Aradığınız sayfa bulunamıyor, lütfen kategori listesinden ulaşmayı deneyiniz.

Ümraniye'deki özel bir engelliler okulunda bir öğretmen, üç kız öğrenciyi taciz etti. Okul yönetimi ödenek kesilmesin diye tacizci öğretmeni şantajla okulda tuttu.

Engelli okulunda taciz skandalı!Taraf gazetesinin haberine göre, Ümraniye’deki özel bir eğitim merkezinde öğrencileri taciz eden öğretmen Milli Eğitim ödeneğinin kesilmemesi için yönetim tarafından ‘savcılığa veririz’ tehdidi ile zorla çalıştırıldı.

İstanbul Ümraniye’de bulunan Özel Narağacı Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’nde eğitim gören biri dokuz yaşında zihinsel engelli olan üç kız öğrenciye okulda görev yapan Zihinsel Engelliler Öğretmeni M.Ü. (62) tarafından tacizde bulunulduğu iddia edildi. Ancak okuldaki skandallar bununla sınırlı değil. Kendisinde psikolojik rahatsızlık olduğu için tacizde bulunduğunu belirten bir dilekçe vererek okuldan ayrılmak isteyen M.Ü’yü okul yönetiminin, dönem içinde zihinsel engelliler öğretmeni bulmak zor olacağı ve Milli Eğitim’in şart koştuğu öğrenci-öğretmen eşleşmesi bozulacağı için okulda çalışmaya zorladığı, “Eğer ayrılırsan dilekçeni savcılığa veririz” tehdidinde bulunduğu öne sürüldü. Bir süre daha okulda çalışmaya devam eden M.Ü’nün tacize uğrayan öğrencilerin aileleri tarafından okul idaresine baskı yapılması üzerine işine son verildiği öğrenildi.

DİLEKÇEDE TACİZİ KABUL ETTİ

İddiaya göre okulda eğitim gören Ç.K. (19) öğretmenlerden M.Ü'nün tacizine uğradığını ailesine anlattı. Merkezde çalışan psikolog Ümran Gürel'le görüşen aile şikâyette bulununca Gürel konuyu okul yönetimine taşıdı. Gürel'e öğretmene suçüstü yapıldıktan sonra hakkında işlem yapacaklarını söyleyen okul yönetimi, M.Ü'nün sınıfındaki kız öğrencileri alarak yerine erkek öğrenciler yerleştirdi.

Olayın üzerinden üç ay geçmesine rağmen herhangi bir işlem yapılmadığını gören Ümran Gürel, tacizci öğretmen M.Ü'yle görüşerek okuldan ayrılmasını söyledi ve psikolojik yardım almasını önerdi.

Psikolojik yardımı kabul eden M.Ü, Ümran Gürel ve okulda çalışan bir öğretmenin nezaretinde okul yönetimiyle görüşerek bir dilekçe verdi. Dilekçede şu ifadeler yer aldı:

TACİZCİ ÖĞRETMENİ ZORLADILAR

"İçinde bulunduğum ruhsal durum dolayısıyla engelli öğrencilerime tacizde bulunuyorum. Okuldan ayrılmak istiyorum." Dilekçeyi Ümran Güler ve okulda çalışan bir başka öğretmen de tanık olarak imzaladı.

M.Ü'yü okuldan uzaklaştıran yönetim iki hafta sonra "hiyerarşik düzeni bozduğu" gerekçesiyle Ümran Gürel'i işten çıkardı. Bir ay okuldan uzak kalan M.Ü. ile yeniden görüşen okul yönetimi, taciz skandalinin odağındaki öğretmenle mart ayında sözleşme yaptı. Ç.K'nın ailesi ise öğretmeni Milli Eğitim Müdürlüğü'ne şikâyet etti. Milli Eğitim Müdürlüğü öğretmen ve okul hakkında inceleme başlattı. Okul yönetimi hakkında Üsküdar İş Mahkemesi'nde tazminat davası açan Ümran Gürel'in ve diğer iki öğretmenin iddiasına göre okul yönetimi, yeni bir zihinsel engelliler öğretmeni bulamayınca okulun Milli Eğitim'den ödenek almasını sağlayan öğrenci-öğretmen eşleşmesinin bozulmaması için M.Ü. ile yeniden anlaşma yaptı. Çalışmak istemeyen M.Ü'yü de tacizi kabul ettiğini belirten dilekçesini savcılığa vermekle tehdit etti.

ARKADAŞLARIMDAN UTANIYORUM

Daha önce okulda çalışmış iki kişi de Ümran Gürel'le aynı doğrultuda bilgiler verdi. Okul yönetiminin M.Ü'yü tehdit ederek okulda çalıştırdığını ifade eden çalışanlar, M.Ü'nün "Bu olay duyulduktan sonra arkadaşlarımdan utanıyorum, okula gelmek istemiyorum. Ancak beni zorladılar" dediğini ayrıca okuldan hiçbir alacağı olmadığı yönünde bir de belge imzalattıklarını söyledi.

İDDİALAR DOĞRU DEĞİL

Rehabilitasyon Merkezi'nin Müdürü Asuman Öztürk ise iddiaları kesin bir dille yalanlayarak yasal süreç devam ettiği için konuşmak istemediğini ancak taciz olayının okullarında kesinlikle yaşanmadığını, söz konusu iddiaların doğru olmadığını ifade etti.

(radikal)

> Engelli okulunda taciz skandalı!

Ümraniye'deki özel bir engelliler okulunda bir öğretmen, üç kız öğrenciyi taciz etti. Okul yönetimi ödenek kesilmesin diye tacizci öğretmeni şantajla okulda tuttu.

Engelli okulunda taciz skandalı!Taraf gazetesinin haberine göre, Ümraniye’deki özel bir eğitim merkezinde öğrencileri taciz eden öğretmen Milli Eğitim ödeneğinin kesilmemesi için yönetim tarafından ‘savcılığa veririz’ tehdidi ile zorla çalıştırıldı.

İstanbul Ümraniye’de bulunan Özel Narağacı Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi’nde eğitim gören biri dokuz yaşında zihinsel engelli olan üç kız öğrenciye okulda görev yapan Zihinsel Engelliler Öğretmeni M.Ü. (62) tarafından tacizde bulunulduğu iddia edildi. Ancak okuldaki skandallar bununla sınırlı değil. Kendisinde psikolojik rahatsızlık olduğu için tacizde bulunduğunu belirten bir dilekçe vererek okuldan ayrılmak isteyen M.Ü’yü okul yönetiminin, dönem içinde zihinsel engelliler öğretmeni bulmak zor olacağı ve Milli Eğitim’in şart koştuğu öğrenci-öğretmen eşleşmesi bozulacağı için okulda çalışmaya zorladığı, “Eğer ayrılırsan dilekçeni savcılığa veririz” tehdidinde bulunduğu öne sürüldü. Bir süre daha okulda çalışmaya devam eden M.Ü’nün tacize uğrayan öğrencilerin aileleri tarafından okul idaresine baskı yapılması üzerine işine son verildiği öğrenildi.

DİLEKÇEDE TACİZİ KABUL ETTİ

İddiaya göre okulda eğitim gören Ç.K. (19) öğretmenlerden M.Ü'nün tacizine uğradığını ailesine anlattı. Merkezde çalışan psikolog Ümran Gürel'le görüşen aile şikâyette bulununca Gürel konuyu okul yönetimine taşıdı. Gürel'e öğretmene suçüstü yapıldıktan sonra hakkında işlem yapacaklarını söyleyen okul yönetimi, M.Ü'nün sınıfındaki kız öğrencileri alarak yerine erkek öğrenciler yerleştirdi.

Olayın üzerinden üç ay geçmesine rağmen herhangi bir işlem yapılmadığını gören Ümran Gürel, tacizci öğretmen M.Ü'yle görüşerek okuldan ayrılmasını söyledi ve psikolojik yardım almasını önerdi.

Psikolojik yardımı kabul eden M.Ü, Ümran Gürel ve okulda çalışan bir öğretmenin nezaretinde okul yönetimiyle görüşerek bir dilekçe verdi. Dilekçede şu ifadeler yer aldı:

TACİZCİ ÖĞRETMENİ ZORLADILAR

"İçinde bulunduğum ruhsal durum dolayısıyla engelli öğrencilerime tacizde bulunuyorum. Okuldan ayrılmak istiyorum." Dilekçeyi Ümran Güler ve okulda çalışan bir başka öğretmen de tanık olarak imzaladı.

M.Ü'yü okuldan uzaklaştıran yönetim iki hafta sonra "hiyerarşik düzeni bozduğu" gerekçesiyle Ümran Gürel'i işten çıkardı. Bir ay okuldan uzak kalan M.Ü. ile yeniden görüşen okul yönetimi, taciz skandalinin odağındaki öğretmenle mart ayında sözleşme yaptı. Ç.K'nın ailesi ise öğretmeni Milli Eğitim Müdürlüğü'ne şikâyet etti. Milli Eğitim Müdürlüğü öğretmen ve okul hakkında inceleme başlattı. Okul yönetimi hakkında Üsküdar İş Mahkemesi'nde tazminat davası açan Ümran Gürel'in ve diğer iki öğretmenin iddiasına göre okul yönetimi, yeni bir zihinsel engelliler öğretmeni bulamayınca okulun Milli Eğitim'den ödenek almasını sağlayan öğrenci-öğretmen eşleşmesinin bozulmaması için M.Ü. ile yeniden anlaşma yaptı. Çalışmak istemeyen M.Ü'yü de tacizi kabul ettiğini belirten dilekçesini savcılığa vermekle tehdit etti.

ARKADAŞLARIMDAN UTANIYORUM

Daha önce okulda çalışmış iki kişi de Ümran Gürel'le aynı doğrultuda bilgiler verdi. Okul yönetiminin M.Ü'yü tehdit ederek okulda çalıştırdığını ifade eden çalışanlar, M.Ü'nün "Bu olay duyulduktan sonra arkadaşlarımdan utanıyorum, okula gelmek istemiyorum. Ancak beni zorladılar" dediğini ayrıca okuldan hiçbir alacağı olmadığı yönünde bir de belge imzalattıklarını söyledi.

İDDİALAR DOĞRU DEĞİL

Rehabilitasyon Merkezi'nin Müdürü Asuman Öztürk ise iddiaları kesin bir dille yalanlayarak yasal süreç devam ettiği için konuşmak istemediğini ancak taciz olayının okullarında kesinlikle yaşanmadığını, söz konusu iddiaların doğru olmadığını ifade etti.

(radikal)

Son Güncelleme: Cuma, 23 Mart 2012 10:36

Gösterim: 2315

Ayasofya Müzesi Başkanı ve tarihçi Haluk Dursun, "İstanbul" kelimesinin kökeni olan "Stinpolis"nin Rumca ve "şehre doğru" kelimelerinin bozulmuş hali olduğunu ifade etti.
Yenikapı'da bulunan kalıntılarla tarihi 8500 yıl önceye dayanan ve “dünya üzerinde 3 imparatorluğa başkentlik eden tek şehir” olan İstanbul, tarihi boyunca değişik isimlerle anıldı.

Osmanlı İmparatorluğu, 1004 yıl “Byzantion”, 1116 yıl da “Konstantinopolis” olarak adlandırılan şehri fethettikten sonra isminin ne olacağı konusunda tartışmaya girmedi. Osmanlı döneminde “Konstantiniyye”, “Stanpolis”, “Dersaadet”, “Asitane”, “Darülhilafe” ve “Makarrı Saltanat” olarak da adlandırılan şehrin adı Cumhuriyet'in ilanından sonra “İstanbul” olarak kabul edildi.

Yenikapı'da bulunan kalıntılarla tarihi 8500 yıl önceye dayanan şehre, MÖ 667'de Antik Yunanistan'daki Megara'dan gelen Dorlu Yunanlı yerleşimciler bir koloni kurdu ve yeni koloniye kralları Byzas şerefine “Byzantion” adını verdi.

Kente, 330 yılında Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan edilince Latince “Yeni Roma” anlamına gelen “Nova Roma” adı konuldu, ama bu isim çok benimsenmedi. 337 yılında İmparator I. Konstantin'in ölümüyle kentin adı onun şerefine “Konstantin'in kenti” anlamına gelen “Konstantinopolis”e çevrildi. Konstantinopolis, Bizans İmparatorluğu boyunca kentin resmi adı olarak kaldı.

Osmanlı İmparatorluğu 1004 yıl “Byzantion”, 1116 yıl da “Konstantinopolis” olarak adlandırılan şehri fethettikten sonra isim kavgasına girmedi.

Ayasofya Müzesi Başkanı ve tarihçi Haluk Dursun, yaptığı açıklamada, İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethinden sonra bir sürü ismi olduğunu belirterek, bazı resmi isimlerin çok az kullanıldığını, bazılarının ise halk tarafından benimsendiğini söyledi.

Osmanlı padişahlarının asla isim üzerine takılıp kalmadığını vurgulayan Dursun, “Bunun bir istisnası var. Sultan 3. Mustafa hattı hümayunlarında özellikle 'İslam şehri' anlamına gelen İslambol'u kullanıyor” dedi.

Dursun, Osmanlı döneminde en çok kullanılan ismin Konstantinopolis'in Arap diline çevrilen şekli “Konstantiniyye” olduğunu belirterek, halk arasında mutluluk şehri anlamına gelen “Dersaadet” ve büyük dergah anlamında “Asitane”nin çok kullanıldığını kaydetti.

KELİMENİN KÖKENİ

“İstanbul” kelimesinin kökeni olan “Stinpolis”nin Rumca ve “şehre doğru” kelimelerinin bozulmuş hali olduğunu ifade eden Dursun, şöyle konuştu:

“Şehir denilince akla, surun içindeki İstanbul geliyor. Bana göre İstanbul'un adının nereden geldiğinden İstanbul'un neresi olduğu daha önemli. O dönemde surun içindeki bölümün dışındaki yerlere asla İstanbul demiyorlar. Şu anda en çok karıştırılan ve en çok yapılan ortak hata bu. Eyüp'ü, nefsi İstanbul'dan ayırıyor, karşı denildiği zaman akla asla Kadıköy değil, Galata geliyor. Karşıya geçmek denildiği zaman Karaköy'den Galata'ya, Galata'dan Kuledibi'ne bir hat var. Taksim daha yok, bir de Üsküdar var. Bunun dışında mevsimlik olarak kullanılan Adalar ve Boğaziçi'ndeki köyler var. Yani Boğaziçi, İstanbul sayılmıyor. Halk içinde Şeher'dir. 'İstanbul'a gideceğim' denildiği zaman surun içini kasteder ve ayırır. Kadıköy'deki birisi 'Bugün İstanbul'a gideceğim', Taksim'deki birisi 'Bugün İstanbul'a ineceğim' der. Bunları daha önemli görüyorum.”

OSMANLI SAATİNDE KONSTANTİNOPOLİS YAZILI

Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit dönemine ait bir cep saatinin içindeki “Konstantinopolis” yazısını gösteren Dursun, “Bu dönem milli hassasiyetin en yüksek olduğu dönemdir. Ama saatlerinde Konstantinopolis yazılı” diye konuştu.

Haluk Dursun, Osmanlı devletinin resmi yazışmalarında hilafetin merkezi anlamında “Darülhilafe” ve saltanatın merkezi anlamında “Makarrı Saltanat” isimlerini kullandığını dile getirerek, “Bu da çok uygun. Osmanlı doğrudan o kavgaya girmiyor, fonksiyonundan bir şehri tanımlıyor. Burası kim ne derse desin, ister Konstantinopolis desin, ister Konstantiniyye desin Darülhilafe'dir. Burası kim ne derse desin Makarr-ı Saltanat'tır. Bu Osmanlı'nın hoşgörüsünü ve bütün bu tartışmaların üzerinde kendine güvenen bir devlet olduğunu ortaya koyuyor” ifadesini kullandı.

İSTANBUL MU, ISTANBUL MU?

İstanbul adının “I” veya “İ” harfi ile başlaması konusunda da bir tartışma bulunduğunu ve İstanbul'un da iki farklı yazılış şekli olduğunu belirten Dursun, “I” harfi ile yazılan İstanbul'un, İstanbul Türkçesi'nde daha çok kullanıldığını söyledi. Dursun bu durumda bir İstanbul bir de Istanbul olduğunu kaydetti.

Doğrusunun hangi kelime olduğu üzerinde durmadığını vurgulayan Dursun, “Sadece şehrin, tarihi mekanın gereği gibi korunması, görüntüsünün, tarihi özelliğinin korunması ve en azından dünyanın belli bir bölgesinin merkezi olması düşüncesinin daha önemli olduğu kanaatini taşıyorum” dedi.

ASIL RUMCA'DAN GELEN İSİM İSTANBUL

Oprah Winfrey, Colin Powell, Madeleine Albright, Calvin Klein'ın da aralarında bulunduğu dünyaca ünlü isimlere rehberlik yapan Saffet Emre Tonguç, Türk insanının, şehrin Rum ya da Yunan geçmişini hatırlattığı gerekçesiyle Konstantinopolis ismini sevmediğini ifade ederek, “Asıl Rumca'dan gelen isim İstanbul. İmparator Konstantin Roma'dan gelerek şehri kuruyor ve kendi adını veriyor. Aslında adam İtalyan ve Rumca tek kelime bilmiyor” diye konuştu.

Cumhuriyetten sonra resmi olarak kullanılmaya başlanan İstanbul isminin, Rumca'dan geldiğini ve geçmişte de kullanılan bir isim olduğunu ifade eden Tonguç, İstanbul'un kelime olarak kökeninin “şehre” demek olan “stan” ve “şehir” anlamında “polis” kelimelerinin birleşiminden geldiğini anlattı.

Tonguç, “Neden 'Stanpolis' demişler? Çünkü buraya gelen insanlar, yolda şehri sorarlarmış, 'Şehre nasıl gidebiliriz?' diye. O yüzden de şehrin adı 'Stanpolis' olarak kalmış ve zamanla İstanbul'a dönüşmüş” dedi.

Osmanlı'da şehrin “Konstantiniyye”, “Asitane”, “Dersaadet” gibi bir çok ismi bulunduğunu belirten Tonguç, cumhuriyetle birlikte İstanbul adının kullanılmasının bazı sıkıntılara neden olduğunu söyledi.

Çeşitli dil ve medeniyetlerde farklı şekillerde adlandırılan İstanbul, Grekçe'de “Vizantion”, Latince'de “Bizantium, Antoninya, Alma Roma, Nova Roma”, Rumca'da “Konstantinopolis, Istinpolin, Megali Polis, Kalipolis”, Slavca'da “Çargrad, Konstantingrad”, Vikingce'de “Miklagord”, Ermenice'de “Vizant, Stimbol, Esdambol, Eskomboli”, Arapça'da “Bizantiya, el-Mahsura, Kustantina el-uzma”, Selçuklular'da “Konstantiniyye, Mahrusa-i Konstantiniyye, Stambul” ve Osmanlıca'da “Dersaadet, Deraliyye, Mahrusa-i Saltanat, Istanbul, Islambol, Darü's-saltanat-ı Aliyye, Asitane-i Aliyye, Darü'l-Hilafetü'l Aliye, Payitaht-ı Saltanat, Dergah-ı Mualla, Südde-i Saadet” isimleriyle anıldı

> 'İstanbul' adının sırrı

Ayasofya Müzesi Başkanı ve tarihçi Haluk Dursun, "İstanbul" kelimesinin kökeni olan "Stinpolis"nin Rumca ve "şehre doğru" kelimelerinin bozulmuş hali olduğunu ifade etti.
Yenikapı'da bulunan kalıntılarla tarihi 8500 yıl önceye dayanan ve “dünya üzerinde 3 imparatorluğa başkentlik eden tek şehir” olan İstanbul, tarihi boyunca değişik isimlerle anıldı.

Osmanlı İmparatorluğu, 1004 yıl “Byzantion”, 1116 yıl da “Konstantinopolis” olarak adlandırılan şehri fethettikten sonra isminin ne olacağı konusunda tartışmaya girmedi. Osmanlı döneminde “Konstantiniyye”, “Stanpolis”, “Dersaadet”, “Asitane”, “Darülhilafe” ve “Makarrı Saltanat” olarak da adlandırılan şehrin adı Cumhuriyet'in ilanından sonra “İstanbul” olarak kabul edildi.

Yenikapı'da bulunan kalıntılarla tarihi 8500 yıl önceye dayanan şehre, MÖ 667'de Antik Yunanistan'daki Megara'dan gelen Dorlu Yunanlı yerleşimciler bir koloni kurdu ve yeni koloniye kralları Byzas şerefine “Byzantion” adını verdi.

Kente, 330 yılında Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan edilince Latince “Yeni Roma” anlamına gelen “Nova Roma” adı konuldu, ama bu isim çok benimsenmedi. 337 yılında İmparator I. Konstantin'in ölümüyle kentin adı onun şerefine “Konstantin'in kenti” anlamına gelen “Konstantinopolis”e çevrildi. Konstantinopolis, Bizans İmparatorluğu boyunca kentin resmi adı olarak kaldı.

Osmanlı İmparatorluğu 1004 yıl “Byzantion”, 1116 yıl da “Konstantinopolis” olarak adlandırılan şehri fethettikten sonra isim kavgasına girmedi.

Ayasofya Müzesi Başkanı ve tarihçi Haluk Dursun, yaptığı açıklamada, İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethinden sonra bir sürü ismi olduğunu belirterek, bazı resmi isimlerin çok az kullanıldığını, bazılarının ise halk tarafından benimsendiğini söyledi.

Osmanlı padişahlarının asla isim üzerine takılıp kalmadığını vurgulayan Dursun, “Bunun bir istisnası var. Sultan 3. Mustafa hattı hümayunlarında özellikle 'İslam şehri' anlamına gelen İslambol'u kullanıyor” dedi.

Dursun, Osmanlı döneminde en çok kullanılan ismin Konstantinopolis'in Arap diline çevrilen şekli “Konstantiniyye” olduğunu belirterek, halk arasında mutluluk şehri anlamına gelen “Dersaadet” ve büyük dergah anlamında “Asitane”nin çok kullanıldığını kaydetti.

KELİMENİN KÖKENİ

“İstanbul” kelimesinin kökeni olan “Stinpolis”nin Rumca ve “şehre doğru” kelimelerinin bozulmuş hali olduğunu ifade eden Dursun, şöyle konuştu:

“Şehir denilince akla, surun içindeki İstanbul geliyor. Bana göre İstanbul'un adının nereden geldiğinden İstanbul'un neresi olduğu daha önemli. O dönemde surun içindeki bölümün dışındaki yerlere asla İstanbul demiyorlar. Şu anda en çok karıştırılan ve en çok yapılan ortak hata bu. Eyüp'ü, nefsi İstanbul'dan ayırıyor, karşı denildiği zaman akla asla Kadıköy değil, Galata geliyor. Karşıya geçmek denildiği zaman Karaköy'den Galata'ya, Galata'dan Kuledibi'ne bir hat var. Taksim daha yok, bir de Üsküdar var. Bunun dışında mevsimlik olarak kullanılan Adalar ve Boğaziçi'ndeki köyler var. Yani Boğaziçi, İstanbul sayılmıyor. Halk içinde Şeher'dir. 'İstanbul'a gideceğim' denildiği zaman surun içini kasteder ve ayırır. Kadıköy'deki birisi 'Bugün İstanbul'a gideceğim', Taksim'deki birisi 'Bugün İstanbul'a ineceğim' der. Bunları daha önemli görüyorum.”

OSMANLI SAATİNDE KONSTANTİNOPOLİS YAZILI

Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit dönemine ait bir cep saatinin içindeki “Konstantinopolis” yazısını gösteren Dursun, “Bu dönem milli hassasiyetin en yüksek olduğu dönemdir. Ama saatlerinde Konstantinopolis yazılı” diye konuştu.

Haluk Dursun, Osmanlı devletinin resmi yazışmalarında hilafetin merkezi anlamında “Darülhilafe” ve saltanatın merkezi anlamında “Makarrı Saltanat” isimlerini kullandığını dile getirerek, “Bu da çok uygun. Osmanlı doğrudan o kavgaya girmiyor, fonksiyonundan bir şehri tanımlıyor. Burası kim ne derse desin, ister Konstantinopolis desin, ister Konstantiniyye desin Darülhilafe'dir. Burası kim ne derse desin Makarr-ı Saltanat'tır. Bu Osmanlı'nın hoşgörüsünü ve bütün bu tartışmaların üzerinde kendine güvenen bir devlet olduğunu ortaya koyuyor” ifadesini kullandı.

İSTANBUL MU, ISTANBUL MU?

İstanbul adının “I” veya “İ” harfi ile başlaması konusunda da bir tartışma bulunduğunu ve İstanbul'un da iki farklı yazılış şekli olduğunu belirten Dursun, “I” harfi ile yazılan İstanbul'un, İstanbul Türkçesi'nde daha çok kullanıldığını söyledi. Dursun bu durumda bir İstanbul bir de Istanbul olduğunu kaydetti.

Doğrusunun hangi kelime olduğu üzerinde durmadığını vurgulayan Dursun, “Sadece şehrin, tarihi mekanın gereği gibi korunması, görüntüsünün, tarihi özelliğinin korunması ve en azından dünyanın belli bir bölgesinin merkezi olması düşüncesinin daha önemli olduğu kanaatini taşıyorum” dedi.

ASIL RUMCA'DAN GELEN İSİM İSTANBUL

Oprah Winfrey, Colin Powell, Madeleine Albright, Calvin Klein'ın da aralarında bulunduğu dünyaca ünlü isimlere rehberlik yapan Saffet Emre Tonguç, Türk insanının, şehrin Rum ya da Yunan geçmişini hatırlattığı gerekçesiyle Konstantinopolis ismini sevmediğini ifade ederek, “Asıl Rumca'dan gelen isim İstanbul. İmparator Konstantin Roma'dan gelerek şehri kuruyor ve kendi adını veriyor. Aslında adam İtalyan ve Rumca tek kelime bilmiyor” diye konuştu.

Cumhuriyetten sonra resmi olarak kullanılmaya başlanan İstanbul isminin, Rumca'dan geldiğini ve geçmişte de kullanılan bir isim olduğunu ifade eden Tonguç, İstanbul'un kelime olarak kökeninin “şehre” demek olan “stan” ve “şehir” anlamında “polis” kelimelerinin birleşiminden geldiğini anlattı.

Tonguç, “Neden 'Stanpolis' demişler? Çünkü buraya gelen insanlar, yolda şehri sorarlarmış, 'Şehre nasıl gidebiliriz?' diye. O yüzden de şehrin adı 'Stanpolis' olarak kalmış ve zamanla İstanbul'a dönüşmüş” dedi.

Osmanlı'da şehrin “Konstantiniyye”, “Asitane”, “Dersaadet” gibi bir çok ismi bulunduğunu belirten Tonguç, cumhuriyetle birlikte İstanbul adının kullanılmasının bazı sıkıntılara neden olduğunu söyledi.

Çeşitli dil ve medeniyetlerde farklı şekillerde adlandırılan İstanbul, Grekçe'de “Vizantion”, Latince'de “Bizantium, Antoninya, Alma Roma, Nova Roma”, Rumca'da “Konstantinopolis, Istinpolin, Megali Polis, Kalipolis”, Slavca'da “Çargrad, Konstantingrad”, Vikingce'de “Miklagord”, Ermenice'de “Vizant, Stimbol, Esdambol, Eskomboli”, Arapça'da “Bizantiya, el-Mahsura, Kustantina el-uzma”, Selçuklular'da “Konstantiniyye, Mahrusa-i Konstantiniyye, Stambul” ve Osmanlıca'da “Dersaadet, Deraliyye, Mahrusa-i Saltanat, Istanbul, Islambol, Darü's-saltanat-ı Aliyye, Asitane-i Aliyye, Darü'l-Hilafetü'l Aliye, Payitaht-ı Saltanat, Dergah-ı Mualla, Südde-i Saadet” isimleriyle anıldı

Son Güncelleme: Cuma, 23 Mart 2012 10:31

Gösterim: 2422

Danimarka Eşit Muamele Kurulu, 2010'da Müslüman öğrencileri domuz yemeyi reddettiği için okuldan atan meslek lisesine 75 bin kron (24 bin TL) tazminat cezası verdi.

Müslümanlara zorla domuz eti yediren okula ceza!Müslüman öğrencilerin domuz yemeye zorlanması 'ayrımcılık' olarak değerlendirdi. Kurul sekreteri Erling Brandstrup, ilk olan kararın bundan sonrası için de emsal teşkil edebileceğini ifade etti. Ülkedeki Müslümanlar olayı sevinçle karşıladı. Okul müdürü Svend Orgaard, "İnsanların inançlarına saygılıyız ancak domuzun tadına bakmayan birisinin aşçı ya da aşçı yardımcısı olmasını beklemek çok zor." dedi. Karara destek veren, iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'nin entegrasyondan sorumlu sözcüsü Trine Bramsen okulun gerekli düzenlemeleri yapması gerektiğini söyledi.

(zaman)

> Müslümanlara zorla domuz eti yediren okula ceza!

Danimarka Eşit Muamele Kurulu, 2010'da Müslüman öğrencileri domuz yemeyi reddettiği için okuldan atan meslek lisesine 75 bin kron (24 bin TL) tazminat cezası verdi.

Müslümanlara zorla domuz eti yediren okula ceza!Müslüman öğrencilerin domuz yemeye zorlanması 'ayrımcılık' olarak değerlendirdi. Kurul sekreteri Erling Brandstrup, ilk olan kararın bundan sonrası için de emsal teşkil edebileceğini ifade etti. Ülkedeki Müslümanlar olayı sevinçle karşıladı. Okul müdürü Svend Orgaard, "İnsanların inançlarına saygılıyız ancak domuzun tadına bakmayan birisinin aşçı ya da aşçı yardımcısı olmasını beklemek çok zor." dedi. Karara destek veren, iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'nin entegrasyondan sorumlu sözcüsü Trine Bramsen okulun gerekli düzenlemeleri yapması gerektiğini söyledi.

(zaman)

Son Güncelleme: Cuma, 23 Mart 2012 09:35

Gösterim: 3081

Dindar aileler çocuklarının örgün eğitim içinde ana çizgisini kendi seçimlerinin belirleyeceği bir din eğitimi alma imkânına sahip olmasını istiyor. Buna hem insan hem vatandaş olarak hakları var. Çocuklar onların çocukları, eğitimi vergileriyle finanse edenler de onlar. Devlete düşen, ilgili talepleri birleştirip onlara cevap veren icraat ve düzenlemeleri yapmak.

Din eğitimi Türkiye'de bütün Cumhuriyet tarihi boyunca bazıları için problem, bazıları içinse problemli oldu. İlk gruptakiler, kafalarındaki toplum projesine uymayan bir unsur olan dinin toplumsal hayattaki ağırlığını din eğitimini engelleme, sınırlama ve kontrol etme yoluyla azaltmak istedi. İkinci gruptakilerse, ne kadar yasal ve fiilî engel çıkartılırsa çıkartılsın, yeni nesillere, çeşitli yol ve yöntemlerle, din eğitimi sağlamaya çalıştı. Tek parti döneminde bunun sonucu din eğitiminin bir anlamda yer altına inmesi ve devletin uzanamayacağı, nüfuz edemeyeceği yerlere kaydırılmasıydı. Din eğitimi üzerindeki tek parti yönetimi baskısının demokrasi içinde sürdürülmesi imkânsızdı. Bu yüzden, II. Dünya Savaşı sonrasında iç ve dış faktörlerin etkisiyle demokrasiye doğru evrilmeye başlayan siyasî rejim başka birçok alanda olduğu gibi din eğitimi sahasında da açılıma gitti. Üstelik bunun ilk adımlarını tek parti döneminin kahramanı olan siyasî parti, istemeyerek veya açılım sürecini denetim altında tutmak için de olsa, attı. Bugün örgün eğitim sistemi içinde yer alan orta ve yüksek dereceli "dinî okullar" böylece ortaya çıktı.

Demokraside iktidar sahipleri halkı hesaba katmak ve vatandaşların taleplerine cevap vermek mecburiyetinde olduğundan, din eğitimi alanı hızla genişledi. En fazla dikkat çeken okullar "imam hatip" liseleriydi (İHL). Aslında bu liseler tek parti döneminin din karşıtı zihniyetinden hâlâ kurtulamayan devlet iktidarının bir hileyle hem halkı hem kendini aldatmaya çalışmasının sonucuydu. Şeklen meslek lisesi olarak tanzim edilmişlerdi, ama halk onları böyle görmüyordu. Çocuklar İHL'lere imamlık, müezzinlik "mesleğine" girsin diye gönderilmedi. Veliler evlatlarının popüler mesleklere yönelmesini, ama dindar olmasını istemekteydi. Tek partici zihniyet bunu asla sevmedi ve kabullenmedi. Bugün bile aşağılama yapıldığı zannıyla "imam doktor", "imam mühendis" yetiştirmek istiyorlar tarzı söylemlerin kullanılması bundan. Oysa halkın istediği, çocuklarının "dindar doktor", "dindar mühendis" vb. olmasıydı. Bir inanç, değer ve ahlak manzumesi olarak dinin toplumsal ağırlığı İHL'ye olan talebi çok artırdı. İlgili toplum kesimleri de bu liselere başka hiçbir eğitim kurumuna göstermediği ilgiyi gösterdi, vermediği desteği verdi. Tam bir sivil toplum faaliyeti olarak bu amaçla dernekler, vakıflar kurdu, binalar yaptı ve MEB'na teslim etti. Ne var ki, tek partici zihniyet bundan hiçbir zaman memnun olmadı ve ya doğrudan doğruya ya da dolaylı yollarla İHL'lerin önünü kesmeye çabaladı. Bu yöndeki gayretler, özellikle, olağanüstü, yeni demokrasinin şu veya bu ölçüde rafa kaldırıldığı dönemlerde yoğunlaştı. Bunun son örneği, 28 Şubat sürecinde karşımıza çıktı. Askerlerin dayatmasıyla mecburi eğitim kesintisiz 8 yıla çıkartıldı. Böylece İHL'lerin ölüm fermanı imzalandı. Nüfusun önemli bir bölümünün dindar olduğu ve dinî eğitimi önemsediği bir ülkede bu sürdürülemez bir durumdu. Nitekim, çok geçmeden dindar muhafazakârların kurduğu mevcut hükümet, bu dayatmayı ortadan kaldırmak için harekete geçti.

Lafı dolandırmaya gerek yok, tartışmaların ana konusu din eğitimi. Dindar aileler çocuklarının örgün eğitim içinde ana çizgisini kendi seçimlerinin belirleyeceği bir din eğitimi alma imkânına sahip olmasını istiyor. Buna hem insan hem vatandaş olarak hakları var. Çocuklar onların çocukları, eğitimi vergileriyle finanse edenler de onlar. Devlete düşen, ilgili talepleri birleştirip onlara cevap veren icraat ve düzenlemeleri yapmak. Din eğitimi talebini şark kurnazlığıyla meslekî eğitim içine gömmeye, böylece budamaya çalışmak akılsızca ve ahlâksızca. Dindarlık bir meslek değil, bir vasıf ve büyük ölçüde erken yaşlarda kazanılabilecek bir nitelik. İşte bu yüzden eğitimin kademelendirilmesi gerekiyor. Alternatif önerilerle ortaya çıkmak isteyenlerin bunu veri alması şart.

Din eğitimi kapsayıcı olmalı

İHL'yi şeytanlaştıranlar birçok noktada yanılıyor. İlk olarak onlar zannediyor ki, bu okullar sayesinde çocuklar dindarlaşıyor. Oysa, tam tersi doğru, aileler zaten dindar oldukları için bu okulların kurulmasına yönelik yoğun talepler ortaya çıkıyor. İkinci olarak, biraz önce işaret ettiğim üzere, veliler İHL'ni meslek lisesi olarak değil, din eğitimini önemseyen ve çocukları daha yüksek tahsile hazırlayan liseler olarak görüyor. Çocuklarının temel dinî değer ve bilgilerden haberdar ve kendi alanında yetkin meslek mensupları olmalarını istiyor. Merkeziyetçi ve devletçi bir eğitim sistemi ya bu isteklere bizzat cevap vermek ya da vatandaşın bunu kendi başına yapmasına engel olmamak zorunda.

Konuyla ilgili tartışmalarda bir yönüyle gülünç, bir yönüyle korku verici sözler sarf edildiği oluyor. CHP'li bazı politikacılar eğitim konusunun bilim adamlarına, uzmanlara (eğitimcilere) bırakılması gerektiğini söylüyor. Benzer ifadeler kimi akademisyenler tarafından da dile getiriliyor. İyi niyetle söylenmiş de olsalar, bu sözler özenle kaçınmamız gereken bir alansal bürokrat diktatörlüğünün yoluna taş döşüyor. Sadece teknik anlamda, yeni etkili öğretme-öğrenme metotlarının ne olduğu, hangi araçların kullanılmasının öğretim sürecinde daha iyi sonuçlar verebileceği hususlarında bilim adamlarına ve uzmanlara danışabiliriz. Ama, ailelerin çocuklarına hangi değer sistemlerini aktarmasının yerinde olacağı hakkında teknokratların söz hakkı olamaz. Böyleleri, çok istiyorlarsa, kendileri gibi düşünenlerle çocukları için ortak eğitim programları geliştirebilir. En iyiyi biliyorlarsa bu yolla başarılı olarak başkalarına örnek teşkil edebilir. Daha ötesi düşünülemez.

Demokratik bir ülkede kamu otoritesinin din eğitimine hiçbir müdahalesi söz konusu olamaz mı? Bunun cevabı şudur: Demokratik devletin bütün eğitim alanlarına –bu arada din eğitimine– müdahalesi kural değil, istisna olmalıdır. Potansiyel müdahaleler de insan haklarını koruma amacıyla şekillenmelidir. Bir din eğitimi içinde öğrencilere nefret, saldırganlık, başka dinleri ve mensuplarını aşağılama telkin ediliyorsa, buna engel olmak demokratik devletin görevi olarak görülebilir. Demokratik devlet, ayrıca, sadece büyük din grubunun eğitim taleplerine cevap vermemeli, büyük olana ne sağlıyor ve nasıl muamele ediyorsa küçük olanlara da aynı şekilde davranmalıdır. Tek parti zihniyetini sürdürenler kendilerini yenileyip vurgularını bu alanlara kaydırsalar çok daha ahlâklı bir zemin kazanabilir ve ilgili tartışmalarda gerçekten faydalı olabilirler.

(Atilla Yayla-zaman gazetesi)

> Din eğitimi ve demokrasi

Dindar aileler çocuklarının örgün eğitim içinde ana çizgisini kendi seçimlerinin belirleyeceği bir din eğitimi alma imkânına sahip olmasını istiyor. Buna hem insan hem vatandaş olarak hakları var. Çocuklar onların çocukları, eğitimi vergileriyle finanse edenler de onlar. Devlete düşen, ilgili talepleri birleştirip onlara cevap veren icraat ve düzenlemeleri yapmak.

Din eğitimi Türkiye'de bütün Cumhuriyet tarihi boyunca bazıları için problem, bazıları içinse problemli oldu. İlk gruptakiler, kafalarındaki toplum projesine uymayan bir unsur olan dinin toplumsal hayattaki ağırlığını din eğitimini engelleme, sınırlama ve kontrol etme yoluyla azaltmak istedi. İkinci gruptakilerse, ne kadar yasal ve fiilî engel çıkartılırsa çıkartılsın, yeni nesillere, çeşitli yol ve yöntemlerle, din eğitimi sağlamaya çalıştı. Tek parti döneminde bunun sonucu din eğitiminin bir anlamda yer altına inmesi ve devletin uzanamayacağı, nüfuz edemeyeceği yerlere kaydırılmasıydı. Din eğitimi üzerindeki tek parti yönetimi baskısının demokrasi içinde sürdürülmesi imkânsızdı. Bu yüzden, II. Dünya Savaşı sonrasında iç ve dış faktörlerin etkisiyle demokrasiye doğru evrilmeye başlayan siyasî rejim başka birçok alanda olduğu gibi din eğitimi sahasında da açılıma gitti. Üstelik bunun ilk adımlarını tek parti döneminin kahramanı olan siyasî parti, istemeyerek veya açılım sürecini denetim altında tutmak için de olsa, attı. Bugün örgün eğitim sistemi içinde yer alan orta ve yüksek dereceli "dinî okullar" böylece ortaya çıktı.

Demokraside iktidar sahipleri halkı hesaba katmak ve vatandaşların taleplerine cevap vermek mecburiyetinde olduğundan, din eğitimi alanı hızla genişledi. En fazla dikkat çeken okullar "imam hatip" liseleriydi (İHL). Aslında bu liseler tek parti döneminin din karşıtı zihniyetinden hâlâ kurtulamayan devlet iktidarının bir hileyle hem halkı hem kendini aldatmaya çalışmasının sonucuydu. Şeklen meslek lisesi olarak tanzim edilmişlerdi, ama halk onları böyle görmüyordu. Çocuklar İHL'lere imamlık, müezzinlik "mesleğine" girsin diye gönderilmedi. Veliler evlatlarının popüler mesleklere yönelmesini, ama dindar olmasını istemekteydi. Tek partici zihniyet bunu asla sevmedi ve kabullenmedi. Bugün bile aşağılama yapıldığı zannıyla "imam doktor", "imam mühendis" yetiştirmek istiyorlar tarzı söylemlerin kullanılması bundan. Oysa halkın istediği, çocuklarının "dindar doktor", "dindar mühendis" vb. olmasıydı. Bir inanç, değer ve ahlak manzumesi olarak dinin toplumsal ağırlığı İHL'ye olan talebi çok artırdı. İlgili toplum kesimleri de bu liselere başka hiçbir eğitim kurumuna göstermediği ilgiyi gösterdi, vermediği desteği verdi. Tam bir sivil toplum faaliyeti olarak bu amaçla dernekler, vakıflar kurdu, binalar yaptı ve MEB'na teslim etti. Ne var ki, tek partici zihniyet bundan hiçbir zaman memnun olmadı ve ya doğrudan doğruya ya da dolaylı yollarla İHL'lerin önünü kesmeye çabaladı. Bu yöndeki gayretler, özellikle, olağanüstü, yeni demokrasinin şu veya bu ölçüde rafa kaldırıldığı dönemlerde yoğunlaştı. Bunun son örneği, 28 Şubat sürecinde karşımıza çıktı. Askerlerin dayatmasıyla mecburi eğitim kesintisiz 8 yıla çıkartıldı. Böylece İHL'lerin ölüm fermanı imzalandı. Nüfusun önemli bir bölümünün dindar olduğu ve dinî eğitimi önemsediği bir ülkede bu sürdürülemez bir durumdu. Nitekim, çok geçmeden dindar muhafazakârların kurduğu mevcut hükümet, bu dayatmayı ortadan kaldırmak için harekete geçti.

Lafı dolandırmaya gerek yok, tartışmaların ana konusu din eğitimi. Dindar aileler çocuklarının örgün eğitim içinde ana çizgisini kendi seçimlerinin belirleyeceği bir din eğitimi alma imkânına sahip olmasını istiyor. Buna hem insan hem vatandaş olarak hakları var. Çocuklar onların çocukları, eğitimi vergileriyle finanse edenler de onlar. Devlete düşen, ilgili talepleri birleştirip onlara cevap veren icraat ve düzenlemeleri yapmak. Din eğitimi talebini şark kurnazlığıyla meslekî eğitim içine gömmeye, böylece budamaya çalışmak akılsızca ve ahlâksızca. Dindarlık bir meslek değil, bir vasıf ve büyük ölçüde erken yaşlarda kazanılabilecek bir nitelik. İşte bu yüzden eğitimin kademelendirilmesi gerekiyor. Alternatif önerilerle ortaya çıkmak isteyenlerin bunu veri alması şart.

Din eğitimi kapsayıcı olmalı

İHL'yi şeytanlaştıranlar birçok noktada yanılıyor. İlk olarak onlar zannediyor ki, bu okullar sayesinde çocuklar dindarlaşıyor. Oysa, tam tersi doğru, aileler zaten dindar oldukları için bu okulların kurulmasına yönelik yoğun talepler ortaya çıkıyor. İkinci olarak, biraz önce işaret ettiğim üzere, veliler İHL'ni meslek lisesi olarak değil, din eğitimini önemseyen ve çocukları daha yüksek tahsile hazırlayan liseler olarak görüyor. Çocuklarının temel dinî değer ve bilgilerden haberdar ve kendi alanında yetkin meslek mensupları olmalarını istiyor. Merkeziyetçi ve devletçi bir eğitim sistemi ya bu isteklere bizzat cevap vermek ya da vatandaşın bunu kendi başına yapmasına engel olmamak zorunda.

Konuyla ilgili tartışmalarda bir yönüyle gülünç, bir yönüyle korku verici sözler sarf edildiği oluyor. CHP'li bazı politikacılar eğitim konusunun bilim adamlarına, uzmanlara (eğitimcilere) bırakılması gerektiğini söylüyor. Benzer ifadeler kimi akademisyenler tarafından da dile getiriliyor. İyi niyetle söylenmiş de olsalar, bu sözler özenle kaçınmamız gereken bir alansal bürokrat diktatörlüğünün yoluna taş döşüyor. Sadece teknik anlamda, yeni etkili öğretme-öğrenme metotlarının ne olduğu, hangi araçların kullanılmasının öğretim sürecinde daha iyi sonuçlar verebileceği hususlarında bilim adamlarına ve uzmanlara danışabiliriz. Ama, ailelerin çocuklarına hangi değer sistemlerini aktarmasının yerinde olacağı hakkında teknokratların söz hakkı olamaz. Böyleleri, çok istiyorlarsa, kendileri gibi düşünenlerle çocukları için ortak eğitim programları geliştirebilir. En iyiyi biliyorlarsa bu yolla başarılı olarak başkalarına örnek teşkil edebilir. Daha ötesi düşünülemez.

Demokratik bir ülkede kamu otoritesinin din eğitimine hiçbir müdahalesi söz konusu olamaz mı? Bunun cevabı şudur: Demokratik devletin bütün eğitim alanlarına –bu arada din eğitimine– müdahalesi kural değil, istisna olmalıdır. Potansiyel müdahaleler de insan haklarını koruma amacıyla şekillenmelidir. Bir din eğitimi içinde öğrencilere nefret, saldırganlık, başka dinleri ve mensuplarını aşağılama telkin ediliyorsa, buna engel olmak demokratik devletin görevi olarak görülebilir. Demokratik devlet, ayrıca, sadece büyük din grubunun eğitim taleplerine cevap vermemeli, büyük olana ne sağlıyor ve nasıl muamele ediyorsa küçük olanlara da aynı şekilde davranmalıdır. Tek parti zihniyetini sürdürenler kendilerini yenileyip vurgularını bu alanlara kaydırsalar çok daha ahlâklı bir zemin kazanabilir ve ilgili tartışmalarda gerçekten faydalı olabilirler.

(Atilla Yayla-zaman gazetesi)

Son Güncelleme: Cuma, 23 Mart 2012 09:50

Gösterim: 1774

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, din eğitimine karşı çıkmadıklarını belirtirken, meselenin diyalog ve uzlaşma ile çözülebileceğini söyledi. Tekin "Din eğitimi tabiî ki olmalı. Bu konudaki her türlü öneriye de açığız. Ancak bunu da hep birlikte konuşalım." dedi.

CHP: Din eğitimine karşı değiliz12 yıllık zorunlu eğitim teklifinin Meclis Milli Eğitim Komisyonu'nda olaylı bir biçimde kabul edilmesinin yankıları sürüyor. Eğitim teklifinin hızlı bir şekilde komisyondan geçip Genel Kurul'a gönderilmesini eleştiren muhalefet kanadı, okullarda din eğitimi ile ilgili sunulacak önerilere destek vereceğini açıkladı. MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır'ın "Kuran'ı Kerim Dersleri okullarda seçmeli ders olarak okultulsun" çıkışından sonra CHP'den bu yönde olumlu mesajlar geliyor. Okullarda din eğitimine karşı çıkmadıklarını belirten Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, "Din eğitimi tabiî ki olmalı. Bu konudaki her türlü öneriye de açığız. Ancak bunu da hep birlikte konuşalım." dedi. Tekin, eğitim düzenlemesi ve İçtüzük konusunun TBMM'yi tartışmalı bir süreçten geçirdiğini ancak bu olumsuz tablonun yeni anayasa çalışmalarına etki etmeyeceğini de vurguladı. Hiçbir gücün CHP'yi 'yeni anayasa masasından' kaldıramayacağını vurgulayan Tekin, "Demokratik ülkelerde güvence Başbakan veya iktidar olmaz. Güvence Anayasa ve hukuk olmalı. Başbakan'ın da bu güvenceye ihtiyacı var." şeklinde konuştu.

CHP, AKP’den geri adım atmasını isteyecek

CHP, önümüzdeki salı günü TBMM Genel Kurulu'na gelecek kesintili eğitim teklifinin yasalaşmaması için bir dizi eylem yapma kararı aldı. Parti yönetimi, bu çerçevede önümüzdeki hafta Grup Toplantısı'nı Meclis'te değil, Tandoğan Meydanı'nda yapacak. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, aynı gün mitingde, söz konusu eğitim yasası teklifine yönelik eleştirilerini sıralayarak AK Parti'den geri adım atmasını isteyecek.

‘Kararımızdan vazgeçmeyeceğiz’

Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin de, kesintili eğitim ve TBMM İçtüzüğü düzenlemesine yönelik kararlı muhalefetlerini sürdüreceklerini kaydetti. Tekin, zorunlu eğitimi kademeli olarak 12 yıla çıkaran düzenlemenin yeniden komisyona gelmesi ve müzakere edilmesi talebini yineledi. Meclis Başkanı Cemil Çiçek'in bu konuda Başbakan Tayyip Erdoğan'ı aşamadığını savunan Tekin, "Biz bu konunun bir uzlaşmayla yasalaşmasını istiyoruz. Başbakan ve iktidar partisinin yanlışı fark edip geri adım atmasını istiyoruz." ifadelerini kullandı. Düzenlemenin Genel Kurul'da görüşülmeye başlandığı saatlerde Tandoğan Meydanı'nda iktidarı halka şikâyet edeceklerini anlatan Tekin, AK Parti seçmenleri dahil tüm Ankaralıları mitinge beklediklerini kaydetti. Kesintili eğitim düzenlemesinin yanı sıra TBMM İçtüzüğü teklifine yönelik muhalefette de kararlı olduklarını vurguladı. Yeni İçtüzük'ün muhalefetin sesini kısacağını savunarak, bunun demokrasiye vurulan bir hançer olduğu iddiasında bulundu.

(zaman)

> CHP: Din eğitimine karşı değiliz

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, din eğitimine karşı çıkmadıklarını belirtirken, meselenin diyalog ve uzlaşma ile çözülebileceğini söyledi. Tekin "Din eğitimi tabiî ki olmalı. Bu konudaki her türlü öneriye de açığız. Ancak bunu da hep birlikte konuşalım." dedi.

CHP: Din eğitimine karşı değiliz12 yıllık zorunlu eğitim teklifinin Meclis Milli Eğitim Komisyonu'nda olaylı bir biçimde kabul edilmesinin yankıları sürüyor. Eğitim teklifinin hızlı bir şekilde komisyondan geçip Genel Kurul'a gönderilmesini eleştiren muhalefet kanadı, okullarda din eğitimi ile ilgili sunulacak önerilere destek vereceğini açıkladı. MHP Grup Başkan Vekili Mehmet Şandır'ın "Kuran'ı Kerim Dersleri okullarda seçmeli ders olarak okultulsun" çıkışından sonra CHP'den bu yönde olumlu mesajlar geliyor. Okullarda din eğitimine karşı çıkmadıklarını belirten Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, "Din eğitimi tabiî ki olmalı. Bu konudaki her türlü öneriye de açığız. Ancak bunu da hep birlikte konuşalım." dedi. Tekin, eğitim düzenlemesi ve İçtüzük konusunun TBMM'yi tartışmalı bir süreçten geçirdiğini ancak bu olumsuz tablonun yeni anayasa çalışmalarına etki etmeyeceğini de vurguladı. Hiçbir gücün CHP'yi 'yeni anayasa masasından' kaldıramayacağını vurgulayan Tekin, "Demokratik ülkelerde güvence Başbakan veya iktidar olmaz. Güvence Anayasa ve hukuk olmalı. Başbakan'ın da bu güvenceye ihtiyacı var." şeklinde konuştu.

CHP, AKP’den geri adım atmasını isteyecek

CHP, önümüzdeki salı günü TBMM Genel Kurulu'na gelecek kesintili eğitim teklifinin yasalaşmaması için bir dizi eylem yapma kararı aldı. Parti yönetimi, bu çerçevede önümüzdeki hafta Grup Toplantısı'nı Meclis'te değil, Tandoğan Meydanı'nda yapacak. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, aynı gün mitingde, söz konusu eğitim yasası teklifine yönelik eleştirilerini sıralayarak AK Parti'den geri adım atmasını isteyecek.

‘Kararımızdan vazgeçmeyeceğiz’

Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin de, kesintili eğitim ve TBMM İçtüzüğü düzenlemesine yönelik kararlı muhalefetlerini sürdüreceklerini kaydetti. Tekin, zorunlu eğitimi kademeli olarak 12 yıla çıkaran düzenlemenin yeniden komisyona gelmesi ve müzakere edilmesi talebini yineledi. Meclis Başkanı Cemil Çiçek'in bu konuda Başbakan Tayyip Erdoğan'ı aşamadığını savunan Tekin, "Biz bu konunun bir uzlaşmayla yasalaşmasını istiyoruz. Başbakan ve iktidar partisinin yanlışı fark edip geri adım atmasını istiyoruz." ifadelerini kullandı. Düzenlemenin Genel Kurul'da görüşülmeye başlandığı saatlerde Tandoğan Meydanı'nda iktidarı halka şikâyet edeceklerini anlatan Tekin, AK Parti seçmenleri dahil tüm Ankaralıları mitinge beklediklerini kaydetti. Kesintili eğitim düzenlemesinin yanı sıra TBMM İçtüzüğü teklifine yönelik muhalefette de kararlı olduklarını vurguladı. Yeni İçtüzük'ün muhalefetin sesini kısacağını savunarak, bunun demokrasiye vurulan bir hançer olduğu iddiasında bulundu.

(zaman)

Son Güncelleme: Cuma, 23 Mart 2012 09:20

Gösterim: 2213


Egitimtercihi.com
5846 Sayılı Telif Hakları Kanunu gereğince, bu sitede yer alan yazı, fotoğraf ve benzeri dokümanlar, izin alınmadan ve kaynak gösterilmeden kesinlikle kullanılamaz. Bilgilerin doğru yansıtılması için her türlü özen gösterilmiş olmakla birlikte olası yayın hatalarından site yönetimi ve editörleri sorumlu tutulamaz.