim Fakültesi dekan yardımcısı olarak geldim. Daha sonra 2005 yılından 2010 yılına kadar Güzel Sanatlar Fakültesi dekanı olarak çalıştım. 2010 yılında Türk Hava Yolları’nda eğitim başkanı ve Türk Hava Yolları Akademisi başkanı olarak görev yaptım. Burada 3 yıl çalıştıktan sonra rektör yardımcısı olarak üniversiteye tekrar döndüm. Hemen ardından da rektörlük görevine atandım. Birkaç aydır Maltepe Üniversitesi’nin rektörü olarak görevimi yapıyorum.

Akademik alanım televizyon işletmeciliği, elektronik yayın yönetimi. Mesleki kariyerim boyunca uygulamadan kopmadım. Hep dış yapım olarak çeşitli kurum ve kuruluşlara belgeseller ürettim, çektim. Birkaçı televizyonlarda yayınlandı. Bizim üniversitelerimizin temel açmazlarından birisi de öğrencinin mezuniyetinden sonra üniversite sistemi içerisinde kalması, asistan olması, oradan akademik hayatını devam ettirerek yükselmesi. Profesör olması ve ondan sonra da yönetim görevlerine gelmesi. Aslında uygulamadan kopuk kalmak çok kısıtlayıcı bir şey.

Sürekli uygulamanın içerisinde olmuşsunuz. Bu durum yönetiminize nasıl yansıyor?

Aslında mesleği sevdiğim için, üretmeyi sevdiğim için uygulamanın içinde oldum. Bu uygulama içinde olmanın çok avantajlar sağladığını da, uygulamayı yapıp sınıfta öğretirken anladım. Öncelikle öğretim üyesinin sınıf içerisindeki performansına çok ciddi bir katkısı var. THY’de çalıştığım dönemde gördüm ki sadece üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir eğitmen ekibi, sektörün beklentilerini karşılamaktan çok uzak. Çünkü sektör profesyonelleri zaten o bilimsel bilgiyle donanmış, o yayınların hepsini okumuş, o kitapların hepsini özümsemiş. Üniversite öğretim üyelerinin bundan çok uzak olması beni oradaki hizmetim boyunca da üniversite dışı eğitmenlerle çalışmak durumunda bıraktı. Şimdi Maltepe Üniversitesi rektörlüğü yaparken de gerek üniversitemizdeki dekan ve müdür arkadaşlarımla istişarelerimde gerekse öğretim elemanı istihdam politikamızda mutlaka uygulamanın içinden gelmiş olmasını hem artı olarak görüyoruz hem neredeyse şart koşuyoruz. Uygulamanın dışında olan bir öğretim üyesinin yeterince öğrenciye faydalı olamayacağını düşünüyorum. Uygulamanın tamamen uzağında yetişen bir öğrencinin de reel hayata hazırlanamayacağını düşünüyorum.

İLETİŞİMİ SEÇEREK ALANIMI BULDUM

İletişimi seçmenizde etken neydi? Sizi bu tercihinize yönelten süreç nasıl gelişti?

Türkiye’de 1970’li yılların başından beri üniversiteye giriş sistemi ufak tefek rötuşların dışında çok radikal bir değişikliğe uğramadı. Bu süre zarfında da belli meslekler hep moda meslek haline geldi. Bizim üniversiteye girdiğimiz yıllarda da iletişim gerçekten çok parlayan bir alandı. Üniversiteye 1986’da girdim. Daha doğrusu bitirdiğim üniversiteye girdim. Ben daha önce başka alanları da denedim. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde fizik okudum. Bitirmedim. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde Protohistorya – Önasya Arkeolojisi okudum. Ve son olarak İletişim Fakültesi’ne girerek alanımı bulduğumu düşünüyorum.

Birçok ülkede bulunmuşsunuz. Kurumsallığa da imza atmışsınız. Bu anlamda baktığınızda, Türkiye’deki eğitimi nasıl görüyorsunuz?

Eğitim aslında özellikle yükseköğretim bu anlamda en yenilikçi olması gereken bir alan. Yükseköğretim camiasının bireyleri aslında mesleki olarak o kadar konservatif insanlar ki bir yeniliğe onları adapte etmek oldukça güç oluyor. Buna en bariz örneği şuradan vermek istiyorum. Şu anda Y kuşağı, hem üniversitede öğrenci hem iş sektöründe, reel sektörde çalışan hem de istihdam yapan olarak bulunuyor. Ama öyle kritik bir eşikteyiz ki 3 yıl sonra Z kuşağı üniversiteye adım atacak. Z kuşağı dediğimiz kuşağın bütün öğrenme alışkanlıkları bizim ezberimizi bozacak şekilde. Yani öğrenmenin temel parametreleri olan defter, kitap, kütüphane, kalem, kağıt, silgi gibi şeyler onların hayatında neredeyse yok. Daha çok online ve sosyal mecralar üzerinden bir öğrenme ve öğretme ile paylaşma aktivitesi gerçekleştiriyor. Bunların öğrenme alışkanlıklarına bizim kendimizi uydurmamız öğretim üyeleri olarak en zor işlerden birisidir. Öğretim üyeleri kendilerini revize etmezlerse bu ihtiyacı karşılamaları mümkün değil.

Bir şeyi belirtmek isterim, kendi alanım olduğu için bunu örnek veriyorum, sosyal bilimler alanının öğretim üyeleri hep eleştiri kültürü üzerinden var olmaya çalışmış bir kitle. Yapılan bir şeyi eleştirmek bir duruştur, saygı duyulabilir. Fakat bir parça da çözüm üretme ve çözümün parçası olmak refleksi de geliştirmek ve sergilemek gerekir. Yükseköğretim camiasının, üniversitelerin görevlerinden birisi de böyle farklı modeller üzerine kafa yormak, bunları ülke yükseköğretimine önermek. Çözüm önerileri de aramalıyız. Tabi sadece sosyal bilimler alanında ya da sadece eğitim alanında değil, mühendislik, sağlık, hukuk alanlarında da bu tür yeniliklerin öncüsü olacak bir şekilde kafa yormaları gerektiğini düşünüyorum üniversitelerin.

HER FAKÜLTEMİZİN UYGULAMA MEKANI VAR

Üniversitelerin misyonunu söylemiş oldunuz. Çözüm odaklı olması gerektiğini belirttiniz. Peki üniversitelerin şu andaki mevcut öğrencilere yönelik olarak çalışmaları nasıl olması gerekir?

Bizim Maltepe Üniversitesi’nde benimsediğimiz önemsediğimiz, önceliklendirdiğimiz ve takip ettiğimiz sistem, tamamen uygulamanın içinde olması. Alanı ne olursa olsun her bir fakültemizin mutlaka uygulama alanı var. Mühendislik Fakültesi’nde uygulama mekanları laboratuvarlar şeklinde oluyor. Hukuk Fakültemizin sanal mahkeme salonu; İletişim Fakültemizin yine Türkiye’nin en büyük kapalı platoları, üretim platoları ki burada pek çok profesyonel yapım yapılıyor. O anlamda İletişim Fakültemizin tüm öğrencileri de o yapımlar içerisinde öğrenciyken çeşitli pozisyonlarda, daha sonra mezun olduklarında kadrolu olarak görev alma şansını yakalıyorlar. Kuluçka merkezimiz aracılığıyla Mühendislik Fakültesi öğrencilerimizin yine start-up şirketlerin çalıştırmaları için kampüste onlara mekan sağlıyoruz. Mimarlık ve Tasarım Fakültemizin Türkiye’de hiçbir yerde eşi olmayan, duvar örmekten tutun da herhangi bir üç boyutlu tasarımı, üç boyutlu printerlarda almaya varana kadar değişen imkanlara sahip mimarlık hangarımız var.

Maltepe Üniversitesi’nin  bundan sonraki hedefleri neler olacak?

20. yıla yaklaşmış bulunuyoruz. Bu önemli bir avantaj. Bu zaman zarfında da 1 milyon metrekarelik kampüs içerisinde gerek derslikler gerek yardımcı üniteler, öğrenci evleri, konferans salonları, sergi salonları, uygulama mekanları artık bizi fiziki anlamda ileri düzeyde bir olgunluğa getirdi. Üniversitemizin akademik yapılanmasının, İstanbul Üniversitesi’nden, Mimar Sinan Üniversitesi’nden, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden bir ekiple kurulmuş olması da çok önemli bir avantaj. Ciddi, sağlam bir akademik yapısı var ve bu gelenek şimdiye kadar bozulmadı. Akademik olarak akreditasyonlar meselesi var. Avrupa Birliği uyum süreçlerini tamamladık. Diploma eki etiketlerimizi de aldık. Ulusal ve uluslararası düzeyde program program, bölüm bölüm akredite eden kurumlarla görüşüyoruz. Girdiyi iyi ya da kötü bir biçimde ölçüyoruz. Çıktının da ölçülmesi anlamında da bu tür akreditasyonlar önemli. Şimdiki hedeflerimizden birisi de budur.

Hedeflediğiniz noktada mısınız? Olaylar hep planladığınız şekilde mi gelişti? Yoksa biraz da tesadüflerin eseriyle mi bir kariyer planlaması oldu?

Çok planlayarak gittiğim söylenemez ama hedeflerim hep oldu. Bir öğretim üyesi olarak da yani öğretim üyesinin gelebileceği en yüksek yer rektörlüktür. Ona çok şükür gelmiş oldum. Esas bundan sonrasının zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü içinde bulunduğunuz kurumu bir noktadan belli bir noktaya taşımak bundan sonraki en önemli hedef. Ondan sonrası için şu anda çok rahat hedef koymak mümkün değil.

Şu an verimli döneminizdesiniz. Rektörlüğü bırakacağım dediğiniz noktada üniversiteyi nerede görmek istersiniz?

Rektör olduğumda bir strateji vizyon belgesi vardı, orada şunu söyledim: “Maltepe Üniversitesi bu fiziki kapasitesiyle, akademik yapısının desteğiyle gerçekten ilkler arasında yer almayı hakeden bir yapıda.” İlk 4 yıllıkta ya da ikinci 4 yıllıkta toplamda 8 yıllık dönemde ilkler arasına sokabilirsem, o benim için hedeflerimi gerçekleştirmek anlamına gelecek.

HER LİSE MEZUNUNUN ÜNİVERSİTEYE YERLEŞEBİLECEĞİ DÖNEMDEYİZ

Üniversitelerin sayısı giderek artıyor. Prof. Dr. Şahin Karasar, Türkiye’nin son 30-40 yılında üniversite eğitiminin özellikle batıdan modeller dediğimiz sistemlerle yaşadığına dikkat çekiyor. Üniversitelerimizin, her ne kadar Avrupa’ya ait bir sistem olsa da daha çok Amerikan yükseköğretim sisteminin modelleriyle hem müfredat hem uygulama açısından ilerlediğini söyleyen Prof. Dr. Karasar, “Şimdi bizim nüfusumuza oranla üniveriste sayımıza baktığımızda o standartları yakalayabilmemiz için bir bu kadar daha üniversitemizin olması gerekiyor. Kontenjanlar ve üniversite kapısındaki yığılma olarak baktığımızda son 10 yılda gerçekten üniversite kapısında bekleme işi siyaseten çözülmüş durumda. Yani üniversitelerin sayısı ve kontenjanların artırılması suretiyle aslında şu anda liseden mezun olan her öğrencinin eğer vakıf üniversitesini finanse edebilecek bir gücü varsa mutlaka bir üniversiteye yerleşebileceği bir dönemdeyiz. Bence iki açıdan iyi. Birincisi, neslin üniversiteleşmesi açısından; ikincisi de, üniversite eğitimi almak isteyen herkese duyuracağınız, tanınmak açısından iyi. Burada zikretmediğimiz bir üçüncü boyutu daha var. Uluslararası rekabet parametrelerinden birisi de üniversite eğitimi almış olmak” ifadelerini kullanıyor.

İLETİŞİMCİ OLMAK KOLAYLIK SAĞLIYOR

İletişimci olmanın çok büyük avantajlarının olduğunu ancak her zaman iletişimi iyi olmak anlamına gelmediğini söyleyen Maltepe Üniversitesi Rektörü, alanınız, mesleğiniz, konumunuz, göreviniz ne olursa olsun, dialogla çözebileceğiniz kısmının işin büyük bir kısmı olduğunu, dolayısıyla dialoğun gözardı edilmemesi gerektiğini sözlerine ekliyor dk-apotek.com. İletişimci olmanın yönetim konusunda çok kolaylık sağladığını ifade eden Rektör Prof. Karasar, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Senfoni orkestrasının şefiyle caz orkestrasının şefi arasındaki fark nedir noktasında, caz orkestrasının şefi ekibin içindendir. Enstrümanlardan herhangi birisini çalıyor. Ve o işi yaparken de orkestrayı orkestrayı. Ben de onu uygulamaya çalışıyorum. Yani ekibin içinde hem bir neferim hem de ekibi naçizane yönetmeye çalışıyorum. Burada her şey o kadar kritik ki yani en ufak bir şeyle dengeyi bozmanız mümkün. Her zaman dikkatli her zaman zinde her zaman duyarlı olmanız lazım ki ekibin nabzını iyi tutun ve ona göre çözümler modeller geliştirin. Mutlaka uzlaşı platformu yaratmaya, uzlaşıya ve ortak akla kavuşmaya çalışıyorum.”

> ‘Üniversiteyi orkestra şefi gibi yönetiyorum’

Maltepe Üniversitesi'nin belgeselci Rektörü Prof. Dr. Şahin Karasar: Üniversiteyi ORKESTRA ŞEFİ gibi yönetiyorum

Önce fizik, sonra arkeoloji bölümlerini deneyen Maltepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Şahin Karasar, son olarak iletişim bölümünü seçerek alanını bulduğunu söylüyor. Mesleki kariyeri boyunca uygulamanın içinde olan Prof. Dr. Karasar, birçok belgesele imza atmış bir isim. İletişimci olmanın yönetime katkısı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Karasar, kendisini caz orkestrası şefine benzeterek, “Caz orkestrası şefi ekibin içindendir. Herhangi bir enstrümanı çalar. Çalarken de ekibini yönetir. Ben de onu uygulamaya çalışıyorum” diyor.

Öncelikle sizi biraz tanıyabilir miyiz?

1965 yılında Ankara’da doğdum. İlkokul, ortaokul, liseyi Ankara’da okudum. Üniversiteyi Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’nde, o dönemin tek iletişim fakültesi şimdiki adıyla İletişim Bilimleri Fakültesi olan, Basın Yayın Yüksekokulu’nda okudum. Anadolu Üniversitesi’nin yurtdışı yüksek lisans bursuyla ABD’nin Wisconsin eyaletine gittim. Milwaukee’de yüksek lisans eğitimimi yaptım. Mecburi hizmetimi yapmak için Türkiye’ye geri döndüm ve asistanı olduğum Anadolu Üniversitesi’nde araştırma görevlisi oldum. Doktora eğitimime başladım ve 1999 yılında bitirdim. Doktoramı bitirdikten sonra bir dönem Gazi Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. 2001-2004 yılları arasında KKTC Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne önce bölüm başkanı, sonra dekan yardımcısı oldum. Daha sonrasında da rektör yardımcısı olarak görev yaptım. 2004 yılında Kırgısiztan-Türkiye Manas Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne Radyo, Televizyon ve Sinema bölüm başkanı olarak girdim. O zaman stüdyolar kuruluyordu ve görevim de stüdyoların kuruluşunu organize etmekti. Oradaki görevim tamamlandıktan sonra Maltepe Üniversitesi’ne İletişim Fakültesi dekan yardımcısı olarak geldim. Daha sonra 2005 yılından 2010 yılına kadar Güzel Sanatlar Fakültesi dekanı olarak çalıştım. 2010 yılında Türk Hava Yolları’nda eğitim başkanı ve Türk Hava Yolları Akademisi başkanı olarak görev yaptım. Burada 3 yıl çalıştıktan sonra rektör yardımcısı olarak üniversiteye tekrar döndüm. Hemen ardından da rektörlük görevine atandım. Birkaç aydır Maltepe Üniversitesi’nin rektörü olarak görevimi yapıyorum.

Akademik alanım televizyon işletmeciliği, elektronik yayın yönetimi. Mesleki kariyerim boyunca uygulamadan kopmadım. Hep dış yapım olarak çeşitli kurum ve kuruluşlara belgeseller ürettim, çektim. Birkaçı televizyonlarda yayınlandı. Bizim üniversitelerimizin temel açmazlarından birisi de öğrencinin mezuniyetinden sonra üniversite sistemi içerisinde kalması, asistan olması, oradan akademik hayatını devam ettirerek yükselmesi. Profesör olması ve ondan sonra da yönetim görevlerine gelmesi. Aslında uygulamadan kopuk kalmak çok kısıtlayıcı bir şey.

Sürekli uygulamanın içerisinde olmuşsunuz. Bu durum yönetiminize nasıl yansıyor?

Aslında mesleği sevdiğim için, üretmeyi sevdiğim için uygulamanın içinde oldum. Bu uygulama içinde olmanın çok avantajlar sağladığını da, uygulamayı yapıp sınıfta öğretirken anladım. Öncelikle öğretim üyesinin sınıf içerisindeki performansına çok ciddi bir katkısı var. THY’de çalıştığım dönemde gördüm ki sadece üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir eğitmen ekibi, sektörün beklentilerini karşılamaktan çok uzak. Çünkü sektör profesyonelleri zaten o bilimsel bilgiyle donanmış, o yayınların hepsini okumuş, o kitapların hepsini özümsemiş. Üniversite öğretim üyelerinin bundan çok uzak olması beni oradaki hizmetim boyunca da üniversite dışı eğitmenlerle çalışmak durumunda bıraktı. Şimdi Maltepe Üniversitesi rektörlüğü yaparken de gerek üniversitemizdeki dekan ve müdür arkadaşlarımla istişarelerimde gerekse öğretim elemanı istihdam politikamızda mutlaka uygulamanın içinden gelmiş olmasını hem artı olarak görüyoruz hem neredeyse şart koşuyoruz. Uygulamanın dışında olan bir öğretim üyesinin yeterince öğrenciye faydalı olamayacağını düşünüyorum. Uygulamanın tamamen uzağında yetişen bir öğrencinin de reel hayata hazırlanamayacağını düşünüyorum.

İLETİŞİMİ SEÇEREK ALANIMI BULDUM

İletişimi seçmenizde etken neydi? Sizi bu tercihinize yönelten süreç nasıl gelişti?

Türkiye’de 1970’li yılların başından beri üniversiteye giriş sistemi ufak tefek rötuşların dışında çok radikal bir değişikliğe uğramadı. Bu süre zarfında da belli meslekler hep moda meslek haline geldi. Bizim üniversiteye girdiğimiz yıllarda da iletişim gerçekten çok parlayan bir alandı. Üniversiteye 1986’da girdim. Daha doğrusu bitirdiğim üniversiteye girdim. Ben daha önce başka alanları da denedim. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde fizik okudum. Bitirmedim. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi’nde Protohistorya – Önasya Arkeolojisi okudum. Ve son olarak İletişim Fakültesi’ne girerek alanımı bulduğumu düşünüyorum.

Birçok ülkede bulunmuşsunuz. Kurumsallığa da imza atmışsınız. Bu anlamda baktığınızda, Türkiye’deki eğitimi nasıl görüyorsunuz?

Eğitim aslında özellikle yükseköğretim bu anlamda en yenilikçi olması gereken bir alan. Yükseköğretim camiasının bireyleri aslında mesleki olarak o kadar konservatif insanlar ki bir yeniliğe onları adapte etmek oldukça güç oluyor. Buna en bariz örneği şuradan vermek istiyorum. Şu anda Y kuşağı, hem üniversitede öğrenci hem iş sektöründe, reel sektörde çalışan hem de istihdam yapan olarak bulunuyor. Ama öyle kritik bir eşikteyiz ki 3 yıl sonra Z kuşağı üniversiteye adım atacak. Z kuşağı dediğimiz kuşağın bütün öğrenme alışkanlıkları bizim ezberimizi bozacak şekilde. Yani öğrenmenin temel parametreleri olan defter, kitap, kütüphane, kalem, kağıt, silgi gibi şeyler onların hayatında neredeyse yok. Daha çok online ve sosyal mecralar üzerinden bir öğrenme ve öğretme ile paylaşma aktivitesi gerçekleştiriyor. Bunların öğrenme alışkanlıklarına bizim kendimizi uydurmamız öğretim üyeleri olarak en zor işlerden birisidir. Öğretim üyeleri kendilerini revize etmezlerse bu ihtiyacı karşılamaları mümkün değil.

Bir şeyi belirtmek isterim, kendi alanım olduğu için bunu örnek veriyorum, sosyal bilimler alanının öğretim üyeleri hep eleştiri kültürü üzerinden var olmaya çalışmış bir kitle. Yapılan bir şeyi eleştirmek bir duruştur, saygı duyulabilir. Fakat bir parça da çözüm üretme ve çözümün parçası olmak refleksi de geliştirmek ve sergilemek gerekir. Yükseköğretim camiasının, üniversitelerin görevlerinden birisi de böyle farklı modeller üzerine kafa yormak, bunları ülke yükseköğretimine önermek. Çözüm önerileri de aramalıyız. Tabi sadece sosyal bilimler alanında ya da sadece eğitim alanında değil, mühendislik, sağlık, hukuk alanlarında da bu tür yeniliklerin öncüsü olacak bir şekilde kafa yormaları gerektiğini düşünüyorum üniversitelerin.

HER FAKÜLTEMİZİN UYGULAMA MEKANI VAR

Üniversitelerin misyonunu söylemiş oldunuz. Çözüm odaklı olması gerektiğini belirttiniz. Peki üniversitelerin şu andaki mevcut öğrencilere yönelik olarak çalışmaları nasıl olması gerekir?

Bizim Maltepe Üniversitesi’nde benimsediğimiz önemsediğimiz, önceliklendirdiğimiz ve takip ettiğimiz sistem, tamamen uygulamanın içinde olması. Alanı ne olursa olsun her bir fakültemizin mutlaka uygulama alanı var. Mühendislik Fakültesi’nde uygulama mekanları laboratuvarlar şeklinde oluyor. Hukuk Fakültemizin sanal mahkeme salonu; İletişim Fakültemizin yine Türkiye’nin en büyük kapalı platoları, üretim platoları ki burada pek çok profesyonel yapım yapılıyor. O anlamda İletişim Fakültemizin tüm öğrencileri de o yapımlar içerisinde öğrenciyken çeşitli pozisyonlarda, daha sonra mezun olduklarında kadrolu olarak görev alma şansını yakalıyorlar. Kuluçka merkezimiz aracılığıyla Mühendislik Fakültesi öğrencilerimizin yine start-up şirketlerin çalıştırmaları için kampüste onlara mekan sağlıyoruz. Mimarlık ve Tasarım Fakültemizin Türkiye’de hiçbir yerde eşi olmayan, duvar örmekten tutun da herhangi bir üç boyutlu tasarımı, üç boyutlu printerlarda almaya varana kadar değişen imkanlara sahip mimarlık hangarımız var.

Maltepe Üniversitesi’nin  bundan sonraki hedefleri neler olacak?

20. yıla yaklaşmış bulunuyoruz. Bu önemli bir avantaj. Bu zaman zarfında da 1 milyon metrekarelik kampüs içerisinde gerek derslikler gerek yardımcı üniteler, öğrenci evleri, konferans salonları, sergi salonları, uygulama mekanları artık bizi fiziki anlamda ileri düzeyde bir olgunluğa getirdi. Üniversitemizin akademik yapılanmasının, İstanbul Üniversitesi’nden, Mimar Sinan Üniversitesi’nden, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden bir ekiple kurulmuş olması da çok önemli bir avantaj. Ciddi, sağlam bir akademik yapısı var ve bu gelenek şimdiye kadar bozulmadı. Akademik olarak akreditasyonlar meselesi var. Avrupa Birliği uyum süreçlerini tamamladık. Diploma eki etiketlerimizi de aldık. Ulusal ve uluslararası düzeyde program program, bölüm bölüm akredite eden kurumlarla görüşüyoruz. Girdiyi iyi ya da kötü bir biçimde ölçüyoruz. Çıktının da ölçülmesi anlamında da bu tür akreditasyonlar önemli. Şimdiki hedeflerimizden birisi de budur.

Hedeflediğiniz noktada mısınız? Olaylar hep planladığınız şekilde mi gelişti? Yoksa biraz da tesadüflerin eseriyle mi bir kariyer planlaması oldu?

Çok planlayarak gittiğim söylenemez ama hedeflerim hep oldu. Bir öğretim üyesi olarak da yani öğretim üyesinin gelebileceği en yüksek yer rektörlüktür. Ona çok şükür gelmiş oldum. Esas bundan sonrasının zor olduğunu düşünüyorum. Çünkü içinde bulunduğunuz kurumu bir noktadan belli bir noktaya taşımak bundan sonraki en önemli hedef. Ondan sonrası için şu anda çok rahat hedef koymak mümkün değil.

Şu an verimli döneminizdesiniz. Rektörlüğü bırakacağım dediğiniz noktada üniversiteyi nerede görmek istersiniz?

Rektör olduğumda bir strateji vizyon belgesi vardı, orada şunu söyledim: “Maltepe Üniversitesi bu fiziki kapasitesiyle, akademik yapısının desteğiyle gerçekten ilkler arasında yer almayı hakeden bir yapıda.” İlk 4 yıllıkta ya da ikinci 4 yıllıkta toplamda 8 yıllık dönemde ilkler arasına sokabilirsem, o benim için hedeflerimi gerçekleştirmek anlamına gelecek.

HER LİSE MEZUNUNUN ÜNİVERSİTEYE YERLEŞEBİLECEĞİ DÖNEMDEYİZ

Üniversitelerin sayısı giderek artıyor. Prof. Dr. Şahin Karasar, Türkiye’nin son 30-40 yılında üniversite eğitiminin özellikle batıdan modeller dediğimiz sistemlerle yaşadığına dikkat çekiyor. Üniversitelerimizin, her ne kadar Avrupa’ya ait bir sistem olsa da daha çok Amerikan yükseköğretim sisteminin modelleriyle hem müfredat hem uygulama açısından ilerlediğini söyleyen Prof. Dr. Karasar, “Şimdi bizim nüfusumuza oranla üniveriste sayımıza baktığımızda o standartları yakalayabilmemiz için bir bu kadar daha üniversitemizin olması gerekiyor. Kontenjanlar ve üniversite kapısındaki yığılma olarak baktığımızda son 10 yılda gerçekten üniversite kapısında bekleme işi siyaseten çözülmüş durumda. Yani üniversitelerin sayısı ve kontenjanların artırılması suretiyle aslında şu anda liseden mezun olan her öğrencinin eğer vakıf üniversitesini finanse edebilecek bir gücü varsa mutlaka bir üniversiteye yerleşebileceği bir dönemdeyiz. Bence iki açıdan iyi. Birincisi, neslin üniversiteleşmesi açısından; ikincisi de, üniversite eğitimi almak isteyen herkese duyuracağınız, tanınmak açısından iyi. Burada zikretmediğimiz bir üçüncü boyutu daha var. Uluslararası rekabet parametrelerinden birisi de üniversite eğitimi almış olmak” ifadelerini kullanıyor.

İLETİŞİMCİ OLMAK KOLAYLIK SAĞLIYOR

İletişimci olmanın çok büyük avantajlarının olduğunu ancak her zaman iletişimi iyi olmak anlamına gelmediğini söyleyen Maltepe Üniversitesi Rektörü, alanınız, mesleğiniz, konumunuz, göreviniz ne olursa olsun, dialogla çözebileceğiniz kısmının işin büyük bir kısmı olduğunu, dolayısıyla dialoğun gözardı edilmemesi gerektiğini sözlerine ekliyor dk-apotek.com. İletişimci olmanın yönetim konusunda çok kolaylık sağladığını ifade eden Rektör Prof. Karasar, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Senfoni orkestrasının şefiyle caz orkestrasının şefi arasındaki fark nedir noktasında, caz orkestrasının şefi ekibin içindendir. Enstrümanlardan herhangi birisini çalıyor. Ve o işi yaparken de orkestrayı orkestrayı. Ben de onu uygulamaya çalışıyorum. Yani ekibin içinde hem bir neferim hem de ekibi naçizane yönetmeye çalışıyorum. Burada her şey o kadar kritik ki yani en ufak bir şeyle dengeyi bozmanız mümkün. Her zaman dikkatli her zaman zinde her zaman duyarlı olmanız lazım ki ekibin nabzını iyi tutun ve ona göre çözümler modeller geliştirin. Mutlaka uzlaşı platformu yaratmaya, uzlaşıya ve ortak akla kavuşmaya çalışıyorum.”

Son Güncelleme: Çarşamba, 25 Şubat 2015 11:04

Gösterim: 4497

Dershanelerin kapanacak olması sebebiyle üniversite adaylarının bu yıl mutlaka tercih yapması gerektiğini belirten Vakıf Üniversiteleri Birliği Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, üniversiteye girmenin daha da zorlaşacağını vurguluyor.

rifat sarıcaoğluDershanelerin kapanacak olması sebebiyle üniversite adaylarının bu yıl mutlaka tercih yapması gerektiğini belirten Vakıf Üniversiteleri Birliği Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, “Adaylar tercihlerini kesinlikle ertelemesinler, aksi takdirde gelecek sene gidecek dershane bulamayacaklar, üniversiteye girmek daha da zorlaşacak. Zaten artık üniversite değiştirmek ve bölümler arası değişim de çok kolaylaştı. O yüzden bu yıl korkmadan tercih yapsınlar” diyor.

Vakıf üniversitelerinin geçmişten günümüze geldiği noktayı anlatabilir misiniz? Şu an ülkemizdeki mevcut vakıf üniversitesi sayısı ne kadar? Bu üniversitelerde öğrenim gören öğrenci sayısına ilişkin de bilgi verebilir misiniz?

20 Ekim 1984 tarihinde Bilkent Üniversitesi'nin kurulması ile birlikte Türkiye ilk vakıf üniversitesine kavuştu. O tarihten 1996 yılına kadar hiçbir vakıf üniversitesi onaylanmadı. 1996’dan itibaren birkaç vakıf üniversitesi daha kuruldu. Sonrasında yavaşlamaya başladı. 2007 yılından itibaren ise çok hızlı bir yükselişe geçti. Bugün itibariyle 78 vakıf üniversitesi açıldı. Devreye girecek de en az bir 8 tane daha var. Bu üniversiteler de devreye girerse 86 vakıf üniversitesine çıkacak.

Vakıf üniversitelerinde şu an öğrenim gören öğrenci sayısı 350 bin civarında. Bu sene herhalde o 400 bini zorlar.

Son yıllarda Türkiye’de üniversite sayısında hızlı bir artış söz konusu. Birbiri ardına yeni üniversite açılıyor. Üniversitelerin niceliğindeki bu artışla birlikte niteliğinin azaldığı yönünde eleştiriler var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Sadece yeni vakıf üniversitelerinin niteliği azalmadı. Yeni kurulan devlet üniversitelerinde de ciddi sorunlar var. Bu üniversitelerde de doğal olarak sorun olacak. Çünkü daha yeni kurulmuş, henüz hocası yok. Dolayısıyla önce yürümeyi öğrenecek bu üniversiteler, ondan sonra koşmaya başlayacak.

Dünyadaki önemli üniversitelere de bakarsanız zaten yıllar boyunca var olmuşlar. O nedenledir ki eğitimde süreklilik önemlidir.

Vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerine göre güzel bir tarafı var. Oda inovasyonu daha çabuk yapması. Ücret aldığı için belirli oranda öğrencilerinden hizmeti daha iyi sunmak zorunda. Bunu sunmadığınız takdirde devlet üniversitesine gider öğrenci. O yüzden öncelikli olarak öğrenciyi merkeze koyup, ona odaklanıp, daha iyi hizmet sunmak zorunda. Bu sebeple yeni de kurulsa üniversiteler çok çabuk adapte olmak ihtiyacı hissediyor. Dolayısıyla daha iyi sonuçlar çıkıyor. Bu sebeple bu nitelik sorununu, tüm yeni kurulan üniversitelerin sorunu olarak görüyorum. Yani sadece yeni kurulan vakıf üniversitelerin değil.

Niteliğin artması için zamana ihtiyaç var diyorsunuz...

Evet, zamana ihtiyaç var. 1996 ile 2000 yılları arasındaki yeni kurulan üniversitelere bakarsanız zamanla bu sorunu aştıklarını görürsünüz. Bundan 5-10 yıl önce hiçbir vakıf üniversitesi dünya sıralamalarına giremezken şu anda 4 tanesi giriyor. Bu ciddi bir başarı öyküsü. Bunun görmemezlikten gelinmemesi lazım. Tırnaklarını kazıyarak, belirli sorunları çok çabuk atlattı vakıf üniversiteleri.

Yeni kurulan üniversitelerin nitelik sorunu dışında karşılaştığı diğer sorunlar genellikle neler oluyor?

Her üniversitenin ayrı sorunları olabilir ama genel olarak baktığınız vakit şunları söyleyebiliriz:

İlk olarak öğrenciyi üniversitelerine çekmekte zorlanıyorlar. Yeni kurulan bir üniversitenin öğrenciye, ‘Gel benim üniversiteme kayıt ol’ demesi çok zor.

İkincisi hoca bulmakta zorlanıyorlar. Hocalar yeni kurulan bir üniversiteye gitmek yerine kendini ispatlamış bir üniversiteye gitmeyi tercih ediyorlar. Bu sebeple hocaları üniversitelerine çekmek için ya daha fazla ücret verecekler ya da projelerine ikna etmeye çalışacaklar.

Üçüncüsü ise çok hızlı büyüme içinde genel bir sorun var. O da kontenjanların boş kalması. Dolayısıyla bu bütçelemeye kadar gider. Yanlış bütçeleme yaparsanız gelecek sene de sıkıntı çıkar.

Bu sorunları çözüme kavuşturmak için ne yapmaları gerekiyor?

Tek kelimeyle iyi yönetim gerekiyor.

TÜRKİYE’NİN YAKINDA KENDİ AKREDİTASYONU OLACAK

Türkiye’deki üniversitelerin dünyadaki üniversitelere göre eksikleri nelerdir? Dünya çapında yapılan sıralamalarda üniversitelerimizin üst sıralarda yer alması, onlarla rekabet etmesi, yabancı öğrencileri ve akademisyenleri bünyelerine çekebilmesi için neler yapması gerekiyor?

Dünya ile rekabet edebilmemiz için iki tane soruyu kendimize sormalıyız. Birincisi ‘Yabancı öğrenciler niye Amerika’daki, İngiltere’deki, Kanada’daki, Almanya, Avustralya’da, Fransa’daki belirli üniversiteleri tercih ediyor?’ Çünkü bu öğrenciler dünya sıralamalarına bakıyor. Demek ki bizim sıralamalarda yukarı çıkmamız lazım. Birinci yapılacak iş bu korkmayacaksınız. Nerede olduğunuzu öğrenmek bir zayıflık değil. Zayıf noktanızı öğrenip hangi alanlara yatırım yapmanız gerektiğini daha net çıkaracaksınız.

İkincisi de akredite olacaksınız. Akreditasyonla her 5 yılda bir yenilersiniz kendinizi ve tekrar geçersiniz değerlendirmeden. Türkiye’nin yakında kendi akreditasyonu olacak. Şu an YÖK üzerinde çalışma yapıyor ama dünya akreditasyonuna gidilecek. Bu kolay bir iş değil. Zoru başarırsanız ülkeye de bir katkıda bulunursunuz. Amerika’ya giden bir öğrenci belirli bir süre Türkiye’yi de düşünecek. Bu adımları atmazsanız bir yere varmazsınız. Dolayısıyla bana göre en büyük iki engel bu.

Üniversiteler, yabancı öğrencileri ve akademisyenleri bünyelerine çekebilmeleri için ise kaliteyi artırmak zorundalar.  Ayrıca yabancı hocayı çekmek için maddi açıdan daha iyi bir teklif sunmaları gerekiyor.

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde YÖK, üniversitelerin örgün eğitim kontenjanlarını açıkladı. Buna göre vakıf üniversitelerindeki lisans kontenjanları yaklaşık 5 bin arttı, devlette ise yaklaşık 9 bin kontenjan düşüş yaşandı. En önemli artış ise vakıf üniversitelerinin ön lisans programlarında oldu. Bu bölümlerin kontenjanında yaklaşık 15 bin artış görüldü. Bununla ilgili düşünceleriniz nedir?

Evet, çünkü devlet üniversitelerinde de hızlı bir büyüme oldu. Bildiğiniz gibi 2007’de her ile bir üniversite açıldı. Ama önemli olan eğitim vermeniz için istihdam yaratabilmek. Doktoralı eleman bulmanız önemli. Doktoralı elemana da gelecek 10 yıl içinde 15 bin ihtiyaç var. Dolayısıyla ciddi bir açık söz konusu. Bu yüzden planlamalarda sorunlar çıkmaya başladı. Vakıf üniversiteleri, yurtdışındaki hocaları da devreye sokarak bu açıklarını kapatıyor. Bu yüzden vakıf üniversitelerine daha fazla kontenjan veriliyor gözükse de kontenjan fazlasını aslında yeni kurulan üniversiteler alıyor. Dolayısıyla kontenjanda çok büyük bir büyüme yok.

ÜNİVERSİTEYE GİRİŞTE BARAJ+MÜLAKAT OLMALI

Türkiye’de eğitimde tartışılan bir başka konuda üniversite geçiş sistemi. Sizce nasıl bir üniversite geçiş sistemine ihtiyaç var?

Türkiye’de öğrencinin üniversiteyi seçme hakkı var ama üniversitenin öğrencisini seçme hakkı yok. Böyle bir şey olamaz. İki tarafında birbirini seçme hakkı olması lazım. Sonrasında ise belirli eğitim alanlarında barajlar koymak durumundasınız. Bana göre mimarlık, mühendislik gibi insan hayatını etkileyecek konularda baraj konmak zorunda. O barajı aşanlarla sonrasında mülakat yapılmalı. Dolayısıyla bu alanlarda baraj+mülakat olması lazım. O zaman sistem düzelir.

Üniversite adayları üniversite ve bölüm seçerken hangi kriterlere dikkat etmelidirler? Onlara bu konuda ne gibi önerilerde bulunursunuz?

Öncelikle dershaneler kapanacağı için öğrencilerin bu sene muhakkak bir tercih yapmaları gerekiyor. Adaylar tercihlerini kesinlikle ertelemesinler, aksi takdirde gelecek sene gidecek dershane bulamayacaklar, üniversiteye girmek daha da zorlaşacak. Zaten artık üniversite değiştirmek ve bölümler arası değişim de çok kolaylaştı. O yüzden bu yıl korkmadan tercih yapsınlar.

Tercih yaparken de ilk olarak bölümü tespit etmeleri gerekiyor. İkincisi şehri tespit etmeleri gerekiyor. Üçüncüsü ise üniversiteyi tespit etmeleri gerekiyor. Bu üç sırayla gitmeleri lazım. Sonraki aşamada kendilerine kısa bir liste oluşturmalılar. 3 ile 5 üniversite arasında bir seçenek listeleri olmalı. Orada devlet üniversitesi olabilir vakıfta olabilir. Vakıflardaki burslu bölümler de olabilir, öğrencinin parasal sorunu varsa.

Peki vakıf üniversitesi mi, devlet üniversitesi mi? Vakıf üniversitelerini tercih etmeleri için adaylara nedenler söyler misiniz?

Vakıf üniversiteleri öğrenci odaklı ve bu üniversitelerde iş bulunabilirlik daha olanaklı. Ayrıca bizim üniversiteler artık dünyayla entegre olmuş durumda. Her türlü fırsat tanınıyor, yurt dışına gitme fırsatları gibi. Şimdi diyeceksiniz Erasmus da var. Evet, var ama Erasmus’ta kısıtlı olarak bu imkanlar sunuluyor. Bunun dışında vakıf üniversitelerine giden öğrenciler yabancı dil konusunda birçok devlet üniversitesi öğrencisine göre çok daha önde.

AKADEMİK ÖZERKLİK ÜNİVERSİTEDE BAŞLAR, YÖK’DE BAŞLAMAZ

Bazı kesimler akademik özerklik için YÖK’ün kaldırılması gerektiğini söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? YÖK kaldırılırsa yerine nasıl bir sistem gelmeli?

Ben bunu hep duyuyorum. Her seçim zamanı da bu konuşulur ama gerçekleşmez. Sadece YÖK’ün ismi değişir. Dolayısıyla şu andaki gücünden ve yaptırımından daha azla var olmaya devam eder. Akademik özerklik ise bana göre üniversitede başlar, YÖK’de başlamaz. Ben hep bunu söylerim. YÖK sizin üniversitenin içinde her gün yaşamıyor ki burada özerklikten bahsediyoruz. Önce kendi üniversitenin yönetimi özerkliği kabul edecek. Yani önce kendi evimizi temizleyeceğiz. 

> Üniversite adayları tercihlerini ertelemesinler

Dershanelerin kapanacak olması sebebiyle üniversite adaylarının bu yıl mutlaka tercih yapması gerektiğini belirten Vakıf Üniversiteleri Birliği Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, üniversiteye girmenin daha da zorlaşacağını vurguluyor.

rifat sarıcaoğluDershanelerin kapanacak olması sebebiyle üniversite adaylarının bu yıl mutlaka tercih yapması gerektiğini belirten Vakıf Üniversiteleri Birliği Başkanı Rifat Sarıcaoğlu, “Adaylar tercihlerini kesinlikle ertelemesinler, aksi takdirde gelecek sene gidecek dershane bulamayacaklar, üniversiteye girmek daha da zorlaşacak. Zaten artık üniversite değiştirmek ve bölümler arası değişim de çok kolaylaştı. O yüzden bu yıl korkmadan tercih yapsınlar” diyor.

Vakıf üniversitelerinin geçmişten günümüze geldiği noktayı anlatabilir misiniz? Şu an ülkemizdeki mevcut vakıf üniversitesi sayısı ne kadar? Bu üniversitelerde öğrenim gören öğrenci sayısına ilişkin de bilgi verebilir misiniz?

20 Ekim 1984 tarihinde Bilkent Üniversitesi'nin kurulması ile birlikte Türkiye ilk vakıf üniversitesine kavuştu. O tarihten 1996 yılına kadar hiçbir vakıf üniversitesi onaylanmadı. 1996’dan itibaren birkaç vakıf üniversitesi daha kuruldu. Sonrasında yavaşlamaya başladı. 2007 yılından itibaren ise çok hızlı bir yükselişe geçti. Bugün itibariyle 78 vakıf üniversitesi açıldı. Devreye girecek de en az bir 8 tane daha var. Bu üniversiteler de devreye girerse 86 vakıf üniversitesine çıkacak.

Vakıf üniversitelerinde şu an öğrenim gören öğrenci sayısı 350 bin civarında. Bu sene herhalde o 400 bini zorlar.

Son yıllarda Türkiye’de üniversite sayısında hızlı bir artış söz konusu. Birbiri ardına yeni üniversite açılıyor. Üniversitelerin niceliğindeki bu artışla birlikte niteliğinin azaldığı yönünde eleştiriler var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Sadece yeni vakıf üniversitelerinin niteliği azalmadı. Yeni kurulan devlet üniversitelerinde de ciddi sorunlar var. Bu üniversitelerde de doğal olarak sorun olacak. Çünkü daha yeni kurulmuş, henüz hocası yok. Dolayısıyla önce yürümeyi öğrenecek bu üniversiteler, ondan sonra koşmaya başlayacak.

Dünyadaki önemli üniversitelere de bakarsanız zaten yıllar boyunca var olmuşlar. O nedenledir ki eğitimde süreklilik önemlidir.

Vakıf üniversitelerinin devlet üniversitelerine göre güzel bir tarafı var. Oda inovasyonu daha çabuk yapması. Ücret aldığı için belirli oranda öğrencilerinden hizmeti daha iyi sunmak zorunda. Bunu sunmadığınız takdirde devlet üniversitesine gider öğrenci. O yüzden öncelikli olarak öğrenciyi merkeze koyup, ona odaklanıp, daha iyi hizmet sunmak zorunda. Bu sebeple yeni de kurulsa üniversiteler çok çabuk adapte olmak ihtiyacı hissediyor. Dolayısıyla daha iyi sonuçlar çıkıyor. Bu sebeple bu nitelik sorununu, tüm yeni kurulan üniversitelerin sorunu olarak görüyorum. Yani sadece yeni kurulan vakıf üniversitelerin değil.

Niteliğin artması için zamana ihtiyaç var diyorsunuz...

Evet, zamana ihtiyaç var. 1996 ile 2000 yılları arasındaki yeni kurulan üniversitelere bakarsanız zamanla bu sorunu aştıklarını görürsünüz. Bundan 5-10 yıl önce hiçbir vakıf üniversitesi dünya sıralamalarına giremezken şu anda 4 tanesi giriyor. Bu ciddi bir başarı öyküsü. Bunun görmemezlikten gelinmemesi lazım. Tırnaklarını kazıyarak, belirli sorunları çok çabuk atlattı vakıf üniversiteleri.

Yeni kurulan üniversitelerin nitelik sorunu dışında karşılaştığı diğer sorunlar genellikle neler oluyor?

Her üniversitenin ayrı sorunları olabilir ama genel olarak baktığınız vakit şunları söyleyebiliriz:

İlk olarak öğrenciyi üniversitelerine çekmekte zorlanıyorlar. Yeni kurulan bir üniversitenin öğrenciye, ‘Gel benim üniversiteme kayıt ol’ demesi çok zor.

İkincisi hoca bulmakta zorlanıyorlar. Hocalar yeni kurulan bir üniversiteye gitmek yerine kendini ispatlamış bir üniversiteye gitmeyi tercih ediyorlar. Bu sebeple hocaları üniversitelerine çekmek için ya daha fazla ücret verecekler ya da projelerine ikna etmeye çalışacaklar.

Üçüncüsü ise çok hızlı büyüme içinde genel bir sorun var. O da kontenjanların boş kalması. Dolayısıyla bu bütçelemeye kadar gider. Yanlış bütçeleme yaparsanız gelecek sene de sıkıntı çıkar.

Bu sorunları çözüme kavuşturmak için ne yapmaları gerekiyor?

Tek kelimeyle iyi yönetim gerekiyor.

TÜRKİYE’NİN YAKINDA KENDİ AKREDİTASYONU OLACAK

Türkiye’deki üniversitelerin dünyadaki üniversitelere göre eksikleri nelerdir? Dünya çapında yapılan sıralamalarda üniversitelerimizin üst sıralarda yer alması, onlarla rekabet etmesi, yabancı öğrencileri ve akademisyenleri bünyelerine çekebilmesi için neler yapması gerekiyor?

Dünya ile rekabet edebilmemiz için iki tane soruyu kendimize sormalıyız. Birincisi ‘Yabancı öğrenciler niye Amerika’daki, İngiltere’deki, Kanada’daki, Almanya, Avustralya’da, Fransa’daki belirli üniversiteleri tercih ediyor?’ Çünkü bu öğrenciler dünya sıralamalarına bakıyor. Demek ki bizim sıralamalarda yukarı çıkmamız lazım. Birinci yapılacak iş bu korkmayacaksınız. Nerede olduğunuzu öğrenmek bir zayıflık değil. Zayıf noktanızı öğrenip hangi alanlara yatırım yapmanız gerektiğini daha net çıkaracaksınız.

İkincisi de akredite olacaksınız. Akreditasyonla her 5 yılda bir yenilersiniz kendinizi ve tekrar geçersiniz değerlendirmeden. Türkiye’nin yakında kendi akreditasyonu olacak. Şu an YÖK üzerinde çalışma yapıyor ama dünya akreditasyonuna gidilecek. Bu kolay bir iş değil. Zoru başarırsanız ülkeye de bir katkıda bulunursunuz. Amerika’ya giden bir öğrenci belirli bir süre Türkiye’yi de düşünecek. Bu adımları atmazsanız bir yere varmazsınız. Dolayısıyla bana göre en büyük iki engel bu.

Üniversiteler, yabancı öğrencileri ve akademisyenleri bünyelerine çekebilmeleri için ise kaliteyi artırmak zorundalar.  Ayrıca yabancı hocayı çekmek için maddi açıdan daha iyi bir teklif sunmaları gerekiyor.

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde YÖK, üniversitelerin örgün eğitim kontenjanlarını açıkladı. Buna göre vakıf üniversitelerindeki lisans kontenjanları yaklaşık 5 bin arttı, devlette ise yaklaşık 9 bin kontenjan düşüş yaşandı. En önemli artış ise vakıf üniversitelerinin ön lisans programlarında oldu. Bu bölümlerin kontenjanında yaklaşık 15 bin artış görüldü. Bununla ilgili düşünceleriniz nedir?

Evet, çünkü devlet üniversitelerinde de hızlı bir büyüme oldu. Bildiğiniz gibi 2007’de her ile bir üniversite açıldı. Ama önemli olan eğitim vermeniz için istihdam yaratabilmek. Doktoralı eleman bulmanız önemli. Doktoralı elemana da gelecek 10 yıl içinde 15 bin ihtiyaç var. Dolayısıyla ciddi bir açık söz konusu. Bu yüzden planlamalarda sorunlar çıkmaya başladı. Vakıf üniversiteleri, yurtdışındaki hocaları da devreye sokarak bu açıklarını kapatıyor. Bu yüzden vakıf üniversitelerine daha fazla kontenjan veriliyor gözükse de kontenjan fazlasını aslında yeni kurulan üniversiteler alıyor. Dolayısıyla kontenjanda çok büyük bir büyüme yok.

ÜNİVERSİTEYE GİRİŞTE BARAJ+MÜLAKAT OLMALI

Türkiye’de eğitimde tartışılan bir başka konuda üniversite geçiş sistemi. Sizce nasıl bir üniversite geçiş sistemine ihtiyaç var?

Türkiye’de öğrencinin üniversiteyi seçme hakkı var ama üniversitenin öğrencisini seçme hakkı yok. Böyle bir şey olamaz. İki tarafında birbirini seçme hakkı olması lazım. Sonrasında ise belirli eğitim alanlarında barajlar koymak durumundasınız. Bana göre mimarlık, mühendislik gibi insan hayatını etkileyecek konularda baraj konmak zorunda. O barajı aşanlarla sonrasında mülakat yapılmalı. Dolayısıyla bu alanlarda baraj+mülakat olması lazım. O zaman sistem düzelir.

Üniversite adayları üniversite ve bölüm seçerken hangi kriterlere dikkat etmelidirler? Onlara bu konuda ne gibi önerilerde bulunursunuz?

Öncelikle dershaneler kapanacağı için öğrencilerin bu sene muhakkak bir tercih yapmaları gerekiyor. Adaylar tercihlerini kesinlikle ertelemesinler, aksi takdirde gelecek sene gidecek dershane bulamayacaklar, üniversiteye girmek daha da zorlaşacak. Zaten artık üniversite değiştirmek ve bölümler arası değişim de çok kolaylaştı. O yüzden bu yıl korkmadan tercih yapsınlar.

Tercih yaparken de ilk olarak bölümü tespit etmeleri gerekiyor. İkincisi şehri tespit etmeleri gerekiyor. Üçüncüsü ise üniversiteyi tespit etmeleri gerekiyor. Bu üç sırayla gitmeleri lazım. Sonraki aşamada kendilerine kısa bir liste oluşturmalılar. 3 ile 5 üniversite arasında bir seçenek listeleri olmalı. Orada devlet üniversitesi olabilir vakıfta olabilir. Vakıflardaki burslu bölümler de olabilir, öğrencinin parasal sorunu varsa.

Peki vakıf üniversitesi mi, devlet üniversitesi mi? Vakıf üniversitelerini tercih etmeleri için adaylara nedenler söyler misiniz?

Vakıf üniversiteleri öğrenci odaklı ve bu üniversitelerde iş bulunabilirlik daha olanaklı. Ayrıca bizim üniversiteler artık dünyayla entegre olmuş durumda. Her türlü fırsat tanınıyor, yurt dışına gitme fırsatları gibi. Şimdi diyeceksiniz Erasmus da var. Evet, var ama Erasmus’ta kısıtlı olarak bu imkanlar sunuluyor. Bunun dışında vakıf üniversitelerine giden öğrenciler yabancı dil konusunda birçok devlet üniversitesi öğrencisine göre çok daha önde.

AKADEMİK ÖZERKLİK ÜNİVERSİTEDE BAŞLAR, YÖK’DE BAŞLAMAZ

Bazı kesimler akademik özerklik için YÖK’ün kaldırılması gerektiğini söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? YÖK kaldırılırsa yerine nasıl bir sistem gelmeli?

Ben bunu hep duyuyorum. Her seçim zamanı da bu konuşulur ama gerçekleşmez. Sadece YÖK’ün ismi değişir. Dolayısıyla şu andaki gücünden ve yaptırımından daha azla var olmaya devam eder. Akademik özerklik ise bana göre üniversitede başlar, YÖK’de başlamaz. Ben hep bunu söylerim. YÖK sizin üniversitenin içinde her gün yaşamıyor ki burada özerklikten bahsediyoruz. Önce kendi üniversitenin yönetimi özerkliği kabul edecek. Yani önce kendi evimizi temizleyeceğiz. 

Son Güncelleme: Cuma, 03 Temmuz 2015 17:42

Gösterim: 3271

Ünlü matematikçi Prof. Dr. Ali Nesin’e göre, matematikte başarısızlığımızın sebebi; “Matematik zor olduğu için de başarıdan çok başarısızlığı içerir. Üç gün çözümü bulamazsın, sonra aklına bir fikir gelir on dakikada bulursun. Yani üç günlük başarısızlık, on dakika başarı! Sorun öğrencilere zorluğu sevdirmekte. Ama başarıya odaklı bir sistemde bu mümkün değil” diyor.

Matematik, ülkemiz öğrencileri tarafından en sevilmeyen derslerin başında geliyor. Bunun belirgin kanıtı da PISA sınavlarında 65 ülke arasında 44. sırada olmamız. Matematiğin zor olduğunu ancak matematiği güzel  yapanın ve eğlenceli kılanın da bu zorluk olduğunu  söyleyen İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Nesin, “Matematik zor olduğu için de başarıdan çok başarısızlığı içerir. Üç gün çözümü bulamazsın, sonra aklına bir fikir gelir on dakikada bulursun. Yani üç günlük başarısızlık, on dakika başarı! Sorun öğrencilere zorluğu sevdirmekte. Ama başarıya odaklı bir sistemde bu mümkün değil” diyor.

Ülkemizde öğrenciler tarafından en sevilmeyen en korkulan ders olan matematik, sanıldığı kadar zor mudur? Öğrenciler matematiği sevmekte niçin zorlanıyorlar?

Evet, matematik zordur. Hem de bayağı zordur. Matematiği güzel yapan, eğlenceli kılan da zaten bu zorluktur. Matematik zor olduğu için de başarıdan çok başarısızlığı içerir. Üç gün çözümü bulamazsın, sonra aklına bir fikir gelir on dakikada bulursun. Yani üç günlük başarısızlık, on dakika başarı! Sorun öğrencilere zorluğu sevdirmekte. Ama başarıya odaklı bir sistemde bu mümkün değil tabii. Yarışma niteliğindeki liselere ya da üniversitelere giriş sınavında dakikada bir soru çözmen lazım. Yani dakika başı başarı! Daha neler! Bu sistemin yürümesi mümkün değil. MEB, hep başaran öğrencinin hiç başarılı olamayacağını bilmiyor. Başarıyla başarılı olunacağını sanıyor. Einstein’ın kaç teorisi var? İki? Üç? Beş? O kadar işte. Koca yaşama o kadar başarı sığdırabilmiş. Bir yüz metre rekortmeni rekorunu kaç defa kırar? İki? Üç? Beş? O kadar!

PISA sonuçlarına göre Türkiye matematik alanında 65 ülke arasında 44. sırada yer alıyor. Bu sonucun ortaya çıkmasını doğuran sebepler neler? Ülkemizde öğrencilere matematiği öğretemiyor muyuz?

Eğitim sistemi merkezî olduğu sürece, toplu sınavlar yapmak ve test usulü sorular sormak zorundasınız. Bunun başka çözümü yok. Böylece yukarıda söz ettiğim başarı odaklı eğitime saplanırsınız. Demek ki merkezî sistemden vazgeçmeliyiz. Bunun çeşitli yöntemleri var. En kolayı ülkeyi coğrafi bölgelere bölmek ve her bölge için bir akademi kurup eğitimi büyük ölçüde akademilerin sorumluluğuna vermek. Yani eğitimde bölgesel özerklik öneriyorum. Böylece akademiler arasında rekabet oluşur. Rekabet ortamı da kaçınılmaz olarak başarıya götürür.

ÖĞRETMENİN FEN FAKÜLTELERİNDEN YETİŞMESİ ŞART

Matematik eğitimi nasıl olmalı? Türkiye matematik öğretmeni yetiştirme konusunda iyi mi? Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Öğretmenler çok zayıf. Bir defa öğretmen konusunda bilgili olmalı. Bunun için de öğretmenin fen fakültelerinden yetişmesi şart. Sonra öğretmen sürekli kendini yenilemeli. Her yıl öğretmenler için sınavlar olmalı ve başarıya göre öğretmenin maaşı artmalı. Çünkü öğretmen zaten mezun olduğunda pek bir şey bilmiyor, daha sonra da eksiklerini kapatması, çağa uyum sağlaması, yeni bilgiler elde etmesi için hiçbir neden kalmıyor. Fen fakültesini bitirdikten sonra eğitim fakültesine gidebilir öğretmen. Master, doktora da yapabilir. Böylece maaşı da daha yüksek olur. Yüksek maaş ve meslekte ilerleyebilme zorunlu olarak öğretmenin kalitesini yükseltir.

Çocukların matematik kaygılarını azaltmak için öğretmenler neler yapmalı? Öğretmenlerin matematiği öğrencilere sevdirmesi için ne gibi metodlardan yararlanmalarını önerirsiniz?

Matematik zaten yeterince güzeldir. Öğretmenin matematiği sevdirmek için yapması gereken yegâne şey, matematiği iyi öğrenmek ve doğru aktarmaktır. Bizim öğretmenlerimiz yarım biliyor, bir aktarmaya çalışıyor. Olmaz. Öğretmen 10 bilecek, bir aktaracak.

Tabii küçük yaşlarda matematik oyunla sevdirilebilir. Bu, bilinen bir şey. Ama daha önemlisi öğretmenin konusunu bilmesi. Bilgi, otoriteyi ve sevgiyi de beraberinde getirir. Bilen öğretmen sevilir, bilen öğretmene saygı duyulur. Bilen öğretmen de daha sevecen olur, komplekslere kapılmaz. Çünkü iyi öğrenciler öğretmenlerinden her zaman daha iyidir. Bundan daha doğal bir şey yoktur. Ben de öğretmenlerimden daha iyiydim, benim iyi öğrencilerim de benden daha iyiler. Bu, ancak sevinilecek bir şey olabilir.

Matematiğin sevilen bir ders olması için oyun bir araç. Peki, sizce oyun ile matematik arasında bir benzerlik var mı?

Tabii ki. Şans oyunlarında da, strateji oyunlarında da matematik vardır. Tabii abartmamak lazım. Oyundan amaç çocuğun ilgisini çekmekte ve yoğunlaşmasına yardımcı olmakta. Matematikte yoğunlaşabilme çok önemlidir. Öğrenci iki saat boyunca yerinden kalkmadan bir soru üzerine düşünebilmelidir. Bu yoğunlaşma kapasitesi yoksa, ne yapsanız boş. Bu yüzden çocuklara matematikten çok yoğunlaşmayı öğretmeli. Bu da kitap okumayla, piyano çalmayla, pul koleksiyonu yapmayla, sıkılana kadar yalnız kalmayla mümkün. Yoğunlaşmanın önündeki en büyük engel de dış dünya. Televizyon ve internet bunların başında geliyor. Çocuk ve genç zihniyle yalnız kalabilmeli ve zihninden zevk alabilmeli. Bunun için de oturduğu mekânı sevmeli ve yalnız kalmak istemeli.

MATEMATİK KÖYÜ’NE BÜYÜK İLGİ VAR

Matematik Köyü hakkında bilgi verir misiniz? Bu köyün kurulması fikri nasıl oluştu? Kimler daha çok ilgi gösteriyor? Bu köy ile hedeflediklerinizi elde edebildiniz mi?

On yıl boyunca Türkiye’nin çeşitli yerlerinde matematik yaz okulları düzenledim. Çok başarılı ve verimli geçiyordu. Ama bu yaz okullarını düzenlemek çok zahmetli oluyordu. Ve pahalıya mal oluyordu. Ayrıca gittiğimiz yerlerde de pek memnun kalmıyorduk. Birileri hemen yanınızda göbek atarken matematik yapmak kolay değil... Böylece köy düşüncesi oluştu.

Köy’e ilkokuldan doktora ve araştırma seviyesine kadar çok geniş bir spektrum ilgi gösteriyor. Dolup taşıyoruz. Büyük ilgi var. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu seviyeye ulaşacağımızı tahmin etmemiştim. Hedeflediklerimizin birkaç yüz katını elde ettik. Bilerek, isteyerek olmadı! Hayat bizi bu yollara sürükledi...

Eğitimde Bölgesel Özerklik

“Merkezî sistemden vazgeçmeliyiz. Bunun çeşitli yöntemleri var. En kolayı ülkeyi coğrafi bölgelere bölmek ve her bölge için bir akademi kurup eğitimi büyük ölçüde akademilerin sorumluluğuna vermek. Yani eğitimde bölgesel özerklik öneriyorum. Böylece akademiler arasında rekabet oluşur. Rekabet ortamı da kaçınılmaz olarak başarıya götürür.”

ALİ NESİN’DEN MATEMATİKTE BAŞARI İÇİN ÖNERİLER

- Merkezî sistemden vazgeçmeliyiz. Ülkeyi coğrafi bölgelere bölmek ve her bölge için bir akademi kurup eğitimi büyük ölçüde akademilerin sorumluluğuna vermek. Yani eğitimde bölgesel özerklik öneriyorum. Böylece akademiler arasında rekabet oluşur. Rekabet ortamı da kaçınılmaz olarak başarıya götürür.

- Öğretmen konusunda bilgili olmalı. Bunun için de öğretmenin fen fakültelerinden yetişmesi şart.

- Öğretmen sürekli kendini yenilemeli. Her yıl öğretmenler için sınavlar olmalı ve başarıya göre öğretmenin maaşı artmalı. Yüksek maaş ve meslekte ilerleyebilme zorunlu olarak öğretmenin kalitesini yükseltir.

- Matematikte yoğunlaşabilme çok önemlidir. Öğrenci iki saat boyunca yerinden kalkmadan bir soru üzerine düşünebilmelidir. Bu yüzden çocuklara matematikten çok yoğunlaşmayı öğretmeli. Bu da kitap okumayla, piyano çalmayla, pul koleksiyonu yapmayla, sıkılana kadar yalnız kalmayla mümkün.










Prof. Dr. Ali Nesin, Matematik Köyü’nde öğrencilere ders verirken...

> İşte matematikte başarısızlığımızın sebebi

Ünlü matematikçi Prof. Dr. Ali Nesin’e göre, matematikte başarısızlığımızın sebebi; “Matematik zor olduğu için de başarıdan çok başarısızlığı içerir. Üç gün çözümü bulamazsın, sonra aklına bir fikir gelir on dakikada bulursun. Yani üç günlük başarısızlık, on dakika başarı! Sorun öğrencilere zorluğu sevdirmekte. Ama başarıya odaklı bir sistemde bu mümkün değil” diyor.

Matematik, ülkemiz öğrencileri tarafından en sevilmeyen derslerin başında geliyor. Bunun belirgin kanıtı da PISA sınavlarında 65 ülke arasında 44. sırada olmamız. Matematiğin zor olduğunu ancak matematiği güzel  yapanın ve eğlenceli kılanın da bu zorluk olduğunu  söyleyen İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Nesin, “Matematik zor olduğu için de başarıdan çok başarısızlığı içerir. Üç gün çözümü bulamazsın, sonra aklına bir fikir gelir on dakikada bulursun. Yani üç günlük başarısızlık, on dakika başarı! Sorun öğrencilere zorluğu sevdirmekte. Ama başarıya odaklı bir sistemde bu mümkün değil” diyor.

Ülkemizde öğrenciler tarafından en sevilmeyen en korkulan ders olan matematik, sanıldığı kadar zor mudur? Öğrenciler matematiği sevmekte niçin zorlanıyorlar?

Evet, matematik zordur. Hem de bayağı zordur. Matematiği güzel yapan, eğlenceli kılan da zaten bu zorluktur. Matematik zor olduğu için de başarıdan çok başarısızlığı içerir. Üç gün çözümü bulamazsın, sonra aklına bir fikir gelir on dakikada bulursun. Yani üç günlük başarısızlık, on dakika başarı! Sorun öğrencilere zorluğu sevdirmekte. Ama başarıya odaklı bir sistemde bu mümkün değil tabii. Yarışma niteliğindeki liselere ya da üniversitelere giriş sınavında dakikada bir soru çözmen lazım. Yani dakika başı başarı! Daha neler! Bu sistemin yürümesi mümkün değil. MEB, hep başaran öğrencinin hiç başarılı olamayacağını bilmiyor. Başarıyla başarılı olunacağını sanıyor. Einstein’ın kaç teorisi var? İki? Üç? Beş? O kadar işte. Koca yaşama o kadar başarı sığdırabilmiş. Bir yüz metre rekortmeni rekorunu kaç defa kırar? İki? Üç? Beş? O kadar!

PISA sonuçlarına göre Türkiye matematik alanında 65 ülke arasında 44. sırada yer alıyor. Bu sonucun ortaya çıkmasını doğuran sebepler neler? Ülkemizde öğrencilere matematiği öğretemiyor muyuz?

Eğitim sistemi merkezî olduğu sürece, toplu sınavlar yapmak ve test usulü sorular sormak zorundasınız. Bunun başka çözümü yok. Böylece yukarıda söz ettiğim başarı odaklı eğitime saplanırsınız. Demek ki merkezî sistemden vazgeçmeliyiz. Bunun çeşitli yöntemleri var. En kolayı ülkeyi coğrafi bölgelere bölmek ve her bölge için bir akademi kurup eğitimi büyük ölçüde akademilerin sorumluluğuna vermek. Yani eğitimde bölgesel özerklik öneriyorum. Böylece akademiler arasında rekabet oluşur. Rekabet ortamı da kaçınılmaz olarak başarıya götürür.

ÖĞRETMENİN FEN FAKÜLTELERİNDEN YETİŞMESİ ŞART

Matematik eğitimi nasıl olmalı? Türkiye matematik öğretmeni yetiştirme konusunda iyi mi? Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Öğretmenler çok zayıf. Bir defa öğretmen konusunda bilgili olmalı. Bunun için de öğretmenin fen fakültelerinden yetişmesi şart. Sonra öğretmen sürekli kendini yenilemeli. Her yıl öğretmenler için sınavlar olmalı ve başarıya göre öğretmenin maaşı artmalı. Çünkü öğretmen zaten mezun olduğunda pek bir şey bilmiyor, daha sonra da eksiklerini kapatması, çağa uyum sağlaması, yeni bilgiler elde etmesi için hiçbir neden kalmıyor. Fen fakültesini bitirdikten sonra eğitim fakültesine gidebilir öğretmen. Master, doktora da yapabilir. Böylece maaşı da daha yüksek olur. Yüksek maaş ve meslekte ilerleyebilme zorunlu olarak öğretmenin kalitesini yükseltir.

Çocukların matematik kaygılarını azaltmak için öğretmenler neler yapmalı? Öğretmenlerin matematiği öğrencilere sevdirmesi için ne gibi metodlardan yararlanmalarını önerirsiniz?

Matematik zaten yeterince güzeldir. Öğretmenin matematiği sevdirmek için yapması gereken yegâne şey, matematiği iyi öğrenmek ve doğru aktarmaktır. Bizim öğretmenlerimiz yarım biliyor, bir aktarmaya çalışıyor. Olmaz. Öğretmen 10 bilecek, bir aktaracak.

Tabii küçük yaşlarda matematik oyunla sevdirilebilir. Bu, bilinen bir şey. Ama daha önemlisi öğretmenin konusunu bilmesi. Bilgi, otoriteyi ve sevgiyi de beraberinde getirir. Bilen öğretmen sevilir, bilen öğretmene saygı duyulur. Bilen öğretmen de daha sevecen olur, komplekslere kapılmaz. Çünkü iyi öğrenciler öğretmenlerinden her zaman daha iyidir. Bundan daha doğal bir şey yoktur. Ben de öğretmenlerimden daha iyiydim, benim iyi öğrencilerim de benden daha iyiler. Bu, ancak sevinilecek bir şey olabilir.

Matematiğin sevilen bir ders olması için oyun bir araç. Peki, sizce oyun ile matematik arasında bir benzerlik var mı?

Tabii ki. Şans oyunlarında da, strateji oyunlarında da matematik vardır. Tabii abartmamak lazım. Oyundan amaç çocuğun ilgisini çekmekte ve yoğunlaşmasına yardımcı olmakta. Matematikte yoğunlaşabilme çok önemlidir. Öğrenci iki saat boyunca yerinden kalkmadan bir soru üzerine düşünebilmelidir. Bu yoğunlaşma kapasitesi yoksa, ne yapsanız boş. Bu yüzden çocuklara matematikten çok yoğunlaşmayı öğretmeli. Bu da kitap okumayla, piyano çalmayla, pul koleksiyonu yapmayla, sıkılana kadar yalnız kalmayla mümkün. Yoğunlaşmanın önündeki en büyük engel de dış dünya. Televizyon ve internet bunların başında geliyor. Çocuk ve genç zihniyle yalnız kalabilmeli ve zihninden zevk alabilmeli. Bunun için de oturduğu mekânı sevmeli ve yalnız kalmak istemeli.

MATEMATİK KÖYÜ’NE BÜYÜK İLGİ VAR

Matematik Köyü hakkında bilgi verir misiniz? Bu köyün kurulması fikri nasıl oluştu? Kimler daha çok ilgi gösteriyor? Bu köy ile hedeflediklerinizi elde edebildiniz mi?

On yıl boyunca Türkiye’nin çeşitli yerlerinde matematik yaz okulları düzenledim. Çok başarılı ve verimli geçiyordu. Ama bu yaz okullarını düzenlemek çok zahmetli oluyordu. Ve pahalıya mal oluyordu. Ayrıca gittiğimiz yerlerde de pek memnun kalmıyorduk. Birileri hemen yanınızda göbek atarken matematik yapmak kolay değil... Böylece köy düşüncesi oluştu.

Köy’e ilkokuldan doktora ve araştırma seviyesine kadar çok geniş bir spektrum ilgi gösteriyor. Dolup taşıyoruz. Büyük ilgi var. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu seviyeye ulaşacağımızı tahmin etmemiştim. Hedeflediklerimizin birkaç yüz katını elde ettik. Bilerek, isteyerek olmadı! Hayat bizi bu yollara sürükledi...

Eğitimde Bölgesel Özerklik

“Merkezî sistemden vazgeçmeliyiz. Bunun çeşitli yöntemleri var. En kolayı ülkeyi coğrafi bölgelere bölmek ve her bölge için bir akademi kurup eğitimi büyük ölçüde akademilerin sorumluluğuna vermek. Yani eğitimde bölgesel özerklik öneriyorum. Böylece akademiler arasında rekabet oluşur. Rekabet ortamı da kaçınılmaz olarak başarıya götürür.”

ALİ NESİN’DEN MATEMATİKTE BAŞARI İÇİN ÖNERİLER

- Merkezî sistemden vazgeçmeliyiz. Ülkeyi coğrafi bölgelere bölmek ve her bölge için bir akademi kurup eğitimi büyük ölçüde akademilerin sorumluluğuna vermek. Yani eğitimde bölgesel özerklik öneriyorum. Böylece akademiler arasında rekabet oluşur. Rekabet ortamı da kaçınılmaz olarak başarıya götürür.

- Öğretmen konusunda bilgili olmalı. Bunun için de öğretmenin fen fakültelerinden yetişmesi şart.

- Öğretmen sürekli kendini yenilemeli. Her yıl öğretmenler için sınavlar olmalı ve başarıya göre öğretmenin maaşı artmalı. Yüksek maaş ve meslekte ilerleyebilme zorunlu olarak öğretmenin kalitesini yükseltir.

- Matematikte yoğunlaşabilme çok önemlidir. Öğrenci iki saat boyunca yerinden kalkmadan bir soru üzerine düşünebilmelidir. Bu yüzden çocuklara matematikten çok yoğunlaşmayı öğretmeli. Bu da kitap okumayla, piyano çalmayla, pul koleksiyonu yapmayla, sıkılana kadar yalnız kalmayla mümkün.










Prof. Dr. Ali Nesin, Matematik Köyü’nde öğrencilere ders verirken...

Son Güncelleme: Pazartesi, 16 Şubat 2015 15:26

Gösterim: 19145


Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.