Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Hürriyet Gazetesi yazarı Özgür Bolat’ın bugünkü yazısı; Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Arkadaşlarla kahvemizi yudumlarken, bir çocuk ağlaması duyuyoruz.

Çocuğun elinde bir içecek, bir de kek var. Ama farklı bir kek daha istiyor. Anne de “Hayır!” diyor. Çocuk biraz daha ağlıyor. Anne, “Hayır dedim!” diyor.

Çocuk ağlamaya devam ediyor. Anne, “Aman iyi tamam. Sus!” diyor. Gidip keki alıyor.

Şimdi anne çocuğuna ne öğretti? Bu annenin nasıl bir ebeveynlik anlayışı var? Bu çocuk büyünce nasıl bir çocuk olacak?

Yazının devamı için Tıklayın

> Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Hürriyet Gazetesi yazarı Özgür Bolat’ın bugünkü yazısı; Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Esnek aileler çocuklara nasıl zarar veriyor?

Arkadaşlarla kahvemizi yudumlarken, bir çocuk ağlaması duyuyoruz.

Çocuğun elinde bir içecek, bir de kek var. Ama farklı bir kek daha istiyor. Anne de “Hayır!” diyor. Çocuk biraz daha ağlıyor. Anne, “Hayır dedim!” diyor.

Çocuk ağlamaya devam ediyor. Anne, “Aman iyi tamam. Sus!” diyor. Gidip keki alıyor.

Şimdi anne çocuğuna ne öğretti? Bu annenin nasıl bir ebeveynlik anlayışı var? Bu çocuk büyünce nasıl bir çocuk olacak?

Yazının devamı için Tıklayın

Son Güncelleme: Perşembe, 01 May 2014 08:32

Gösterim: 2078

Eğitim, yapısı gereği insanlara bir veya birkaç alanda altyapı, makul bir donanım, mental model, davranış kodları, bazı standartlar ve meslek kazandırma sanatıdır.  Bu sayılanlar fertlerin ayakları üstünde durması, çevresindeki insanlarla anlaşması, kendisi kadar diğerlerinin de değerli olduğunu fark etmesi, yaşamını onurlu bir şekilde sürdürmek üzere gerekli olan maddi imkânları kazanması, sosyal statü edinmesi, yakın ve uzak çevresinde olup bitenleri anlamlandırması için gereklidir de.  Aslında insanlar -eğitimin yaşam boyu süren bir etkinlik olduğundan hareketle- neredeyse tüm ömürlerini bu uğurda harcamakta; yaşama tutunmak, bazen de itibar kazanmak için örgün veya yaygın eğitim süreçlerinden geçerek iyi eğitim almak üzere zaman, emek ve maddi kaynak sarf etmektedir.  Ancak sıralanan hedefler dışında bu kaynağı “aklını özgürleştirmek” için harcayanların sayısının fazla olduğunu sanmıyoruz.  Eğitimin özellikle küçük yaşlarda başlayan ve yaşam deneyimi çok kısıtlı olan insanları içine alan bir faaliyet olarak başlaması, bu hizmeti alanlarda bu yönlü bir seçiciliğe gitme şansı bırakmamaktadır.  Bununla birlikte -başta devletler, onların kurdukları eğitim sistemleri ve okullar olmak üzere- bu hizmeti verenlerde bu yönde bir hedef koymak mümkündür.  Ne yazık ki bunu sıklıkla gördüğümüzü söyleyemiyoruz.

Özgür akıl, eğitilmiş beyin ve bunların kolay kolay ele geçirilememesi neden gereklidir?

Kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan, sloganlar etrafında kolaylıkla kümelenen yeni nesilleri gördükçe eğitimin bireyleri özgürleştiren bir süreç mi, yoksa hareket sahalarını daraltan bir etkileme işlemi mi olduğundan zaman zaman kuşku duyduğumuzu itiraf etmeliyiz.  Şimdi dile getireceklerimizin ülkemiz özelinde değil, uluslararası gözlemler olarak değerlendirilmesinde yarar görüyoruz.  Tarihi okurken yalnızca duymak istediğini seçip öğrenen, pek çok şeyi ihtiyacı nedeniyle azar azar öğrenen, diğerlerine -insanlar, coğrafya, tercihler, değerler- kayıtsız kalan, bu nedenle hep yüzeyde gezinen ve derine inemeyen, giyim-kuşam alanı başta olmak üzere bir zamanlar burun kıvırdığı ve hor gördüğü zevklere bir anda sıkı sıkı sarılan, kültürü bir hiyerarşik unsur gibi gören, “iyi kültür-kötü kültür”, “ilerici-gerici” gibi kıyaslamalara sık sık başvuran, etnik kimliklerden beslenen ve bunlara bakarak kişisel tavırlarını ayarlayan, dünya görüşünü ve zevkleri bir baskı unsuru olarak kullanan insanları izledikçe bu kuşkunun meşru bir zemini olduğunu fark etmemek mümkün değil.

Bu örnekler eğitimin kitlesel hâle geldiği, eğitime ayrılan kaynakların her geçen gün arttığı ve insanların daha iyi şartlarda yetiştirildiği bir dönemde daha da ilgi çekicidir.  Ayrıca “eğitilmiş aklın” daha tepkisel, acımasız, köşeli ve yüzeysel hâle geldiğinin ifadesidir.  Daha kötüsü, bu aklın veya akılların yetiştiricileri arasında üst düzey eğitim-öğretim kurumları olarak bilinen kurumların da olmasıdır.  En kötüsü ise bu tür eğitim faaliyetlerinin toplumların körleşmesine ve kolektif vicdanın ölmesine sebep olmasıdır.  Buna toplumların renklerinin azalmasını da ilave etmek mümkündür.

Yaşayan önemli toplum bilimcilerden Fransız Alain Touraine şöyle diyor:  “Batı dünyasında girildiğini düşündüğüm dönemin en temel özelliği, toplumsal olmayan çeşitli güçlerin ortaya çıkması, ekonomi gibi, teknoloji gibi, bilgeler gibi… Yani siyasalın ve toplumsalın ortadan kalkması ve ekonominin baskın konuma gelmesi söz konusu.”  Touraine devam ediyor:  “Benim sorguladığım esas şey de şu:  Şu anda en kaygı verici olan şey, bütün tarihimiz boyunca (sadece Batılılar değil), toplumsal çıkarlar da dâhil olmak üzere her şeyin üzerinde bir şey olduğu -din, millet, devlet, toplumsal mücadele, sınıf çatışması, sınıfların/sömürgelerin özgürleşmesi- düşüncesiyle yaşadık. Yani, her şeyin üzerinde yer alan bir şey vardı. Daha basitleştirerek söylemek gerekirse, her zaman için ’iyi’nin ve ’kötü’nün bir tanımı, toplumsalın üzerinde olan ve toplumsala hükmeden bir ölçüt vardı.  Bu ortadan kalktı.”

Alain Touraine buna “toplumsalın sonu” benzetmesi yapıyor.  Kendisine “yani inanacak bir şeyler vardı.” diyen kişiye “Evet. Sadece din değil tabii; millet-din çoğu zaman birlikteydi. Ya da dünyanın başka ülkelerinde dinî cemaatler vardı. Yani toplumun bütün mutlak değer yargıları ortadan kalktı. Bir örnek vereyim: Biz neyi sanat olarak isimlendiriyoruz? 20. yüzyılın başlarında Marcel Duchamp bir ördek idrarını alır, onu müzeye koyar ve bunun bir sanat eseri olduğunu söyler.  Neden?  Çünkü müzeye koyarak onu bir sanat eseri hâline getirmeye karar vermiştir. Çağdaş sanat müzelerine giderseniz birçoğunda bir sürü taşın, kumun ve benzeri şeylerin sergilendiğini görürsünüz. Bu tam manasıyla inşacı bir tavır.  ‘Bunu inşa eden benim’ diyor.” cevabını veriyor.  (Meraklılar için bir parantez açmak isteriz.  Sözü geçen Marcel Duchamp, Amerika’da pop sanatı ve kavramsal sanat akımlarının temellerinin atılmasında etkili olmuş ve birçok sanatçının eserini sadece göze hitap eder bulduğuna dair iddialı görüşleriyle tanınmıştır.)

Vermek istediği ana mesaja ek olarak bu alıntı şu açıdan da önemlidir:  Yaşadığımız çağda bir ürünün ‘sanatsal’ olarak öne sürülmesi, bir tezin ‘bilimsel’ olarak nitelenmesi, bir fikrin önemli isimler tarafından dillendirilmesi ona karşı çıkılmaması için yeterli olabilmektedir.  Oysa eğitimin ruhunda, bireysel değerlendirme ile kendi eleştirel bakış açısını geliştirebilme iddiası olmalıdır.  Buradaki tezat, sorgulayan insanlar yetiştirmeyi hedefleyen eğitimin, bizatihi sorguladığında dışlanacağı korkusu yaşayan bireylerin ortaya çıkmasına engel olamamasıdır.  Yukarıdaki satırlarımızda “kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan” bireyler ile kastettiğimiz buydu.  Genel kabul gören tezlerin, zevklerin ve tercihlerin sorgulanmasından hoşlanmayanlar arasında eğitimin sorgulayıcı rolüne atıfta bulunanların olması ilginçtir.  Ana akım düşüncelere karşı çıkanların, başka deyişle akıntıya karşı kürek çekenlerin özellikle medyada ve okumuş kesimlerde zaman zaman ne hâllere düştüğü göz önüne getirildiğinde bu tezimizin daha  iyi anlaşılacağına inanıyoruz.

O hâlde eğitimin aklı ve vicdanı özgürleştirmesini neden bir eğitim çıktısı olarak göremiyoruz?

Bunun sebeplerinden bir tanesi, bu şekilde yetişen nesillerden yarar sağlayan ciddi çevreler olduğu gerçeğidir.  Bu çevreler bazen resmî ideolojinin kuramcıları, bazen üretimin kaynaklarını elinde tutan ekonomik çevreler, kimi zaman kişisel uğraşları ve becerileri aslında çok değerli olmayan profesyoneller, kimi zaman da tam olarak kaynağı ve gerekçesi anlaşılamayan teveccühlere layık görülen popüler kişilerdir.  Bir diğer sebep, günlük yaşamına ideolojilerden beslenerek şekil veren büyük bir kitlenin varlığı ve bu kitlelerin sorgulayacak değil, kendilerine aktarılanı onaylayacak ve sürdürecek insanlara ihtiyaç duymasıdır.  Bu insanların sürekli olarak ideolojik referansları esas alması bir süre sonra bir ideolojik aygıta dönüşmelerine sebep olmaktadır.  Bunu “sistemin insanını yetiştirmek” şeklinde özetleyebiliriz.  İngiliz Guardian gazetesinden Terry Eagleton’ın 17 Aralık 2010’da yazdığı “Üniversitelerin Ölümü” adlı makalesinde “akademik dünyanın statükonun hizmetkârı hâline geldiğini” ifade etmesi ilginçtir.  Eagleton, Margaret Thatcher’dan bu yana gözlenen bu durumun adalet, gelenek, hayal gücü, refah, aklın serbest hareketi veya geleceğe ait alternatif vizyonlar adına sürdürüldüğünü öne sürüyor.

Yukarıdaki tespitler üzücü olmakla birlikte şaşırtıcı değil; çünkü kişisel deneyimlerimiz gösteriyor ki sistemin veya kalabalıkların eğitim ihtiyaçları, eğitimin kendi iddiasıyla aksi yönde olabilmektedir.  Belki de en önemli sebep, sonunun nereye gittiği yalnızca zanlara veya varsayımlara dayalı olan ekonomik ve siyasi sembollerle yapılan şuursuz işbirliğine ihtiyaç duyanlardır.  Buradaki işbirliği, devletler, şirketler veya ideolojiler seviyesinde olabilir.  Ancak hangi düzeyde olursa olsun, özellikle akademik dünyadan ve medyadan beslenmek durumundadır.  Bu ana yönlendiricilerden bir tanesi insanı yetiştiren bilim merkezi, diğeri onun günlük yaşamını etkileyen haber ve bilgi merkezidir.  ‘Eğitilmiş aklın’ çürük şekillenmesindeki tüm sorumluluğu bu kurumlara yüklemek mümkün olmamakla birlikte ödenen faturada ciddi payları olduğu bir gerçektir.

Nitelikli eğitim hakkında konuşurken dikkat çekilmesi gereken bir husus da bizdeki eğitim süreçlerinin fayda-maliyet üzerinde pek durmaması, bunu sadece üretim, finansman ve muhasebe gibi sayısal derslerde düşünebilmesidir.  Şüphesiz biz başka bir fayda-maliyet kavramından bahsediyoruz.  Eğitim yaşamlarımız genellikle “getiri”ye odaklanmakta, “fayda” üzerinde durmakta, “büyüme ve yararlanma” eğilimi içermekte, ancak “götürü”ye, başka deyişle “maliyet”e fazla önem vermemektedir.  İnsan, psikolojisi itibarıyla iyi ve pozitiften daha fazla etkilenen, albenisi yüksek mal ve hizmetlere, fikirlere, yaşam tarzına hemen yatkınlık sergileyebilen bir varlıktır.  Bu nedenle ödüllendirilmek ister.  Nitekim bizim de yoğun şekilde etkisinde kaldığımız Anglo-Sakson tarzı iş yaşamı hep ödüllendirme üzerine kuruludur.  Sürekli olarak ödüllendiren yapı insanların önceliklerini yalnızca ölçülebilen başarılara yöneltmekte; duymak istemediklerine kulaklarını, görmek istemediklerine gözlerini kapamalarını beraberinde getirmektedir.

Bireyselden kurumsala doğru örneklemek gerekirse iyi karne getiren öğrenci ödüle alıştırılmakta, maç kazanan sporcu prim almakta, yüksek maddi ödüller alabilmek için akıllı finans profesyonelleri alabildiğince riskli işlemler yapmaktadır.  Bunlar hep ödülcü yaklaşımlardır.  Doğasında da insan egosunu ve nefsini tatmin etme iddiası taşımaktadır.  Ne var ki ödüller çoğu zaman maliyetleri unutturmaktadır.  Öğrenci örneğinde olduğu gibi daima ödüllendiren anlayış eğitimin ruhunu bozmakta, sürekli olarak “kâr-getiri-fayda” üzerine kurulu olan sistemler yeri geldiğinde doğayı, çevreyi ve bizler kadar bu dünyada yaşam hakkı bulunan diğer canlıları elinin tersiyle itmekte, profesyonellerin örneklerinde olduğu gibi çılgınca bir ruh hâliyle alınan riskli kararlar dünyanın ekonomik yapısını alt-üst etmektedir.  Bunu matematiksel olarak anlamamız için şu örnek yeterli olacaktır:  IMF baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın birkaç yıl önce ortaya koyduğu bir öngörüye göre ekonomik kriz nedeniyle 2010-2015 arasında dünya gelirinde 30 trilyon dolar tutarında kayıp ortaya çıkacak.  Dünya gelirinde yaşanan bu kayıp krizi tetikleyen konut kredilerinin neden olduğu ekonomik kaybın tam 100 katına ulaşacak; çünkü 2008’de yaşanan konut kredileri krizinin maliyeti 300 milyar dolar olarak hesaplanmıştı.

“Fayda” ve “sahip olma” üzerine yetiştirilen, sadece getiriyle aklı çelinen bireyler anlamsızca harcamaktadır.  Gelecekte kazanılacağı varsayılarak bugünden harcananların yalnızca plastik kartlarla yapılan alışverişlerin ürünleri olduğu zannedilmemelidir.  Kimi zaman beşeriyete faydası olmayacak zevkler ve beceriler uğruna insan gençliğini ve zamanını, kimi zaman ise faydası dokunacak ekonomik faaliyetler uğruna doğayı, ekolojik ve ekonomik sistemi, değerler ve normlar sistemini veya kendi toplumunun yüzyıllardır taşıdığı sosyal sermayeyi harcamaktadır.  Kısaca bazen para, bazen de yaşamın bizatihi kendisi harcanmaktadır.  Bu nedenle her eğitim sisteminde maliyet bilinci oluşturulmalı; yeni nesiller, madenî paranın iki yüzü olduğu benzetmesinden hareketle hemen hemen her durumda getirinin bir de maliyeti olduğu bilinciyle yetiştirilmelidir.  Diğer eğitim sistemlerini bilemiyoruz ancak itiraf etmeliyiz ki bizim sistemimiz bu bilinçten yoksundur.

Eğitimde niteliği tartışırken sorulmasında yarar gördüğümüz bir soru da şudur:  Nitelikli eğitimin göstergesi, var olana hizmet etmek ve sürdürebilmek midir; yoksa yeni kurumlar inşa etmek ve yeni sistem kurabilmek mi?  Bugün aileler için çocuklarının tanınmış okullarda öğrenim görmesi, ardından şöhretli yerli veya uluslararası kuruluşlarda çalışması aldıkları eğitimin niteliğiyle yan yana sunuluyor.  Örnek vermek gerekirse mühendislik, iktisat veya işletme bölümlerinde lisans, iş idaresi veya finansman alanında yüksek lisans öğrenimi görüp ardından dünya ölçeğinde tanınan bir yatırım bankasında çalışmak neredeyse öğrenim ve kariyer klişesi hâline geldi.  Pahalı plazalarda, zarif ofislerde, şık kıyafetlerle çalışmak ve statükonun kurumlarına hizmet etmek artık parlak bir kariyerin göstergesidir.  Ancak sayılanlara ulaşabilen ve CV’leriyle iftihar edenlerin kendi kendilerine sorması gereken sorular da var:  Bu işi ben yapmasaydım yapacak olan pek çok kişi kolaylıkla bulunabilir mi?  Tam olarak ne kadarlık bir farklılık oluşturuyorum?  Kurulu olana gıpta eder ve ona saygı duyarken henüz mevcut olmayan bir sistem oluşturabilmek adına fikirlerim ve cesaretim var mı?  Bunlara verilecek cevaplara göre kişinin kendisini, eğitimini ve becerilerini yeniden değerlendirmesi faydalı olacaktır.

Eğitimin niteliğini, itibarlı okul olarak bilinen yerlerden alınan derecelerde arayanlara ve kendini üst perdede gören “seçkin” okul mezunlarına öğrenim yaşamını tamamlamadan da olağanüstü başarılı iş modeli olanları hatırlatmak gerekiyor.  Bill Gates, Paul Allen, Michael Dell, Larry Ellison, Mark Zuckerberg’in veya Hindistan, Rusya, İspanya, Fransa, Hong Kong, Suudi Arabistan ve İsrail’den eklenebilecek başarı öykülerinde adı geçen diğerlerinin geldiği noktaları unutmamak gerekiyor.  Kimisi hiç üniversiteye gitmemiş, kimisi Harvard, Washington State, Texas Austin, Illinois gibi üniversitelerden terk olan bu girişimciler parıltılı örnekler sunuyor.  Bununla birlikte ifrat ve tefritten kaçınmak adına herkesin bu kadar zeki ve becerikli olmadığını, okul terk olarak bilinen istisnai örneklere bakarak eğitimi değersizleştirmeye hiç niyetimiz olmadığını da vurgulamak gerekiyor.  Yapmaya çalıştığımız, niteliğin yalnızca bir grup okula ve kolaylıkla çizilebilen kariyer haritalarına indirgenmemesi gereken özel bir beşer ve yaşam seviyesi olduğuna dikkat çekmek.  (Genç mezun adayları için ara not:  Steve Jobs’ın 2005’te Stanford Üniversitesinde, Larry Ellison’ın ise 2010’da Yale Üniversitesinde yaptıkları mezuniyet konuşmalarının yer yer ilham verici ve nüktedan bir boyutu olsa da kibirli kısımlarına temkinli yaklaşın ve son nefesinize kadar öğrenmeye devam edin diyoruz.  Okumak iyidir.)

Ülkemizin en iyi yetişmiş beyinlerinden bazılarının ismi ve bilançosu büyük şirketlerde, ancak kendilerine yaptırılan iş açısından mütevazının da altında sorumluluklarla çalıştıkları sır değil.  Hele bu gençlerden kimilerinin son derece sıradan bir öğrenimin ardından ulaşılabilen “faiz, vergi ve amortisman öncesi kâr (FVAÖK)” hesaplamalarıyla ve bilanço okumalarla Türkiye’nin çeşitli kuruluşlarının yabancılara satışında aracı kılınması, sonra da kaç milyon / milyar dolarlık satışa aracılık ettiklerini böbürlene böbürlene anlatmaları artık sıradan misaller olarak görülebilir.  Kurum(sal)laşmış, çalışacak binlerce kişiyi her durumda bulabilecek, öyküsü belli, bol sıfırlı bilançosu olan kuruluşlarda yer bulmak mı ciddi bir kişisel başarıdır; yoksa kendine ait bir başarı öyküsü oluşturabilmek, sıradan olanı kendi alanında üst düzey hâle getirebilmek, var olmayan yepyeni iktisadi, finansal, ticari metotlar keşfetmek, toplum ve insanlık adına katma değeri olan düşünsel sistemler kurabilmek, en azından kurmaya çalışmak mı?  Yetiştirdiğimiz nesiller için sağlanan eğitim hizmetlerinin nitelikli olup olmadığını değerlendirirken bu hususların da düşünülmesinde yarar görüyoruz.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

> Nitelikli eğitim algısına eleştirel bir yaklaşım

Eğitim, yapısı gereği insanlara bir veya birkaç alanda altyapı, makul bir donanım, mental model, davranış kodları, bazı standartlar ve meslek kazandırma sanatıdır.  Bu sayılanlar fertlerin ayakları üstünde durması, çevresindeki insanlarla anlaşması, kendisi kadar diğerlerinin de değerli olduğunu fark etmesi, yaşamını onurlu bir şekilde sürdürmek üzere gerekli olan maddi imkânları kazanması, sosyal statü edinmesi, yakın ve uzak çevresinde olup bitenleri anlamlandırması için gereklidir de.  Aslında insanlar -eğitimin yaşam boyu süren bir etkinlik olduğundan hareketle- neredeyse tüm ömürlerini bu uğurda harcamakta; yaşama tutunmak, bazen de itibar kazanmak için örgün veya yaygın eğitim süreçlerinden geçerek iyi eğitim almak üzere zaman, emek ve maddi kaynak sarf etmektedir.  Ancak sıralanan hedefler dışında bu kaynağı “aklını özgürleştirmek” için harcayanların sayısının fazla olduğunu sanmıyoruz.  Eğitimin özellikle küçük yaşlarda başlayan ve yaşam deneyimi çok kısıtlı olan insanları içine alan bir faaliyet olarak başlaması, bu hizmeti alanlarda bu yönlü bir seçiciliğe gitme şansı bırakmamaktadır.  Bununla birlikte -başta devletler, onların kurdukları eğitim sistemleri ve okullar olmak üzere- bu hizmeti verenlerde bu yönde bir hedef koymak mümkündür.  Ne yazık ki bunu sıklıkla gördüğümüzü söyleyemiyoruz.

Özgür akıl, eğitilmiş beyin ve bunların kolay kolay ele geçirilememesi neden gereklidir?

Kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan, sloganlar etrafında kolaylıkla kümelenen yeni nesilleri gördükçe eğitimin bireyleri özgürleştiren bir süreç mi, yoksa hareket sahalarını daraltan bir etkileme işlemi mi olduğundan zaman zaman kuşku duyduğumuzu itiraf etmeliyiz.  Şimdi dile getireceklerimizin ülkemiz özelinde değil, uluslararası gözlemler olarak değerlendirilmesinde yarar görüyoruz.  Tarihi okurken yalnızca duymak istediğini seçip öğrenen, pek çok şeyi ihtiyacı nedeniyle azar azar öğrenen, diğerlerine -insanlar, coğrafya, tercihler, değerler- kayıtsız kalan, bu nedenle hep yüzeyde gezinen ve derine inemeyen, giyim-kuşam alanı başta olmak üzere bir zamanlar burun kıvırdığı ve hor gördüğü zevklere bir anda sıkı sıkı sarılan, kültürü bir hiyerarşik unsur gibi gören, “iyi kültür-kötü kültür”, “ilerici-gerici” gibi kıyaslamalara sık sık başvuran, etnik kimliklerden beslenen ve bunlara bakarak kişisel tavırlarını ayarlayan, dünya görüşünü ve zevkleri bir baskı unsuru olarak kullanan insanları izledikçe bu kuşkunun meşru bir zemini olduğunu fark etmemek mümkün değil.

Bu örnekler eğitimin kitlesel hâle geldiği, eğitime ayrılan kaynakların her geçen gün arttığı ve insanların daha iyi şartlarda yetiştirildiği bir dönemde daha da ilgi çekicidir.  Ayrıca “eğitilmiş aklın” daha tepkisel, acımasız, köşeli ve yüzeysel hâle geldiğinin ifadesidir.  Daha kötüsü, bu aklın veya akılların yetiştiricileri arasında üst düzey eğitim-öğretim kurumları olarak bilinen kurumların da olmasıdır.  En kötüsü ise bu tür eğitim faaliyetlerinin toplumların körleşmesine ve kolektif vicdanın ölmesine sebep olmasıdır.  Buna toplumların renklerinin azalmasını da ilave etmek mümkündür.

Yaşayan önemli toplum bilimcilerden Fransız Alain Touraine şöyle diyor:  “Batı dünyasında girildiğini düşündüğüm dönemin en temel özelliği, toplumsal olmayan çeşitli güçlerin ortaya çıkması, ekonomi gibi, teknoloji gibi, bilgeler gibi… Yani siyasalın ve toplumsalın ortadan kalkması ve ekonominin baskın konuma gelmesi söz konusu.”  Touraine devam ediyor:  “Benim sorguladığım esas şey de şu:  Şu anda en kaygı verici olan şey, bütün tarihimiz boyunca (sadece Batılılar değil), toplumsal çıkarlar da dâhil olmak üzere her şeyin üzerinde bir şey olduğu -din, millet, devlet, toplumsal mücadele, sınıf çatışması, sınıfların/sömürgelerin özgürleşmesi- düşüncesiyle yaşadık. Yani, her şeyin üzerinde yer alan bir şey vardı. Daha basitleştirerek söylemek gerekirse, her zaman için ’iyi’nin ve ’kötü’nün bir tanımı, toplumsalın üzerinde olan ve toplumsala hükmeden bir ölçüt vardı.  Bu ortadan kalktı.”

Alain Touraine buna “toplumsalın sonu” benzetmesi yapıyor.  Kendisine “yani inanacak bir şeyler vardı.” diyen kişiye “Evet. Sadece din değil tabii; millet-din çoğu zaman birlikteydi. Ya da dünyanın başka ülkelerinde dinî cemaatler vardı. Yani toplumun bütün mutlak değer yargıları ortadan kalktı. Bir örnek vereyim: Biz neyi sanat olarak isimlendiriyoruz? 20. yüzyılın başlarında Marcel Duchamp bir ördek idrarını alır, onu müzeye koyar ve bunun bir sanat eseri olduğunu söyler.  Neden?  Çünkü müzeye koyarak onu bir sanat eseri hâline getirmeye karar vermiştir. Çağdaş sanat müzelerine giderseniz birçoğunda bir sürü taşın, kumun ve benzeri şeylerin sergilendiğini görürsünüz. Bu tam manasıyla inşacı bir tavır.  ‘Bunu inşa eden benim’ diyor.” cevabını veriyor.  (Meraklılar için bir parantez açmak isteriz.  Sözü geçen Marcel Duchamp, Amerika’da pop sanatı ve kavramsal sanat akımlarının temellerinin atılmasında etkili olmuş ve birçok sanatçının eserini sadece göze hitap eder bulduğuna dair iddialı görüşleriyle tanınmıştır.)

Vermek istediği ana mesaja ek olarak bu alıntı şu açıdan da önemlidir:  Yaşadığımız çağda bir ürünün ‘sanatsal’ olarak öne sürülmesi, bir tezin ‘bilimsel’ olarak nitelenmesi, bir fikrin önemli isimler tarafından dillendirilmesi ona karşı çıkılmaması için yeterli olabilmektedir.  Oysa eğitimin ruhunda, bireysel değerlendirme ile kendi eleştirel bakış açısını geliştirebilme iddiası olmalıdır.  Buradaki tezat, sorgulayan insanlar yetiştirmeyi hedefleyen eğitimin, bizatihi sorguladığında dışlanacağı korkusu yaşayan bireylerin ortaya çıkmasına engel olamamasıdır.  Yukarıdaki satırlarımızda “kalıplar hâlinde düşünen, mutlak doğruları ve yanlışları olan” bireyler ile kastettiğimiz buydu.  Genel kabul gören tezlerin, zevklerin ve tercihlerin sorgulanmasından hoşlanmayanlar arasında eğitimin sorgulayıcı rolüne atıfta bulunanların olması ilginçtir.  Ana akım düşüncelere karşı çıkanların, başka deyişle akıntıya karşı kürek çekenlerin özellikle medyada ve okumuş kesimlerde zaman zaman ne hâllere düştüğü göz önüne getirildiğinde bu tezimizin daha  iyi anlaşılacağına inanıyoruz.

O hâlde eğitimin aklı ve vicdanı özgürleştirmesini neden bir eğitim çıktısı olarak göremiyoruz?

Bunun sebeplerinden bir tanesi, bu şekilde yetişen nesillerden yarar sağlayan ciddi çevreler olduğu gerçeğidir.  Bu çevreler bazen resmî ideolojinin kuramcıları, bazen üretimin kaynaklarını elinde tutan ekonomik çevreler, kimi zaman kişisel uğraşları ve becerileri aslında çok değerli olmayan profesyoneller, kimi zaman da tam olarak kaynağı ve gerekçesi anlaşılamayan teveccühlere layık görülen popüler kişilerdir.  Bir diğer sebep, günlük yaşamına ideolojilerden beslenerek şekil veren büyük bir kitlenin varlığı ve bu kitlelerin sorgulayacak değil, kendilerine aktarılanı onaylayacak ve sürdürecek insanlara ihtiyaç duymasıdır.  Bu insanların sürekli olarak ideolojik referansları esas alması bir süre sonra bir ideolojik aygıta dönüşmelerine sebep olmaktadır.  Bunu “sistemin insanını yetiştirmek” şeklinde özetleyebiliriz.  İngiliz Guardian gazetesinden Terry Eagleton’ın 17 Aralık 2010’da yazdığı “Üniversitelerin Ölümü” adlı makalesinde “akademik dünyanın statükonun hizmetkârı hâline geldiğini” ifade etmesi ilginçtir.  Eagleton, Margaret Thatcher’dan bu yana gözlenen bu durumun adalet, gelenek, hayal gücü, refah, aklın serbest hareketi veya geleceğe ait alternatif vizyonlar adına sürdürüldüğünü öne sürüyor.

Yukarıdaki tespitler üzücü olmakla birlikte şaşırtıcı değil; çünkü kişisel deneyimlerimiz gösteriyor ki sistemin veya kalabalıkların eğitim ihtiyaçları, eğitimin kendi iddiasıyla aksi yönde olabilmektedir.  Belki de en önemli sebep, sonunun nereye gittiği yalnızca zanlara veya varsayımlara dayalı olan ekonomik ve siyasi sembollerle yapılan şuursuz işbirliğine ihtiyaç duyanlardır.  Buradaki işbirliği, devletler, şirketler veya ideolojiler seviyesinde olabilir.  Ancak hangi düzeyde olursa olsun, özellikle akademik dünyadan ve medyadan beslenmek durumundadır.  Bu ana yönlendiricilerden bir tanesi insanı yetiştiren bilim merkezi, diğeri onun günlük yaşamını etkileyen haber ve bilgi merkezidir.  ‘Eğitilmiş aklın’ çürük şekillenmesindeki tüm sorumluluğu bu kurumlara yüklemek mümkün olmamakla birlikte ödenen faturada ciddi payları olduğu bir gerçektir.

Nitelikli eğitim hakkında konuşurken dikkat çekilmesi gereken bir husus da bizdeki eğitim süreçlerinin fayda-maliyet üzerinde pek durmaması, bunu sadece üretim, finansman ve muhasebe gibi sayısal derslerde düşünebilmesidir.  Şüphesiz biz başka bir fayda-maliyet kavramından bahsediyoruz.  Eğitim yaşamlarımız genellikle “getiri”ye odaklanmakta, “fayda” üzerinde durmakta, “büyüme ve yararlanma” eğilimi içermekte, ancak “götürü”ye, başka deyişle “maliyet”e fazla önem vermemektedir.  İnsan, psikolojisi itibarıyla iyi ve pozitiften daha fazla etkilenen, albenisi yüksek mal ve hizmetlere, fikirlere, yaşam tarzına hemen yatkınlık sergileyebilen bir varlıktır.  Bu nedenle ödüllendirilmek ister.  Nitekim bizim de yoğun şekilde etkisinde kaldığımız Anglo-Sakson tarzı iş yaşamı hep ödüllendirme üzerine kuruludur.  Sürekli olarak ödüllendiren yapı insanların önceliklerini yalnızca ölçülebilen başarılara yöneltmekte; duymak istemediklerine kulaklarını, görmek istemediklerine gözlerini kapamalarını beraberinde getirmektedir.

Bireyselden kurumsala doğru örneklemek gerekirse iyi karne getiren öğrenci ödüle alıştırılmakta, maç kazanan sporcu prim almakta, yüksek maddi ödüller alabilmek için akıllı finans profesyonelleri alabildiğince riskli işlemler yapmaktadır.  Bunlar hep ödülcü yaklaşımlardır.  Doğasında da insan egosunu ve nefsini tatmin etme iddiası taşımaktadır.  Ne var ki ödüller çoğu zaman maliyetleri unutturmaktadır.  Öğrenci örneğinde olduğu gibi daima ödüllendiren anlayış eğitimin ruhunu bozmakta, sürekli olarak “kâr-getiri-fayda” üzerine kurulu olan sistemler yeri geldiğinde doğayı, çevreyi ve bizler kadar bu dünyada yaşam hakkı bulunan diğer canlıları elinin tersiyle itmekte, profesyonellerin örneklerinde olduğu gibi çılgınca bir ruh hâliyle alınan riskli kararlar dünyanın ekonomik yapısını alt-üst etmektedir.  Bunu matematiksel olarak anlamamız için şu örnek yeterli olacaktır:  IMF baş ekonomisti Olivier Blanchard’ın birkaç yıl önce ortaya koyduğu bir öngörüye göre ekonomik kriz nedeniyle 2010-2015 arasında dünya gelirinde 30 trilyon dolar tutarında kayıp ortaya çıkacak.  Dünya gelirinde yaşanan bu kayıp krizi tetikleyen konut kredilerinin neden olduğu ekonomik kaybın tam 100 katına ulaşacak; çünkü 2008’de yaşanan konut kredileri krizinin maliyeti 300 milyar dolar olarak hesaplanmıştı.

“Fayda” ve “sahip olma” üzerine yetiştirilen, sadece getiriyle aklı çelinen bireyler anlamsızca harcamaktadır.  Gelecekte kazanılacağı varsayılarak bugünden harcananların yalnızca plastik kartlarla yapılan alışverişlerin ürünleri olduğu zannedilmemelidir.  Kimi zaman beşeriyete faydası olmayacak zevkler ve beceriler uğruna insan gençliğini ve zamanını, kimi zaman ise faydası dokunacak ekonomik faaliyetler uğruna doğayı, ekolojik ve ekonomik sistemi, değerler ve normlar sistemini veya kendi toplumunun yüzyıllardır taşıdığı sosyal sermayeyi harcamaktadır.  Kısaca bazen para, bazen de yaşamın bizatihi kendisi harcanmaktadır.  Bu nedenle her eğitim sisteminde maliyet bilinci oluşturulmalı; yeni nesiller, madenî paranın iki yüzü olduğu benzetmesinden hareketle hemen hemen her durumda getirinin bir de maliyeti olduğu bilinciyle yetiştirilmelidir.  Diğer eğitim sistemlerini bilemiyoruz ancak itiraf etmeliyiz ki bizim sistemimiz bu bilinçten yoksundur.

Eğitimde niteliği tartışırken sorulmasında yarar gördüğümüz bir soru da şudur:  Nitelikli eğitimin göstergesi, var olana hizmet etmek ve sürdürebilmek midir; yoksa yeni kurumlar inşa etmek ve yeni sistem kurabilmek mi?  Bugün aileler için çocuklarının tanınmış okullarda öğrenim görmesi, ardından şöhretli yerli veya uluslararası kuruluşlarda çalışması aldıkları eğitimin niteliğiyle yan yana sunuluyor.  Örnek vermek gerekirse mühendislik, iktisat veya işletme bölümlerinde lisans, iş idaresi veya finansman alanında yüksek lisans öğrenimi görüp ardından dünya ölçeğinde tanınan bir yatırım bankasında çalışmak neredeyse öğrenim ve kariyer klişesi hâline geldi.  Pahalı plazalarda, zarif ofislerde, şık kıyafetlerle çalışmak ve statükonun kurumlarına hizmet etmek artık parlak bir kariyerin göstergesidir.  Ancak sayılanlara ulaşabilen ve CV’leriyle iftihar edenlerin kendi kendilerine sorması gereken sorular da var:  Bu işi ben yapmasaydım yapacak olan pek çok kişi kolaylıkla bulunabilir mi?  Tam olarak ne kadarlık bir farklılık oluşturuyorum?  Kurulu olana gıpta eder ve ona saygı duyarken henüz mevcut olmayan bir sistem oluşturabilmek adına fikirlerim ve cesaretim var mı?  Bunlara verilecek cevaplara göre kişinin kendisini, eğitimini ve becerilerini yeniden değerlendirmesi faydalı olacaktır.

Eğitimin niteliğini, itibarlı okul olarak bilinen yerlerden alınan derecelerde arayanlara ve kendini üst perdede gören “seçkin” okul mezunlarına öğrenim yaşamını tamamlamadan da olağanüstü başarılı iş modeli olanları hatırlatmak gerekiyor.  Bill Gates, Paul Allen, Michael Dell, Larry Ellison, Mark Zuckerberg’in veya Hindistan, Rusya, İspanya, Fransa, Hong Kong, Suudi Arabistan ve İsrail’den eklenebilecek başarı öykülerinde adı geçen diğerlerinin geldiği noktaları unutmamak gerekiyor.  Kimisi hiç üniversiteye gitmemiş, kimisi Harvard, Washington State, Texas Austin, Illinois gibi üniversitelerden terk olan bu girişimciler parıltılı örnekler sunuyor.  Bununla birlikte ifrat ve tefritten kaçınmak adına herkesin bu kadar zeki ve becerikli olmadığını, okul terk olarak bilinen istisnai örneklere bakarak eğitimi değersizleştirmeye hiç niyetimiz olmadığını da vurgulamak gerekiyor.  Yapmaya çalıştığımız, niteliğin yalnızca bir grup okula ve kolaylıkla çizilebilen kariyer haritalarına indirgenmemesi gereken özel bir beşer ve yaşam seviyesi olduğuna dikkat çekmek.  (Genç mezun adayları için ara not:  Steve Jobs’ın 2005’te Stanford Üniversitesinde, Larry Ellison’ın ise 2010’da Yale Üniversitesinde yaptıkları mezuniyet konuşmalarının yer yer ilham verici ve nüktedan bir boyutu olsa da kibirli kısımlarına temkinli yaklaşın ve son nefesinize kadar öğrenmeye devam edin diyoruz.  Okumak iyidir.)

Ülkemizin en iyi yetişmiş beyinlerinden bazılarının ismi ve bilançosu büyük şirketlerde, ancak kendilerine yaptırılan iş açısından mütevazının da altında sorumluluklarla çalıştıkları sır değil.  Hele bu gençlerden kimilerinin son derece sıradan bir öğrenimin ardından ulaşılabilen “faiz, vergi ve amortisman öncesi kâr (FVAÖK)” hesaplamalarıyla ve bilanço okumalarla Türkiye’nin çeşitli kuruluşlarının yabancılara satışında aracı kılınması, sonra da kaç milyon / milyar dolarlık satışa aracılık ettiklerini böbürlene böbürlene anlatmaları artık sıradan misaller olarak görülebilir.  Kurum(sal)laşmış, çalışacak binlerce kişiyi her durumda bulabilecek, öyküsü belli, bol sıfırlı bilançosu olan kuruluşlarda yer bulmak mı ciddi bir kişisel başarıdır; yoksa kendine ait bir başarı öyküsü oluşturabilmek, sıradan olanı kendi alanında üst düzey hâle getirebilmek, var olmayan yepyeni iktisadi, finansal, ticari metotlar keşfetmek, toplum ve insanlık adına katma değeri olan düşünsel sistemler kurabilmek, en azından kurmaya çalışmak mı?  Yetiştirdiğimiz nesiller için sağlanan eğitim hizmetlerinin nitelikli olup olmadığını değerlendirirken bu hususların da düşünülmesinde yarar görüyoruz.

Yansı Eraslan

Özel Ege Lisesi Kurucu Temsilcisi

Son Güncelleme: Cumartesi, 26 Nisan 2014 11:23

Gösterim: 2741

Psikolog Çiğdem Toksoy, öfkelenen çocukları sakinleştirmek için ebeveyn ve öğretmenlere şu tavsiyelerde ve taktiklerde bulunuyor…

Öfkenin, doyurulmamış isteklere, istenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen, son derece doğal, evrensel ve insani bir duygusal tepki olduğunu dile getiren Çift ve Aile Terapisti Psikolog Çiğdem Toksoy, kontrolsüz öfkenin hem birey hem de toplum üzerinden inanılmaz bir etkisinin var olduğunu söylüyor. Toksoy, çocuklarda öfke belirtileri ve öfke patlamalarının nasıl kontrol edileceği konusunda ebeveyn ve öğretmenlere önemli tavsiyelerde bulunuyor.

Psikolog Çiğdem Toksoy, açlık, susuzluk, uykusuzluk veya yorgunluk, evde tartışma gibi kaygı yaratan durumlar, öfkenin ödüllendirilmesi (isteklerin yapılması), çevre ve arkadaşların dışlaması, alay etmesi, öfke gösteren birini örnek alması, temel ihtiyaçlarının zamanında giderilmemesi, tutarsız ebeveyn yaklaşımları (aynı ebeveynin farklı tepkiler vermesi, ebeveynlerin aynı konuda birbirinden farklı tepki vermesi), haksız yere verilen cezaların (durumu yeterince sorgulamadan, çocuğa açıklama yapmadan) çocuklarda öfke patlamalarına yol açtığını gözlemleyebildiklerini söylüyor.

Çocuklarda öfke belirtileri

Çocukların öfkelerini üç farklı tarzda yaşayabildiklerini ifade eden Çiğdem Toksoy, çocukların yaşadığı öfke gösterilerini şu şekilde anlatıyor:

-              İlki öfkeyi hapsetmektir. Davranış biçimi duygusal olarak içe dönmek, küsmek, ağlamak, hastalanmak ya da tedirgin olmak, öfke hissetmemek ama başka yerden çıkarmak, büyüklere şikayet etmek ve başkalarının çözüm üretmesini istemek şeklinde olur. Böyle davranmalarına neden olan düşünceler öfkelenmeye hakları olmadığı, öfkelenmenin yanlış olduğu, kontrollerini yitirme kaygısı, şiddetli duygular ile baş edememe, öfkesini gösterirse insanların ondan hoşlanmayacağı endişesi, sevdiklerinin yitirme riski veya birini üzmekten ya da incitmekten korkmaları olarak sıralanabilir.

-              Bazı çocuklar da öfkeyi serbest bırakmayı tercih ederler. Bunlar insanlara patlamak, fiziksel olarak zarar vermek tehdit etmek, bağırmak ya da küfretmek, eşyaları kırıp dökmek türü davranışlar sergilerler. Çünkü, “İnsanlara gücümü göstermeliyim, en iyi savunma saldırıdır” diye düşünürler. İnsanlarla fazla yakınlaşmaktan korkarlar, yanlış olmaya tahammülleri yoktur ve öfkeliyken, nasıl sakince iletişim kurulur bilemezler.

-              Bir de öfkesini kontrol edebilen çocuklar vardır. Bu çocuklar sakin kalmayı başarabilirler, rahatsızlık veren davranışı sakinde ifade ederler. Tartışmaya açıktırlar, empati yaparak başkalarının duygularını anlamaya çalışırlar. Uzlaşmak ve anlaşmak isterler, çünkü onlar için öfke normal bir duygudur. “Öfke hissedebilirim, öfkelendiğimde öfkeme yol açan sorunu çözümlemek isterim, öfkemi doğru bir şekilde ifade etmek isterim” diye düşünürler.

Çocuklarda öfke nasıl kontrol edilebilir?

Psikolog Çiğdem Toksoy, öfkelenen çocukları sakinleştirmek için ebeveyn ve öğretmenlere şu tavsiyelerde ve taktiklerde bulunuyor;

-              Öfkesi ile baş etmeyi öğrenmesine izin vermek.

-              Objektif olmayı deneyerek, yaşadığı sorunu onun gözünden görmeye, üstünüze alınmamaya çalışın.

-              Tepki vermek yerine, ‘çocuğum öfkelendiğinde benim içimde ne oluyor, yangını körüklememek için ben ne yapabilirim’ diye düşünün.

-              Çocuk sizden yardım isteyene kadar bekleyin.

-              Zorluk yaşadığı bir durumda ona akıl vermeye kalkarsanız, onu değiştirmeye çalıştığınızı düşünüp daha fazla öfkelenecektir. Fikrinizi duymaya açıksa, ne zamanlar öfkelendiği konusunda gözlemlerinizi onunla paylaşabilirsiniz.

-              “Dur, Mola” benzeri bir uyarı sözcüğünü kullanmaktır. Burada önceden belirlenmiş bu sözcüğü ona söylemeniz, “Yavaşla, nefes al, ne yapmak istediğini düşün, seçeneklere bak, sonra devam et” demektir. Böyle yaparak öfkesini kontrol etmek yerine çocuğun içinde neler olup bittiğini onun bakış açısından görmeye çalışıyoruz.

-              Bir diğer yöntem de ara vermektir. Her çocuğun öfke kontrol planı içinde bulunması gereken temel stratejidir. Ara vermek, öfkenin artmasına yol açan bir ortamdan uzaklaşmak ya da tartışmayı sonlandırmak demektir.

-              Bir başka yöntem de nefes alarak rahatlama tekniğini çocuğa öğretmen olabilir. Çocuğa diyafram nefesi alması öğretilerek öfkesini kontrol etmekte zorlandığı durumlarda kullanması sağlanabilir. Bu nefes alma egzersizi 3 derin nefes ile kısıtlanabilir. Bu kadarı bile öfkenin şiddetlenmesini engelleyecek kadar etkilidir.

> Çocuklarda öfke nasıl kontrol edilebilir?

Psikolog Çiğdem Toksoy, öfkelenen çocukları sakinleştirmek için ebeveyn ve öğretmenlere şu tavsiyelerde ve taktiklerde bulunuyor…

Öfkenin, doyurulmamış isteklere, istenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen, son derece doğal, evrensel ve insani bir duygusal tepki olduğunu dile getiren Çift ve Aile Terapisti Psikolog Çiğdem Toksoy, kontrolsüz öfkenin hem birey hem de toplum üzerinden inanılmaz bir etkisinin var olduğunu söylüyor. Toksoy, çocuklarda öfke belirtileri ve öfke patlamalarının nasıl kontrol edileceği konusunda ebeveyn ve öğretmenlere önemli tavsiyelerde bulunuyor.

Psikolog Çiğdem Toksoy, açlık, susuzluk, uykusuzluk veya yorgunluk, evde tartışma gibi kaygı yaratan durumlar, öfkenin ödüllendirilmesi (isteklerin yapılması), çevre ve arkadaşların dışlaması, alay etmesi, öfke gösteren birini örnek alması, temel ihtiyaçlarının zamanında giderilmemesi, tutarsız ebeveyn yaklaşımları (aynı ebeveynin farklı tepkiler vermesi, ebeveynlerin aynı konuda birbirinden farklı tepki vermesi), haksız yere verilen cezaların (durumu yeterince sorgulamadan, çocuğa açıklama yapmadan) çocuklarda öfke patlamalarına yol açtığını gözlemleyebildiklerini söylüyor.

Çocuklarda öfke belirtileri

Çocukların öfkelerini üç farklı tarzda yaşayabildiklerini ifade eden Çiğdem Toksoy, çocukların yaşadığı öfke gösterilerini şu şekilde anlatıyor:

-              İlki öfkeyi hapsetmektir. Davranış biçimi duygusal olarak içe dönmek, küsmek, ağlamak, hastalanmak ya da tedirgin olmak, öfke hissetmemek ama başka yerden çıkarmak, büyüklere şikayet etmek ve başkalarının çözüm üretmesini istemek şeklinde olur. Böyle davranmalarına neden olan düşünceler öfkelenmeye hakları olmadığı, öfkelenmenin yanlış olduğu, kontrollerini yitirme kaygısı, şiddetli duygular ile baş edememe, öfkesini gösterirse insanların ondan hoşlanmayacağı endişesi, sevdiklerinin yitirme riski veya birini üzmekten ya da incitmekten korkmaları olarak sıralanabilir.

-              Bazı çocuklar da öfkeyi serbest bırakmayı tercih ederler. Bunlar insanlara patlamak, fiziksel olarak zarar vermek tehdit etmek, bağırmak ya da küfretmek, eşyaları kırıp dökmek türü davranışlar sergilerler. Çünkü, “İnsanlara gücümü göstermeliyim, en iyi savunma saldırıdır” diye düşünürler. İnsanlarla fazla yakınlaşmaktan korkarlar, yanlış olmaya tahammülleri yoktur ve öfkeliyken, nasıl sakince iletişim kurulur bilemezler.

-              Bir de öfkesini kontrol edebilen çocuklar vardır. Bu çocuklar sakin kalmayı başarabilirler, rahatsızlık veren davranışı sakinde ifade ederler. Tartışmaya açıktırlar, empati yaparak başkalarının duygularını anlamaya çalışırlar. Uzlaşmak ve anlaşmak isterler, çünkü onlar için öfke normal bir duygudur. “Öfke hissedebilirim, öfkelendiğimde öfkeme yol açan sorunu çözümlemek isterim, öfkemi doğru bir şekilde ifade etmek isterim” diye düşünürler.

Çocuklarda öfke nasıl kontrol edilebilir?

Psikolog Çiğdem Toksoy, öfkelenen çocukları sakinleştirmek için ebeveyn ve öğretmenlere şu tavsiyelerde ve taktiklerde bulunuyor;

-              Öfkesi ile baş etmeyi öğrenmesine izin vermek.

-              Objektif olmayı deneyerek, yaşadığı sorunu onun gözünden görmeye, üstünüze alınmamaya çalışın.

-              Tepki vermek yerine, ‘çocuğum öfkelendiğinde benim içimde ne oluyor, yangını körüklememek için ben ne yapabilirim’ diye düşünün.

-              Çocuk sizden yardım isteyene kadar bekleyin.

-              Zorluk yaşadığı bir durumda ona akıl vermeye kalkarsanız, onu değiştirmeye çalıştığınızı düşünüp daha fazla öfkelenecektir. Fikrinizi duymaya açıksa, ne zamanlar öfkelendiği konusunda gözlemlerinizi onunla paylaşabilirsiniz.

-              “Dur, Mola” benzeri bir uyarı sözcüğünü kullanmaktır. Burada önceden belirlenmiş bu sözcüğü ona söylemeniz, “Yavaşla, nefes al, ne yapmak istediğini düşün, seçeneklere bak, sonra devam et” demektir. Böyle yaparak öfkesini kontrol etmek yerine çocuğun içinde neler olup bittiğini onun bakış açısından görmeye çalışıyoruz.

-              Bir diğer yöntem de ara vermektir. Her çocuğun öfke kontrol planı içinde bulunması gereken temel stratejidir. Ara vermek, öfkenin artmasına yol açan bir ortamdan uzaklaşmak ya da tartışmayı sonlandırmak demektir.

-              Bir başka yöntem de nefes alarak rahatlama tekniğini çocuğa öğretmen olabilir. Çocuğa diyafram nefesi alması öğretilerek öfkesini kontrol etmekte zorlandığı durumlarda kullanması sağlanabilir. Bu nefes alma egzersizi 3 derin nefes ile kısıtlanabilir. Bu kadarı bile öfkenin şiddetlenmesini engelleyecek kadar etkilidir.

Son Güncelleme: Çarşamba, 16 Nisan 2014 09:05

Gösterim: 3152

Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) 23 Mart’ta sona erdi. Ama üniversiteye giriş için şansınız hala devam ediyor. YGS sonrası LYS öncesi izlenmesi gereken yol haritasını Eğitim Uzmanı Murat Aydın Eğitimtercihi okurları için yazdı

‘’Maç henüz bitmedi; düdük çalmadan sahadan çıkılmaz.’’

‘’YGS sonrası LYS öncesi’’

YGS sonrası bazı öğrenci konuşmaları:

-Keyfim kaçtı LYS’ye çalışamıyorum.

-YGS yüzünden kendime güvenim kalmadı.

-Moralim çok bozuldu hiçbir şey yapacak halim yok.

-Çok çalışmıştım tüm emeğime yazık oldu.

-LYS’ye konsantre olamıyorum.

-Nasıl olsa olmayacak çalışmayı bıraktım.

-YGS kötü geçti LYS’de ne yaparsam yapayım düzelmez.

-Önümüzdeki yıl bir daha mı denesem acaba.

-6 ay çalıştım YGS’yi halledemedim, 2 ayda LYS’yi mi halledeceğim.

-YGS benim tarzım bir sınavdı ben de buna güveniyordum; LYS alan sınavı o kadar şeyi ne zaman çalışacağım.

Ya da;

-Zaten önemli olan katılmaktı.

-Bu yıl soruları Tübitak hazırlamış, o yüzden kötü geçti.

-Türkçe’yi yapamadım süre yetmedi, yoksa kesin olmuştu bu iş.

-Hoca topuklu ayakkabı giymişti, önümdeki kız ağladı, bizim sınıfa yan taraftaki inşaattan gürültü geliyordu.

-Okunmuş şekerimi yanıma almayı unutmuşum, ÖSYM’nin şekeri de işe yaramadı.

Sevgili arkadaşlar YGS bu yıl 5. kez yapıldı. Sınav sonrası yaşanan, geleneksel hale gelmiş bu olumsuz psikolojiyi siz belki ilk kez yaşıyorsunuz ama biz yıllardır şahit oluyoruz. Sınav hakkında günlerdir çeşitli yorumlar yapılmakta. Sınav çok zordu diyen de var; çok kolaydı diyen de. Bu yıl soruların yayınlanmamış olması sınavla ilgili yapılan değerlendirmeleri önceki yıllara göre asgari seviyeye indirmiş olsa da biz yine de şunu biliyoruz ki genel itibariye çok kolay bir sınav olmadı.

Gelelim şimdi yapılacak şeye. Üniversiteye eğer YGS puan türü ile değil de LYS puan türüyle yerleşmeyi düşünüyorsanız; önünüzde yaklaşık 2 aylık bir süre ve en az iki sınav daha var. Çoğu öğrenci daha bitmemiş bir maçın yenilgisini yaşıyor. YGS’nin istediğiniz gibi geçmediğini düşünüyorsanız eğer LYS’ de bunu telafi etme şansınız var. Bunun için de yapılacak tek şey: Çalışmak.

Geriye kalan zamanı çok iyi değerlendirin. Önünüze müfredatı alın ve onu takip ederek çalışın. İyi bildiğinizi ve hallettiğinizi düşündüğünüz konuları işaretleyin. Eksik olduğunuz ve çalışmanız gerek konuları da önümüzdeki 2 aylık zamana eşit olarak dağıtın. Günlük çalışma saatleri ve soru sayıları hedefleyin. Sadece buna odaklanın. İnanıyorum ki bunu uyguladığınız takdirde amacınıza ulaşacaksınız. Tek yapmanız gereken kendinize inanmanız ve güvenmeniz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yukarıda her alandan sadece bir öğrenciyi örnek olarak verdim. Bu örneklerden on binlerce var. Yeter ki siz buna inanın.

Örneklere baktığınız zaman LYS’de sıralamayı o kadar yukarı çekmek imkansız gibi düşünebilirsiniz ama şu gerçeği de göz ardı etmemek lazım. Hangi alanda olursanız olun zaten YGS’de önünüzde diğer alanlardan adaylar da var ve bu adaylar LYS’de sadece kendi alanlarından sıralamaya dahil olacaklar ve bu durumda sizin sıralamanız yukarı doğru çıkacaktır.

Şöyle örneklendirelim mesela; YGS-5 puan türünde 70-80 binlerde bir sıralamaya sahip olan bir aday ben bu sıralama ile Hukuk ya da Pdr bölümünü nasıl kazanabilirim ki diye düşünür genelde ama önündeki adayların yarısından fazlasının büyük ihtimalle sayısal öğrencisi olduğu aklına gelmez. Zaten örnektede gördüğünüz gibi 86 bin sıralamada bulunan aday LYS ile Hukuk Fakültesine yerleşti.

Sevgili arkadaşlar somut örnekler en etkili motivasyon yöntemi olsa gerek. Ben sizlerle sadece 3 öğrencinin YGS ve LYS puan-başarı sıralamalarını ve yerleştikleri bölümleri paylaştım. Eğer sınavınızın iyi geçmediğini düşünüyorsanız umudunuzu kaybetmeyin ve hala bir şeyleri değiştirecek zamanınızın olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Asıl beklediğiniz ve kendinizi göstereceğiniz sınavlar Haziran ayında yapılacak. Fakat şöyle de bir gerçek var: LYS bilen ile bilmeyeni ortaya çıkaran sınavdır; bu yüzden eksik konu bırakmadan bilgi birikiminizi arttırmaya devam edin…

LYS sınavlarınız umarım güzel geçer ve hedeflediğiniz yerleri tercih edecek puanlar alırsınız.

Unutmayın YGS tek başına belirleyici değil; hepinize başarılar dilerim…

Murat AYDIN

https://twitter.com/murataydin52

https://twitter.com/egitimtercihi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

> YGS sona erdi ama üniversite sınavı henüz bitmedi!

Yükseköğretime Geçiş Sınavı (YGS) 23 Mart’ta sona erdi. Ama üniversiteye giriş için şansınız hala devam ediyor. YGS sonrası LYS öncesi izlenmesi gereken yol haritasını Eğitim Uzmanı Murat Aydın Eğitimtercihi okurları için yazdı

‘’Maç henüz bitmedi; düdük çalmadan sahadan çıkılmaz.’’

‘’YGS sonrası LYS öncesi’’

YGS sonrası bazı öğrenci konuşmaları:

-Keyfim kaçtı LYS’ye çalışamıyorum.

-YGS yüzünden kendime güvenim kalmadı.

-Moralim çok bozuldu hiçbir şey yapacak halim yok.

-Çok çalışmıştım tüm emeğime yazık oldu.

-LYS’ye konsantre olamıyorum.

-Nasıl olsa olmayacak çalışmayı bıraktım.

-YGS kötü geçti LYS’de ne yaparsam yapayım düzelmez.

-Önümüzdeki yıl bir daha mı denesem acaba.

-6 ay çalıştım YGS’yi halledemedim, 2 ayda LYS’yi mi halledeceğim.

-YGS benim tarzım bir sınavdı ben de buna güveniyordum; LYS alan sınavı o kadar şeyi ne zaman çalışacağım.

Ya da;

-Zaten önemli olan katılmaktı.

-Bu yıl soruları Tübitak hazırlamış, o yüzden kötü geçti.

-Türkçe’yi yapamadım süre yetmedi, yoksa kesin olmuştu bu iş.

-Hoca topuklu ayakkabı giymişti, önümdeki kız ağladı, bizim sınıfa yan taraftaki inşaattan gürültü geliyordu.

-Okunmuş şekerimi yanıma almayı unutmuşum, ÖSYM’nin şekeri de işe yaramadı.

Sevgili arkadaşlar YGS bu yıl 5. kez yapıldı. Sınav sonrası yaşanan, geleneksel hale gelmiş bu olumsuz psikolojiyi siz belki ilk kez yaşıyorsunuz ama biz yıllardır şahit oluyoruz. Sınav hakkında günlerdir çeşitli yorumlar yapılmakta. Sınav çok zordu diyen de var; çok kolaydı diyen de. Bu yıl soruların yayınlanmamış olması sınavla ilgili yapılan değerlendirmeleri önceki yıllara göre asgari seviyeye indirmiş olsa da biz yine de şunu biliyoruz ki genel itibariye çok kolay bir sınav olmadı.

Gelelim şimdi yapılacak şeye. Üniversiteye eğer YGS puan türü ile değil de LYS puan türüyle yerleşmeyi düşünüyorsanız; önünüzde yaklaşık 2 aylık bir süre ve en az iki sınav daha var. Çoğu öğrenci daha bitmemiş bir maçın yenilgisini yaşıyor. YGS’nin istediğiniz gibi geçmediğini düşünüyorsanız eğer LYS’ de bunu telafi etme şansınız var. Bunun için de yapılacak tek şey: Çalışmak.

Geriye kalan zamanı çok iyi değerlendirin. Önünüze müfredatı alın ve onu takip ederek çalışın. İyi bildiğinizi ve hallettiğinizi düşündüğünüz konuları işaretleyin. Eksik olduğunuz ve çalışmanız gerek konuları da önümüzdeki 2 aylık zamana eşit olarak dağıtın. Günlük çalışma saatleri ve soru sayıları hedefleyin. Sadece buna odaklanın. İnanıyorum ki bunu uyguladığınız takdirde amacınıza ulaşacaksınız. Tek yapmanız gereken kendinize inanmanız ve güvenmeniz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yukarıda her alandan sadece bir öğrenciyi örnek olarak verdim. Bu örneklerden on binlerce var. Yeter ki siz buna inanın.

Örneklere baktığınız zaman LYS’de sıralamayı o kadar yukarı çekmek imkansız gibi düşünebilirsiniz ama şu gerçeği de göz ardı etmemek lazım. Hangi alanda olursanız olun zaten YGS’de önünüzde diğer alanlardan adaylar da var ve bu adaylar LYS’de sadece kendi alanlarından sıralamaya dahil olacaklar ve bu durumda sizin sıralamanız yukarı doğru çıkacaktır.

Şöyle örneklendirelim mesela; YGS-5 puan türünde 70-80 binlerde bir sıralamaya sahip olan bir aday ben bu sıralama ile Hukuk ya da Pdr bölümünü nasıl kazanabilirim ki diye düşünür genelde ama önündeki adayların yarısından fazlasının büyük ihtimalle sayısal öğrencisi olduğu aklına gelmez. Zaten örnektede gördüğünüz gibi 86 bin sıralamada bulunan aday LYS ile Hukuk Fakültesine yerleşti.

Sevgili arkadaşlar somut örnekler en etkili motivasyon yöntemi olsa gerek. Ben sizlerle sadece 3 öğrencinin YGS ve LYS puan-başarı sıralamalarını ve yerleştikleri bölümleri paylaştım. Eğer sınavınızın iyi geçmediğini düşünüyorsanız umudunuzu kaybetmeyin ve hala bir şeyleri değiştirecek zamanınızın olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Asıl beklediğiniz ve kendinizi göstereceğiniz sınavlar Haziran ayında yapılacak. Fakat şöyle de bir gerçek var: LYS bilen ile bilmeyeni ortaya çıkaran sınavdır; bu yüzden eksik konu bırakmadan bilgi birikiminizi arttırmaya devam edin…

LYS sınavlarınız umarım güzel geçer ve hedeflediğiniz yerleri tercih edecek puanlar alırsınız.

Unutmayın YGS tek başına belirleyici değil; hepinize başarılar dilerim…

Murat AYDIN

https://twitter.com/murataydin52

https://twitter.com/egitimtercihi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Güncelleme: Perşembe, 17 Nisan 2014 13:04

Gösterim: 3672

Yıllarca iyi bir kariyer için eğitim aldınız, çalıştınız. Belki de hayallerinize çok yakınsınız. Ama işyeriniz ve çalışma ortamınız pek stresli… Peki iş yerinde sabır taşı olmadan stresle başa çıkmanın yolları neler? Nasıl davranmalıyız?

Modern yaşamın getirilerinden biri olan iş hayatı birçok kişinin yoğun stres altında kaldığı yerlerden biri. Hayatımızın önemli bir kısmını harcadığımız işyerinde yaşadığımız olumsuzluklarla nasıl başa çıkabiliriz? Kendimizi hakkettiğimiz mevkiye nasıl taşırız? Stresi nasıl yenebiliriz? İşte tüm bu soruların mantıklı ve uygulanabilir cevapları var. Yeter ki siz isteyin...

İşe bakış açınızı değiştirmekle yola başlayın

İşe yaklaşımımız aslında hayata yaklaşımımıza çok benziyor. Anahtarımız “iyimserlik” olmalıdır. Hem dünyada yapılmış, hem de Davranış Bilimleri Enstitüsü (DBE) bünyesinde yapılan araştırmalar; hayata bakış açısı iyimser olan, olumsuzluklara toleransı yüksek olan kişilerin kısa ve uzun vadede çok daha yüksek performans gösterdikleri ve işin zorluklarından şikayet etmektense işi zorluklarıyla birlikte sevebildiklerinin sonucunu gösteriyor.

Kendinizi test edin. Ne kadar iyimsersiniz?

DBE bünyesinde yapılan araştırmalarda zor mesleklerde başarıyı yakalayan ve stresi yönetebilen kişilere bakın hangi sorular sorulmuş? Nasıl cevaplar alınmış?

- Ne kadar iyimserim? (10 üzerinden bir puan verin, 1=çok kötümserim, 10= çok iyimserim)

- Gün içerisinde moralimi bozacak bir şey olduğunda kendimi ne kadar hızlı toparlayabiliyorum? (10 üzerinden bir puan verin, 1=çok zor toparlarım, moralimi yeniden yükseltmem çok zaman alır, 10= çok kolay toparlanırım, moralimi yeniden yükseltmem çok az zaman alır)

DBE bünyesinde yapılan araştırma sonuçlarına göre zor mesleklerde başarıyı yakalayan ve stresi yönetebilen kişilerin bu soruya verdikleri ortalama puan: 10 üzerinden 7,5 civarında.

Yaptığınız iş karakterinize ne kadar uyuyor?

Yaptığınız iş veya seçtiğiniz meslek, yeteneklerinize ne kadar uygunsa, işi o kadar kolay ve hızlı yapabilirsiniz. Buna bağlı olarak da yüksek performans gösterirsiniz. “Yapmak için doğduğu işi yapmak” diye bir tabir vardır ki çok doğrudur. Eğer yapmak için doğduğunuz işi yapıyorsanız işte o zaman daha az yorularak üstün performans gösterirsiniz. Örnek vermek gerekirse; dışadönük, yeni insanlarla tanışmayı ve insanları etkilemeyi seven kişiler satış veya müşteri ilişkilerinde; hareketli ve fazla enerjik yapısı olanlar ise sahada sürekli seyahat edebildiği bir işte başarılı ve mutlu olurlar. Kendi düşüncelerine yönelik yapısı olan, bireysel çalışmaktan keyif alan kişiler, proje geliştirmek, bilgisayar yazılımı üretmek gibi bireysel çalışmalarla başarıya ulaşır ve iş hayatından keyif alır.

Yöneticinizi çok iyi analiz etmelisiniz çünkü…

İş yerinde işinizin stresli hale gelmesinin nedeni çevrenizdeki insanlar olabilir. Peki çalışma arkadaşlarınızı da barındıran bu insanlar arasında stres yaratan kimler olabilir? Çanacık, işin bize uygunluğu ve stresle ilişkimizi etkileyen ana faktörlerden biri yöneticilerdir. Yöneticiler, gün içerisinde işten kaynaklı yaşayacağınız stresi azaltma veya artırma gücüne sahiptir. O panik olursa biz de panik oluruz. Moralimiz daha hızlı bozulur ve daha geç toparlanırız. Yani, işiniz sizin yeteneklerinize uygunsa ve yine de stres yaşıyorsanız, nedeni yöneticinizin kendi iş stresini size yansıtıyor olması olabilir.

Ayrıca yöneticiler, hayata bakış açınızı da olumlu veya olumsuz etkileme gücüne de sahiplerdir. Zorluklara karşı toleranslı bir yönetici, “Bunu başarabiliriz, zorlukların üstesinden gelebiliriz” diyerek ekibini motive ederken; toleransı düşük bir yönetici ise olumsuz birçok durumda “Her şey çok kötü gidiyor, hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyorsunuz!” diyerek ekibini suçlayabilir.

Bunların dışında yöneticiniz sizin yeteneklerinizi veya sizi neyin motive ettiğini bilmiyor olabilir. Sizin yeteneklerinizi kullanmak yerine, yeterince iyi olmadığınız alanlarda gelişmeniz için sizi yönlendirmiş olabilir. Yapılan araştırmalar, çalışanların kendi yetenekleri doğrultusunda geliştirilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu da demek oluyor ki; başarılı olduğunuz veya yetenekli olduğunuz alanları yöneticinize siz göstermek zorunda kalabilir, onu buna inandırmak için biraz uğraşmanız gerekebilir.

Stresten en çok kimler etkileniyor?

İş yeteneklerine uygun olmayan ve genel olarak hayata bakış açısı olumsuz olan kişiler işin yarattığı stresle başa çıkmada daha fazla sıkıntı çekiyor. Yöneticisinin kendi ve ekibinin stresini iyi yönetememesi de stres unsurları kişi üzerinde daha uzun vadeli olabilir.

Stresten korunmak diye bir şey yok. Onunla başa çıkın!

Zorluklara karşı toleransı artırmak stresi yönetmeyi kolaylaştırır. Stresini iyi yöneten bir yönetici ile çalışmak, iş stresi ile daha kolay başa çıkmamızı sağlar. Gerektiğinde mola vermek, kendimize zaman ayırmak, arkadaşlarla bir araya gelerek paylaşımda bulunmak, yine stresi yönetmenin diğer yollarıdır. Ancak en iyi yöntem, yeteneklerimizle uyumlu meslek seçimidir. Eğer bunun için çok geç ise, işimizin yeteneğimizle uyumlu kısımlarını öne çıkarmak, yöneticimizden yardım ve yönlendirme istemek, stresi yönetmemize yardımcı olur.

Burcu Çanacık

Uzman Endüstriyel Psikolog

Davranış Bilimleri Enstitüsü

> İş yerinde stresle nasıl başa çıkabilirsiniz?

Yıllarca iyi bir kariyer için eğitim aldınız, çalıştınız. Belki de hayallerinize çok yakınsınız. Ama işyeriniz ve çalışma ortamınız pek stresli… Peki iş yerinde sabır taşı olmadan stresle başa çıkmanın yolları neler? Nasıl davranmalıyız?

Modern yaşamın getirilerinden biri olan iş hayatı birçok kişinin yoğun stres altında kaldığı yerlerden biri. Hayatımızın önemli bir kısmını harcadığımız işyerinde yaşadığımız olumsuzluklarla nasıl başa çıkabiliriz? Kendimizi hakkettiğimiz mevkiye nasıl taşırız? Stresi nasıl yenebiliriz? İşte tüm bu soruların mantıklı ve uygulanabilir cevapları var. Yeter ki siz isteyin...

İşe bakış açınızı değiştirmekle yola başlayın

İşe yaklaşımımız aslında hayata yaklaşımımıza çok benziyor. Anahtarımız “iyimserlik” olmalıdır. Hem dünyada yapılmış, hem de Davranış Bilimleri Enstitüsü (DBE) bünyesinde yapılan araştırmalar; hayata bakış açısı iyimser olan, olumsuzluklara toleransı yüksek olan kişilerin kısa ve uzun vadede çok daha yüksek performans gösterdikleri ve işin zorluklarından şikayet etmektense işi zorluklarıyla birlikte sevebildiklerinin sonucunu gösteriyor.

Kendinizi test edin. Ne kadar iyimsersiniz?

DBE bünyesinde yapılan araştırmalarda zor mesleklerde başarıyı yakalayan ve stresi yönetebilen kişilere bakın hangi sorular sorulmuş? Nasıl cevaplar alınmış?

- Ne kadar iyimserim? (10 üzerinden bir puan verin, 1=çok kötümserim, 10= çok iyimserim)

- Gün içerisinde moralimi bozacak bir şey olduğunda kendimi ne kadar hızlı toparlayabiliyorum? (10 üzerinden bir puan verin, 1=çok zor toparlarım, moralimi yeniden yükseltmem çok zaman alır, 10= çok kolay toparlanırım, moralimi yeniden yükseltmem çok az zaman alır)

DBE bünyesinde yapılan araştırma sonuçlarına göre zor mesleklerde başarıyı yakalayan ve stresi yönetebilen kişilerin bu soruya verdikleri ortalama puan: 10 üzerinden 7,5 civarında.

Yaptığınız iş karakterinize ne kadar uyuyor?

Yaptığınız iş veya seçtiğiniz meslek, yeteneklerinize ne kadar uygunsa, işi o kadar kolay ve hızlı yapabilirsiniz. Buna bağlı olarak da yüksek performans gösterirsiniz. “Yapmak için doğduğu işi yapmak” diye bir tabir vardır ki çok doğrudur. Eğer yapmak için doğduğunuz işi yapıyorsanız işte o zaman daha az yorularak üstün performans gösterirsiniz. Örnek vermek gerekirse; dışadönük, yeni insanlarla tanışmayı ve insanları etkilemeyi seven kişiler satış veya müşteri ilişkilerinde; hareketli ve fazla enerjik yapısı olanlar ise sahada sürekli seyahat edebildiği bir işte başarılı ve mutlu olurlar. Kendi düşüncelerine yönelik yapısı olan, bireysel çalışmaktan keyif alan kişiler, proje geliştirmek, bilgisayar yazılımı üretmek gibi bireysel çalışmalarla başarıya ulaşır ve iş hayatından keyif alır.

Yöneticinizi çok iyi analiz etmelisiniz çünkü…

İş yerinde işinizin stresli hale gelmesinin nedeni çevrenizdeki insanlar olabilir. Peki çalışma arkadaşlarınızı da barındıran bu insanlar arasında stres yaratan kimler olabilir? Çanacık, işin bize uygunluğu ve stresle ilişkimizi etkileyen ana faktörlerden biri yöneticilerdir. Yöneticiler, gün içerisinde işten kaynaklı yaşayacağınız stresi azaltma veya artırma gücüne sahiptir. O panik olursa biz de panik oluruz. Moralimiz daha hızlı bozulur ve daha geç toparlanırız. Yani, işiniz sizin yeteneklerinize uygunsa ve yine de stres yaşıyorsanız, nedeni yöneticinizin kendi iş stresini size yansıtıyor olması olabilir.

Ayrıca yöneticiler, hayata bakış açınızı da olumlu veya olumsuz etkileme gücüne de sahiplerdir. Zorluklara karşı toleranslı bir yönetici, “Bunu başarabiliriz, zorlukların üstesinden gelebiliriz” diyerek ekibini motive ederken; toleransı düşük bir yönetici ise olumsuz birçok durumda “Her şey çok kötü gidiyor, hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyorsunuz!” diyerek ekibini suçlayabilir.

Bunların dışında yöneticiniz sizin yeteneklerinizi veya sizi neyin motive ettiğini bilmiyor olabilir. Sizin yeteneklerinizi kullanmak yerine, yeterince iyi olmadığınız alanlarda gelişmeniz için sizi yönlendirmiş olabilir. Yapılan araştırmalar, çalışanların kendi yetenekleri doğrultusunda geliştirilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu da demek oluyor ki; başarılı olduğunuz veya yetenekli olduğunuz alanları yöneticinize siz göstermek zorunda kalabilir, onu buna inandırmak için biraz uğraşmanız gerekebilir.

Stresten en çok kimler etkileniyor?

İş yeteneklerine uygun olmayan ve genel olarak hayata bakış açısı olumsuz olan kişiler işin yarattığı stresle başa çıkmada daha fazla sıkıntı çekiyor. Yöneticisinin kendi ve ekibinin stresini iyi yönetememesi de stres unsurları kişi üzerinde daha uzun vadeli olabilir.

Stresten korunmak diye bir şey yok. Onunla başa çıkın!

Zorluklara karşı toleransı artırmak stresi yönetmeyi kolaylaştırır. Stresini iyi yöneten bir yönetici ile çalışmak, iş stresi ile daha kolay başa çıkmamızı sağlar. Gerektiğinde mola vermek, kendimize zaman ayırmak, arkadaşlarla bir araya gelerek paylaşımda bulunmak, yine stresi yönetmenin diğer yollarıdır. Ancak en iyi yöntem, yeteneklerimizle uyumlu meslek seçimidir. Eğer bunun için çok geç ise, işimizin yeteneğimizle uyumlu kısımlarını öne çıkarmak, yöneticimizden yardım ve yönlendirme istemek, stresi yönetmemize yardımcı olur.

Burcu Çanacık

Uzman Endüstriyel Psikolog

Davranış Bilimleri Enstitüsü

Son Güncelleme: Salı, 04 Mart 2014 08:37

Gösterim: 4612


Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.