Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.
Ekonomi Bakanı Çağlayan, "AB, Türkiye'ye bugün yine çok şey bahşetmiş, vize konusunda ciddi kıyak yapacaklarmış. Al başına çal, ne diyeyim ben sana" dedi.
Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED), Çorum Sanayici ve İş Adamları Derneği (ÇORUMSİAD) ile Orta Karadeniz Sanayici ve İş Adamları Derneği (OKASİFED) tarafından organize edilen ''Yerel Dinamikler'' toplantısına katıldı.
Bugün Türkiye'ye sadece Türk olarak bakmamak gerektiğini vurgulayan Çağlayan, bu bakışın şaşı bir bakış olacağını kaydetti.
Türkiye'nin 56 ülkeye dört saatlik uçuş mesafesinde olduğuna dikkati çeken Çağlayan, ''Türkiye, sadece Avrupa'nın en büyük kara ve taşıma filosuna sahip, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke değil. Bugün Türkiye, 56 ülkeye dört saatlik uçuş mesafesinde olan bir ülke. Bu 56 ülkede dünya toplam ithalatının yüzde 46'sı burada yatıyor. Avrupa'nın yaş ortalaması 45, iş bitmiş'' dedi.
AB'nin Türkiye'ye yönelik vize kolaylığı yapacağını okuduğunu belirten Çağlayan, ''AB, Türkiye'ye bugün yine çok şey bahşetmişler. Türkiye'ye vize konusunda ciddi kıyak yapacaklarmış. Al başına çal ne diyeyim ben sana'' diye konuştu.
S&P'ye artık double S&P diyorum
Türkiye'ye bazı derecelendirme kuruluşlarının da iki yüzlü davrandığını dile getiren Çağlayan, ''Biliyorsunuz bir derecelendirme şirketi Standard&Poor's (S&P) var. O artık double S&P oldu. Çünkü ben ona çifte standart diyorum. S&P bugün haritada bulamayacağınız, gece sokaklarında gezemeyeceğiniz ülkeler, Avrupa'da resmen oksijene bağlanmış, hayat ünitesine, yoğun bakıma bağlanmış bu ülkelere hak etmediği notları verirken, Türkiye'ye gelince şaşırıyor'' diye konuştu.
S&P'nin Türkiye ile ilgili derecelendirmelerinin dikkate alınmadığını belirten Çağlayan, ''Bu açıklamayı yaptı ne oldu? Hangi ekonomik birim, kurum Türkiye'nin faiz dengesini bozdu? Allah'a şükür 'Ti'ye bile almadılar. Türkiye'nin karizmasını çizelim derken kendi karizmalarını çizdiler'' dedi.
Yeni teşvik paketi en cömert teşvik sistemi oldu
Teşvikle ilgili yasa tasarısının önümüzdeki hafta TBMM'ye getirileceğini hatırlatan Çağlayan, ''Yeni teşvik paketi, en cömert ve babayiğit teşvik sistemi olmuştur. TOBB, TÜSİAD gibi bütün sivil toplum kuruluşlarımızdan yüzde 90'dan fazla beğeni almıştır'' diye konuştu.
Türkiye'nin ekonomik alanda Avrupa'ya ders verdiğini dile getiren Çağlayan, ''Bugün AB'nin 27 ülkesinin koymuş olduğu Maastricht kriterlerini, 21 Avrupa ülkesinin çok daha ötesinde önemli kazanımlarla elde etmiş bir ülkeyiz. İşsizlikte Avrupa'nın işsizlik ortalamasının altında olan bir konuma geldik. Nüfusu bir milyon artan, her yıl nüfusuna bir milyon kişi eklenen bir ülkeyiz'' diye konuştu.
Üst Kategori: ROOT Kategori: Gündem
Ekonomi Bakanı Çağlayan, "AB, Türkiye'ye bugün yine çok şey bahşetmiş, vize konusunda ciddi kıyak yapacaklarmış. Al başına çal, ne diyeyim ben sana" dedi.
Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED), Çorum Sanayici ve İş Adamları Derneği (ÇORUMSİAD) ile Orta Karadeniz Sanayici ve İş Adamları Derneği (OKASİFED) tarafından organize edilen ''Yerel Dinamikler'' toplantısına katıldı.
Bugün Türkiye'ye sadece Türk olarak bakmamak gerektiğini vurgulayan Çağlayan, bu bakışın şaşı bir bakış olacağını kaydetti.
Türkiye'nin 56 ülkeye dört saatlik uçuş mesafesinde olduğuna dikkati çeken Çağlayan, ''Türkiye, sadece Avrupa'nın en büyük kara ve taşıma filosuna sahip, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke değil. Bugün Türkiye, 56 ülkeye dört saatlik uçuş mesafesinde olan bir ülke. Bu 56 ülkede dünya toplam ithalatının yüzde 46'sı burada yatıyor. Avrupa'nın yaş ortalaması 45, iş bitmiş'' dedi.
AB'nin Türkiye'ye yönelik vize kolaylığı yapacağını okuduğunu belirten Çağlayan, ''AB, Türkiye'ye bugün yine çok şey bahşetmişler. Türkiye'ye vize konusunda ciddi kıyak yapacaklarmış. Al başına çal ne diyeyim ben sana'' diye konuştu.
S&P'ye artık double S&P diyorum
Türkiye'ye bazı derecelendirme kuruluşlarının da iki yüzlü davrandığını dile getiren Çağlayan, ''Biliyorsunuz bir derecelendirme şirketi Standard&Poor's (S&P) var. O artık double S&P oldu. Çünkü ben ona çifte standart diyorum. S&P bugün haritada bulamayacağınız, gece sokaklarında gezemeyeceğiniz ülkeler, Avrupa'da resmen oksijene bağlanmış, hayat ünitesine, yoğun bakıma bağlanmış bu ülkelere hak etmediği notları verirken, Türkiye'ye gelince şaşırıyor'' diye konuştu.
S&P'nin Türkiye ile ilgili derecelendirmelerinin dikkate alınmadığını belirten Çağlayan, ''Bu açıklamayı yaptı ne oldu? Hangi ekonomik birim, kurum Türkiye'nin faiz dengesini bozdu? Allah'a şükür 'Ti'ye bile almadılar. Türkiye'nin karizmasını çizelim derken kendi karizmalarını çizdiler'' dedi.
Yeni teşvik paketi en cömert teşvik sistemi oldu
Teşvikle ilgili yasa tasarısının önümüzdeki hafta TBMM'ye getirileceğini hatırlatan Çağlayan, ''Yeni teşvik paketi, en cömert ve babayiğit teşvik sistemi olmuştur. TOBB, TÜSİAD gibi bütün sivil toplum kuruluşlarımızdan yüzde 90'dan fazla beğeni almıştır'' diye konuştu.
Türkiye'nin ekonomik alanda Avrupa'ya ders verdiğini dile getiren Çağlayan, ''Bugün AB'nin 27 ülkesinin koymuş olduğu Maastricht kriterlerini, 21 Avrupa ülkesinin çok daha ötesinde önemli kazanımlarla elde etmiş bir ülkeyiz. İşsizlikte Avrupa'nın işsizlik ortalamasının altında olan bir konuma geldik. Nüfusu bir milyon artan, her yıl nüfusuna bir milyon kişi eklenen bir ülkeyiz'' diye konuştu.
Son Güncelleme: Pazar, 27 May 2012 11:21
Gösterim: 1523
Hürriyet Yazarı İsmet Berkan’ın bugünkü yazısı.
Kuşkusuz koca bir imparatorluğun yüzyıllar süren bir gerileme ve sonra da yüz yıldan fazla süren bir çöküş yaşaması tek bir nedene bağlanamaz.
Ama ben eğer tek bir neden sayma hakkım bulunsaydı, Osmanlı’nın bilime sırtını döndüğü için battığını söylerdim.
Taha Akyol belki bana kızacak ama Osmanlı’nın Kanuni döneminin ortalarından itibaren, yani gücünün doruğunda olduğu yıllardan itibaren bilime sırtını dönüp kendini taassuba kaptırdığını düşünenlerdenim.
Bu elbette bir gün ansızın ve tek bir adımda gerçekleşmiş değil. O güne kadar bilimle uğraşanlar Şeyhülislam Ebussuut Efendi bir fetva verdi diye bilimden vazgeçmediler ama o günden sonra bilim Osmanlı’nın devlet önceliklerinden biri olmaktan çıktı. Çıkış o çıkış.
Osmanlı gerilemeye başladığını, Batı karşısında savaşları kaybeder olduğunda anladı. Bugün bizim ders kitaplarımıza bakarsanız, Osmanlı gerilemesini hâlâ savaş ve toprak kaybı olarak gördüğümüzü anlarsınız. Kafamız çok da değişmedi yani.
Savaş ve toprak kayıpları sürdükçe buna çare arayışları da hızlandı. Aranan şey şuydu: Batının askeri gücünü sağlayan teknolojisi ve sistemini biz kendimize nasıl uyarlayabilirdik?
Hiç düşünmedik, Batıyı üstün yapan şeyin görünür yüzüydü silah teknolojisi ve ordu düzeni. Marksist terminolojiden aşırma yapacak olursak, biz sadece ‘üst yapı’yı görüyor ve o ‘üst yapı’ya sahip olmaya çalışıyorduk. Ama Batıya o ‘üst yapı’yı sağlayan bir de ‘alt yapı’ vardı; onu ya hiç merak etmiyorduk ya da etsek bile kendimize almayı düşünmüyorduk.
İşte o ‘alt yapı’ özgürlükler düzeni ve bilimdi. Batıda özgürlük kiliseye karşı kazanılmış, kilisenin bilgi üzerindeki tekeli kırıldıktan sonra rönesans yaşanmıştı. Şaşırtıcı biçimde pek çok Avrupa ülkesinde neredeyse eş zamanlı olarak benzer şeyler yaşanmıştı ve bunlar hep benzer sonuçlar doğurmuştu.
Ticaret yollarının ele geçirilmesini sağlayan bilimsel teknolojik gelişmeler, onu izleyen ve bilime dayalı askeri teknoloji, sömürgecilik sayesinde oluşan sermaye birikimi, ölçek ekonomisine geçiş, giderek sanayi devrimi, ulaştırma ve haberleşme devrimleri...
Biz bütün bunları var eden alt yapıyla hemen hemen hiç ilgilenmedik. Kendimize özgü bir gelişim modeli de üretemedik. Ama bu bilimsel gelişmelerin sonucu olan teknolojiyi hep istedik.
Türkiye’de kurulan ilk modern ve batılı eğitim kurumunun mühendis okulu olması çok anlamlı. Temel bilimler fakültesi değil mühendislik fakültesi açtık biz. Bugünkü İTÜ’nün kökenini yani.
Cumhuriyeti kuranlar, özellikle de Atatürk, sanki o alt yapıyı biliyor, onun önemini kavramış gibi duruyor ama ancak bir mesafeden bakınca bu böyle.
Evet genç Türkiye kurduğu, yaptığı üniversite reformuyla Batılı modele geçti, temel bilim fakülteleri kuruldu vs ama Batının modeli tam olarak alınmadı, kısmen alındı. Yani taklit ederken bile tam bir taklit yapmadık, işimize gelen kadarını (özgürlükler dışarıda kaldı örneğin) veya yapabildiğimiz kadarını (halkta sermaye birikimi olmadığı için devlet eliyle sermaye birikimi yaratılması, yani yolsuzluk ve kayırma ekonomisinin kural haline gelmesi) yaptık.
Baktığınızda, yıl 2012 ama bu durum değişmiş değil. Temelde 17. yüzyıl Osmanlı bürokratı veya erken cumhuriyet dönemi politikacısıyla bugünün yöneticileri aynı biçimde bakıyor soruna: Şu teknolojiye bir sahip olsak da eski güzel günlerimize geri dönsek...
Oysa biz o teknolojiye sahip olduğumuzda o Batı bir üst teknolojiye çoktan geçmiş oluyor. Yarışta hâlâ gerideyiz; çünkü taklit etmeye devam ediyoruz, taklidi de tam yapmıyoruz.
Devlet eliyle kapitalist yaratma maceramız bitmiyor
Cuma günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e birlikte sosyal paylaşım ağı Twitter’ın merkez ofisine gittik, twitter’ı kuran adamla tanıştık, ondan bilgi aldık.
Çıkışta bir başka şirkette çalışan ama Cumhurbaşkanı’nı görmeye gelen bir Türk bilgisayar mühendisiyle tanıştım, ayak üstü biraz sohbet ettik.
Mühendis, ‘Türkiye’de para yok’ dedi. ‘Sanayi bakanı üç yılda 30 milyon lira dağıtacağız diyor ama bu para burada iş yapacak girişimciler için fındık fıstık parası. Türkiye’nin ayırdığı bu bütçenin tamamını tek başına alarak işe başlayan şirketler var burada.’
Aslında bu mühendis doğru bir gözlem yapıyor ve doğruyu söylüyor ama bence o da tüm resmi göremiyor. Tüm resme baktığınızda, Türkiye’nin sermaye birikiminin hâlâ yetersiz olduğunu, bir ölçek ekonomisini hâlâ yaratamadığımızı söylemek durumundayız.
Bu böyle olduğu için zaten devlet hâlâ parasal teşvik veriyor; yani eksik sermayeyi kısmen de olsa tamamlamaya çalışıyor. Amerika’da hayal edilebilir bir şey değil; devletin doğrudan girişimcinin cebine para koyması.
Yani devlet eliyle kapitalist yaratma maceramız hâlâ bitmiş değil aslında.
Ah bir Silikon Vadimiz olsa bütün dertler bitecek ama...
SALI gününden beri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte ABD’de San Francisco’da, Silikon Vadisi’ndeyiz. Bugün dönmüş olacağız.
Birkaç gün önce de yazdım; biz bakınca Silikon Vadisi’ni, buranın hepsi olağanüstü başarılı teknoloji şirketlerini, sosyal medyasını vs görüyoruz.
Oysa bunlar birer sonuç. Hiç de küçümsenmemesi gereken olağanüstü şeyler ama sonuç bunlar. Yani üst yapı.
Arka planda İngiltere’de Alan Turing diye bir adamı yetiştiren, var eden sistem var. Arka planda Macaristan göçmeni John von Neumann diye bir adamı eğiten ve var eden sistem var.
Bu iki dev matematikçi olmasa, bugün ne Steve Jobs olurdu ne Bill Gates ne de Mark Zuckerberg.
Biz o yaratılan matematiği değil, doğrudan Steve Jobs’u istiyoruz.
Biz, hemen komşu Stanford Üniversitesi’ni değil, önce Silikon Vadisini istiyoruz. Oysa yazmaya çalıştım, zamanın hippileri olmasa, burada Stanford ve Berkeley gibi üniversiteler olmasa, ne Silikon Vadisi olurdu ne Bill Gates.
(ismet Berkan-hürriyet)
Üst Kategori: ROOT Kategori: Gündem
Hürriyet Yazarı İsmet Berkan’ın bugünkü yazısı.
Kuşkusuz koca bir imparatorluğun yüzyıllar süren bir gerileme ve sonra da yüz yıldan fazla süren bir çöküş yaşaması tek bir nedene bağlanamaz.
Ama ben eğer tek bir neden sayma hakkım bulunsaydı, Osmanlı’nın bilime sırtını döndüğü için battığını söylerdim.
Taha Akyol belki bana kızacak ama Osmanlı’nın Kanuni döneminin ortalarından itibaren, yani gücünün doruğunda olduğu yıllardan itibaren bilime sırtını dönüp kendini taassuba kaptırdığını düşünenlerdenim.
Bu elbette bir gün ansızın ve tek bir adımda gerçekleşmiş değil. O güne kadar bilimle uğraşanlar Şeyhülislam Ebussuut Efendi bir fetva verdi diye bilimden vazgeçmediler ama o günden sonra bilim Osmanlı’nın devlet önceliklerinden biri olmaktan çıktı. Çıkış o çıkış.
Osmanlı gerilemeye başladığını, Batı karşısında savaşları kaybeder olduğunda anladı. Bugün bizim ders kitaplarımıza bakarsanız, Osmanlı gerilemesini hâlâ savaş ve toprak kaybı olarak gördüğümüzü anlarsınız. Kafamız çok da değişmedi yani.
Savaş ve toprak kayıpları sürdükçe buna çare arayışları da hızlandı. Aranan şey şuydu: Batının askeri gücünü sağlayan teknolojisi ve sistemini biz kendimize nasıl uyarlayabilirdik?
Hiç düşünmedik, Batıyı üstün yapan şeyin görünür yüzüydü silah teknolojisi ve ordu düzeni. Marksist terminolojiden aşırma yapacak olursak, biz sadece ‘üst yapı’yı görüyor ve o ‘üst yapı’ya sahip olmaya çalışıyorduk. Ama Batıya o ‘üst yapı’yı sağlayan bir de ‘alt yapı’ vardı; onu ya hiç merak etmiyorduk ya da etsek bile kendimize almayı düşünmüyorduk.
İşte o ‘alt yapı’ özgürlükler düzeni ve bilimdi. Batıda özgürlük kiliseye karşı kazanılmış, kilisenin bilgi üzerindeki tekeli kırıldıktan sonra rönesans yaşanmıştı. Şaşırtıcı biçimde pek çok Avrupa ülkesinde neredeyse eş zamanlı olarak benzer şeyler yaşanmıştı ve bunlar hep benzer sonuçlar doğurmuştu.
Ticaret yollarının ele geçirilmesini sağlayan bilimsel teknolojik gelişmeler, onu izleyen ve bilime dayalı askeri teknoloji, sömürgecilik sayesinde oluşan sermaye birikimi, ölçek ekonomisine geçiş, giderek sanayi devrimi, ulaştırma ve haberleşme devrimleri...
Biz bütün bunları var eden alt yapıyla hemen hemen hiç ilgilenmedik. Kendimize özgü bir gelişim modeli de üretemedik. Ama bu bilimsel gelişmelerin sonucu olan teknolojiyi hep istedik.
Türkiye’de kurulan ilk modern ve batılı eğitim kurumunun mühendis okulu olması çok anlamlı. Temel bilimler fakültesi değil mühendislik fakültesi açtık biz. Bugünkü İTÜ’nün kökenini yani.
Cumhuriyeti kuranlar, özellikle de Atatürk, sanki o alt yapıyı biliyor, onun önemini kavramış gibi duruyor ama ancak bir mesafeden bakınca bu böyle.
Evet genç Türkiye kurduğu, yaptığı üniversite reformuyla Batılı modele geçti, temel bilim fakülteleri kuruldu vs ama Batının modeli tam olarak alınmadı, kısmen alındı. Yani taklit ederken bile tam bir taklit yapmadık, işimize gelen kadarını (özgürlükler dışarıda kaldı örneğin) veya yapabildiğimiz kadarını (halkta sermaye birikimi olmadığı için devlet eliyle sermaye birikimi yaratılması, yani yolsuzluk ve kayırma ekonomisinin kural haline gelmesi) yaptık.
Baktığınızda, yıl 2012 ama bu durum değişmiş değil. Temelde 17. yüzyıl Osmanlı bürokratı veya erken cumhuriyet dönemi politikacısıyla bugünün yöneticileri aynı biçimde bakıyor soruna: Şu teknolojiye bir sahip olsak da eski güzel günlerimize geri dönsek...
Oysa biz o teknolojiye sahip olduğumuzda o Batı bir üst teknolojiye çoktan geçmiş oluyor. Yarışta hâlâ gerideyiz; çünkü taklit etmeye devam ediyoruz, taklidi de tam yapmıyoruz.
Devlet eliyle kapitalist yaratma maceramız bitmiyor
Cuma günü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e birlikte sosyal paylaşım ağı Twitter’ın merkez ofisine gittik, twitter’ı kuran adamla tanıştık, ondan bilgi aldık.
Çıkışta bir başka şirkette çalışan ama Cumhurbaşkanı’nı görmeye gelen bir Türk bilgisayar mühendisiyle tanıştım, ayak üstü biraz sohbet ettik.
Mühendis, ‘Türkiye’de para yok’ dedi. ‘Sanayi bakanı üç yılda 30 milyon lira dağıtacağız diyor ama bu para burada iş yapacak girişimciler için fındık fıstık parası. Türkiye’nin ayırdığı bu bütçenin tamamını tek başına alarak işe başlayan şirketler var burada.’
Aslında bu mühendis doğru bir gözlem yapıyor ve doğruyu söylüyor ama bence o da tüm resmi göremiyor. Tüm resme baktığınızda, Türkiye’nin sermaye birikiminin hâlâ yetersiz olduğunu, bir ölçek ekonomisini hâlâ yaratamadığımızı söylemek durumundayız.
Bu böyle olduğu için zaten devlet hâlâ parasal teşvik veriyor; yani eksik sermayeyi kısmen de olsa tamamlamaya çalışıyor. Amerika’da hayal edilebilir bir şey değil; devletin doğrudan girişimcinin cebine para koyması.
Yani devlet eliyle kapitalist yaratma maceramız hâlâ bitmiş değil aslında.
Ah bir Silikon Vadimiz olsa bütün dertler bitecek ama...
SALI gününden beri Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile birlikte ABD’de San Francisco’da, Silikon Vadisi’ndeyiz. Bugün dönmüş olacağız.
Birkaç gün önce de yazdım; biz bakınca Silikon Vadisi’ni, buranın hepsi olağanüstü başarılı teknoloji şirketlerini, sosyal medyasını vs görüyoruz.
Oysa bunlar birer sonuç. Hiç de küçümsenmemesi gereken olağanüstü şeyler ama sonuç bunlar. Yani üst yapı.
Arka planda İngiltere’de Alan Turing diye bir adamı yetiştiren, var eden sistem var. Arka planda Macaristan göçmeni John von Neumann diye bir adamı eğiten ve var eden sistem var.
Bu iki dev matematikçi olmasa, bugün ne Steve Jobs olurdu ne Bill Gates ne de Mark Zuckerberg.
Biz o yaratılan matematiği değil, doğrudan Steve Jobs’u istiyoruz.
Biz, hemen komşu Stanford Üniversitesi’ni değil, önce Silikon Vadisini istiyoruz. Oysa yazmaya çalıştım, zamanın hippileri olmasa, burada Stanford ve Berkeley gibi üniversiteler olmasa, ne Silikon Vadisi olurdu ne Bill Gates.
(ismet Berkan-hürriyet)
Son Güncelleme: Pazar, 27 May 2012 11:09
Gösterim: 1676
Maliye Bakanı Şimşek, “Memurlara yaptığımız teklif sonrasında en düşük memur maaşı 1 Temmuz itibariyle 1.757 TL olacak” dedi.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, memur maaşlarında her 1 puanlık artışın bütçeye 1 milyar TL ilave yük getirdiğine işaret ederek “O ilave yük, ya borçlanma ya da ilave vergi demek. Vergileri artırarak, vatandaşa ilave bir yük çıkartmak istemiyoruz. Çünkü memur ve işçinin ilave zammının yükünü 75 milyon çekecek. Vergileri herkes ödüyor” dedi.
Bütçeden yüzde 30 pay
Bir televizyon kanalına konuşan Şimşek, “Memura enflasyondan daha fazla zam veriyoruz. Memurlara yaptığımız teklif sonrasında en düşük memur maaşı 1 Temmuz itibariyle 1.757 TL olacak” diye konuştu.
Bakan Şimşek şunları söyledi:
“Enflasyon beklediğimizden fazla çıkarsa farkını da veririz. 2002’de bütçede memura ayrılan para 22 milyar TL idi. Bu sene 100 milyarın üzerine çıktı. Emekliye de ilaveten 105 milyar TL veriliyor. Eskiden memura bütçeden yüzde 18 pay verilirken, şimdi bu oran yüzde 30 civarındadır. 75 milyon için hazarlanan bütçeden sadece kamu çalışanları eskiden 18 lira alırken şimdi 30 liraya yakın alıyorlar. Emekli maaşıyla, memurlara verdiğimiz maaşı toplayın 205 milyar TL. Bizim kamu yatırımları için bütçede ayırdığımız pay ise 32 milyar TL. Buna rağmen masada bu işi çözmek yerine, sokaklara taşındı. Bizde tabiki bu işi hakem kuruluna götürmek zorunda kaldık.”
Çelik: Hakem Heyeti kararını salı verecek
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, memurlar ile hükümet arasındaki toplu sözleşme görüşmelerine ilişkin, ”Yüzde 6- 6.5 civarında olacak bir enflasyon beklentisine karşı yüzde 7.6’lık bir ücret zammını teklif etmişiz” dedi. Konunun Hakem Heyeti’ne gittiğini hatırlatan Çelik, “Hakem Heyeti salı günü en geç kararını açıklayacak. Açıklarken de tabi ki, ülkenin gerçekleri, mali disiplin uygulamaları, 74 milyonun talepleri, her şey, yani bütün ekonomik veriler önlerinde olacak” diye konuştu.
Maaş farkı ve gecikme zammı da verilecek
Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşılan hükümler uyarınca, memurlara 1 Ocak-15 Mayıs tarihlerini kapsayan dönem için maaş farkının yanı sıra gecikme zammı ödeneceğini bildirdi.
Gündoğdu, toplu sözleşme görüşmelerinin masada sonuçlanmadığını hatırlatarak, buna rağmen toplu sözleşme masasında Memur-Sen’in birçok kazanım elde ettiğini söyledi.
(milliyet)
Üst Kategori: ROOT Kategori: Gündem
Maliye Bakanı Şimşek, “Memurlara yaptığımız teklif sonrasında en düşük memur maaşı 1 Temmuz itibariyle 1.757 TL olacak” dedi.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, memur maaşlarında her 1 puanlık artışın bütçeye 1 milyar TL ilave yük getirdiğine işaret ederek “O ilave yük, ya borçlanma ya da ilave vergi demek. Vergileri artırarak, vatandaşa ilave bir yük çıkartmak istemiyoruz. Çünkü memur ve işçinin ilave zammının yükünü 75 milyon çekecek. Vergileri herkes ödüyor” dedi.
Bütçeden yüzde 30 pay
Bir televizyon kanalına konuşan Şimşek, “Memura enflasyondan daha fazla zam veriyoruz. Memurlara yaptığımız teklif sonrasında en düşük memur maaşı 1 Temmuz itibariyle 1.757 TL olacak” diye konuştu.
Bakan Şimşek şunları söyledi:
“Enflasyon beklediğimizden fazla çıkarsa farkını da veririz. 2002’de bütçede memura ayrılan para 22 milyar TL idi. Bu sene 100 milyarın üzerine çıktı. Emekliye de ilaveten 105 milyar TL veriliyor. Eskiden memura bütçeden yüzde 18 pay verilirken, şimdi bu oran yüzde 30 civarındadır. 75 milyon için hazarlanan bütçeden sadece kamu çalışanları eskiden 18 lira alırken şimdi 30 liraya yakın alıyorlar. Emekli maaşıyla, memurlara verdiğimiz maaşı toplayın 205 milyar TL. Bizim kamu yatırımları için bütçede ayırdığımız pay ise 32 milyar TL. Buna rağmen masada bu işi çözmek yerine, sokaklara taşındı. Bizde tabiki bu işi hakem kuruluna götürmek zorunda kaldık.”
Çelik: Hakem Heyeti kararını salı verecek
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, memurlar ile hükümet arasındaki toplu sözleşme görüşmelerine ilişkin, ”Yüzde 6- 6.5 civarında olacak bir enflasyon beklentisine karşı yüzde 7.6’lık bir ücret zammını teklif etmişiz” dedi. Konunun Hakem Heyeti’ne gittiğini hatırlatan Çelik, “Hakem Heyeti salı günü en geç kararını açıklayacak. Açıklarken de tabi ki, ülkenin gerçekleri, mali disiplin uygulamaları, 74 milyonun talepleri, her şey, yani bütün ekonomik veriler önlerinde olacak” diye konuştu.
Maaş farkı ve gecikme zammı da verilecek
Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşılan hükümler uyarınca, memurlara 1 Ocak-15 Mayıs tarihlerini kapsayan dönem için maaş farkının yanı sıra gecikme zammı ödeneceğini bildirdi.
Gündoğdu, toplu sözleşme görüşmelerinin masada sonuçlanmadığını hatırlatarak, buna rağmen toplu sözleşme masasında Memur-Sen’in birçok kazanım elde ettiğini söyledi.
(milliyet)
Son Güncelleme: Pazar, 27 May 2012 10:30
Gösterim: 1746
Uzun zamandır hastalıklarla mücadele eden usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran bugün evinde hayatını kaybetti.
Sanat dünyasından son aylarda art arda gelen kötü haberlere bir yenisi daha eklendi. Meral Okay, Cüneyt Türel, Baykal Kent, Erol Kardeseci, Ekrem Bora derken bir büyük usta daha yaşama veda etti. Uzun zamandır hastalıklarla mücadele eden usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran bugün evinde hayatını kaybetti. Boran 84 yaşındaydı. Boran yarın toprağa verilecek.
Eşi Güler Boran, hurriyet.com.tr'ye telefonda güçlükle konuşarak eşinin ölüm haberini doğruladı ve ''Çok çok üzgünüm, konuşamıyorum'' dedi.
Güler Boran, Boran'ın cenazesinin, yarın öğle vakti Erenköy'deki Galippaşa Camisi'nde kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verileceğini kaydetti.
Yaklaşık 2.5 yıldır kemik iliği hastalığıyla mücadele eden usta sunucu Orhan Boran katıldığı bir programda hastalığı hakkında şunları söylemişti:
"Benim iki hafta aralıkla taze kan almam gerekiyor. Dört gözle vampirler gibi kan alacağım günü bekliyorum. Kan bulunamadığım zaman iştahım kesiliyor, halsiz kalıyorum ve uyku düzenim bozuluyor. Kan grubum A Rh negatif. Oğlum Burak Boran beyin cerrahıdır. Başta hastalığım anlaşılamadı. Miyolofibrosil dediler. Yani kemik içindeki ilikler işe yaramaz hale gelmiş. Bir çok tetkik yapıldı. Ve sonunda anlaşıldı ki belirli periyotlarla taze kan almam gerekiyor. Bu hastalıkla 2.5 yıldır mücadele ediyorum. Hakkımda haberler çıktıktan sonra o kadar çok arandım ki anlatamam. Birden bire gönüllü patlaması yaşadık. Gönül'ü de beni de serseme çevirdi bu ilgi. Ben unutuldum gittim zannediyordum. Ağlayarak benim kanımı da alın diye yalvaran insanlarla karşılaştım. Ağrı'dan arıyorlar, Diyarbakır'dan arıyorlar. Biz kendi imkanımızla geliriz diyorlar. Şimdi 15 günde bir gidip kan alıyorum. Taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyoruz. Ancak son haber olarak Ankara Kızılay Genel Müdürlüğü'nün devreye girdiğini öğrendim. Benim için her ay 4 ünite kan ayıracaklarını söylediler. Çok mutlu oldum."
ORHAN BORAN'A KAN ARANIYORDU
Türkiye'de radyo ve televizyonculuğun duayenlerinden Orhan Boran 30 Haziran 1928'de İstanbul'da dünyaya geldi.
ORHAN BORAN'IN ARDINDAN Abdullah Gül'ÜN MESAJI
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran'ın vefatı dolayısıyla mesaj yayımladı. Gül'ün mesajı şu şekilde:
"Mesleğinin duayenlerinden, usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran'ın vefatından derin bir üzüntü duydum. Mükemmel Türkçesi; radyodan televizyona, gazeteden tiyatroya, çok geniş yelpazedeki başarılı çalışmalarıyla mesleğinde saygınlık kazanan Orhan Boran, birçok ilke imza atarak öncü olmuştur. Orhan Boran unutulmayacak her zaman takdirle hatırlanacaktır. Kendisine Allah'tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum."
TÜRKİYE'DE STAND- UP GELENEĞİNİ BAŞLATMIŞTI
Boran, 1960'lı yıllardan itibaren, gece kulüplerinde Ayaküstü Gırgırı adlı gösterisiyle Türkiye'de ilk stand-up geleneğini başlattı.
Henüz TV'nin olmadığı radyolu günlerde, mükemmel Türkçesiyle kibar esprileri, unutulmaz pürüzsüz sesi, nezaketi ve beyefendiliğiyle tanındı.
Boran, Edremit Cumhuriyet İlkokulu'nu bitirdikten sonra 1938 yılında yatılı olarak Galatasaray Lisesi'ne girdi.
İlk sahne deneyimini Galatasaray Lisesi'nde okurken, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda rejisör olan ve okul temsillerini sahneye koyan Necdet Mahfi Ayral tarafından Molyer’in bir oyununda oynamak üzere seçildiğinde yaşadı.
1944 yılında babası Hikmet Boran'ı kaybetti. 1946 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu ve Türkoloji Fakültesi'ne yazıldı.
Fakat para kazanması lazımdı. Aynı yıl, Necdet Mahfi Ayral, kendisini Muhsin Ertuğrul ile tanıştırdı. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda işe başladı ve Vasfi Rıza Zobu'nun talebi üzerine, birlikte oyunlar sergilediler. Boran, 17 civarında oyunda rol aldı.
Bir Fransız grubuna yaptığı tercümanlık sonrası bu guruptan aldığı bir teklif üzerine, Paris, "Théâtre des Mathurins" Tiyatrosu'nda bir yıl kadar staj yaptı. Fakat tiyatroculuğa ısınamadı.
Burada bazı sahne sanatçılarının esprili konuşmalar yaparak halkı güldürmesinden esinlendi, ülkesine döndüğünde değerlendirmeyi tasarladı.
Boran, en çok radyoya ilgi duyuyordu. Harbiye'deki İstanbul Radyoevi'nin açılmasından itibaren 1949 ile 1950 yılları arasında okumakta olduğu Türkoloji Fakültesini 3. sınıftan terk edip, Ekrem Reşit Rey'in asistanı olarak girdiği memuriyet hayatında, temsil yayınları rejisörlüğü yaptı.
O güne kadar düşünülmemiş olan; kamyonu Taksim'de durdurup insanları konuşturmak gibi yenilikler getirdiği pek çok programın yayınlanmasını kabul ettirdi.
Orhan Boran'ın, 1950 yılında, Elmadağ'da açılan Kervansaray gece kulübünde, sanatçıların sahne sırasını organize etmek üzere bir ek iş kabul etmesi sorun yarattı. İstanbul Radyosu yönetimi, kendi kadrosunda bulunan bir sanatçının barda çalışmasını hoş karşılamayınca, Orhan Boran, çok sevdiği radyodan ayrılmak zorunda kaldı.
Yeni işinde; Paris, "Théâtre des Mathurins" tiyatrosundan edindiği tecrübelerle, yapmış olduğu anonslara, esprilerle renk katması çok beğenildi ve kısa süreli, esprili sohbetler yapması teklif edildi. Her geçen gün daha da beğenilen bu programlar, Orhan Boran'ın deyimiyle "Ayaküstü gırgır", bugünün stand-up sanatının Türkiye'de başlamasına vesile oldu. Aynı zamanda bir firma reklamı olan "11 soru bilgi yarışması" programını yaptı.
1956 yılında BBC'nin açtığı sınavı, 220 kişi arasından birincilikle kazanarak Londra'ya gitti.
Dünya Gazetesi'nin Londra muhabirliğini üstlendi. BBC Türkçe Servisi'nde pek çok program yaptı, haber okudu.
17 Şubat 1959'da, içinde Adnan Menderes'in de bulunduğu uçağın, Londra’nın 40 kilometre güneyindeki Gatwick Havaalanı civarında, iniş sırasında düştüğünü dünyaya ilk duyuran Orhan Boran oldu.
Muhabirlikteki başarısı onu, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde önemli bir yere getirdi ve 25 yıllık yazarlık hayatının başlangıcına vesile oldu.
Boran, 4 yıl kaldığı İngiltere'den, yakın dostu Şakir Eczacıbaşı'nın kendisini çağırması sonucu Türkiye'ye döndü. Firmaların ve bankaların bilgi yarışması programlarına yeniden başladı. Bu arada "Yuki" fikrini buldu. "Yuki" halk tarafından o kadar tutuldu ki, bir program olmaktan çıkıp bir fenomen oldu.
Sahne hayatını 1980 yılına kadar sürdüren Orhan Boran, televizyonlu günlerde de, elinde meşhur kocaman beyaz mendiliyle ekranlardaydı. TRT'de çalışmasının yanı sıra televizyonun da yıldızlarından oldu, reklam filmlerinde oynadı.
Şan Tiyatrosu'nda sahnelenen "Müzikal Kahkaha" adını verdiği oyunla şovlarına veda etti. Gazeteciliğe ağırlık verdi ve ülkenin önde gelen gazetelerinde yazarlık, kendi deyimiyle "Kalem işçiliği" yaparak hayatını sürdürdü. 1994'te Show TV'de yayınlanan Şansını Dene yarışmasında yarışmacı olarak görev aldı.
2002 yılında yakalandığı kolon kanseri sebebiyle iki defa ameliyat geçirdi. "Hayatımın son yıllarını saçlarım dökülmüş olarak geçirmek istemiyorum. Öleceksem insan gibi bu halimle öleyim. Şu dünyayı sefil halde terk etmek istemiyorum. Hayranlarım beni hep bu halimle hatırlayacak, saçları dökülmüş olarak değil!" diyerek kemoterapi tedavisini reddetti.
10 Haziran 2005'de, Beşiktaş Kültür Merkezi'nin (BKM), "Orhan Boran Show" adıyla Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu 'nda organize ettiği jübilede, 59 yıl emek verdiği meslek hayatına ve 25 yıl uzak kaldığı sahneye veda etmek üzere son kez sahne aldı.
BORAN'IN YUKİ'Sİ
Orhan Boran; İngiltere'de çalıştığı yıllarda, bir stüdyo çalışması sırasında, teknisyenin bant kaydını zaman kazanmak amacıyla hızlı geçmesi sonucu, konuşma seslerinin hızlı ve ince çıkmış olması, stüdyoda bulunan İngilizleri güldürmüştü.
Bu olay onda ilham yaratmış ve "Hiç Türkçe bilmeyenler anlamadan bu kadar gülerse, kim bilir Türkiye'de ne kadar gülerler!" diye düşündürmüştü.
İlk defa 1959 Nisan'ında bir pazar sabahı İstanbul Radyosu'nda dinleyicilere "Yuki" adıyla; ismi de tiplemesi kadar şirin, garip bir hayali yaratık tanıttı Orhan Boran.
Türkiye'de 1960'ların unutulmaz radyo kahramanı haline gelen "Yuki", hızla dönen banttaki konuşma sesinden ibaretti. Bu sesi çıkaran mahluk, ne çocuk, ne büyük, ne insandı. Orhan Boran'ın tanıttığı şekliyle; Brezilya ormanlarında yaşayan, nesli tükenmiş bir aileden, tavşan kulaklı, sincap kuyruklu, kazma dişli, zeki bir yaratıktı. Orhan Boran'la sohbet ederler, Yuki 'nin yaşadığı, komik, heyecanlı, gerçek dışı olaylardan, gündelik sorunlardan bahsederler, kimi zaman da ahlaki değerleri gündeme getirirlerdi. Zaman zaman Yuki, şakanın ölçüsünü kaçırır, Orhan Boran'dan güya bir tokat yer, "Viiik!" diye kısa bir çığlık atardı. Çocuk, büyük herkesi 14 yıl boyunca radyo başında tutmayı başarmıştı Yuki
ŞU BİZİM KAYINBİRADER
Boran'ın "Kayınbirader" tiplemesi; Yuki 'den farklı olarak, karşılıklı sohbet ettiği bir varlık değildi. Sadece adından, yaptıklarından ve konuşmalarından konu ettiği hayali bir kayınbiraderdi.
Bu kayınbirader, zaman zaman çok zeki ve şaşırtıcı, zaman zaman da çok safça davranan bir tiplemeydi. Bazen de sohbetlerine "Şu bizim kayınbirader dün bana dedi ki..." diye başlar; işin içine biraz da kaynanasını katarak, radyo başındaki insanları gülmekten kırar geçirirdi.
(hürriyet)
Üst Kategori: ROOT Kategori: Gündem
Uzun zamandır hastalıklarla mücadele eden usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran bugün evinde hayatını kaybetti.
Sanat dünyasından son aylarda art arda gelen kötü haberlere bir yenisi daha eklendi. Meral Okay, Cüneyt Türel, Baykal Kent, Erol Kardeseci, Ekrem Bora derken bir büyük usta daha yaşama veda etti. Uzun zamandır hastalıklarla mücadele eden usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran bugün evinde hayatını kaybetti. Boran 84 yaşındaydı. Boran yarın toprağa verilecek.
Eşi Güler Boran, hurriyet.com.tr'ye telefonda güçlükle konuşarak eşinin ölüm haberini doğruladı ve ''Çok çok üzgünüm, konuşamıyorum'' dedi.
Güler Boran, Boran'ın cenazesinin, yarın öğle vakti Erenköy'deki Galippaşa Camisi'nde kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verileceğini kaydetti.
Yaklaşık 2.5 yıldır kemik iliği hastalığıyla mücadele eden usta sunucu Orhan Boran katıldığı bir programda hastalığı hakkında şunları söylemişti:
"Benim iki hafta aralıkla taze kan almam gerekiyor. Dört gözle vampirler gibi kan alacağım günü bekliyorum. Kan bulunamadığım zaman iştahım kesiliyor, halsiz kalıyorum ve uyku düzenim bozuluyor. Kan grubum A Rh negatif. Oğlum Burak Boran beyin cerrahıdır. Başta hastalığım anlaşılamadı. Miyolofibrosil dediler. Yani kemik içindeki ilikler işe yaramaz hale gelmiş. Bir çok tetkik yapıldı. Ve sonunda anlaşıldı ki belirli periyotlarla taze kan almam gerekiyor. Bu hastalıkla 2.5 yıldır mücadele ediyorum. Hakkımda haberler çıktıktan sonra o kadar çok arandım ki anlatamam. Birden bire gönüllü patlaması yaşadık. Gönül'ü de beni de serseme çevirdi bu ilgi. Ben unutuldum gittim zannediyordum. Ağlayarak benim kanımı da alın diye yalvaran insanlarla karşılaştım. Ağrı'dan arıyorlar, Diyarbakır'dan arıyorlar. Biz kendi imkanımızla geliriz diyorlar. Şimdi 15 günde bir gidip kan alıyorum. Taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyoruz. Ancak son haber olarak Ankara Kızılay Genel Müdürlüğü'nün devreye girdiğini öğrendim. Benim için her ay 4 ünite kan ayıracaklarını söylediler. Çok mutlu oldum."
ORHAN BORAN'A KAN ARANIYORDU
Türkiye'de radyo ve televizyonculuğun duayenlerinden Orhan Boran 30 Haziran 1928'de İstanbul'da dünyaya geldi.
ORHAN BORAN'IN ARDINDAN Abdullah Gül'ÜN MESAJI
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran'ın vefatı dolayısıyla mesaj yayımladı. Gül'ün mesajı şu şekilde:
"Mesleğinin duayenlerinden, usta radyo ve televizyoncu Orhan Boran'ın vefatından derin bir üzüntü duydum. Mükemmel Türkçesi; radyodan televizyona, gazeteden tiyatroya, çok geniş yelpazedeki başarılı çalışmalarıyla mesleğinde saygınlık kazanan Orhan Boran, birçok ilke imza atarak öncü olmuştur. Orhan Boran unutulmayacak her zaman takdirle hatırlanacaktır. Kendisine Allah'tan rahmet, ailesine ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum."
TÜRKİYE'DE STAND- UP GELENEĞİNİ BAŞLATMIŞTI
Boran, 1960'lı yıllardan itibaren, gece kulüplerinde Ayaküstü Gırgırı adlı gösterisiyle Türkiye'de ilk stand-up geleneğini başlattı.
Henüz TV'nin olmadığı radyolu günlerde, mükemmel Türkçesiyle kibar esprileri, unutulmaz pürüzsüz sesi, nezaketi ve beyefendiliğiyle tanındı.
Boran, Edremit Cumhuriyet İlkokulu'nu bitirdikten sonra 1938 yılında yatılı olarak Galatasaray Lisesi'ne girdi.
İlk sahne deneyimini Galatasaray Lisesi'nde okurken, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda rejisör olan ve okul temsillerini sahneye koyan Necdet Mahfi Ayral tarafından Molyer’in bir oyununda oynamak üzere seçildiğinde yaşadı.
1944 yılında babası Hikmet Boran'ı kaybetti. 1946 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu ve Türkoloji Fakültesi'ne yazıldı.
Fakat para kazanması lazımdı. Aynı yıl, Necdet Mahfi Ayral, kendisini Muhsin Ertuğrul ile tanıştırdı. İstanbul Şehir Tiyatroları'nda işe başladı ve Vasfi Rıza Zobu'nun talebi üzerine, birlikte oyunlar sergilediler. Boran, 17 civarında oyunda rol aldı.
Bir Fransız grubuna yaptığı tercümanlık sonrası bu guruptan aldığı bir teklif üzerine, Paris, "Théâtre des Mathurins" Tiyatrosu'nda bir yıl kadar staj yaptı. Fakat tiyatroculuğa ısınamadı.
Burada bazı sahne sanatçılarının esprili konuşmalar yaparak halkı güldürmesinden esinlendi, ülkesine döndüğünde değerlendirmeyi tasarladı.
Boran, en çok radyoya ilgi duyuyordu. Harbiye'deki İstanbul Radyoevi'nin açılmasından itibaren 1949 ile 1950 yılları arasında okumakta olduğu Türkoloji Fakültesini 3. sınıftan terk edip, Ekrem Reşit Rey'in asistanı olarak girdiği memuriyet hayatında, temsil yayınları rejisörlüğü yaptı.
O güne kadar düşünülmemiş olan; kamyonu Taksim'de durdurup insanları konuşturmak gibi yenilikler getirdiği pek çok programın yayınlanmasını kabul ettirdi.
Orhan Boran'ın, 1950 yılında, Elmadağ'da açılan Kervansaray gece kulübünde, sanatçıların sahne sırasını organize etmek üzere bir ek iş kabul etmesi sorun yarattı. İstanbul Radyosu yönetimi, kendi kadrosunda bulunan bir sanatçının barda çalışmasını hoş karşılamayınca, Orhan Boran, çok sevdiği radyodan ayrılmak zorunda kaldı.
Yeni işinde; Paris, "Théâtre des Mathurins" tiyatrosundan edindiği tecrübelerle, yapmış olduğu anonslara, esprilerle renk katması çok beğenildi ve kısa süreli, esprili sohbetler yapması teklif edildi. Her geçen gün daha da beğenilen bu programlar, Orhan Boran'ın deyimiyle "Ayaküstü gırgır", bugünün stand-up sanatının Türkiye'de başlamasına vesile oldu. Aynı zamanda bir firma reklamı olan "11 soru bilgi yarışması" programını yaptı.
1956 yılında BBC'nin açtığı sınavı, 220 kişi arasından birincilikle kazanarak Londra'ya gitti.
Dünya Gazetesi'nin Londra muhabirliğini üstlendi. BBC Türkçe Servisi'nde pek çok program yaptı, haber okudu.
17 Şubat 1959'da, içinde Adnan Menderes'in de bulunduğu uçağın, Londra’nın 40 kilometre güneyindeki Gatwick Havaalanı civarında, iniş sırasında düştüğünü dünyaya ilk duyuran Orhan Boran oldu.
Muhabirlikteki başarısı onu, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde önemli bir yere getirdi ve 25 yıllık yazarlık hayatının başlangıcına vesile oldu.
Boran, 4 yıl kaldığı İngiltere'den, yakın dostu Şakir Eczacıbaşı'nın kendisini çağırması sonucu Türkiye'ye döndü. Firmaların ve bankaların bilgi yarışması programlarına yeniden başladı. Bu arada "Yuki" fikrini buldu. "Yuki" halk tarafından o kadar tutuldu ki, bir program olmaktan çıkıp bir fenomen oldu.
Sahne hayatını 1980 yılına kadar sürdüren Orhan Boran, televizyonlu günlerde de, elinde meşhur kocaman beyaz mendiliyle ekranlardaydı. TRT'de çalışmasının yanı sıra televizyonun da yıldızlarından oldu, reklam filmlerinde oynadı.
Şan Tiyatrosu'nda sahnelenen "Müzikal Kahkaha" adını verdiği oyunla şovlarına veda etti. Gazeteciliğe ağırlık verdi ve ülkenin önde gelen gazetelerinde yazarlık, kendi deyimiyle "Kalem işçiliği" yaparak hayatını sürdürdü. 1994'te Show TV'de yayınlanan Şansını Dene yarışmasında yarışmacı olarak görev aldı.
2002 yılında yakalandığı kolon kanseri sebebiyle iki defa ameliyat geçirdi. "Hayatımın son yıllarını saçlarım dökülmüş olarak geçirmek istemiyorum. Öleceksem insan gibi bu halimle öleyim. Şu dünyayı sefil halde terk etmek istemiyorum. Hayranlarım beni hep bu halimle hatırlayacak, saçları dökülmüş olarak değil!" diyerek kemoterapi tedavisini reddetti.
10 Haziran 2005'de, Beşiktaş Kültür Merkezi'nin (BKM), "Orhan Boran Show" adıyla Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu 'nda organize ettiği jübilede, 59 yıl emek verdiği meslek hayatına ve 25 yıl uzak kaldığı sahneye veda etmek üzere son kez sahne aldı.
BORAN'IN YUKİ'Sİ
Orhan Boran; İngiltere'de çalıştığı yıllarda, bir stüdyo çalışması sırasında, teknisyenin bant kaydını zaman kazanmak amacıyla hızlı geçmesi sonucu, konuşma seslerinin hızlı ve ince çıkmış olması, stüdyoda bulunan İngilizleri güldürmüştü.
Bu olay onda ilham yaratmış ve "Hiç Türkçe bilmeyenler anlamadan bu kadar gülerse, kim bilir Türkiye'de ne kadar gülerler!" diye düşündürmüştü.
İlk defa 1959 Nisan'ında bir pazar sabahı İstanbul Radyosu'nda dinleyicilere "Yuki" adıyla; ismi de tiplemesi kadar şirin, garip bir hayali yaratık tanıttı Orhan Boran.
Türkiye'de 1960'ların unutulmaz radyo kahramanı haline gelen "Yuki", hızla dönen banttaki konuşma sesinden ibaretti. Bu sesi çıkaran mahluk, ne çocuk, ne büyük, ne insandı. Orhan Boran'ın tanıttığı şekliyle; Brezilya ormanlarında yaşayan, nesli tükenmiş bir aileden, tavşan kulaklı, sincap kuyruklu, kazma dişli, zeki bir yaratıktı. Orhan Boran'la sohbet ederler, Yuki 'nin yaşadığı, komik, heyecanlı, gerçek dışı olaylardan, gündelik sorunlardan bahsederler, kimi zaman da ahlaki değerleri gündeme getirirlerdi. Zaman zaman Yuki, şakanın ölçüsünü kaçırır, Orhan Boran'dan güya bir tokat yer, "Viiik!" diye kısa bir çığlık atardı. Çocuk, büyük herkesi 14 yıl boyunca radyo başında tutmayı başarmıştı Yuki
ŞU BİZİM KAYINBİRADER
Boran'ın "Kayınbirader" tiplemesi; Yuki 'den farklı olarak, karşılıklı sohbet ettiği bir varlık değildi. Sadece adından, yaptıklarından ve konuşmalarından konu ettiği hayali bir kayınbiraderdi.
Bu kayınbirader, zaman zaman çok zeki ve şaşırtıcı, zaman zaman da çok safça davranan bir tiplemeydi. Bazen de sohbetlerine "Şu bizim kayınbirader dün bana dedi ki..." diye başlar; işin içine biraz da kaynanasını katarak, radyo başındaki insanları gülmekten kırar geçirirdi.
(hürriyet)
Son Güncelleme: Pazar, 27 May 2012 10:39
Gösterim: 1997
Başbakan Erdoğan'ın öğretmenlerle memurların tatil karşılaştırmasına eğitimcilerden tepki geldi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan memur maaşlarını ve grevi değerlendirirken “En düşük öğretmen maaşı “1640 TL, haftada 15 saat karşılığı. İki ay da tatili var. Düz bir memur haftada 40 saat çalışıyor, tatili de 20 gün. Haksızlık değil mi?” dedi. Eğitim emekçileri Başbakan’ın sözlerine tepkili. Rakamların gerçeği yansıtmadığını söyleyen öğretmenler mesailerinin sadece okul saatleri ile de sınırlı olmadığını kaydetti.
Eğitim Sen İşyeri Temsilcisi 10 yıllık öğretmen Bülent Kivsiz’in maaşı 1580 TL. 1500 öğrencili bir okulda çalışan Kivsiz çalışma koşullarını şöyle anlatıyor: “Zorunlu olan anketler var. Öğrencilere onları uyguluyoruz. Bunları ders sırasında yapamayacağımıza göre bunlar ders dışında, mesai saatleri dışında yapılıyor. Kimi derslerde en az iki kimilerinde üç sınav yapılıyor. Mesela haftada 30 saat derse giren bir öğretmen 700-800 kişiye sınav hazırlıyor, Bunları okuyor. Sonra tüm bu notları e-okul sistemine giriyor. Öğrencilerin performans ödevleri var. Bunları inceliyor. Bunları mesai saatleri dışında yapıyoruz. Yani evde çalışmaya devam ediyoruz.“
1600 maaş 620 TL kira
9 yıllık öğretmen Erkan Eroğlu 1681 TL maaş alıyor, 500 TL de ek ders ücreti var. Lisede ek ders veremediği için ilköğretime geçen öğretmen “Bekârım, kiram 620 TL, faturalara 300 TL ödüyorum. Kredi kartı olmasa yaşayaman. Sabahtan öğlene kadar çalışıyorum. Çünkü okulda ikili öğretim yapılıyor. Bu, eğitim siteminin bir sorunu. Yarım gün çalışmak benim suçum değil, üstelik evde de çalışıyorum“ diyor.
Eğitim Sen 1 Nolu Şube Başkanı Barış Uluocak öğretmenlerin diğer memurlarla karşılaştırılmasının büyük yanlış olduğunu anlatıyor: “Öğretmen bakkal değil ki, dükkânı kapasın gitsin. Her öğretmen 15 saat derse girmiyor, 30 saate kadar çıkıyor. 1640 evli, iki çocuklu ve eşi çalışmayan öğretmenin aldığı para. Sanki her öğretmen ek ders alıyor gibi bir izlenim sunuluyor.”
Öğretmenlere destek
Öte yandan diğer işkollarında çalışanlar da öğretmenlere destek verdi. Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Emekçileri Sendikası Genel Başkanı Vicdan Baykara “Bizim iş kolunda haftada 40 saat çalışıyoruz. En düşük maaş 1600 civarında. Her iş önemli ama öğretmenlerimizin yaptığı iş daha önemli. İşyükleri fazla, beş saat aralıksız konuşan, ders anlatan bir öğretmeni düşünün” dedi. Sağlık Emekçileri Sendikası Aksaray Şube Başkanı Ersoy Adıgüzel de “Başbakanın yaptığı kamu emekçileri arasında bölünme yaratmak” dedi.
OECD’nin ‘21’inci Yüzyılda Öğretmen Yetiştirme ve Okul Liderlerinin Gelişimi: Dünyadan Dersler’ raporuna göre Türkiye ilköğretim öğretmenlerinin maaşları sıralamasında 33 OECD ülkesi arasında 25’inci. İlk sırada bulunan Lüksemburg’da mesleğe yeni başlayan yılda 51 bin 799 dolar kazanırken Türkiye’de bu rakam 25 bin 536 dolar.
Lise sıralamasında ise Türkiye 31 ülke arasında 26’ncı sırada. Lüksemburg’da öğretmen yılda 139 bin 152 dolar kazanıyor. Türkiye’de ise 30 bin 335 dolar.
(radikal)
Üst Kategori: ROOT Kategori: Gündem
Başbakan Erdoğan'ın öğretmenlerle memurların tatil karşılaştırmasına eğitimcilerden tepki geldi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan memur maaşlarını ve grevi değerlendirirken “En düşük öğretmen maaşı “1640 TL, haftada 15 saat karşılığı. İki ay da tatili var. Düz bir memur haftada 40 saat çalışıyor, tatili de 20 gün. Haksızlık değil mi?” dedi. Eğitim emekçileri Başbakan’ın sözlerine tepkili. Rakamların gerçeği yansıtmadığını söyleyen öğretmenler mesailerinin sadece okul saatleri ile de sınırlı olmadığını kaydetti.
Eğitim Sen İşyeri Temsilcisi 10 yıllık öğretmen Bülent Kivsiz’in maaşı 1580 TL. 1500 öğrencili bir okulda çalışan Kivsiz çalışma koşullarını şöyle anlatıyor: “Zorunlu olan anketler var. Öğrencilere onları uyguluyoruz. Bunları ders sırasında yapamayacağımıza göre bunlar ders dışında, mesai saatleri dışında yapılıyor. Kimi derslerde en az iki kimilerinde üç sınav yapılıyor. Mesela haftada 30 saat derse giren bir öğretmen 700-800 kişiye sınav hazırlıyor, Bunları okuyor. Sonra tüm bu notları e-okul sistemine giriyor. Öğrencilerin performans ödevleri var. Bunları inceliyor. Bunları mesai saatleri dışında yapıyoruz. Yani evde çalışmaya devam ediyoruz.“
1600 maaş 620 TL kira
9 yıllık öğretmen Erkan Eroğlu 1681 TL maaş alıyor, 500 TL de ek ders ücreti var. Lisede ek ders veremediği için ilköğretime geçen öğretmen “Bekârım, kiram 620 TL, faturalara 300 TL ödüyorum. Kredi kartı olmasa yaşayaman. Sabahtan öğlene kadar çalışıyorum. Çünkü okulda ikili öğretim yapılıyor. Bu, eğitim siteminin bir sorunu. Yarım gün çalışmak benim suçum değil, üstelik evde de çalışıyorum“ diyor.
Eğitim Sen 1 Nolu Şube Başkanı Barış Uluocak öğretmenlerin diğer memurlarla karşılaştırılmasının büyük yanlış olduğunu anlatıyor: “Öğretmen bakkal değil ki, dükkânı kapasın gitsin. Her öğretmen 15 saat derse girmiyor, 30 saate kadar çıkıyor. 1640 evli, iki çocuklu ve eşi çalışmayan öğretmenin aldığı para. Sanki her öğretmen ek ders alıyor gibi bir izlenim sunuluyor.”
Öğretmenlere destek
Öte yandan diğer işkollarında çalışanlar da öğretmenlere destek verdi. Tüm Belediye ve Yerel Yönetim Emekçileri Sendikası Genel Başkanı Vicdan Baykara “Bizim iş kolunda haftada 40 saat çalışıyoruz. En düşük maaş 1600 civarında. Her iş önemli ama öğretmenlerimizin yaptığı iş daha önemli. İşyükleri fazla, beş saat aralıksız konuşan, ders anlatan bir öğretmeni düşünün” dedi. Sağlık Emekçileri Sendikası Aksaray Şube Başkanı Ersoy Adıgüzel de “Başbakanın yaptığı kamu emekçileri arasında bölünme yaratmak” dedi.
OECD’nin ‘21’inci Yüzyılda Öğretmen Yetiştirme ve Okul Liderlerinin Gelişimi: Dünyadan Dersler’ raporuna göre Türkiye ilköğretim öğretmenlerinin maaşları sıralamasında 33 OECD ülkesi arasında 25’inci. İlk sırada bulunan Lüksemburg’da mesleğe yeni başlayan yılda 51 bin 799 dolar kazanırken Türkiye’de bu rakam 25 bin 536 dolar.
Lise sıralamasında ise Türkiye 31 ülke arasında 26’ncı sırada. Lüksemburg’da öğretmen yılda 139 bin 152 dolar kazanıyor. Türkiye’de ise 30 bin 335 dolar.
(radikal)
Son Güncelleme: Pazar, 27 May 2012 10:18
Gösterim: 2142

